21 Temmuz 2008

Söyleyebileceğim Birşey Kalmadı Sanırım



Söylenecek şey o kadar çok iken.

Söz hakkımızı savunan hiç bir çevre görmedik.

Söz hakkımızı savunan dostlarımız olmadı.

Açık, tartışmaya açık hiç bir ortamda bulunma şansımız olmadı.

Herkes bir şey dayattı, karşı koyduk.

Öğrencilerimiz, ustalarımız, yakınlarımız işlerine gelmedikçe ortak dilimizi telaffuz etmediler.

Telif'i önlerine koymamız gevezelikle eşdeğer görüldü.

İki sayfa ezber okuyabilmek için sözümüü boğazımıza tıktılar hep.

O kadar dinledik, saymadılar. Konuştuğumuzda hep konuşan olduk.

Söyleyeceğimiz, soracağımız, dinleyeceğimiz, merak ettiğimiz çok.

Kapalı bir toplumun, bir ezberin toplumunun dışında kalanları utandırmadan ve utanmadan konuşacağız.

Fazlası, yani bir harfin bile fazlası gereksiz.

Kimsesiziz. Bu ülkenin sahibi, insaniyetin sahibi gibi konuşmayacağız.

Söz hakkımıza sahip çıkıldığında, yalnız dinlediğimizde değil, söylediğimizde de insan yerine konulduğumuzda blogları, siteleri yeniden açacağız.

Dinleyenimizin olması, bir söyleyeceğimizin olduğunun kabul görmesinden çok, bir söylenenin olabileceğinin düşünüldüğünü görmek.

Ölü filozoflar, akademik ezber ve yeni aydın değil, körfezdeki dalgın su avcumuzdaki emanet.

Bizi dinleyenlerin olması, dünyayı, dünyamızı değiştirmeyecek. Boşa nefes tüketmeme hakkı da nefes tüketme hakkı gibisinden bir hak.

İnsanlara dokunamıyoruz. İnsanlar insanlığa itibar etmiyor. İnsan durdukça, insanlığı aşağılatıyoruz. Bu söylediklerimizin içeriği ile alakalı değil.

Biz boş konuşmalardan bile dolu şeyler çıkarıyoruz. Anlıyoruz. Okuyoruz, insanı. Bizim boş konuşmamızı dolduracak bir dolulukla muhatap değiliz, derdimiz budur.

Susuyoruz.

İnsanlar konuşurken biz başka bir şey okumaya çabalamadık. Bir kedi bile konuşurken işi gücü bıraktık. Söyleyeceği birşey vardı.

Bizi insanlar zaten esneyerek dinliyor. Kulaklıklı insanlara konuşuyoruz. Bir metni okumaya çalışan. başka birisine klavyede laf yetiştiren. sözümüzü bastıran müzik? Boş tekrarlar, gevşek ama kalın örgülü armoniler, alıntı, çalıntı bir seyirden de ibaret olabiliyor. Metinler bir ezberin çeşitlemeleri genellikle. Demek insanlar boşa bir anlam verebilmekteler. Üretkenler. Bizim boşumuza ne ihtiyaçları var? Dolumuz varsa üretkenliklerine set çekmeden ibaret değil de ne?Gerekmiyoruz.

Zaten düzeltmiyoruz. Yeni birşey söylemeye gayret etmez hale geliyoruz.

Her söylediğimize dikkat eden bir kaç kişiye gelince. Ben sizlerin ne dediğinize dikkat etmeye çalışacağım bundan böyle. Benden öğrenilebilecek bir şey varsa, öğrendiniz. Sizlerden öğrenme sırası bende.

Saygılarımla Efendim.

Sömürgecilerimiz Kapışırken


Türkiye gerilim hattının üzerine düşünmeye çalışıyorum.


Hayatım bağımsız davranmak, eleştiriye açıklık, geleceğimizin elimizden alınmasına karşı koymakla geçti.


Yok sayıldık sanmayın, yoktuk. Ölmeden ölmüştük.


Unutturulduk sanmayın, kalbimizde taşıdıklarımız adlarımızı sildiler, herkesten önce. İşe geldikçe hatırlanan, işe gelmedikçe varlığı, düşüncesi, fikri, zikri itilip kakılan insanlar nasıl unutturulabilir ki? Biz kendimizi unutmuştuk bir yerlerde.


Dostlarımız sokakta bizimle görünmek istemezdi. Gene istemezler, işlerine gelmediğinde.


Kızlar bize varmazdı, çalıp çırpmıyorduk, bu affedilir bir şeydi, ama çalıp çırpana itiraz da ediyorduk, bu hoş değildi. fikirlerimiz vardı, Parasız kalmayı göze alabiliyorduk, şimdilerdeyse ideal aydınlarız, hatta ideal insanlarız, ama amamız var, yaşımız geçkin. Biz zaten hep sakıncalıydık. Hep sakıncalı olacaklardandık. Yani en beğenildiğimiz yıllarda bile beğenilmezdik. Değişen ne var ki?


İşe alınmazdık. İşimizin ehliydik hep. İşinin ehli olmayanı yetiştirmeye çalışırdık. Çaldırmazdık. Çırptırmazdık. Çalışarak geçinmek, işimizi düzgün yapmak kültürümüzdü.


Sömürge valilerine aldırmazdık. Karşılarına dikilirdik. Bizi onlar sarsamadı. Sevenlerimiz, yakınlarımız, yakınımızdakiler sırt döndüler hep. Az değildik. Uz değildik. Kendi soframızdan kovulduk. Sömürgecilerin kabahati ne?


Üniversiteye tanıdığım her zır cahil öğretim üyesi olarak alındı, biz görüşmelere bile alınmadık, iltifatlarla, övgülerle. İlgilenmediği alanların uzmanı olarak show yaparke gördük, bz geldiğimizde şehir değiştirenleri. Yokluğumuzda yerimizi almışlardı. Yavuklularımızla evlenmişlerdi. Kaybolmamızla kariyer yapabilmişlerdi. Kapıları herkese açtılar, şu alanlarda yetişmiş insan yok bizde diyerek, o alanların insanlarıyla üniversiteleri buluşturmayarak, saçmalayarak, şakşaklanarak, aydın nesilleri kendilerine benzeterek silinmekteler vitrinden. Biz onların önünü açmıştık. Varlığımız onların varlık sebebiydi. Kendini yoklayabilen, yoksayabilen aydındık. Kapıları olumsuzlamayı bilmeyenlere açtık. Olumsuzlamayı olumsuzlayanlara. Kendisini ortadan kaldırabilen varlığın şikayeti de ne?


Ne yangınlara, ateşe vermelere karşı koyduk. Sivasta olsak o otelin önüne dikilirdik. İşte o gün ne yazık ki yokuz dedim, ne yazık ki yoktuk. Bizi kim aradı ki? Sual eden kim oldu ki? Geldik, "işlerine gelen biz"i bozduk, uzak tutulduk. Geri döndük, kaybolduğumuz yerlere, varlığımız kimsenin işine gelmiyordu, her yalan, talan, dolan, yokluğumuz üzerine kurulmuştu. Kimseleri utandırmadık, usandırmadık, bu utanç bizim.


Ne ders verebildik, ne yazabildik, ne derdimiz aktarabildik. Çoluk çocuk da yetiştiremedik. Bir itiraz geleneğini de devredemedik. Bir aidiyeti, sorumluluğu, sevinci, tevazuyla kaynaşmış özgüveni.


Havada, suda, karada, içerde, dışarda, ormanda, en ıssız adada insanlığı insaniyeti savunan kim kaldıysa mirasçımızdır. Kendi konuşup, söyleyeceği olanı susturan, kendisini artık omuzlarda taşınması gerekene taşıtan bizden değildir.


Bizler de vardık sayın seyirciler. Karşı duranlar. Teslim olmayanlar. Teslim etmeyenler. Hakkaniler. Kendini hakikatle düzeltmeye vurgunlar. Hakikatliler. Aşıklar. Ahlaklılar. Şeffaf yaşayanlar. Bizim kaybolmamızla başlamadı her kötü şey. Varlığımızla dünyanın karışmadığı gibi.


Sizler işinize geldiği gibi yaşadınız. Elimizden tutup dolaşmaya utandınız, biz sizlerden utanmazken. Bize giymediklerinizi giydirmeye kalkıştınız, karşı çıkmadık, ama üzerimize olmayanlarda inat ettiniz. Bizi ihbar ettiniz. Bize kapıları kapattınız. İnsanlığı birbirine kışkırttınız. İtekleyenimizdiniz, sizi ciddiye almadık, kendi hızımızla gitmeye çırpındık. Darağaçlarımızın üzerine de siz tünediniz. Arkadaşlarınızın katillerini savunarak, çocuklarınızı kayalardan atarak, halkınızın omuzlarına basarak.


Bugün bu toplumun kanaat önderleri olmadığımızı biliyoruz. Hakikatten kaçıyor insan. İnsanlığından kaçıyor. Kaçmasalar ne farkedecek? Daha başka bir duruşun garanti edebileceği ne var? Bir başka çabanın önünü kapatmaktan başka ne günahları var? Zamanımız gelse, kim engelleyebilir halkın aşkla akan selini? Halk zalim de olur. Bunun önünü açışsa nedense her daim başarılı olur. Açan bir başka şeyi kapatır. Kapatan başka bir akışın önünü açar.


Hangi zulüm sonsuza kadar akabilir? Sosyal mühendisliğin kötü yanı da bir palavra üzerine kurulu, yatsıya kadar doğru çıkaran bir ışıkla aydınlanış.


Kapışanlar, tepişenler halk, insan, hakikat dememekte.


Hakikati, hakikatliliği telaffuz edenler taşlanmamakta evet. Dinleyen kim, söylediğimiz her şey yakınlarımıza dahi gevezelik, hezeyan. Hatta iğrenç, kaba, eleştirel, kurcalayıcı, kazıyıcı Hakikat dediğimiz.


Dehalaştırdıkları zorbalık, kabalık, kuzu sessizliği, kendi sessizlikleri, soluksuzlukları.


Düşünce karşısında sesi çıkmayan kim var ki? Geçim derdindeki üç beş aydından başka?