31 Mart 2008

Kısa Bir Ara Veriyoruz


Biraz gönülsüz yazdık son günlerde, yazdıklarımızdan memnun değiliz. İş güç. Ve paldır küldür akan bir dünya. Bin bir itilip kakılma. Aklımız yazdıklarımızda değil.

Derdimizi az çok anlatabildik sanıyorum. Bir süre susacağız, dinleyeceğiz. Uyumaya, yüzmeye, yürümeye, dostlarla sohbete ağırlık vereceğiz.

Ata bineceğiz. Perdelerimizi ütüleyeceğiz. Ayakkabılarımızı boyayacağız. Evimizi elden geçireceğiz. Akrabaları, yaşlı ahbapları arayacağız. Neylerimizi yağlayacağız, tamburamızı elimize alacağız. Banyoda yıllar sonra yeniden şarkı söyleyeceğiz.

Bu arada, eski yazılara biraz düzen verme, gözden geçirme fırsatı bulabileceğimizi de umuyorum. "İnternet: Global Kerhane" gibi lâfları çıkaracağız, söz verdik. İfadeleri yumuşatacağız. Kaygılarımızsa devam edecek, insandan beklentimiz de.

Kendimiz için bir beklediğimiz kalmamıştır. Talan edildik. Rahatladık. İşimizin hakkını vermeden başka bir derdimiz, taşıdığımız bir yumurta küfesi kalmamıştır. Yeni dertler, hastalıklar, geçim sıkıntıları, düşüncesizlikler bizi bulana kadar beklentisizliğin, acelesizliğin rindane neşesini yaşayacağız.

Ve gerektiğinde yeniden, yeniden, kapımızı insana açıp başımızı belâya sokacağız, dümdüz edileceğiz.

İnsandan umut kesmeyeceğiz, bu yüzden bıkıp usanacağız da.

Ve hep şaşırtılmayı, yanılmayı bekleyeceğiz. Yanılmamazlıktan, artık yanılamamaktan, yanlışlanamamaktan utanarak yaşayacağız.

Şimdilik hoşçakalın. Etrafta yeterince büyük lâf eden var. Biz lâfta, lâfzda değiliz. Bu puslu, çizik, paslı aynaya yansıyan hakikât değildi. Yüzümüzü döndüğümüze yüzünüzü çevirin, bizle yansıyanda bir şey yok. Bu cephede yeni bir şey yok, Efendim.

Aşkla ve saygıyla arzeyleriz.

Ne Yapmalı?


Hayatımızı yaşamalı. Yani, insan gibi yaşamaya devam etmeli. Komşulu, eşli dostlu. Çocuklarımız azıklarıyla sokak köpeklerini doyurup eve aç dönmeli, eski zamanlarda olduğu gibi.


Zorda olana fırsatçı yaklaşmamalı. Umutsuz olanlara umut olmalı. Mutlu olanların arasına girmemeli. Mutsuz olanları dinlemeli, desteklemeli, yapamıyorsak uzak durmalı. Komşuda pişene göz dikmemeli. Sofralarındaki bir eksik de bizden gitmeli.


Vazgeçmelerle vazgeçilmezi yakalıyoruz. Çektiklerimiz, fedâkarlıklarımız bizi insan yapıyor. Koparıp almalarımızla, açgözlülüklerimizle dünyayı ateşe veriyoruz. Yine diğerkâm olacağız, yine insan olacağız, bir şeyi hak edenin ayak altından çekileceğiz, hak etmeyeni yetiştirmeye çalışacağız. Rekabet etmemizin meşru olduğu yerlerde rekabet edeceğiz. En azından nerelerde rekabet etmeyeceğimizi, nerelerde rekabet edilmeyeceğini az çok düşünmüş olacağız.


İnsanın, insanlığın önünü açacağız. Tercih ediş ve ediliş sebebimiz haketmişlik, ihtiyaç, yetkinlik, insanlık, anlayışlılık, sabır, alçakgönüllülük, söz dinlerlik, doğruluk, açıksözlülük de olacak artık.


Bizden zayıf olanı, yolda kalanı ezip geçmeyeceğiz. Kimin kimi sırtında taşıdığı hiç belli olmaz. Taşıyoruz sandığımızda, seve seve taşıyacağız.


Bir ülkedeyiz, bir halk içindeyiz. Bir yerde, her yerde, nerede olursak olalım, bulunduğumuz yere zarar vermeyeceğiz. Yaşlılarına hürmet edeceğiz, bilgelerini okuyacağız, insana ve insanlığa sadık yaşayacağız. Doğru sözden sakınmayacağız.


Kendi zalimimize, alçağımıza evlâdımız kardeşimiz olsa sahip çıkmayacağız. Ama insanlıktan herkese sahip çıkacağız. Darağacındaki gaddar kişiye de. Eski dostumuza, düşmanımıza, tanıdığımıza, tanımadığımıza insaf ve insanlığı çok görmeyeceğiz.


Bu dünyaya intikam için gelmedik. İnsan olarak geldik. Olarak, olup da gideceğiz.


Sadık olacağız. Sözümüzü tutacağız. Çalışkan olacağız. Emeğimizle geçineceğiz. Ne yapıyorsak hakkını vereceğiz. Lokantacıysak, evde gösterilen özenden dahi fazlası gösterilecek yemeğe. Temiz olacağız. İnsan sağlığına zarar vermeyeceğiz. Etrafa, çevreye zarar vermeyeceğiz. Kuşlara, tavşanlara, karıncalara yuva olan, koruyan, kollayan, rüzgâra kendini duvar eden bir çalıyı sökmeyeceğiz, çok güçlü nedenlerimiz olmadıkça, bir taşı yerinden etmeyeceğiz. Bir yaprağı dalından ayrı koymayacağız, bir goncayı soldurmayacağız.


Sömürge valilerine boyun eğmeyeceğiz, emrirlerinde dünyayı talan seferlerine gitmeyeceğiz. Tencerede taş kaynatacağız. Savaşan, saldıran basın, kendi muhabirlerini göndersin. Talancılar önce kendi çocuklarını seferber etsin, memleket yağmasından, safahattan alıkoyabilirlerse. Biz yokuz. Biz komşuluyuz. Biz insana dostuz.


Yurdumuzu, insanlığı insanca, açıklıkla, saygıyla, özenle savunacağız.


Haklı olduğumuzda, haklı nedenlerle dahi büyük, kutsal kavramların arkasına sığınarak bir günahsızın kılına zarar getirmeyeceğiz. Getirildiğinde hesap soracağız.


Başka türlü düşünecek ve eyleyeceğiz. Hayır demesini, diyene sahip çıkmasını, savunmasını bileceğiz.


Siyaset, din, ırk, dil ayrımı yapmadan düşüneceğiz. Kendimiz için açılımlar, insanlığın açılımları olacak. Kendimiz için istediğimiz, herkese açık olacak, dosta, düşmana. Rüyamızı insanlığa kapatmayacağız.


Ve hiç bir insani, global, ilerlemeci kavramın arkasına sığınıp, ülkemizi, kültürümüzü talan etmeyeceğiz, yağmalamayacağız. İnsanlıkta geri kalmışlardan hazzetmeyeceğiz, bunun politikasını yapanlardan hazzetmeyeceğiz, birilerinden ille de hazzetmeyeceksek.


Halkımızı, komşularımızı, insanlığı savunacağız. Onlar için dara düşmeyi göze alacağız. Zor zamanlarında hiç bir halkın etrafında akbabalar gibi dolaşmayacağız.


Gücümüzü, imkânlarımızı aşacağız. Buna mecburuz.


Sularımıza, ormanlarımıza, tohumlarımıza, insanlarımıza, aydınlarımıza, halkımıza sahip çıkacağız.


Çocuklarımıza zaman ayıracağız. Okuyacağız. Dinleyeceğiz. Düşüneceğiz. Sohbetin kültürünü yeniden canlandıracağız. Yeniden, bir toplum olacağız.


İnsanlığı yeniden, yeniden, yeniden başaracağız!

30 Mart 2008

Bir Zamanların Müziği


Müzik aletleri tarihi, rekonstrüksiyonların, hibridlerin, malzemede kaymaların, ortamın, teknik yakıştırmaların, ihtiyaçların, sesin, imkânların, orkestrasyonun ve çalanın muhtemel duruşunun yani kullanım bağlamının da tarihi.


Orijinal alet bir anlamda hiç yok. Başka bir anlamda, yani değişmelerde dahi aynı kalandan; kullanımı, tınısı, teknikleri, yapım teknikleri, malzeme gibi açılardan; bir tarihi oluşundan dolayı orijinal sazdan bahsedebiliriz. Başarılı da olsa rekonstrüksiyon, başka bir saz, yeni bir saz olarak da görülebilir, başarılı bir yeniden yapımın da bazı kriterlerinin olması lazım.


Yine de değişik çağların müziklerini dahi varsayılan ya da elimize kısmen geçmiş aletleri kurgulayarak; skalaları, meselâ, kemik kaval parçalarından, delik aralıklarından (yeniden) çıkararak; eldeki fikri yaşayan "arkaik" müzik araştırmalarının sonuçları ve bazı anlatılarla karşılaştırıp gözden geçirerek kurgulamaya çalışanlar oluyor, olacaktır.


Bir çalışmadan, öneriden ibaret olsa da, aktarılmış, notaya alınmış müziğin kendi (varsayılan) döneminin (varsayılan) çalgılarıyla/sazlarıyla yorumlanmalarına olumsuz bir tepki veremiyoruz. Notaya alınmamış, aktarılagelmemiş müzik ise materyal skalaları takipten ibaret, seyir geleneğini içermiyor, etnomüzikolojik karşılaştırmalarla gözden geçirilse, ilerletilse de. Yine de, ilgiyle izliyoruz. Öğreniyoruz, en azından, itirazlardan ve itirazlarımızla.


29 Mart 2008

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan: Hatıralarına


Değerlendirmelerin, çözümlemelerin hiçbirisi umurumda değil.


Yiğit insanlardı. Sömürgecilere ülkemizi teslim edebilmek için katledilmeseler uzun yaşayabilirler miydi? Bilemiyorum.


Kayıtsız kalamazlardı, dünyada olan bitene. Yaşasalar, tesadüflerle sağ kalmış binlerden birileri olabilirlerdi.


Hayatlarını yaşamadılar diye düşünmüyorum. Yaşadılar. Milyarlarca insandan daha ciddi yaşadılar.


Canını yaktıkları birisi, birileri varsa, artık tamir edemeyecekleri için üzülüyorum. Geriye dönüşsüzlük söz konusu oldu muydu, insan hayatı söz konusu oldu muydu, insanların yapabileceği tek şey, tekrarını engellemek, ders çıkarmak, tecrübe paylaşmak. Vicdan, yalnız yanlışta değil, yapabileceğinin en düzgününü yapamayınca bile kanamaya başlar.


Onlar, ilk gerçek modern ve sondan ikinci geleneğe hakim kuşağımızdı. Entellektüel bir projeden ibaret değildi hayatları, durup dururken halkın hafızasına, binlerce yılın izlerine katılmadılar. Bu, uçukluk, kopukluk, hayalcilik işi değil.


Cumhuriyetin ilk meyveleri, ilk sokakta, savaş altında, kargaşada, karmaşada yetişmemiş kuşağı idiler. İlk ciddi hasatı idiler. Gök ekinken biçildiler.


Bir ülke, yabancı ülkelerin oldu bittici, kıyıcı, kırımcı, kan güden kuruluşlarını kendi ülkesinin çekirdeğine ekler ise, dünyanın birilri için nasıl şekilleneceği insandan, dünyadan, ahlâktan, hukuktan, hayattan önde giderse olacağı budur. Çocuklarını ulu sömürgeciliğe kurban etmekle kalmazsın üzerlerine de basa basa yürürsün.


Onları ne koruyan kollayan, engellenecekleri yerde engellemeye çalışan; ne de onlarla tecrübe paylaşan, onları geleceğimiz olarak gören, üzerlerinde titreyen, sahip çıkan, eleştiren insanlarımız, kurumlarımız, ortak tecrübemiz, sorumluluk taşıyanlarımız olmadı.


Onların daha yargılanmadan kalemini kıranların, Kızılderenin emrini verenlerin ayaklarında Sümerbank işi çizmeler yoktu. İşgal altındaydık diyenlere haklılardı demekten başka bir diyeceğimiz yok: Aklımız, fikrimiz, gelecek için kararlarımız, rüyalarımız, hülyalarımız, umutlarımız, okullarımız rehin verilmişti . Halimiz, geleceğimiz üzerinde konuşamıyorduk. Konuşan aydın sokaklarda vurulur hale gelmişti. Önce insiyatifimiz, isyan edebilir halimiz, sonra bir fikri olabilir halimiz kıyımdan geçirildi.


Kârını, hazzını çoğaltmak, yurtdışında iş bulabilmek, birer kürsü, makam paye koparabilmek dışında bir derdi olmayan nesiller yetiştirebildik, yemesini içmesini bilmeyen, delikanlılığı bilmeyen, ihtiyarları karşıdan karşıya geçirmeyen, kalemini kalemsiz arkadaşına verip yazılıda sıfır çekemeyen.
Aşık Veyselin ayağına gidip, onunla yaşar mı, öğrencisi olur muydu birileri, Fikret Kızılok gibi? Yurtdışında burs, kongre arar insanlar şimdilerde, merit değil çünkü söyleyeceği bir şey olan çobanın yanına bağdaş kurmak, balıkçılarla oturmak. Bunlar eskiden özenti değildi. Bir halktık. Elitimiz de halktı. Sömürgecilerimize açılan kapılar halkın suratına kapatılmıyordu . Bunu reddedenler taşraya, ya da yoksul emekliliklerine sıkıştırılmamışlardı.


Şiirle atışabilen halkı bir kenara itip, vahşi batı ve uzak doğulardan, yankilerden, latinolardan davranış kalıpları, kültür, zevk öğrenmeye çaılşmaktayız. Birey, kendine yapılan haksızlığı affedemiyor, başkalarına yapılanı okuyabilse dahi bir sorumluluğa dönüştüremiyor. Birarada yaşamanın ahlâkını, hukukunu unutuk.


Günah keçilerimiz, yeni yetmeler mi olacak? Hayır. Bunu haketmiyorlar. Ama, anlamaya başladıklarının ardından gidemeyecek kadar yabancı ve şaşkınlar. Hep dedim, Konya Develisine oynayamazlar, Şeker Oğlana ayak vuramazlar, tango çalınmasını beklerler, o da bir bekleyebilecekleri varsa. Onlar bizden medeniyet, biz onlardan aidiyet göstermelerini, o kadar fena bir hayat tarzımızın olmadığını görmelerini isteriz. Hattâ, daha açıkçası, başkalarına özenmemizin bir anlamının olmadığını. Dinledikleri kaç Refik Fersan eder?


İnsanlığın mirası bizim de mirasımız. Yazarları yazarımız, şairleri şairimiz. Ama artık kendi ufkumuzdan bakamıyoruz. Yemeklerimizi yiyemiyoruz. Şarkılarımızı söyleyemiyoruz. Bu kadar ilkel olduğumuzdan mı bu arayış? Kültürümüze ne kadar hakimiz? Hakim değilsek nasıl eleştiririz? Neyi eleştiririz?


Sömürge tebasına döndük, hattâ alenen sömürge tebaasıyız. Belki daha da beteriz. Kendimizi bağımsız sanmaktayız. Hata kimin? Eğitimimizi, dış politikamızı, kültür politikalarımızı, üniversitelerimizi teslim edenler kimler? Karşımızda devlet, ülke elden gidiyor diye ağlayanlar, ya da göbek atanlar, devamında marifet görmeyenler. Aynı hamasiyatla ya da yalaklıkla nesilleri emperyalizme kurban edenler. Bir tek oğulu değil, nesli, nesilleri. Ta ki, üniversitelerimizi, okullarımızı arka bahçeleri yapana kadar.


Artık bir tek Deniz Gezmiş çıkaramazsınız bu rüyadan, bu okuldan, bu sistemden, bu hülyâdan, bu toplumdan. Çıkarlarsa her şeye rağmen, seslerini duyan, dönüp bakan olmaz. İnsan beklemezler. Ama başkalarının kıyametlerini beklerler, bekçiliğini yaparlar.


Kültürümüz, kültürümüzün en narin yaprakları, çekirdeği "sakız çiğneyen adamlar"a teslim edilir. Tohumumuz, tarımımız, yeraltı yerüstü zenginliklerimiz. İnsanlarımız. Ve ormanlarımızdaki hayvanlarımız. Komşularımız. Sağlığımız. Kararlarımız.


Suçlu aranıyorsa en çok ağlayana, en gürültücü kimse ona bakın ey insanlar. En mağdura. En mağrura.


İnsanlarımız sabırlıdır. İnsanlarımız geniş ufukludur. Binlerce yılın görmüş geçirmişlikleriyle bakarlar hayata. Su çürüdü. Dokunduğmuz her şey dağılır gibi. Ama temellerimiz sağlam. İnsanlık bizle ayakta duracak. Komşularımız bizimle ayakta duracak. İnsanca dokunacağız. hayatla dokunacağız.


Bu ülkeyi ve ülkeleri yeniden ayağa kaldıracağız. İnsanlar birbirinin yüzüne bakabilir hale gelmeli yeniden.


Bir birimizi göreceğiz. Bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Hakikatliysek işimiz kolay. Görüleceği görmeye çalışan, birbirine benzer şeyler söyler.


Konuşmak için insanların susturulmasını beklemeyeceğiz, hep bir ağızdan konuşacağız, gürültüye alışsınlar.


Bu ülke bizim ülkemiz, bu dünya bizim dünyamız. Yakıp yıkmadan bırakmamız gereken bir miras var elimizde, bir emanet var.


Yeni nesillere, acılı, yolunu bulamayan, kendini bulamayan nesillere el uzatacağız, onlara sahip çıkacağız, onları karşıdan karşıya biz ihtiyarlar geçireceğiz, sokaklarımızı sevdireceğiz, bizim gibi oynatacağız bazan.


Denizleri kaybettik. Kayıp büyüttüğümüz kuşakları kazanalım.


Kayıp büyüttüğümüz çocuklarımızı kazanalım. Birilerinin çizmesinin altına altmayalım. Birilerinin çizmesini giydirmeyelim. Efendim. Arzeyleriz, gündüz hayalimizden, gece düşümüzden.





28 Mart 2008

2008'de Türkiyede Neler Olacak? (2)


(Dağınık, kopuk kopuk da olsa yazmaya devam edelim, pek zamanım yok. Karamsarlık hakim olmak üzere, izin veremeyiz. Sonra birkaç yazıyı birleştirir, toparlarım. İlk yazıdaki cinsellik eleştirisi bir makale olarak genişletilecek. Sanıldığından önemli, ancak aktüel değil. Gündemden çıkarıyoruz, eleştirinin detaylandırılmasını. ilk değinmedeki kadarıyla kalır. İleride, çiçek çocuklarından bu yana cinsellik kavramındaki değişimi de ele alacağız. Herbert Markuse'yi, Fromm'u, Freud'u, yerli bazı "düşünürleri", bu konuda ele alıp kurcalayacağız. serbest cinsellikte yeni bir şey, insani bir şey var mı yok mu, nasıl bir "başkası" anlayışına denk düşüyor, asyayla vesaire bir alakası var mı, varsa asya kalmış mı, kalmamış mı görmeye, ele almaya, eleştirmeye çalışacağız. Kader kavramını daha çok kurcalamaya çalışacağız, doğuya yazılan "kadercilik"in içeriğinin bir palavra, yafta olduğunu zamanla daha fazla açacağız. Bu kaderciliğin, eğer öyle diyeceksek, hukuku, ahlakı olan, diğerleriyle, başkalarıyla yaşanan bir dünyada olmanın farkında olan bir kadercilik olduğunu göstermeye çalışacağız. Her mehdici-mesihci anlayışın müdahil-kaderci ve kıyametçi olmadığını az çok göstermemiz, ya da kavramı biraz daha daraltmamız gerekecek. Bu konuların uzmanı olmak istemiyoruz, sadece varolanı düşüncenin alanına eskisi gibi dolaylı değil, doğrudan alıyoruz. Dini düşüncenin düşünürlerce ele alınmaması, bilimcilik dönemlerinde, felakete yol açmıştır. Eleştirisiz kaldık. bu eleştiriyi bizler yapmayacağız, ama alanın uzmanlarından masaya üçüncü sınıf çalışmalar koymamalarını talep edeceğiz.)

KARŞIKLIKLAR, İPİ GERME SİYASETİ. Gergin gündemin yakında Amerikadan gelecek bir yolcu ile alakası var mı diye sormadan edemiyorum. Bir hoşgelmedin vurgusu vardır. Hükümetin bu gelişten memnun olmayan kesimi mi var? Başbakan bu işten rahatsız mı? İpi daha da gerenler "kapatılabilecek partinin olası mağdurlar"ı olduğuna göre, kapatma davası ile başlayan gerilimin ivmesinden medet umduklarını düşünebilir miyiz? Bu sorulara "hayır" diyebilmek için ya siyasilerimizi tecrübesiz görmemiz, ya da tersine, gerilim politikasını sürdürebilecek yetkinlikte görmemiz ve yeterli desteği aldıklarını düşünmemiz gerekir. Bunlar bir toplum kuramcısının gazete okurken falan aklına gelebilecek, ama pek de ciddi analizlerden geçirmeye kalkışmayacağı sorulardır. Sorar ve gülümser, ama.

PAZARLIK İÇİN GELEN KONUĞUMUZ. Önce Kuzey ırak tartışmaları. Sonra parti kapatma davası ve peşinden gelen tutuklamalar. Ziyaretle alaka var mı? Bazı başyazarlara göre var. Hem hükümet silkeleniyor, hem de muhalefet. Yani kamusal ya da sivil her türlü muhalefet.

TEMİZE ÇIKARMA. Diyelim ki, sanmıyorum ama, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının sorumluları da yakalandılar. Ve yargı önüne çıkarılacaklar. Perinçek gibi düşüncelerine katılmadığım ama o yıllardan hatırladığım kadarıyla bu katliamlara karşı çıktığını düşündüğüm bir siyasinin tutuklanması kafa karıştırıcı. Benzeri bir faaliyeti olduysa neden ayrı bir soruşturma değil? Alemdar yıpranmış görülebilir, daha çok etrafa gözdağı içerebilir. İlhan Selçuk gibi gene kontrgerillanın zulmüne uğramış birisi nasıl olur da bu davaya karıştırılabilir? Tutukluların bu işlerle alakası yok mu denilmek istenmektedir? Mağdurlaştırma söz konusu olmuştur, daha önce tutuklanmış olanlar için, iddialar ciddi bile olsa. Bu tür davalarda suçlanabilecek şahıslar ise geçtiğimiz senelerde dava zaman aşımına uğratılarık, gündem soğutularak serbest kalmışlardı. Yeniden tutuklanmaları her zaman ilginç olmuyor. Geçmişteki çok çok kritik meseleler, ülkeyi iç savaşa sürükleyebilecek müdahaleler bu davada söz konusu edilmeyecek, sanırım. Peki ne gündemde olacak? Yerel çatışmalardan başka? O halde, bu hangi kontrgerilla, ya da soğuk savaş kuruluşu? Bir başka soru da şu, bu tip kuruluşlar bağımsızlıkçı değildi. Müttefiklerin binalarında örgütlendikleri, yerleştikleri yazılırdı. Şimdi AB, ABD ve BOP karşıtı olarak sunuluyorlar. Farklı bir çok çevre birbirine karıştırılmış mıdır? Eski olmamış addedilecekse, ne olup bitmiş addedilecektir? Hesaplaşma, bir uluslararası örgütle hesaplaşmaya benzememektedir. Hukukun her daim işletilmesinden yanayız. Ancak son tutuklamalar ve hükümetin uluslararası politikası vesaire iddiaların sulandırılmış olduğunu, seçmeci davranıldığını, işe gelmeyenler ile gelenlerin, dokunulabilirlerle dokunulamazların ayrılmış olduğunu düşündürüyor.

KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİ. İktidar partisinin kadroları da soğuk savaşta görev üstlenmiş çevrelerde yetişti. Soğuk savaşa katılmış olanların bir kısmının artık soğuk savaşçı olmadıklarını görüyoruz. İktidar partisinin dışındalar çoğunlukla. Soğuk savaş nostaljisi olanlar? Vardır, mutlaka. Kimseyi ilgilendirmiyor görünüyor. Başka bir soğuk savaşçı çevreyi, Kanlı Pazar'da bağımsızlık için yürüyen gençlere saldırı düzenlerken gömüştük. Caniler dini motifler kullanmış, dindarları örgütlemeye de devam etmişlerdi. Ya bir eylül ayında Atatürkün evine patlayıcı atıldığı iddiasının arkasından düzenlenen yağma, talan ve sistemik değişikliklerle sonuçlanan provakasyon?

Eğer çetecilik, soğuk savaşçılık sorun oluşturuyorsa, bir soğuk savaşçı çevre öbürüyle kapışırken bizim de sadece kafamız karışır.

Şöyle bir ayrım mı var? Bağımsız kalmış müttefik sahipleri? Sınırlı Sorumlu Müttefik Sahipleri? Bu işler bizim işlerimiz değildir. yani içinde taraf olacağımız, insiyatifimizi, emeğimizi esir edeceğimiz.

Bizim gönlümüz kanlı pazarda katledilen bağımsızlıkçı gençlerledir. Herkes affedilmeyi hakedebilir. Yeter ki, zeytinyağı gibi su üstüne çıkmasınlar. Gençlerden af dilemelerinden geçeceğiz neredeyse.

Soğuk savaşın dünyasına son verme işi de yeterince inandırıcı değil, günü kurtarıcı bir şey mi? Çetelerden, iç savaş örgütlerinden, başkalarının gündem kuruluşlarından kurtuluyor muyuz bunu bilenler açıklarlar. Biz kuşkuluyuz. Bu son kurtuluşumuzu da paranteze alıyoruz.

KUZEY IRAK. Basının ateş püskürdüğü kesim, Barzani ileTalabaniye eleştirel bakan, BOp'a soğuk bakan, araplarla daha iyi ilişkisi olan kesimlerdi. Şaşırıyoruz. Müttefiklerimizle iyi ilişkiler içinde olmayanların, iyi ilişkiler kurmalarını istediklerinden mi savaş zengini olmasına bir zamanlar ramak kalan basınımız ve ezbere takipçileri o kadar savaş narası attı? Gerçekten kendimizi mi savunduk? Bunu basınımızdan başka birileri de söylemelidir. Basınımız bağımsız değildir. Angajedir. Onların atıp tuttukları her konuda, durup iyice düşünmekteyiz.

JİRİNOVSKİ. O da memleketteydi. Bir bizler yoktuk. Halkımız işinde gücündeydi. "Rusturan" diyebiliyorsa bir populist milliyetçi dikkat edilmesi gerekir. Ortadoğudaki fetrete katkıdır.

Ülkemizde çok az insan olduğu gibi görünmekte. Daha çok silkelenmeye, sarsılmaya, sarsılarak kendimize gelmeye ihtiyacımız var galiba. Son ihtimal olarak da bunu sayalım. Aklımızı başımıza getirecekler bu son şiddetli kafa karışıklığı ile. Gerilim hattındayız. Şok estetiği mi derler nedir buna, bir güzelliği de olsa gerek, artık acı acı gülümsemiyoruz. Gülümsüyoruz sadece.

Dibe vurulmak üzeredir. Su yüzüne çıkabilmek için tekrar, fazla su yutmadan çıkabilmek için, ayaklarımızı sıkı vurmamız gerek zemine. Dibe vurduğumuzu hissedişle, çıkışımızı hissediş sadece insanlık tecrübesi istiyor o kadar.

Soğuk savaşçılar patronlarını kurtarsınlar. Bizim üzerine titreyeceğimiz insanlık var. Darbe, komplo, alengirli oyunlarla ilgilenmiyoruz. kendi sözümüzü söyleyeceğiz, demokrasimizi kuracağız, kurmuşsak yerleştireceğiz. Bağımsız düşüneceğiz. İnsanlık ihraç edeceğiz.

Ortalık karıştıkça, kafalarımız da netleşmekte sanırım. O halde karamsarlık niye?

(devam edecek. gene düzeltilmedi. uykulu yazıldı. elden geçecek. hatalı halimizle biliniz bizi deyu, ortaya atmaktayız fikirlerimizi, düzeltilmiş halini de paylaşacağız elbette. iyi uykular memleket. sırtımızı açık bırakmayın, tatlı uykulardayken. nöber sizde:))

27 Mart 2008

2008'de Türkiyede Neler Olacak?


Bunu bilen yok. Böyle şeylere karar verenler var sadece.

Somut verileri bilemiyoruz. Bilmek de istemiyoruz.

Dostlarımıza sunabileceğimiz sadece ve sadece müdahillerin beklentilerinden, uzun vadeli politikalardan, pozisyon almalardan yola çıkarak Türkiyenin gündeminde olanları kısaca gözden geçirmek.

Tahminlerde bulunmayacağız. Hayat şaşırtır. Uyuyan şaşırır. Şaşırtanları da her zaman işler sanılanın işlememesi şaşırtır. Ama şaşırtılmaya şaşırmazlar. Bildiklerini okumanın başka yollarını soğukkanlılıkla ararlar. Siyaset irade işi olduğu kadar pragmatik işidir. Şartlar bir yere kadar "düzenlenebilir". Rüzgarı arkasına alan için ne yapsa işlediğini sanmasına yol açan dönemler söz konusu olabilir, ya da ne zemin ayağının altından çekilenler için ne yapsalar başarısız olacağına kapıldıdıkları dönemler. Siyaset bu değildir. Siyaset, daha uzun dönemlidir. Oturmasını, kalkmasını, beklemesini bilmekle, soğukkanlılıkla, zeminini, şartlarını, zamanını vb bilmekle alakalıdır.

Burada anlayan, anlayışlı, kavrayan bakışla pozitivist, manipule edici, müdahale edici sosyal mühendislikte ifadesini bulan iki ayrı anlayışın da rekabetini görüyoruz. Toplum mühendisliği bilimsel olduğu için değil, bir istediği, programı, dayattığı olduğu için başarılıdır. Bu başarı nasıl bir başarıdır, kurcalamayacağız. Tuttuklarını koparanlar,anlama anlaşma kültürüne galip gelebilmekteler gibi görünüyor. Ancak, yine de anlamanın anlaşmanın kuralları insanın insan oluşunda hüküm sürüyor. İstenç yani irade bir yanılsama değil gibi görünüyor.

Kolaya alan, basitleştiren karmaşık, daha hakiki, hakikate belki daha yakın modellerden verimli olabiliyor, yangından mal kaçırmada. Bu konuların üzerinde tekrar tekrar durmamız gerekiyor. Duracağız da.

Bu yazıyı, aklı başında birşeyler okusam, yazmazdım. En son izlediğim programda, iki seneye memleketin dağılacağı konuşuluyordu, dinlemeye sıkıldım. Nereden çıkarılıyor? Toplumlarda değişiklikler, bölgelerde değişiklikler kolay görülebilir, ama dinamiklerin hepsi bilinmekte midir? Bilinebilecek olanlar bile? Kaldı ki sunulan veriler, yanlış verilerin çözümlemeleri dahi şaşırtıcılık içermemekte. Yani hakikatle alakalı değil. Belki başka bir şey söyleniyordur, bir yönlendirme yapılmaktadır. Ama bize şaşırtıcı bir şeyler söyleyen, kafamızı karıştırabilecek bir şeyler söyleyen, silkeleyen kimse yoktur.

2008 YILINDAN BAŞLAYALIM: KEHANETE BAKIŞ, KEHANETLE BAKIŞ. 2008 yıllardır bir felaket yılı olarak sunuldu. Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç okuduk durduk. Doğal afetler için dönüm noktası olarak gösterildi. Borsa'nın çöküş yılı seçildi. Nükleer bir savaşın başlangıç yılı olarak işaret edildi. Bu iddiaların bazılarında teknik, analitik iddialar olsa da, iddiaları birleştiren, bütünleştiren bir genel kehanet teorisiydi. Buradan kıyamet teorilerinin, kıyamet sektlerinin bilimci ve modernist basına hakimiyetlerini de çıkarabiliyoruz. Ortada bir kehanet, iddia, ve o iddialara yönelik sevk ve idare söz konusudur. Üç beş sene önce gülüp geçeceğimiz bir dünya anlayışını, görüşünün dünyada siyasetin askerileşmesindeki önemi şaşırtıcıdır. Demek hakikatle bir ölçüde karşı karşıyayız.

Bu, tek tanrılı dinlerdeki iki önemli çizgiden birisine denk düşmektedir. Kehanetçilik, ve kehanet semboliği bir fay kırılma noktasındadır. Bu konulardaki anlaşmazlıklar, ister din ve bilim arasında yürüyor görünsün, ister bilimle din kapışması olarak görünsün iki farklı din anlayışı üzerinde yürütülen bir gerilime benzemektedir. Mesihçi ve mehdici radikalizasyon tüm dinlerde söz konusu olabilmektedir. Siyasetin, kehanetçi din anlayış(lar)ının gelecek projeksiyonu olarak şerçekleştirilmesi bazan soğuk kanlı ve modenist, bazan dindar bir görünüm arzedebilmektedir.

2008'e doğru askerileşen diplomasi, kimi anlamlarıyla klasik halini alır gibi görünen ya da aratan sömürgecilik ile müsamahalı olduğumuz dini öngörülerin geleceğe projeksiyonu yapan sadece komedilerde ve bazı bilim kurgu yapıtlarında üzerinde durulmuş olan anlayışların görünür ittifakla irkildik. Şaşırtıcı, gerçek gibi değil. Demek ki, üzerinde durulacak bir şeyler var.

Görünür ittifakın geri plana itilmesi dahi kafalarımızdaki soru işaretlerini silemeyecek gibi görünüyor. Ancak siyasetin aktörleri sabırlı. unutulmayı bekleyebilirler(di). Bu kez, eğer 2008 o kadar önemliyse, bekleyemeyebilecekler mi? Sanmıyorum. Sabrı bırakan, bir tarihe saplanan, şartları okumaktan, yönlendirmek ya da uyum sağlamak, uyum sağlatmak, siyasi bileşkelerle oynayarak denge değişiklikleriyle anlam alanlarını kaydırabilecek insiyatiflilikler ve insaiyatifler terkedilmek durumunda. Bu olacak mı? Mümkün, ama, akıllı değil.

Akıllı, akılcı olan bunları yapar mı? Bize bile "aklımı mı kaçırıyorum" dedirtebilen akıl iddiası ve icatlılıklar terkedilebilir mi? Enstrümentalizm kutsalları değil ki? Sadece araççılar, çıkarcılar o kadar. Bunun kuramını yapmak durumunda değiller. Her ahlâkî egoizm dayanışma düşmanı sonuçlara varmak durumunda değil. Burada zaten bireysel düzlem sözkonusu. Toplum mühendisliğinin toplumcu bir iddiası bile olabiliyor. Her hangi bir teorik egoizmle toplumculuğu kaynaştıran bakışlar da kurulabiliyor zaten: dayanışma herkesin çıkarınadır diyebilirler,mesela.

Araççı, insanlığı alet gibi gören bakışların ne bireyci olma zorunluluğu var ne de toplumcu. Bazı eğreti teoriler zaten kitabına uydurmadan ibaret, yeni dinsellikler oluşturmalardaki gibi.

Eski dünya eleştiriliyor, onun eleştirelliği, ahlaki iddiaları, temelindeki adalet düşüncesi elinden alınıyor, yerine öğretiye kehanete, kuruluşsuzluğa, ümitsizliğe ya da kurtarıcı bekleme bekletmeye, ya da kurtarıcı yıkıma hazırlamaya yönelik vb. Bir nebze tatlı hayat. Bir nebze kendini geliştirme klavuzu, bir nebze başkalarına kapanma, dünyadan ilgiyi çekme ve dünyayı dünya kendilerine lazım olanlara bırakma hali öngörülüyor. İster uzak doğudan ister vahşi batıdan gelsin, uyuşmaya, uyuşturmaya, cinselliği hedonize edip cinsellik düşüncesini tek bir bedenin düşüncesine dönüştürmesi; insanlararası karakterinden, interaktif, intersubjektif karakterinden çıkarılması yani cinselliğin ilkelliğe geriletilmesine ruhiyat yazılmasına tanık oluyoruz. Mihenk taşı, bu yenidinselliklerin klasik formlarındaki diğerkâmlığın olmayışı. Aydınımızın medeni bulmadığı "yerli" ve köklü anlayışların yerine koymaya çalıştığı da genellikle bu. Sömürge dinselliği. Buna neden ihtiyaç duyuluyor, anlatması ilginç olabilir. Ancak barış, kardeşlik ve dayanışma değil. Kesinlikle.

Bazan kıyametçi çizgiye geçiş alternatifi, bazan aynı spektrum içinde doğrudan alternatifi,bazan kader anlayışında rakibi olabiliyorlar. Çoğu kez içimizde dile getirilemeyecek alternatif, dışarda(n) dile getiriliyor, canlı tutuluyor.

Ortak nokta, ahlaki eylemeye, adaletin deneyim alanına önem verilmemesi, ilahi adalet varsa, öngürülürse, bireysel ya da toplumsal boyuttaki "ilahi adalet" görüşlerine, yani programa, projeye güdümleyerek, projeyi gerçekleştirmeye endeksleyerek söz konusu etmeleri.

Adalet, hak, hukuk başkası için, hatta bazan cemaat için bile yok. Baskı, sömürü zulme karşı mücadele programatik olmadıkça söz konusu değil.

Ortada insanlık yok, dünya yok. Dünya, öbür dünyanın ele geçirilme alanı.

Uzatmayalım. İster intihar sektleri olsunlar, ister uzay gemisi bekleyenler, isterse ülke sınırlarını ve dümyanın şekillenmesini değiştirmeye soyunmuş kurumlar olsunlar, istençlerinden başka, eylemelerinden başka, sabırlarından ve kararlılıklarından, ne istediklerini bilmelerinden, müdahaleciliklerinden başka bir güçleri yok. Yani hayatla bir anlaşmaları yok.

Müdahil kaderciliğin üzerine düşünmek oldukça verimli, ilginç, ama bu konuyu ezbere sağı solu suçlayan panikçi yazarlarımıza bırakalım. Söyleyeceğimizi söylediğimizden tadında bırakalım. Öngörülenler, zamanı geldiğinden, proveke edildiğinden, ya da düzenlendiğinden oluşsa da dünyadaki denge ve dinamikler her ezberi yanlışlayabilir. Burada dikkat edilecek husus şudur: Geri çekilmesini beklemesini bilen insanlara "yenildiler", "yanıldılar" dememek lazım. Herkes şartlara tabî. Şartların efendisi olmak, her daim (aslında hiç bir zaman diyebilmeliydik:)) mümkün değil.

Burada bizdeki hakim kader anlayışının kaderci bir kader anlayışı değil, başka hayatların hukukunu kabullenmek olduğunu, kaninatın sahibi değil kainatta misafir, ya da kainatla beraber olduğumuzu, bir sorumluluk ilişkisini, belirlemeciliğin ahlaki, hukuki sınırlarını koymayı getirdiğini de farketmeye başlamamız lazım.

(Devam edecek. yoruldum. Düzeltme yapamadım. ham metni sunuyorum, ham fikirler değil:))

25 Mart 2008

Medya Eleştirisi: "Profesör Annenin Canavar Kızı"


Evet cinayet korkunç. Böyle şeyler olmamalı. Ancak basın her zamankinden daha da fazla sorumsuz. Ne olup bittiğinin anlaşılması, benzerlerinin vuku bulmaması, bir istisnalaştırma kolaylığıyla yapılabilecek birşey değil.

Yeni bir nesil, dağılmış çekirdek ailelerin kenarında köşesinde yaşıyor, büyüyor. Kariyer yapan, hayatını arayan ana babalara hınçla bazan. Sığınağı olmadan, üzerine eğilen olmadan. Sosyalleşmeleri onca başarıların ardı sıra sürüklene sürüklene geliyor. Mutsuz bir nesil yetiştiriyoruz. Yine basının pompaladığı ve alkışladığı, karşımıza konuşma programlarıyla yapıştırılmış hayatsızlık karadeliklerine itekleniyoruz. Hangi iyi niyetli ama meşgul, ya da ilgili ama ne yapacağını bilemeyen ana baba bir çıkış, çare bulabilir bu asosyalleşme, sosyalizasyonun sanallaşması, hayatın deneme sınama ve öneri haline getirilmesine. Ortada bir cinnet mi var bilemiyoruz. O halde susmak gerekirdi. Ortada hangi derin acı ya da hangi kolaycılık var? Bilemiyoruz. O halde susmak gerekirdi.

Ortada bir cinayet, iki yıkılan hayat var. Gerisini bilemiyoruz. Gazeteler hayat sayfalarıyla aileyi kırpmakla meşgul. Çocukların tekil ayrılıklardan etkilenmemesi, etraftan gelecek desteğe, içinde şekillenmelerine izin verecek bir topluma, komşuluğa, akrabalığa, dostluğa, dayanışmaya bağlı. Ailenin önemini bilen, gerekli değeri veren bir hayat tarzında dahi ayrılıklar olacak. Ebeveyn ayrı düşebilir. Ölüm var ayrılık var, hayatta her şey var. İki insanın ayrılmasını kurcalamak ahlaklı bir hareket değil, çocukları kendileri, yakınları sorgulamıştır. Haklı ya da haksız nedenler vardır ya da yoktur. Bizi ilgilendirmemeli. Özel hayat, özel hayattır. (Ama telekulakçılar için, elinde imkan bulunduran basın için, gücü olanlar için bu geçersiz!).

Bizi ilgilendiren, ayrılıkların genel karakteri, aileye bakışımız, çocuğa kariyere bakışımız, hayat dünyamızdır. Ailesince kariyer yüzünden itilmiş kakılmış olanlar, bundan canı yanmış olanların da aileyi seçmemesi, öncelik vermemesi, aileye sarılmaması, kariyerini herşeyin önüne koyabilmesi mümkündür. Bu insanlar mıdır kabahatli olan? Elitimizin önüne konulmuş olanı, akademik hayatı, iş alemindeki kariyer imkanlarını, hatta en sıradan görünen memuriyetlerde bulunanların ev yüzü görmeden vazife peşinde koşturulmaları kendi tercihleri değil. Gece gündüz oraya buraya koşturulan devlet memurlarını, ameliyattan çıkıp eve dönemeyen cerrahları, işinden bırakılmayan anneleri düşünün! Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin: Önlerindeki çorba bu. Ortada tartışılacak çok şey var. Alarm veren bir hayat.

Çocukluğumuzdaki gibi, öğle yemeklerini evde yiyen aileler çok az. Bu belki de sadece taşrada sınırlı olarak mümkün. Çekirdek ailelerin ikinci, üçüncü dalgaları bazan, maddi imkanlara rağmen bir çocuğun büyütülmesinde, ihiyaçlarının karşılanmasında ne güçlükler çekiyor. Hayatınızı yaşayın sloganını pompalayan, sabırla, dayanışmayla barışık olmayan aile sayfalarını çoğaltıp duran, hayatı ayla yıldızlarla açıklayan basın, bir çocuğu utanmadan linç ediyor. Evet, aileyi istememekteler, ama cinayet, cinnet, acı, kahır hayatları altüst olmuşların sorunu gözlerinde. Bu genç kız soğuk kanlı bir katil de olabilir, yıllardır yapacağının sinyalini veren bir davranış bozukluğu da göstermiş olabilir, herşey sandığımızdan daha kötü olabilir, sonuçlarını kavramadığı ve planlamadığı bir cinnet içinde olabilir, olabilir de olabilir. Herşey sandığımızdan farklı da olabilir.

Gençler parlak kariyerler yapıyorlar, ama gördüğümüz kadarıyla kişilik, bireysellik gelişmeleri, sosyalleşmeleri çok geç gelebiliyor. Bluğ çağı gecikiyor, hayat tarzıyla, yaşadıkları stresle alakalı bu, davranışları her alanda yaşlarını takip etmiyebiliyor. Okulda, üniversitede başarıyla ters orantılı bir kişilik gelişimi, yeme içme bozuklukları söz konusu çoğu kez. Biyolojik ritmler bozuluyor, gelişme öncelikleri, hiyerarşik sandığımız şekillenmeler altüst oluyor. Ortada hayat tarzımızla ilgili ciddi bir sorun var. Maalesef bu genç kızımızla ailesinin başına gelen trajedi, çoğu ailemiz için bir imkansız iş değil. Ne haberden rant sağlamaya çalışan basın mensupları, ne de bunlara yapışan okur mağdur olmaktan kaçınma şansına sahip.

Yapmamız gereken şeyler var. Ama bu dağılmış ailenin, çok iyi niyetli, insanlık için çırpınan insanlardan oluşmaması için neden yok. Anlaşamamış ayrılmışlar. Öncesinde ve sonrasında, kendilerine hazır sunulmuş oturmuş kavramlar, çocuk yetiştirmenin altın yolu vesaire yok. Onlar yapsa bile toplumda yok. Gençlik kültüründe yok. Subkültür halinde gençlik kültürü. Ya da subkültürler halinde. Analitik bir ayrım değil, somut bir ayrım, ayrışma sözkonusu. Ne yaparlarsa yapsınlar, bir hayat tarzında yaşamanın kolaylığı, genel tecrübeyi sunuşundan faydalanma imkanları yok. Kaldı ki, bir hayat tarzı dahi tekil durumlarda çare sunamıyor. Sadece daha sınanmış denemiş olan ve en sorunlu adımların atılmamasını bazan sağlayabilecek kural sistemleri var. En iyi, harikulade, detaylı gelenekte dahi her yeni şartla örtüşebilecek bir kural manzumesi yok. Hayat, terbiye, yetişme zaten bir praksis içerisinde oluyor. Somut şartlarda, hayatta, bilineni genişleterek, eleştirerek ilerliyorsun. Bir fikir alabiliyorsun, ama bilinen sana bir el kitabı da sunmuyor.

Medeni bir tavır şöyle olabilirdi: Otopsi raporları beklenir, gençlik uzmanları, aile uzmanları, kriminologlar, psikiyatri uzmanları vesaire konuyu değerlendirdikten sonra basın konunun üzerine atlayabilirdi. Bana, imkansız bu diyeceklere, ya bir küçük kardeş daha olsaydı, ya iş bir kaza çıksaydı demek isterim. Toplumun bu kadar gergin olduğu bir noktada, bazı kitleselleşmiş, altkültürlerle kaynaşmış davranış biçimlerinin nasıl şekillenebildiğini bilmeden, neleri gündeme getirdiğimizi bilmeden konuşmamamız daha uygun olurdu. Bu tip cinayetleri engellememiz, hali, nedenselliği, durumu, önümüzde olanı, hazırda bekleyeni anlamamızla mümkün. Panik yaratmak, kanla gösteri yapmak basının işi gibi de görülse, değil, olmamalı. Bu tip kana karışmaları, kanla rant sağlamaları ibretçilik değil vahşet olarak görmemiz lazım. Ve basın, görsel medya öngördükleri cinneti ve bu cinnetin, sololuğun, sorumsuzluğun yarışmalarının, gösterilerinin, çoğaltıp büyütücülüğünün, hayat tarzı erezyonu mühendisliğininin evi olmaktan vazgeçmeli öncelikle.

Basın ahlakı, basının eleştirilmesiyle ayakta tutulabilir. Gazetecilerin ifade özgürlüğüne, gece yarısı gözaltına alınmalarına karşı çıkmak sıradan bir iş. Bunu ben bile yapabiliyorum.

Ölen hanımefendiye rahmet diliyorum: İnsanlık için yaptıklarınıza müteşekkiriz. Hepimiz dünyadan gideceğiz, hiç birimizin sizin çektiklerini çekmeme garantimiz yok.

Ve adalet herkes içindir, herkese doğru işler. Bizi hayat tarzsız bırakmaya çalışanlar, acılarımız üzerine de ahkam kesmektedirler. Sorumluluktan imtina edilmişlik sömürgeci hukuku gereğidir. Halkın, hakikatin, insanlığın basınını aramaktayız. Adil bir basın, hakkani, hakikatli bir basın talep etmektieyiz.

24 Mart 2008

Çocuk ve Aşk











Neden bir sevenim yok Abi, kızlar bana bakmıyor?

Hakikati seven yoktur, üzülme. Sevildiğinde kork.

Beni ben olarak mı sevmiyolar o zaman Abi?

Hayır, seni sen olarak sevemiyorlar. Seni bilen yok ki.

Sevdiklerinde neyi seviyorlar?

Bir hayali, bir hayaleti.

Büyük şeyler yani, Abi?

Yok canım, büyük şeyleri göremiyorlar, meselâ seni, sendeki içtenliği, insaniyeti.

Beni seven olur mu Abi, bir gün?

Olmasa ölür müsün? Tamam, olur elbette.

Seni seven oldu mu Abi?

O kadar emin bakma. Ya olmadı dersem? Gene de rahatlayacaksın tabii ki. Tamam, tamam, üzüleceksin de.

Seni nasıl sevemezler Abi, seni sevmeyen yok ki?

Bu sevmeler farklı Ufaklık. Ama, evet, senin bahsettiğin sevmeden geçer, sevilmede sözünü ettiğin sevmek.

Yani sokaktaki insanlar kadar, sana çay getiriren çırak kadar sevseler yetmez mi Abi

O kadar seven var mı canım insanı?

Kızlar başka türlü mü seviyor Abi?

Yok canım, ama daha gerçekçiler derdik eskiden, şimdi daha hayalîler gibi. Biraz başka hesaplı kitaplılar belki, bilemiyorum ki rahatlarına ne geliyor?

Senin bilmediğin bişi yoktur Abi?

Olmaz mı yav? Kendime bile hayrım yok. Sizlerden başka kimsesi olmayan birisi ne kadar bilmiş olabilir?

Yok Abi, sen nelerden geçmişsin.

Peki canım. Sor, madem başladın. Kurtuluş yok.

Abi, ev geçindiremem diye mi düşünüyolar, ama, aylaklarla, manyaklarla dolaşıyolar.

Eskiden davulcuya ya da zurnacıya varır derlerdi, kızların gönülne bıraksan. Hangisi doğru sence, o halde? Aylaklara mı? Rahatlarına gelene mi?

Abi, davulcu da iş sahibi. Ter döküyo gece yarıları.

Elbette canım. Ben de çaldım davul.

Kızlar demek davulcuya da varmıyo. Bana da öğretsene?

Tabii, tabii. Kızlara hevesin kalmadı galiba, davulculukta para falan yok ama.

Abi, yani, biz de beğenilelim istiyoruz, bir gün.

Seni beğenmeyen ölsün.

Yok Abi ölmesin, günah.

Peki, gönlün kadarını bul.

Gönlüm büyük Abi, o kadarı bulunmaz.

Fesüphanallah. Kendine güvenen bir insan var galiba yanımda.

Abi, dümdüz ediliyoz hep. Adam yerine konmuyoz. İtilip kakılıyoz.

Dümdüz edilerek doğruluyoruz Evlât. Adam oluyoruz.

Adamlık kaç para Abi?

Evet, adamlığa paha biçilmez.

Abi, sana laf yetiştirmesi ne kadar güç. Senin gibi olsam, kızlar yüz vermese de olur.

Benim gibi sürünmeyi neden isteyesin? Aklından zorun mu var?

Abi, kızım olsa sana verirdim.

Asıl ben, kızım olsa sana verirdim ey veled diyeceğim ama, daha üç senelik ömür yaşadın. Öyle sınanmadan adam yerine konmak yok.

Abi, sen bütün imtihanları geçtin yani?

Nerdee. Bi senle bile başa çıkamıyom.

Abi, senin gibi bir babam olsaydı, ne kadar farklı olurdum.

Benim gibi bir Abin var ne farkediyor Ulan. Baban sizin için it gibi çalışıyo.

Abi, seni seven oldu mu hiç? Yani çok seven. Yani peşin sıra gelmek isteyen. Yani camın önünde bekleyen, karakolların, mapusanelerin önünde gezinen, uçaklardan, gemilerden inenlere bakınan, yiyemeyen, içemeyen, filmlerdeki gibi? Tamam Abi, karıştırmıyom.

Oğlum, milyon kişide birisi bekler. Milyonlarca insandan bir kaçı sever.

Ama bak, sokaktaki herkes insan gibi.

Oğlum, onlar kaç kişi. Bütün sevenler sokakta bugün galiba.

Ama Abi?

Evladım, halk sokaklardan korkar halde. Sen herkesi korkutanın gözlerinde bile aşk okuyorsun. Sokakta kalan da halkdan korkuyor.

Abi biz halk değil miyiz?

Lafın gelişi dedim. Biz seçkinleriz, evlâdım?

Sokağın efendileri miyiz?

Yok, ruhumuzun efendileriyiz.

Anladım Abi.

Neyi anladın yine bacaksız.

Büyük işler Abi ya. Onu anladım.

...?

Abi seni düşüncesiz görsem, kızlara boşverecem.

Köpeklere su taşıyodun yazın, evi boşverip. Kızlar sana bakar mı Koçum?

Bakmasın be Abi. Sana çekiyoz.

Yav, ben ne zaman su taşıdım?

Abi Babamlar senden korkudan bana karışamadı. Suyu sen taşıdın, burda oturup.

Çay söylüyorum. Açık olsun diyecek kadar küçük. Cebinden yarım simit çıkarıyor. Bana uzatacakken, kuyruk sallayan köpeğin önüne atıyor. Köpek, kuyruk sallamada hızını alamıyor. Sakin sakin, uysal uysal sallıyor. Neden sonra simide eğiliyor. Açlıktan sallamadığını, sadece selamladığını söylemek istedi galiba?

Evet Abi. Çok haysiyetlidir. Ama aç. Gidip önünden simidi alsam, gene kuyruk sallayacak, ama gözleriyle ağlayacak da. Benim gördüğümü neden kimse görmüyor?

Seni görmüyolar ki, gördüğünü görsünler be Çocuk?

Orası öyle Abi.

Yani bir gün sevmediğim, ya da beni sevmeyen bir insanla evlenebilirim, öyle mi Abi. Kaderime razı olacam?

Aşk bir kültür, bir incelik, bir terbiye evladım. O insanları sen yetiştireceksin.

Babam kötü iş yapmamış yani Abi. Cahil olsa da. Hiç bişey bilmese de.

Ama bilinenin, bilmenin arkasındakini bilir. O bilmelere varmanın duruşundan gelir.

Ya üniversiteye gidemezsem Abi? Çalışmaya devam edersem?

Adam olursun evlât. Bizim okuldan memnun değilsin yani, e kızlar sana varmaz tabii.

Adam olana varmazlarsa varmasınlar be Abi. Ama, çoluk çocuğun olur bizi görmezsin.

Ya sen bizi görmezsen Dayı?

Köpeği bile görüyom ya Abi. Sence?

Sana da laf yetişmiyo lan Velet.

Abi? Bize yemeğe gelsen?

Yok sağol, bekâr adam hiç bi yere sığmaz.

Kapıcı dairesine mi inmekten korkuyon Abi?

Rahat dur Evlât!

Abi, büyük adam olsan da bizle konuşur muydun?

Olmam, ama olsaydım, gazeteleri, ekmekleri bile dağıtırdım imtihanın olduğunda. Bunda ne var ya?

Yapardın Abi. ben de yaparım, her zaman.

Abi köpek sen olunca yaklaşmıyor.

Öğretmen sanıyodur. Sözlüye kaldırırım sanıyodur.

Yok Abi, size hürmeti var.

Benim de ona ve sana hürmetim var.

Estağfirullah Abi. Biliyom Abi.

Neyi biliyomuşun, söyle!

Kıkırdıyor. Annesi apartmanın bahçesinin duvar içindeki çalıların arasından eve çağırıyor. Akşam ezanı okunuyor. Derede taş kaydırıyorum. Köpek ağır ağır kuyruk sallayarak uzanacak, tenha bir yere yollanıyor. Vapur düdükleri.

Evde yemek yok.

Sahilde yalnız bir balıkçı yuvarlak bir mangal yavrusunu tutuşturmuş. Yalılara doğru hamsi kokusu yayılıyor.

Kolay gelsin Amca. Sahilden nasıl hamsi tuttunuz böyle?

Yok evladım. Mangal balıkçılara hoş görülüyor, eh biz de eski balıkçılardanız. Evde sıkıldım. Yalnız yiyemiyorum Hanımı kaybedeli beri. Olmuyor. Lokantaya alışmamışız. gitsek, acıyorlar, konu komşu çağırıyor. Oğlanın tayini çıktı, kızı da everdik. Bana da gelebilecek misafirlere de yetecek kadar hamsi aldım. Balık tutarsam, yalılara ikram ederim, eski müşterilerimiz. Gül gibi geçinip gideriz.

Bıçakla yarılmış yarım ekmeği uzattı. Açtım, hamsileri maşayla dizmeye başladı. Tuz karabiber ektik. Sumaklı, maydonozlu soğan halkaları.

O kadar sessizdi ki Hanım. Ne ferah sessizlikmiş. Ne latif sessizlikmiş. O gidinceki sessizlik dayanılır gibi değil. Kulaklarım çınlıyor sürekli. Ylnızlığın sessizliği ile huzurun sessizliği ne kadar farklı, beyefendi, bilemezsiniz. Bir çay daha alır mıydınız? Evlâdım, bir çay daha.

Balık temizlemeyi sevmezdi. Balık kokmamdan da hoşlanmazdı. Eve gitmeden önce hamama giderdim. Üst baş değişirdim. Evden de temiz iş elbiseleriyle çıkardım. Hamamda yıkamadan eve götürmezdim. Hanıma hiç balık kokusuyla gitmedim. Evde her taraf mis gibi sabun kokardı. Su kokardı ev. Ben gelince çalışmazdı. Ne zaman yapar onca işi anlamazdım. Karşımda otururdu. Gülümserdi. Teğel sökerdi. Örgü örerdi. Bebekleri ayaklarında uyuturdu. Ben de ona ve çocuklara mısır patlatır, kestane közlerdim. Ayva soyar, nar ufalardım. Güzel balık yapardı. Ama mangal falan sevmezdi. Kaçamak yapmak istemiyorum, lâkin hoş da oluyor, sahilde. Sağolun beni soframda yalnız bırakmadınız.

Soru sormaması ne büyük incelikti. Hikayeme nereden başlayabilir, nasıl bitirebilirdim. Sessiz, ağır ağır çiğnedik lokmalarımızı.

Radyoyu evde unuttuk. Dışardan müzik gelse de, kendi müziğimiz olsa ne iyi olurdu dedi. Çaylar tazelendi, tahin helvasının kırıntılarını atıştırdık. Hanım müziksiz yemek sevmezdi. Konuşmama karışmazdı, anlatmama, dinlerdi, ama müziği bastırmamaya çalışırdım. Şimdi dinliyorum müziği dedi. Müziği ne kadar seviyormuşum, ama Hanımı daha da önemsiyormuşum. Evi özlüyordum, deniz bir dost, ama deniz buz gibi de. Eve ekmek götürmenin heyecanınyla titriyordum. O zamanlar benim için musiki sadece bir ufuk, bir fon gibiydi. Hayat cıvıl cıvıldı. Yine de öyle. Ama sonbaharı görünce, musiki başkalaşıyor. Torunlar gelince baharı görürüz yeniden, değişiriz mutlaka.

Elimi ağzımı kahvede yıkadım geldim. İç cebimi delerek yerleştirdiğim nısfiyeyi çıkardım. Bir isteğiniz var mı, Efendim dedim.

Gazete üzerine bağdaş kurdum ve rast'da gezinmeye başladım. Gemilerin balkonların ışıkları, sokak lambaları yanmaya başladı. Suda oynaşan balıklar.

Rast Methali bitirdiğimde ikimiz de konuşmadık. Gelen çaylar soğumuştu. Nısfiyeyi cebime soktum. Yol boyunca yürümeye başladım. Her taş, her ağaç, denizdeki her pırıltı, gramofonların cızırtısı, takılan kasetler, okuduğum bu incelikli, bu ağır kitabın arasına konulmuş birer hatırlatma nişanıydı, ayraçtı.

Hayat dayanılır şey değil ve hayat insanı hayretlere, hayranlıklara sürüklemeyecek bir şey değil.

Tanıdığım onca insanı da gecenin içine yürüşe sürükledim.


(Seni Seviyorum"dan üzerinde çalışılacak bir parça, düzeltilmedi)

Mart 2008


BLOG'DA DURUM. Günde 50 sayfa okunuyor ortalama. En yüksek sayfa tıklama noktası 85'ten 180'e çıktı. Bir kaç aya 100'de stabilize olacak gibi görünüyor. Okuyucunun işini kolaylaştırmak için anasayfaya 20 yazı koyuyorum. Bunu düşürmek niyetinde değilim. Amacım tıklama sayısını artırmak değil, okurun bekleme süresini düşürmek, fazla sayfa açmasını engellemek. Tüm ziyaretler ve ziyaret süreleri istatistiklere girmemekte. Latin Amerika ve Amerikadan girme sayısı artıyor, daha uzun süre kalınıyor ve daha fazla sayfa karıştırılıyor. Siteme en çok yönlendirme Google'ın arama motorlarından geliyor. Tıklama sayısı 100'de stabilize olduğunda düzeltilmemiş yazı koymayacağım. Şimdilik geriye dönük bir tarama ve düzeltme yapıyorum. Mart ayının ilk düzeltmelerini bugün tamamlamayı umuyorum. Tıklama sayısını şöyle yorumlayabilirim: Ortalama bir fikir dergisinin tirajını, okunma, gözden geçirilme süre ve sayısını geçmiş bulunuyoruz. En çok okunan yazılarımız fabllar, en çok okunan yazı ise bir felsefe tazısı "Sınırlı Sorumlu Bir Özgürlük Denemesi". Siteye en çok okur taşıyan "incinme, bekleme, Leyla ile Mecnun, sadakat, komşusuzluk, kaplumbağa, serçe ile aslan, aşksızlık, " gibi arama sözcükleri.


MAİL, OKUR YORUMLARI. Arayanlara cevap veremiyorum genellikle. Bütün gün çalıştığım için, daha çok yazı düzeltmek yeni yazılar hazırlamakla geçiriyorum zamanımı. Okur yorumlarına şimdilik yer veremiyorum. Gereksiz bir baskı oluşturuyor. İlerde forumvari bir okur tepkileri kısmı koyabilirim. Yazdıklarımı tartışmaya açmak istediğim bir şey, ancak açık forumlarda bile tartışma göremedim. Şimdilik aceleye getirmek istemiyorum.


GÜNDEM. Karışık. Karmaşık. Yetişebilmem mümkün değil, en çok istediğim konuları değil, o an önümüzde olanı yazmak durumunda kalabiliyorum. Amacım gündemi takip etmek, yorumlamak olmadığından sadece bir merakı gidermek, kendi duruşumu sınamak için yazıyorum. Yazdıklarıma ilerde katılmayabilirim. Sadece önyargımı ortaya döküyor, üzerinde çalışıyorum.


FABL OKUMA KILAVUZU. Serçe ve Aslan'a dair sorular geliyor. Şahsi, politik, allegorik her türlü yorum kapımı çalıyor. Bence serçe ve aslan'ı hem teker teker, hem de bir insanın içinde, tek bir insanın içinde neden ele almayasınız? Bir çok boyutta okumak mümkün, bazı şeyleri. Burada sunduğum "fabl"lar bir kitabımın içinde anlatılan/anlatılacak hikâyeler. Müstakil hikayeler olarak okunmalarında, elimdeki kitapları tamamlayamazsam, müstakil hikayeler olarak yayınlanmalarında sorun yok. Varsa, mirascılarıma duyurulur.


ANILAR. Hayır. Yazmak istemiyorum. Özel hayat özel hayattır. Ne kendimi ne de etrafımı anlatmak hoşuma gitmiyor. Hem beni hem insanlığı ilgilendiren konulardansa asla kaçınmak istemiyorum. Teşhircilik değil, üzerine düşünme gerek. Yakın dönemin bilinmeyenlerini konuşmaksa mümkün değil. Ezberle hakikat arasında dağlar kadar fark var, ve bu uçurumun aşılmasını sağlamak kolay değil. İnsanlar yaşıyor, bazı konular üzerine konuşmak çoğu insanın çivilerini çıkaracaktır. Gerektiğinde yazarız. Zaten o dönemlerin tecrübesi yazdıklarımızda gömülü.


SEMAZEN KAPANDI. Mevlânâ yılı kutlamaları, bol maytaplı fişekli laserli geçti. Ama, ulaşılamayan bir çok dökümanı, notayı, belgeyi, kitabı, yazmayı ilgilenenlere sunlaya çalışan, eleştiri ve tartşmayı, farklı bakışları masanın üzerine koymaya çalışan Semazen.net maddi imkansızlıklardan kapandı. Bir tarafta Mevlânâdan rant sağlayan kurum ve kuruluşlar, diğer taraftan gırtlağına kadar borca gömülerek geleneğimizin üç bin ayağından birisini insanlığa açan Semazen.net. Bir Semazen'i ayakta tutamayan bir toplumdan neler bekleyebiliriz? Karşılıksız destekleyemeyen "gelenekçilerimizden", politik sermeyeden, kültür kuruluşlarımız ve yerel yönetimlerden. Kendilerince rakip çıkarmasını, engellemesini bilenlerimiz gurur mu duyuyorlar? Yapacağını gene yap, ama yapılanı engelleme. Büyük ayıp edilmiştir, insaniyete karşı.


TASAVVUF VE BEN. Bu siteyi bir tasavvuf, protesto, kültür, eleştiri, düşünce sitesi olarak okumamanızı talep etme durumundayım. Evet, Semazen açık olduğu sürece tasavvufa eğildim, öğrenmeye, kavramaya çalıştım, "Seni Seviyorum"u bitirebilmek için Mevleviyyeyi kurcalamak incelemek, detaylara inmek durumundaydım. Öğrenmeden çok tartışmak, tartıştırmak gibi bir rol üstlenmiş görünsem de, en çok insanların öğrenmelerine, tartışmalarına katkıda bulunurken öğrendim. Düşünce tarihimizin bir çok ayrıntısını bu tartışmalarda yakalayabildim. Umarım ilerde geliştirebilir ve sunabiliriz. "Seni Seviyorum", tabii ki yarım kaldı. Yüzlerce yazı yazdık. Yeni kaç kitaba başladık. Dersimizi ise hâlâ alabilmiş değiliz. Yarım bırakmalarda şimdilik bir olumsuzluk yok.


İŞ GÜÇ. İflasın eşiğinden döndük. Sınırdayız. Çok zorlandık son zamanlarda. Toparlama, toparlanma günleri de gelecektir. Kendi başımıza, bu kadar köstek ve engellenmeyle, daha fazlasını yapabilmeyi beklemiyoruz. Bizi dinleyen, bize anlatan, soran, okuyan, eleştiren, yorumda bulunan dostlarımız bize inat edebilecek gücü verdiler sağolsunlar.


MÜNEVVER. Entellektüel hayatımızdan kötü kokular geliyor. Üniversitelerimiz çökmüş durumda. Şimdilik bir dergiyle ortaya çıkabilecek durumda değiliz. Hakikati kariyere tercih eden insan sayısı çok az, insanların keyiflerini de bekleyecek durumda değiliz. İnsan da yetiştiremiyoruz. Özal sonrası kuşaklarla işimiz zor ki zor. Bize yeni bir Deniz Gezmişler kuşağı lazım, galiba. Yok hayır, radikal halleriyle değil, emeğe saygıları, halka saygıları, hayat dünyaları, hakikati arayışları, bağımsızlıkları, fedakarlıkları, insanlıkları ile. Kendi geçimimizi, sağa sola el avuç açmadan yaşayabilme şartlarımızı oluşturmadan büyük iddialarla ortaya çıkamayacağız. Sizleri maalesef biraz daha bekleteceğim, Sevgili Dostlarım.


NİSAN yazısıyla devam edeceğiz. Şartlar gene yorumbilgisine yoğunlaşmamıza izin vermedi. Hayırlısı olsun, Efendim.

23 Mart 2008

Aslanla Serçenin İtibar Meselesi


Serçe Aslana dedi ki, ne kadar kükresen nafile, ne kadar yele büyütsen, esnesen. Ben bir serçeyim, ama, sofranı reddettim, sofran benim etrafımda kuruluydu, bir itibarın kalmadı. İtibarın bir serçe itibarıymış, uçtu gitti benimle.

Aslan, güneşten gözünü zor açtı, yaklaşan karınca ordusunun önüne toprak iteledi pençesinin tersiyle, esnedi ve sırtını güneşe verdi. A serçe, ben sadece aslanım, itibarım soframdan gelirse, itibarımı başköşede oturttuğum değil, başköşeye oturturluğum verir.

Sen beni misafirsiz, amaçsız bıraktın. Arsız avcılara çevirdin. Kendim için parçalar, kovalar, kapışır oldum.

Sen sofralarında zıpladığın için çakallar, sırtlanlar itibar sahibi olmadı. Sadece ben itibarımdan oldum. Seni sofrasına alanın benim itibarımdaysa gözü, sende ne çare bulabilir?

Sen bana çareydin. Yeri göğü inleten Aslan, dostlarının hizmetçisiydi. Kükremem değil, kucağım, kucakladığımdı bana itibar veren.

Şimdi itibarsız bir aslanım ama, yine de aslanım. Kapımı çalan bir misafir olur, hazinelerimden daha büyük değer verebildiğim, rahat bir uykusu için gecelerce gözümü kırpmadığım, itibar da gelir beni bulur. Sen itibarlı bir tilki, ağaç kurdu gördün mü?

Görürsem söyleyeceğim, demiş serçe Aslana. Ama itibarlı bir serçe var, aslan sofrasını reddetmiş.

"So what?" demiş Aslan, esneyerek. İtibarınla da atmacalardan kaçacaksın, itibarsızlığınla da. İtibarla titreyeceksin. İtibarsız titreyeceksin. İtibar bizi serçelikten kurtarmıyorsa, itibarsızlığım beni aslanlıktan etmiyorsa, neden dertler içinde yanayım? Otururum aslanlığımın başında beklerim. Adaletim hatırlanır, adalete itibar ediliverir yeniden. Yeme içme devrine ara verilince, herkesin işi gücü çıkınca. Aslan, ava çıkıp görünmez olunca.

Aslan olmadan adalet nasıl dağıtırsın? İtibarın var madem, haydi adil ol, adalet dağıt ey Serçe, beni de zahmetten kurtar da seve seve kapını çalayım. Önünde yine misafirimmişsin gibi, ya da sana misafirmişim gibi eğileyim. Dertlerimi sana taşıyayım.

Sofrana, bir uçuç böceği oturt. İtibarından ona bir taç yap. Gözün açık uyu. Ormanın hakimi serçedir diyelim.

Aslan kuyruğuyla sinek kovalarken serçe ürküp bir dala konmuş. Aslan da uykuya dalmış. Serçe daldan indiğinde işitiriz gerisini.

22 Mart 2008

"Sen Yaparsan Ben de Yaparım"


İnsan kendi eylediklerinin öznesi. Yapıyorsan kendi yapacağını, yapabileceğini yapıyorsun. Yapabileceklerinden konuşuyorsun.


İnsanın eylemi kendi yapması gerekeni aşıp misillemeye döndüğünde "adaletin tecellisi" mi söz konusu ediliyor? Bunu düşünebilmek çok zor. Adaletin deneyim alanında da ahlâkta olduğu gibi düşünme, seçme, bir duruştan eyleme var.


Bir duruştan dedim. Çoğu kez bir hayat tarzından, eyleme geleneğinden, elimizde olan kalıptan hareket ediyoruz. Tecihlerimiz her daim tek tek olası tüm seçeneklerin, imkânların üzerine eğilme biçiminde olmuyor. İtici gelen, hoş gelenlerin bize bıraktığı üzerine düşünüyoruz bazan. Hatta geride kalanlardan bizi en çok ne rahat ettiriyorsa ona yönelerek.


Hoş geleni seçiyorsak, buna seçim adı vermek uygun mu? Evet, başka türlü yapılabilineceğini düşündükçe, bir sorumluluğumuzu oldukça. Hoş gelenin hoş gelmesinin boş bir iş olmaması söz konusu ise.


Hızlı karar almalarda belli bir tecrübeyle, duruşla, eyleme tarzı ile hareket edebiliyoruz eylememiz gerekebiliyor. Kazadan, beladan, emri vakiden, hayatın dayatmalarından uzak kalamıyoruz. Oturup düşünecek zamanımız olmuyor çoğu kez. Bir kazada anaya mı yavruya mı, çocuğumuza mı, başkalarının çocuğuna mı, sevgiliye mi, insanlığa mı, tanımadığımız bir insana mı öncelik vereceğimiz bir karakter, hayat tarzı, eyleme geleneği içinde ve bir takım duruşlardan belirlenebiliyor. İmkânlarımızın kısıtlılığı, gücümüzün neye yettiği, karar verecek durumda olamayışlarımız, karşımıza ilk çıkanı çözümlememiz gereken durumlar, her daim çözüm hiyerarşileri kurmak zorunda olmayışımız da göz önünde tutulmalı, elbette.


İnsanın eylemesi bir başkasının eylediğine ya da eyleyeceğini sandığımıza misillemeye dönüştüğünde ne bir engelleyici eylem ne de bir gerekirliğin ifadesi söz konusu. Bir hak yerini buldu ifadesi bile değil. Gündeminizde olmayanı, ya da aslında hep gündeminizde gizlenmiş olanı yapıyorsunuz.


Karşı tarafa bir eleştiri içermiyor. Acıtan bir sorumsuzluk, bir olası acıtan sorumsuzlukla karşılanıyor. Belki acıtma başarılıyor. Ama eylemin kendisi ne oluyor? Eyleyen, bazan bir başkasını, yani üçüncü bir şahsı eylediğinin mesajına alet ediyor, araçlaştırıyor. Araç, kendince kârlı çıksa, o da kendinçe araççı davransa bile yine araç, yine araç: "Sen aldatırsan ben de aldatırım!"da mesela. "Sen çaldın ben de çalarım", "sen sınırı aştın ben de sınırı aşarım" biçiminde olduğunda ise başkası hiç yok, ya da yok sayılmakta.


"Aynısını yaparım"larda çoğu kez kendi şahsiyetini, karakterini koymama, insanlığından, "kendini biliş" halinden, kazandıklarındaninsan olarak kazandıklarından, temellendirdiklerinden vazgeçme söz konusu. Kuyruğumuza basılıyor, ısırıyoruz, basit, ama burada bile ısırıldığımız için ısırmıyoruz, bir meşru savunma halindeyiz. Şüphede, kuşkuda, olmamışı olmuş yapışlarımızda, endişede misillemeci oluşumuz, doğrudan saldırıya uğramamız halinden daha sorunlu. Saldırıya uğradığımızda tepkimizde bir ölçü tutturmak, saldırıyı aşan bir tepkide bulnmamak durumunda oluyoruz. Kuyruğuna basılabileceğini bilen, kalabalıkta yaşayan hayvan dostlarımız daha az şaşırabiliyor, daha az saldırgan davranıyor. Onların dahi refleksin ötesine geçmelerini hoş görmüyoruz. Belli bir terbiyede kalmalarını bekliyoruz. Ama belli hukuklar da yazıyoruz, nüanse ediyoruz, farklılıklar yakalıyoruz. Evde kedimizin şımarıp tırmıklaması ile sokakta bir kedinin üzerimize atlaması gözümüzde farklı, ikincisini daha zor hoş görüyoruz. Ama, kedimizin önündekini temizlerken saldırmasına kızabilirken, sokaktaki bir kedinin, ya da komşunun kedisinin ciğerine dokunursak öfkeleneceğini de biliyoruz, öfkeyi kabulleniyoruz. Bir kediden dahi farklı şartlarda farklı beklentilerimiz, terbiye ve davranış ifadeleri beklediğimiz oluyor. Farklı kedilerden farklı davranış, eyleyiş biçimleri beklediğimiz gibi.


Misillemenin, karşılık vermenin gerektiği anlar olabilir mi? Bir terbiye edici, kişilik kurucu yanı olabilir mi? Bazan, belki. Bir insana "yaptığın şunu hissettiriyor" diyebilmek için, bir hareketin başkaları için ne demek olduğunu düşüncesizce yapıp durana öğretebilmek için, belki. Yani, karşı tarafa acı çektirmeden çok bir şey öğretme yükümlülüğünün ağır bastığında. "Vurma acıyor", "sen batırırsan iğneyi bak ben de batırırım, canın yanar" gibi. Belki azcık dokundurmak gerekebilir de bazan, bir şeyin acıttığı gösterilebilir. Ancak, geriye dönüşsüzlüklere, zulme, eziyetle, kendini ya da başkasını aç köpeklerin önüne atmakla, başkalarını kullanmakla, kendini kullandırmakla olacak iş değil bu öğretme, gösterme, işaret etme.


Yanlış yapan düzeltebilir. Yanlış anlaşılmış da olabilir. Zanna karşılık veren, ne yaptığını bilerek, seçerek eylese de, kendince ölçülü, rasyonel bir tepki koysa da bir insanın yapmaması, insanlarca yapılmaması gerekenin alanına girmiş oluyor, kendisini kendisi yapan alanı, kendiliğin alanını zorluyor, kendi sınırlarını da olumsuz anlamda tanımlıyor, belirliyor, kendini oluşunu, oluşum hukukunu da farkına varmadan tartışmaya açıyor.


Öfkeyle kalkmak sanırım, etraftan çok, insanın kendisi için, kendi kişiliği için tehlikeli. Kişilik ve bireysellik insanî eylemenin çıkış evi. Evi yıkıyorsun, evini yağmalıyorsun. Kazandığını kaybediyorsun, kendi özgürlüğük alanını genişletiyormuş edasıyla fakirleştiriyorsun.


Karşı tarafı üzmek, ya da intikamın tatlı gelişi bir denge sağlayabilir mi? Bazan, mümkün. Kısa vadede. Kısa vadeli olan, ayakta tutan olduğunda. Geriyedönüşsüzlük, "pişmanlık imkânı"ndan yoksun oluş'un acısı, tırmalayıcılığı da unutulmamalı. Kendini ve başkalarını araç eden, vicdanını da boğmak zorunda kalıyor zamanla, istisnayı kurala doğru çevirdiğinde, yani, yanlışlığı kavrayıp bir anlamaya, kişilik tahkimine çevirmedikçe. Tepkicilik kurallaştırıldığında, rahatlatlama sibobuna dönüştüğünde.


"Sen yaparsan ben de yaparım" diyene şunu diyeceğiz: Bu senin tercihinse, beklediğinse, istediğinse, yapamadan edemediğinse, yap, ama yapmadan önce, ve yaptıktan sonra bir düşün. Bir hareketimi hatalı görüyorsan, eleştirmelisin, karşı çıkmalısın. Karşı koymalısın. Olmuyorsa defterden silmelisin beni, def etmelisin, bizi, bunu yapanı, yapanları. En karşı çıktığın şeye sorunsuzca dalabiliyorsan, bazan bir yakıştırmayla, bazan da diyelim ki bilerek, görerek. Bu nasıl bir karşı çıkış, karşı koyuş? Bir de yanıldıysan, bu hukukla nasıl başkalarıyla hayat sürdürebilirsin? Bu güvensizliğin üzerine git, bunu yaşadığını hissettir, karşı tarafın hayatını esir alacağına kendi sorununu çözmeyi, birlikte aşmayı hedefle. Yok, öyle değil de karşı taraf seni sürekli geriyor, bildiğini okuyor, rencide ediyorsa, bir anlamı varsa karşı çık. İşlemiyorsa, işlemesi gerekiyorsa, bir yolu da bulunamıyorsa, ipleri kopar. Koparmak istemiyorsan, hayatını bir intikam projesine çevirme. "Sen gidersen ben de giderim. Sen alırsan ben de alırım. Sen söylersen ben de söylerim. Sen yaparsan ben de yaparım"ların yerine, kendin gibi yaşa. Hayatını zehir etme, kendine, kedine, insanlara, insanlığa.


Dik dur. Başkalarına misillemelerde bulunmanın alanı değil eylemenin alanı, kişiliğin, kültürün, geleneğin; bundan önce yapılmışların alanına yani geleneğe, göreneğe eleştirinin; insanla, insnlıkla buluşmanın, kavuşmanın çıkış noktasında bir yerlerde.


Kaba, çirkin, uyuşmuş, uyuşturulmuş, kindar, yırtıcı, kendisi için başkası ve başkasının dünyası olmayan çıkış noktalarının etiği, estetiği, hukuku yok. İnsan olmayı reddetmek ve insanın kültürünü savunmak diye birşey yok.


İntikam, misilleme isteği insani duyguların, itkilerin, dürtülerin, hattâ güdülerin eseri. Kırılmışlık, kırılganlık, kırılabilirlik halinden kim imtina edebilir ki? Çıkış, karşı tarafa takılıp kalmayı bir an bırakıp, ne yaptığımıza, yapabileceğimize, yapacağımıza bakabilmekte.


Hissetmek ayıp değil kini, öfkeyi, intikam duygusunu. Tepkiselliği yenebilmek, düşünebilmek, kendi ufkunu ve insanlığını genişletebilmek önemli olan. İnsan herşeyi kolay yenemiyor, kolay aşamıyor. Ama insanlık bu ve buralarda başlıyor.
Öğrenmeye, kavramaya, anlamaya açıklığımız bir öğrenilmeye açıklık alanı da oluşturuyor, bir kapı aralıyor. Başkalarına ders verici halimiz değil.
Sözü esirgememek, hakikatten kaçmamak gerek. Bu yanıbaşımızdakinin yeryüzündeki cehennemini kurmakla olacak iş değil, değil, değil.
("Sen yaparsan bende yaparım"da bir karşılıklılık vurgusu varken, "sen ne yaparsan ben de yaparım"da fazladan bir de gönüllülük vurgusu var, bu ayrımlarına girmek istemedim, şimdilik, Efendim.)




"İlhan Selçuk Serbet Bırakılmalıdır!" Demek Üzerine


Kontrgerillanın işkencehanesinde misafir edilmiş bir İlhan Selçuk son kontrgerilla soruşturmasında içeri alındı. "Her halde fikrini almak için emniyete davet etmişlerdir" mi desek? "Gece yarısı evine gidilmesi dikkat çekmemek içindir" mi?

Evet, İlhan Selçuk eski bir ihtilalcidir ve bunun hesabını da fazlasıyla vermiştir. Devletten alacağı vardır, vereceği yoktur. Vergi kaçakçısı değildir. Kimse onun için "kullanın, tahta arasından süpürmeyin" dememiştir.

Hayat bu, insanlar farklı noktalara gelebilir, dostuyla düşman, düşmanıyla dost olabilir. Ancak bu kadar bağımsızlıkçı bir yazarın, soğuk savaş örgütleriyle alâkalanacağını düşünmek biraz zor ve zorlama gibi geliyor. Yeni bir vapur yangını, uçak kaçırma, Atatürk Kültür Merkezi yangını davasıyla mı karşı karşıyayız?

Soğuk savaş. Soğuk savaşa karşı soğuk savaş. Tema üzerine çeşitlemeler?

Yargı bağımsızdır. Dikkatle izleyeceğiz. Güçlü gerekçeler, kurulmamış iddialar, temelleri olan tavırlar, hukuku olan polisiye önlemler bekleyeceğiz. Demokrat payesini o kadar kolay dağıtmayacağız.

1 Mayısta hukuk gözetilmedi, saldırgan davranıldı. Ölenler, kalanlar üzerinde durulmadı. Hukuksuzluk sorgulanmadı. İktidar gösterisinde bulunuldu. Cop yiyenler vatandaş, insan olarak görülmedi. Toplumsal gerilim, bile bile körüklendi.

Hrant Dink cinayeti öncesi tedbirde gönüllülük de göremiyoruz.

İlhan Selçuk'un içeri alınması gerilim artırıcı bir adımdır, hukuken sorunludur. İtiraz, süren soruşturmayı etkileyici mahiyette değildir, hukukun temel ilkelerinin çiğnenmesine bir itirazdır. Hukuk'u sorunludur. İddialar ciddi dahi olsa idi, tutuklanmaması için yeterince gerekçe ve içtihat mevcuttur.

Darbeciliğe karşı olan, darbe hukukunu değiştirir. Bugün 12 eylülcüleri yargılayabiliyor muyuz? Marmariste bir "Netekim Festivali" bile düzenleyebiliyor muyuz? İlhan Selçuk'a işletilen hukuk karşılıklılık prensibine, yani hukuk düşüncesinin temel prensibine aykırıdır. Yaşı bir gerekçedir. Alınıp götürülmesinin infial yaratıcı bir eylem olarak algılanabilmesi muhtemeldir, en azından toplumu gerici, gerilim yaratıcıdır. Kutuplaşmayı perçinleyicidir. Deliller bu orantıda mıdır?

İlhan Selçuğun yazar ve gazeteci olması başka bir "sorun"dur. Cumhuriyet"in ilanları hükümeti ne kadar rahatsız ederse etsin, basın üzerinde oluşturulan baskılar için gerekçe edilemez. Kamuoyunun siyasi güç tarafından kontrol edilmesini sağladığı rahatça iddia edilebilecek eylemler demokrasinin mihenk taşına vurulabilir türde eylemler değildir. Akşam Gazetesi yöneticileri dahi tehdit edilmekte olduklarını yazabilmektedirler. Bunlar ciddi sinyallerdir. Basın tekelleştirilmekte, paylaşılmaktadır. Çok seslilik kaybedilmektedir.

Darbeciliğe karşı olan, darbeciliğe karşı darbeciliğe de karşıdır. Geceyarıları kimselerin evinin basılmasını teyzelerinin, amcalarının mektuplarının karıştırılmasını onaylamamaktadır. Suç unsuru arşivlenmiş mektuplarda, kitaplarda, makalelerde aranacaksa, suç iddiası yeterlilik taşımamaktadır. Ürkütme, teşhir etme, misilleme öne çıkarılırsa hukukun üstünlüğü kavramı terkedilmiş demektir.

Devletin, toplumun, kamunun kurumları son "soğuk" iç savaşa alet edilmemelidir. Bu, ayrışmanın rayından çıkarılması demektir. Sözkonusu kuruluşların sendikasız oluşları, tepkilerini, itirazlarını da ifade etmelerine engel olmaktadır. Sorumluluk, siyasi gücün değilmişcesine, gerilimde devreye sokulan kuruluşlara ihale edilmektedir. Sorumluluk siyasi gücündür, bunu değiştirmek, devletin çeşitli aygıt ve kuruluşlarını taraf ederek tartışma dışı kalmak mümkün değildir.

Tehdit edilen gazetecikorunmuyor. Şikayeti dinleneceğine tehdit edilerek geri gönderiliyor. Geri gönderen siyasi sorumluluk, katillerin yakalanmasıyla sorumluluktan muaf mı oluyorlar? Kapışan taraflardan birisi suçlu, öbürü günahsız nasıl olabilir? Arada insanlar ezilir, kan dökülürken? Onca ihmalin, seçmeciliğin, taraflığın, tarafgirliğin içerisinde? Olan bitenlerden fiili sorumluluğu olanları, her fırsatta yangına körükle gidenleri, demokrat taraf olarak göremiyoruz.

Abartma, gerilimi artırma, darbe hazırlayıcı eylemler yerine hukuku işletmelerini, infial yaratmaktan kaçınmalarını, konuşanları baskı altında tutmamalarını bekliyoruz.

Bu ülkenin ve insanlığın yasalarını çiğneyenler adaletten kaçamamalılar. Adalet, açık, seçik, net ve aklı selimde karar kılarak gerçekleştirilir. Soğuk savaş manevralarına hukuk alet edilmez, edilmemeli.

Suçluluğu kanıtlanabilecek insanlar bile geceyarıları evlerinden toplanmamalılar, kaçma ihtimalleri yoksa, hukukun üstünlüğünü reddetmiyorlarsa. Hiç bir insan kendisini savunmaya zorlanamaz. Adalet, haklıyı haksızı ayırd etme durumundadır. Kimse kendisini savunmaya zorlanamaz. Bir iddian varsa ispat edersin. Bir yanlışın varsa, sanığın itirazına kalmadan düzeltirsin.

Panik yaratılmaya çalışılıyor düşüncesi kamuoyuna gitgide hakim olmaktadır. Onca dışpolitik dayatma ve oldubittinin arasında toplumsal karamsarlık güç kazanmaktadır. Puslu bir hava ufka hakim olmuş durumdadır. Gerilimin siyaseti kimin siyasetidir? Biz halk için bir yarar görememekteyiz.

İlhan Selçuk serbest bırakılmalıdır!" demek, bağımsız yargıya müdahale etmek değildir kanaatindeyiz. Bağımsız yargının siyasileştirlmesi ihtimaline karşı bir eleştiridir.

12 Eylül yargılanmadan soğuk savaşın kurumları nasıl yargılanacaktır anlayamamaktayız. Seçmeci davranılmadığı ne malum? İşimize gelmeyenler devre dışı bırakılırken, birilerinin işine gelenler faaliyete devam ediyor da olabilirler. Örneği çok görüldü.

Tekrar tekrar, hukukun üstünlüğünün hakim kılınmasını, yargının bağımsızlığının sağlanmasını, devlet memurlarının sendikalaşmasına ve hukuki ve insani haklarına kavuşturulmalarına izin verilmesini, siyasi müdahalelerden bağımsızlaşıp toplumun her kesimine hizmet verebiliyor olmalarını her olan bitenin talihsiz sorumlusu durumundan çıkarılmalarını talep etmekle başlamamız gerekiyor.

Toplum, bu kadar gerilmemeli. Bölgede olacak biteceklere dikkatimizi vermek zorundayız. Gerilimciliğin hiç bir kanadı halkın ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Komşularımızdan gelen işkence çığlıkları bizim varoşlarımıza kadar yayılmamalıdır. İşitilmesi zor olan da budur. Sıradanlaşmaya izin verilmemelidir. Şiddetin, zorun, zorbalığın sıradanlaşması bu gerilim sürdürüldüğü takdirde kaçınılmazdır.

Bizden istenen birşeyler vardır. Ve "aksi takdirde" ile başlayan cümleler.

Gündelik yaşamımızı olabildiğince gerilimsiz sürdürmek zorundayız. İddialara değil hesap vermedeki gönüllülüğe, lafza değil ihtimama önem vermek durumundayız.

Zor bir dönemden daha geçiyoruz. Sorumlu davranarak atlatacağız. İşe güce, ihtimamla eylemeye, fevri olmamaya devam edeceğiz.

Bir muz cumhuriyetinde yaşamadığımızı yeniden, yeniden sergilememiz gerekiyor.

21 Mart 2008

Hristiyan Komşularımızın Paskalyaları Kutlu Olsun


Hristiyan komşularımızın Paskalyalarını kutluyor, kendilerine sağlık, afiyet, huzur ve barış içinde bir hayat diliyoruz.


En zor zamanlarımızda, en itilip kakıldığımız anlarda, kardeş kapılarının yüzümüze kapatılabildiği günlerde bize dostluk gösterenleriniz, kapı açanlarınız, derdimizi dinleyen, anlayanlarınız oldu, sizleri işgal ordularının peşine takılmış olarak görmüyoruz. Karşı koyduğunuzu biliyoruz.


Dostumuz kimlerdense bizde onlardanız. Dostumuz insan, dostumuz dost, dostumuz zor zamanda zorda kalmayı göze alan, kendisinin olanı başkasının (olanın) önüne koymakta zorlanan idi.


Dostumuz Dost idi. Demek ki dostlardanız. Dosta dostlardanız.


Kimsenin zalimine sarılmıyoruz. Kimsenin zulmüne kucak açmıyoruz. Kendi acımasızımızı, sizin insanınızın önüne koymuyoruz. Sizlerin de zaliminizi bize yeğlememeniz gibi.


Bağımsızlık, kardeşlik, insanlık için karşı duruşlarınızı, insanlık ve adalet için sizi kardeşlerinizle bile karşı karşıya getirebilecek yürekliliklerinizi de görüyor, kendimizin biliyoruz.


Hakedilmiş bayramınızın insanlığın dayanışmasına, hatıırlanmasına açılan bir kapı olması ümidiyle.




19 Mart 2008

Aslan, Sırtlan ve Serçe


Aslanın aslanlığından bıkan serçe, sırtlanı padişah görür de, padişah neden serçeyi yolundan çevirmez?

Padişah, sırtlana kul olana da padişahtır, o halde neden susar? Yolu yanlış olanın önünü kesmez?

A Padişah, sırtlanın taç sahibi yapılmasına mı içerlersin de, eğriye doğruya karışmazsın? Sofrandan kalkılıp sırtlanlarla oturulup kalkılması mı seni içerleten? Sessiz bir gazap mı hayatla sınananlacaklara kükrememen?

Sırtlanla aslanı ayırt edemeyecek olanı, sırtlan açlığıyla aslan hukukunu ayırt edemeyecek olanı biz soframıza oturtmadık ki. Aslan sofrasındaki serçe, serçeliğinden, alıcı kuşlardan korkusundan buyur edildi aslan sofrasına da aslan sofrasında, aslan payına oturdu. Aslan sofrasına bakışı kendine bakış sandı. Aslanlaştı. Aslan sofrasındaki serçe, serçelerin aslanı oldu, serçeden bir aslan oldu, orman önünde eğildi.

Sofradan kalkan, sofrada kalkışan serçeye orman serçeliğini gösterdiğinde anlaşılır o o mu, sofrası mı. Orman, serçeliğin de aynasıdır, padişah sofrasında oluşun da.

Serçe aslanın yediğini leş görünce, sırtlanla aslanı nasıl yediklerinden ayırdeder? Aslan sofrasında sofradan birisi olma haline, sırtlanlar sofrasında istediğini cıvıldama serbestliği yeğlenmez mi?

Serçe istediğini söylemekteydi, karışanı yoktu. Dinleyeni de. Dinlediği de. Ben özgür bir ruhum, kanatlandım, gökyüzüne kanat açtım dedi Aslana.

Aslan iç çekti. A yiyeceği iki solucan, bir kaç yemişenden ibaret olan büyük heves. Sana sırtlan sofrasından düşen ne? Bezmimizde padişah sofrasından birisiydin. Alıcı kuşlar sana uzaktı nereye gitsen, nerede dolaşsan. Ama bir kuştun, kanatlanıp uçacaktın, kanedini kıramazdık, bütün dünyayı ormanımız yapamazdık.

Şimdi hayatla sınanmaktan başka çaren yok. Kendinden ibaretsin. Sırtlanın dostluğu, sırt dönenlerin dostluğu. Sırtlanın padişahlığı, kendi elindekini açlara verenin değil, başkalanrının elindekine, insanın elindekine ağız suyu akıtanın sultanlığı. Elinde tutacağın her lokmaya acıkacak bir dost sahibisin artık. Kolay gelsin.

Sana kol kanat geren orman, şimdi seni padişahlık yareni görmeyecek, hatta hiç görmeyecek. Aramızda görülmediğin, kendini gösteremediğinden yakınmaktaydın, şimdi iki dirhem etin görünecek, bir ava dönüşeceksin. Görünürken, görünemeyecek olan kendin, kendinliğin. Kendin ol da anla.

Serçe daldan dala konarak, uzaklaştı. Ürkekliğini bazan üzerinden attı. Bazan eli ayağı titredi. Ama serçe gönlü bu, kâh unuttu, daldı gitti, kâh her gölgeye, her gölgede kanatlandı.

Ne mutlu ki sana, dedi Padişah, hayatla sınananlardan olacaksın. Ama olsan olsan, gene bir serçe olacaksın, görmüş geçirmiş, yorgun bir serçe. Olsan olsan, gene bir padişaha dost olacaksın.

Kuşlar padişahı ise padişahlardan da öğrenir, hayattan da.

Dost olmak, padişah olmaktan daha yüce olmadıkça gözünde, padişah gözüyle bakamadıkça, dost gözüyle de baksan, dostluğuna dost olamadıkça, nasıl padişahların padişahı, dostların padişahı olacaksın ey Serçe?

Serçecik, ne padişahın gözüyle, ne de sırtlanın açgözlülüğüyle, dostuna alıcı bakışıyla bakmış. Uçuşabilmeyi, kaçışabilmeyi yaşamış. Eşinmiş, çimmiş, dinleme zahmetsiz bir zahmet, bir ömür çürütmüş ormanda.

Serçe ömrü serçe tecrübesine yetebilecek bir ömür, Puhu Kuşuna sormalı kuş hayatını. Yine de, serçe bilgeliği, serçenin bilgeliği. Tecrübeye yetecek bir ömür, herkese yetecek bir hayatlılık, kendine yetecek kadar kazanılmış akıl kime kul olur ki?

Sofrasına bütün kuşlar alemi konar da bir kuşlar padişahı ya görür ya görmez, Padişah.

Sözü hürriyetinde değil, aklı hürriyette olan, Padişah.

Çilesiz bir dostu, sınanmış insana tercih eden saflıktan değil, saf duruşunun saflığı. Saf kalanla da saf kalır, saf kalamayanla da saf kalır çünkü, padişahlık cevheri.

Saf kalamayan, hayata bulaşan, hayatla bulaşana selâm olsun, binlercesi sahile koşuşturur da, belki bir tanesi yuvaya döner, derin sulardan, avcılardan, aç gözlü yaratıklardan, çetrefilli bir ömürden, sade bir ömürden. Sırtında yuvası, sırtında ömrü, yükü, yüklüğü.

Zahmetsiz, hayatsız, yanlışsız serçe bile olunmaz. Serçenin mekteplisi bir yere kadar olur.

Bin doğrunun öğretemediğini çeyrek yanlış öğretir.

Sofrana herkesi neden kabul eylersin Ey Padişah diyene padişahlar sadece gülümserler: Ol da gör!

İnsan ol da gör.

Kararınca öğren ey insan, çok çekme, bilgeliğin bedeni dostlara yem olmaktan geçmekte, sırtlanla aslanı ayırdedememelerden, hür düşünebilmeye alıcı kuşların gölgelerinde uçabilmeyi tercih etmelerden. Kararınca öğren, bilgeliğin başka kimseyi bilge yapmayacak: Senden de öğrenen insan, kendi kanatlarıyla uçacak.

18 Mart 2008

Çanakkale!


Bir estetiği, duruşu, etiği, hayatı, hayatlılığı olmayan direnişin anlamı ne?

Dünyadaki haksızlıklara, adaletsizliklere, zulme, yağmaya karşı çıkarken, ardımızda hayatı olan bir hayat bırakamıyorsak, itirazımız neye?

Çanakkalede karşı koyan bir ufuk sözkonusu idi. Kendinden sonrasıyla kendinden öncesine köprü.

Can vermek kolay. Hayat vermek, hayata dahi hayat vermek, zor olan, sancılı olan, sancısı olan üzerimize düşen.

Ardımızda çöplükler, yağma, talan, komşusuzluk, açgözlülük bırakacaksak, nehirlerimizde zehir akacaksa, ölü balıklar ve varoşlardaki uyuz sokak köpeklerinden başka bir heyecan, canlılık bırakamayacasak, bizi kucaklayan ormanlar, deniz ve dağlar parsellenip satılacaksa, bize büyük konuşmak haram.

Ufku, güneşin kanayan rengini, ayın gümüşünü, açan yaban güllerini, çiği, kırağıyı, pesengiyi, meyveye duran ağacı, kuzulu ceylanı, çayırları, bayırları, dalgaları, fırtınaları, karı, tipiyi içimize taşıyacağız.

Bir kedi kadar uysal, temiz, yumuşacık uyuklayacağız insanlık nöbetimizde. Güneş ışığıyla oynaşarak. Gerekmedikçe sırt kabartmayarak.

Çanakkalede sadece Babaannemin beş erkek kardeşi, "ağası" yatıyor. Savundukları hayatı, duruşu anlamazsam varlığım niye?

Memleket İşlerine Karışıyor Gibi Olmayalım Ama


Memleketimizin işlerine karışan çok. Memleket işlerini karıştıran çok.

Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. Filler dalaşırken, diğerlerine ayak altında dolaşmamak düşer.

Şimdi parti mi kapatılıyor? Hangi parti kapatılıyor? Varolan bir partinin kapatıldığını gördünüz mü? Yerine bir şeyler konulmuştur, düşünülmüştür.

Bugüne kadar kaç parti kapatıldı. Hangi parti, partili zarar gördü? Daha uzun süreli iktidara terbiye molası verilmedi mi?

Kaybedenin kaybedeni ağırlığınca altınla, kaybedenin kazananı ağırlığınca altınla tartılır durumdayken kime hayıflanıyoruz, neye üzülüyoruz?

Hangi parti bir başka parti harabesi üzerine kurulmadı?

Eğer bir zararlı çıkan olacaksa, halktan başka kendisine fatura kesilen kim var?

Demokrasimizi koruyacaksak, demokrasiye sahip çıkacaksak fevri olmamamız, sakin ve serin durmamız, gülümsemeyi ve hicivi bırakmamamız, olan biten herşeyi anlamaya zahmet etmememiz yeterli. İşimize bakacağız. Ne yapıyorsak hakkını vereceğiz, bizden zaten bekleneni yapmaktan imtina edeceğiz.

Siyasetsiz, düşüncesiz, geleneksiz gibi görünüyoruz. Öyle miyiz? Değil miyiz? Bundan kime ne? Onlar, yani her olup bitenden kârlı çıkanlar ve çıkacaklar, buna zerre kadar aldırıyor mu? Biz de onların işlerine aldırmayacağız.

Sepetimizi öreceğiz. Demiri döveceğiz. Taş kırmada ustalaşacağız. Çile çekmede. Keyif çayında. Ufka bakmada. Aşık olmada. Çocuklarımızın geleceği için çalışmada. Onlar, ne kadar "hemen şimdi!" derseler desinler. "Hayır, yarın!" da diyeceğiz, "hayır, şimdi!" de, gerektiğinde, bize gerektiğinde, insanlığa gerektiğinde, öyle icap ettiğinde, öylesi meşru olduğunda, bazan canımız öyle istediğinde. Can bu. Canan bu. Onun da dediği olur bazan. Yolu varsa. Sebebi varsa. Hikmeti varsa. Gereği varsa. Elimizden geliyorsa. Kimsenin elinden bir şey kapmıyorsak.

Aydının kompradorlaştığı, toptancıtücccarlaştığı bu ülkede ve tüm ülkelerde kutsal kavramlar tilkilerin kuyruklarında flamalaşıyor, develer tepişiyor, filler kapışıyor, boğalar halkı kovalıyor ve bu kaçmacaya "fiesta" diyebiliyor zavallı insanlar, insancıklar. Kutsal kavramlar, kılıflarına sokuluyor, halklara zenginliğin sofrasından kırıntılar saçılıyor. Kapışan kapışıyor. Kaçışan kaçışıyor. Ayılan ayılıyor. Bayılan bayılıyor.

Biz diyoruz ki: Ayılana gazoz, bayılana limon! Ve hayata devam! İşinize devam! Gücünüze devam! Okula devam! Hayata devam! Sohbete devam! Komşuluğa devam!

Bir Bilen'e sorsak ne olup bittiğini, bize ancak gülümser. 'Bir Bilen'ler de bizi bir sabah uykudan uyandırmıştı, biz de onlara gülümsemiştik. Bilmediğimizin bildiğimiz kadarını açıklamıştık, işe de yaramıştı. Bir Bilen'e bir bilen olabilen bir bilmeyenli denklemi bildiniz mi, yolunuz açık. Yani yol açık. Yola devam.

Heyecanlanıp fincanları devirmeden, küfemizdeki yumurtaları yola düşürmeden , sağa sola bakmadan devam. Heyecanlandırıp halkı sahaya indirmeden, beklenen şarkıyı söyletmeden, taksim geçerek, tek tek basarak, sek sek sekerek, doğaçlama, kafadan, kalpten damardan takılacağız.

Doğru, bir siyasetimiz yok. Bir mizacımızda mı yok? Bir direnme estetiğimiz, yol türkümüz, yolculuk çıkınımız? Yola devam.

Hukuk işlese de işlemese de, ne gelişeceğini gücü olan, bir belirleyen belirler. Gerisi figüran. Ne hukuku küçümseyeceğiz ne de kabahati ya da kahramanlığı hukuka yazacağız. Hukuk kâr zarar hesabıyla çalışmaz. Karşılıklılığın emiri demiri keser hukukta, hukuk her tarafa işler. Hukuksuz toplum yok. Azgelişmiş hukuk da. Az gelişmiş siyaset de. Hukukun üstünlüğü adaletin de üstünlüğü müdür her daim? Evet! Uzun vadede. Hukuksuzluğun adil, adaletin hukuksuz, hukukun adaletsiz tecelli ettiği çok görülmüştür. Bizdeki olup biten ne hukuksuzluk, ne adaletsizlik ne de her kangi bir tecelli meselesi. Çarpan dalganın süpüren dalgaya dönüşmesi de değil hani.

Siyaset mühendisliğinin altüst ettiği dinamikler, zorla yapıştırılmış yasal, sosyal, geleneksel, kuruluşsal bileşkeler hayata sürtünüyor. Gemi zorlanıyor, dibe sürtünüyor omurga. Tren raydan çıkacak gibi sarsılıyor. Araba değişik tekerlerle yolda.

Saray darbeleri her ülkede oluyor. "Biz bize benzeriz"i ancak fonlanmış aydınlar söyler. İnsan insana benzer. Parti başkanları medenî dediğimiz ülkelerde de yolda öldürülüyor. Parti başkanı adayları da. Şahin politikacılar dahi tuhaf hastalıklar geçiriyor, bitkisel hayata geçiyor, skandallarla ayak altından çekiliyor, tatile çıkarılıyorlar. Bizde ve ülkelerde değil, ülkelerde. Bizimkiler daha şerbetli. Biz daha normaliz belki. Başkanlar berabere kalıyor, eşbaşkanlıklar kurulamıyor, yazı turayla kazandırıp kaybettiriyor yüksek mahkemeler.

Kriteri ne uygarlığın? Eleştiriye açıklık, yenilenebilmenin yapıları, demokrasi, kişi hak ve özgürlükleri vs vs vs. Ama bunları yazdığımız ülkelerdi dünyada ihlâllerin başını çeken. Uslandılar? "Barbarlık bizim genlerimizde" diyen desin. Uygarlık, bazan eldeki imkânlarda, imkânlarda da, imkânın uygarlığının neresi uygarlığında?

Biz imkânsızlıklarda uygar olalım, uygar kalalım. Gene gaza gelmeyerek. Ne saray darbesi yolunda, ne de sarayı savunma yolunda kalarak. Yola devam ederek. İşimize gücümüze, insanlığımıza, insafımıza sığınarak.

Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. Hürriyet kahramanları peşinen gezdirilir, hainlere tu kaka edilir, edilirken, buğdayı biçeceğiz, çeltiği döveceğiz, okuyacağız, düşüneceğiz, selâmlaşacağız, sabahlaşacağız, komşumuzun düşürdüğünü kapmayacağız, işimize gücümüze bakacağız.

Ağaç dikeceğiz. İnsan kalacağız. Ahırlarımızı küreyeceğiz. Kedilerimizin tırnaklarını törpüleyeceğiz. Yeni türküler yakacağız. Yere düşeni kaldıracağız. Çocuklarımızı yetiştireceğiz. Çöpü denize dökmeyeceğiz. Kanalizasyonu nehirlere çevirmeyeceğiz. Kendi pisliğimizi, kirlettiğimizi, batırdığımızı temizleyeceğiz.

Siyaset? Öyle, böyle rayına oturacak. Rayına oturtacağız.

Medeniyetimiz ne başkalarının acısı üzerinde yükselecek, ne kendi çöplüklerimizin.

Biz partilerimizi bir siyaset geleneği, eşitlik, kardeşlik, dayanışma ve çocuklarımızın geleceği üzerine kuracağız. Dünyayı talana gelmedik. Dünya elimizde bir emanet. Biz de dünyada emanetiz.

Anlamadığımız biçimde kurulan, açılan, kapatılan partiler için de ne sevineceğiz ne de dövüneceğiz. Kaygıyla, düşünceyle izleyeceğiz gidişatı. Sokağa dökülmeyeceğiz sevinçten ya da öfkeden.

Acelemiz yok. Bütün zamanlar bizim. Zaman insanların.

Ve zaman, insanlar için, Efendim.

9 Mart 2008

Evet, Dava Güdüyorum!


Evet, dava güdüyorum.

Bize binlerce yıldır hitap edebilen bilgelik kaynaklarının kurutulmamasını istiyorum.

Bizi kendimiz yapan kurumlarımızın ayakta kalmasını istiyorum.

Hiç bir şey sonsuza dek baki değil. Ölümlüyü ölümsüz yapma derdinde değilim. Ama önüne gelen, her eline savaş baltası alan, şu ya da bu önceliği, çıkarı, aidiyeti, aidiyetsizliği önüne koyan insanlığın kültürel mirasını, geleneğini manipule edemez, kimlik edinme süreçlerini belirleyemez, yeme içmesinden beslenmesine müdahil olamaz, ne yazacağını, çizeceğini, seyredeceğini belirleyemez.

Toplum mühendisliğinin bizleri gerekli ya da gereksiz görmesi beni ilgilendirmiyor. Ben onları gereksiz görüyorum. yaptıkları nafile diyorum. Her çatlakta yeniden filizleniyoruz, biz halkız!

Taşra kültürün, dayanışmanın, kardeşliğin, sadakatin evi. Zenginleşme, şımarıklaşma, elektiriklenmeyi cehaletin tersi olarak görmüyorum. Taşra mukassi görünüyor meyhaneden amma bir başka letafet var içinde, görüyorum.

Ne şişirme şehirleşmenin hayranıyım, ne de görsen anadoluyu terennüm ediyorum. Ne şehir aydınlık. Ne de taşra karanlık.

Taşra geleneğimizin, hayat tarzımızın, tavırlar toplamımızın yuvası, evi. Şehir, medeniyetimize şehir olmaktan çıktı. Sokaklarında lağım akan, derelerine evler kurulan, ufku karartılan, kıyıları doldurulan yer haline geldi.

Taşrayı sömürgecilikten korurken, şehirlerimize de medeniyet getirmeliyiz. Vahşet, yağma ve talan kültürü, anoreksi, rantçılık, acelecilik ve yığmacılıkan mı medeni tavır çıkacak diye bekliyoruz? Şehirlerden bir şey çıkacaksa bu tavra eleştiriden, olanlardan bıkmışlıktan gelecektir.

Taşra bir cennet değildir. Ama taşrada kalmaya karar vermiş, köklerini bırakmamaya karar vermiş bir medeniyet çekirdeği söz konusudur.

Metinlerimizi, müziğimizi, yeme içme tarzımızı, kültürümüzü sömürgeciliğe karşı savunmak, ayakta tutmak zorundayız. Bunu yalan dolan talanla değil, hakikate sarılarak, hakkani olarak, kendimizi ve elimizdekini eleştirerek, eleştiriye açık olarak, yani başkasına, başkalığa açık durarak yapacağız.

Dostumuzun da düşmanımızın da çocuğu, çocuğumuzdur. Herkese insaniyet, herkesten insaniyet bekleyeceğiz.

Direneceğiz. Karşı koyacağız. Teslim olmayacak, teslim etmeyeceğiz.

Ama daha iyi bir gerekçeye, haklı bir gerekçeye, haklı bir itiraza, isterse düşmanımızdan gelsin haklı ve insani bir talebe boyun eğeceğiz. İnsan duracağız. İnsana boyun eğeceğiz. İnsanlığa boyun eğeceğiz. Zulme, ihanete, iç boşaltmaya, teslimiyetçiliğe, acentalığa, çokbilmişliğe karşı duracağız. Aman etmeyeceğiz, ama amansız da olmayacağız, aman vermemek, amansız olmak bizim işimiz değil.

Kölemiz olmayacak. Kölesi devede, efendisi yalnayak bir kültürden geliyoruz. Kölelik, kölecilik bizim işimiz değil.

Hiç bir metni, hiç bir beyiti, hiç bir eserimizi anlamaya, anlaşılmaya kapalı tutmayacağız.

Rüyalarımızın kapısını halka açacağız, halkın rüyalarında gezineceğiz.

Kendimiz olacağız, kendimizi yaşayacağız, üzerimizde hükümranlık taslayanları yakamızdan silkip atacağız.

İnsan olacağız, insanlığa açık duracağız ve açık kalacağız, efendim.

Bu davet de bizim!