31 Ekim 2007

Beklemek

(BEKLEME'Yİ SORANLARA CEVABIMDIR)

Beklemek büyük iştir. Bizleri en beklenmeye layık zamanımızda bekleyen olmadı. Size beklemeyin diyemem. Bekleyin de.

Beklediğiniz kişinin insanlığından umut kestiyseniz beklemeyin. Beklenmeye layık davranmadığını düşünüyorsanız beklemeyin. Ama bunun için beklemeyi bırakanı görmedim.

Beklemeyen, kendisi için bırakır. Bekleyen biraz da kendi rüyasından uyanmama peşindedir.

Bekleyen beklenen, bekleneceği bekleyen, beklenmeyeceği bile bekleyen, kararını vermeyi bekleyen bir sabrın çocuklarıdır.

Sabır, dehşete kapılmamak, karıncalanmamak, acıdan kıvrandırmayan bir sükunet. Bunu verse verse bize bir hayat tarzı verir. O da yok. Bir insanın kendi kapasitesi, bilgeliği deneyimi ile kolay kolay aşılabilecek bir eşik değil, kolay bir eşik değil, üzerinde beklenilen eşik.

Düşünün. Beklemenizin nedenlerini düşünün. Br rüyayı bozmamak içinse, ama o rüya sizin hapihanenizse, yani siz orada yalnız bırakılmışsanız, bir düşünün. Ama, hapisanelerde sınanır insanlık, hapishanesinde yetişir bazan bilgelik, deneyim. Her esaret, esarete açılmaz. Her aldanma, aldatılma, kendini kandırma hayalperestlikle bitmez.

Sınayın kendinizi. Bırakamadığınız bir acıysa, salıvermeyin. Acıdan kurtulmak için, kendinizi ya da feda edilemeyecek bir insanı feda da etmeyin. Her acı geçer. Her gecenin bir sabahı var. Sabah gelmeyecek diye panikleyeni sabah yorgun, bitkin yakalar.

Beni bir bekleyen olsaydı, kulu kölesi olurdum. Olmadı. En beklenilecek zamanımızda. En insan halimizde. En az hilekâr, en kendini unutmuş halimizde. Kendini unutan yarini de unutur, evet. Kendini unutamayana da yar yakışmaz. Kendini işine gücüne, başkalarının derdine, hayata kaptıran insandan bir zarar gelmez. İşlerini çabuk bitirir, yapması gerekeni eli titremeden yapar. Yine yüzünü sevdiğine döner.

Ben, ne unutanlardandım, ne de hayata aldırmayanlardan. Kendime en saygı duyduğum anda sevdiklerimin gözünde yerle yeksan olmayı görürdüm. İnsanın sevdikleri ne ister? "İlle de sen!" der. Bunda ne sakınca var? Ama eli boş gidemezsin. Yolda tekeri kırılmış arabayı geçip gidemezsin. Yıkılmış her köprüyü uçarak aşamazsın.

Ulaşmanın da, varmanın da bir kendi mantığı, kendi akışı var.

Beklenmeyeceği beklenecekten ayırt etmek zor iş. Bekleme diyemem, beklenmemenin ne olduğunu biliyorum, en beklenecek halimde beklenilmeyenlerden oldum. En beklenilmeyecek halimde de bir bekleyenim olmuştur, yazıklar olsun bana! Kendinden gönüllü. Halden kopmuş. Yufka yürekli bir insan bazan.

Her acının bir sınırı var. Dayanılmayacak acı yok. Ama dayanmak için gerekçe de yok çoğu kez.

Karar sizin. Yiğitçe verin kararınızı. Kimsenin sizi kışkırtmasına, size ders vermesine, hayatı imkânsız göstermesine izin vermeyin.

Acıyı çekin, hayatı göğüsleyin, ya da kestirip atıp da yine acı çekin. Hepsi gelir, hepsi geçer. Sancısız insanlık hali yok!

Nasıl bir hayat istemektesiniz? Size düşen sorumluluklar neler? Siz neyi göze alabiliyorsunuz. Sevdiğiniz için nelere katlanabilirsiniz?

Katlanmak nedir? Sevmek nedir? Sevilecek insan nedir?

İnsanlar derin cevaplarla, doğru kararlarla eylememekteler. Sadece kolaylarına geleni yapmaktalar. Söyleneni. O an neye açık dururlarsa onu. Bazan en zoru kolaylarına geleni. En havalı olanı. En az dikkat cezbedeni.

Aşık ve maşuk aynı tepside sunuluyorsa o birliktir yollarını ayıran. Başkaları için bir tepsiye bindirilmişlerdir.

Ayrılık kavuşturken, birlikler ayırabilir. Hatta ayrılığın gayrılığın ta kendisidir birlikte olduğunu sanış.

Sizin beraber olmanız için, sizin için oluş da olması lazım o kendisi için oluşun. Kim kendisi, kim kendisini aşmış?

Gerçekten sevdiniz mi? Sevmek mi istediniz? Aşka aşk, aşka gölge getirmemek? Kendi hayatına gölge düşürmemek? Aşksız eylememek?

Sevileceği bulmak zordur.

Sevilmeyeceği sevmek hem en aşağılık iştir, hem de terbiyeden geçmiş, kendini bilen insanca yapılıyorsa, bir duvarları aşıştır.

Kendiniz karar verin. Bekleyenlerin olduğu bir dünya, beklenilebileceklerin olduğu bir dünya daha güzel. Ama, unutmuşu, bir hayaleti, bir intikamı, bir işgali bekleyen de vebal altındadır.

Bir ihaneti bekleyen vebal altındadır. Kuzuluk canavarlıktır, canavarlaştırmaktır an gelince.

Beklemek kutsal iştir. Sabır işçiliğidir. Kısmetini bilebilmektir. Hayatını karıştırmamaktır, genellikle.

Yoluna gitmek, işine gücüne dönmek de dünya görevlerindendir. Hayata hakkani bakmaktır.

Karar senin ey insan. Ben sadece avutabilirim. İç çekebilirim. Kaş çatabilirim. Mahfolabilrim, kızabilirim.

Beklenen ben olduğumda, yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelirdi, çabalayan, didinen, çırpınan, özleyen bu adama. Anlayışla iç çektiğim de olmuştur, öyle gerekiyordur. Üstümü başımı paraladığım da. Sessiz, kimsesiz ya da insan içinde, rezil rüsva olmayla yıkanarak.

Ya beklenen sen olduğunda? Bir de oradan bak bakalım Ey İnsan.

Kolay gelsin, ama başına bu kadar sık gelmesin.

İnsanlar bu kadar ayrı düşmesinler. Bu dünya dünya olmasın gibi de bir şey oldu ya, neyse...

29 Ekim 2007

Çöle Kim Düşer?













Çöle rezil olmaktan artık korkmayan, insanların içinde yaralı bir köpek gibi kıvranabilen, bir manda gibi çamurda debelenebilen, itibarını ve yerini, önemini yere çakabilen insan çıkabilir.

Çöle çıkanın artık durabileceği bir yer yoktur. Oturabileceği. Yerleşebileceği. Üzerine devam edebileceği. Bütün kapılar, bütün sofralar açık da olsa.

Ağlayan bir köpek, debelenen bir köpek bana yolu gösterdi. Çocuktum. Peşinden gittim. Sessiz sakin şehrin dışına çıktı. Kendine hakim, derdine hakim, intibaına hakim. Şehirle dağların arasındaki çayırlara ulaşınca, ulumaya, kıvranmaya, inlemeye, debelenmeye, yerlerde sürünmeye, iç çekmeye başladı. Paralandı. Seyretmek daha da paralayıcı idi.

Geldi yanıma oturdu. Susuştuk.

Sonra, o önde ben arkada, yavaş yavaş şehre döndük.

Herkesin güvendiği, sakin, kendine hakim, sokağına hakim bir köpek.

Herkesin güvendiği bir çocuk.

Hiç bir şeye hakim değil.

28 Ekim 2007

Cumhuriyet




Harp yıllarında doğup büyümüş erkekler rollerini bilmezlerdi, gereğinden fazla serttiler. Kadınların arasında büyümüşlerdi.

Savaşın, çilenin, yokluğun, kıtlığın içinde.

Cunhuriyet savaş çocuklarının umuduydu, gözbebeğiydi.

İlelebet savaşsız, işgalsiz yaşama düşü kurmazlar, gelecek düşlerini, çocuklarının geleceklerini çileye dayanıklı yetiştirme üzerine kurarlardı.

İnşa, imar, yerleştirme, yarın gibi sorunları vardı.

Ülke ne kadar değişti. Yarınsız yaşayan bir gençlik, sınırlarımızdaki savaş, ama eskisi gibi tebaasına düşman bir aydın, aydını olmayan bir gelenekçi populizm, soğuk savaşın ihtiyaçlarına göre şeklillendirilmiş bir devlet aygıtı, yani başkalarının ihtiyacına göre, kendini dünya vatandaşı sanan, hiç bir eleştirelliği, uyanıklığı olmayan popüler kültür bağımlıları, sendikasızlık, zenginlikle onaylanan dindarlık, hoyratlık, komşusuzluk...

Umutlu olmamız için neyimiz var taşradan başka? Bu ülkeyi hep ayakta tutan, sömürgecilere kendini asla beğendiremeyen taşra. İncelikleri, mahcubiyeti, dayanışmayı, geleceğimizin olduğunu hesaba katabilen, her savaşta talan edilen bir taşra.

Kendi dilinde bile espiri yapamayan bir gençlik, özel üniversiteler, diyet saplantısı, anoreksi, cinselliği olmayan, cinselliğini bilmeyen ama vücutlarını çölgeçen hanına çeviren acılı bir gençlik, alkol komalarına sokulmak üzere olan bir üniversite, fonları öğrencilere tercih eden öğretim üyeleri, dayatmaları kuramsallaştıran tuzu kuru vakıf aydınları, dış politikada yer alan tarikatlar, kendi halkına, komşusuna acımayan, başkalarının rüyalarına aldırmayan bir maymun iştahlı açgözlülük, kaç kurtulculuk, yabancı damat gelin furyası, paragözlük, açgözlülük, had durak bilmezlik, aidiyeti tapu dairesinden geçiricilik.. Şiddetçi kanlı kinli gerilimci, hastalıklı bir estetiğe bağımlı, ama sokaktan korkan bir pısırıklık.

Ülkemiz işgal edilse, bayraklarla karşılayacak alçaklar az değil diye düşünürdüm. Yanılıyormuşum. Üşenirler. Fersizler. Uğraşmazlar. İnternetten izlerler. Birbirlerine dünyayı dar ederken farketmezler.

Dili, anlatacak derdi olan öğrenir. Ne konuşacağı, ne söyleyeceği olan, kilişelerle sömürgeleşmişliğin tescilini yapan, kes yapıştırıcılığı özgünlükten ayırd edemeyen, kendi düşünenle, ezberden konuşanı ayırd edemeyen, bütün akıl fikir testlerini en yüksek başarılarla geçen, ama, kıt zekalı sandıklarının çözebildiği sosyal sorunları çözemeyen kavrayamayan, farkedemeyen bir hafiflikle övünüyoruz.

Özel üniversite furyası, oniki eylülcülük, modern hayatımızı, yeme içme bilmez, insan içine çıkamaz, bakamaz, konuşamaz, anlayamaz, depressif bir gericilik kraterine döktü.

Halkına tiksinerek bakan, şarkılarını söyleyemeyen, sokaklarında dolaşamayan ürkek, titrek, oyunu kullanmayan, tavrını alamayan, ama banka hesaplarını idare edebilen bir sorumsuzlukla gurur duyuyor olmalıyız.

Bu gençlerin kabahati neydi?

Neden onları teslim ettik?

Neden onları sokağa, yurtdışına, büyük biraderlere, senden elektrikleniyorumlara, kaynanalara, yabancı gelin damatlara attık? Dayanışmanın, kardeşliğin yataktan geçmediğini, özgürlüğün fikir özgürlüğü, duruş özgürlüğü, tavır özgürlüğü, dayanışma özgürlüğü olduğunu öğretemedik?

Neden onları sanal hapisanelerine, önyargılarına, tabu ve korkularına teslim ettik?

Karanlıktan korkan ilkeller gibi, elektrik kesilince sosyal hayatı kalmayan gecekörlerine, yarasalara çevirdik?

Cumhuriyet adınaymışcasına, cumhuriyet içinmişcesine, sağı solu asıp keserek, ortalığı kırıp dökerek konuşan bir retorik, hakikate sırt dönen hamasiyat, liberal peygamberlik hepsi hepsi bu rezilliğin, bu esaretin, bu dökülmüşlüğün suç ortakları, gardiyanları!

Gündelik hayatımızı yerlerden kazımak, insanları karanlıklarından, esir edildikleri yakalandıkları ağlardan kurtarmak zorundayız. Komşuluğu, dayanışmayı, mahcubiyeti, ilgiyi, ihtimamı, sorun çözmeciliği akıllılık olarak görmeyi yeniden yerleştirmek zorundayız.

Alınteri, eşitlik, adalet, hukuk, özveri yeniden telaffuz edilmeli!

İşgal edilmişten beter durumdayız, bu sürüngen hayatı silkelemek zorundayız!

İnsanımızı ayağa kaldırmak durumundayız!

Bir gençliğimiz, bir yarınımız olmalı artık!

Blog'da Durum Vaziyetleri: Ekim 2007

Leyla ile Mecnun Temasına devam ediyoruz. Kimbilir belki de bir protesto metni olarak yazmaya başladığım Leyla ve Mecnun, aşk ehli ile buluşunca, aşıkların ve aşksızlığın müdahaleleriyle karşılaşınca ciddiye bindi. Konunun etrafında dolaştım, ama toparlayıcı bir metini yazmaya kalkışmadım. Belki de ne yapacağıma karar vermediğimden: Mesnevimsi bir şiirsellik mi, düzyazı mı, felsefi bir metin mi? Dünyalı aşk mı, dünyasız aşk mı, dünyada aşk mı?

Cinsellik yazmadan edebiyat, iç dünya yazılmaz fikrine katılmıyorum. Ancak çarpıtılmış, abartılarak küçümsenmiş, şiirini kaybetmiş, mecrasından çıkarılmış bir cinsellik de kendisi üzerine yazmamızı, tekrar rayına oturtmamızı bekler gibi. Neyi yapmamamın protesto, karşı duruş, eleştirel tavır olduğunu düşünsem, onu yapmamı gerektirecek bir dünya da yüzüme çarpıyor. Hayırlısı.

Leyla ile Mecnunda vurgum Leylada idi. Leylanın hakkını vermek. Yazdıkça, Mecnun üzerine titremeye başladım. Mecnunsuz Leyla leyla değil. Leylasız Mecnun? Daha da Mecnun:)

Çöl de konuşmaya başladı. Yusuf da, Haramiler de. Konunun etrafında dolaşıyor, etraftaki duyarlılık hallerini, duruşları da kurcalıyorum.

Siyaset yazarken bile aşk temasını bırakmıyorum. Konuya yoğunlaşmamı terketme niyetinde değilim. Kısa bir zamanda oturup yazabilme imkânım yok, maddi şartlarımı takip etmek zorundayım. Bir sene, dayanabilirsem bir kaç sene her şeye aşkla, aşkın her nüansıyla bakmama katlanmak zorundasın ey okur!

Konuyu tassavvufun alanına çekmek istedim. Ama dünyadaki aşksızlık, cinselliğin bir afyon haline gelmesi, internetin global bir genelevine dönüşmesi, açık diskurun, eleştirel alışverişin yerle yeksan edilmesi, sanal sosyalizasyonla edinilmiş kişilik bozuklukları ve "saplantısallık", aşkın istila eylemi, karşı tarafın kafeslenmesi, yakalanması eylemine dönüşmesi, maşukun bir dünyası projesi, hayatı olduğunun unutulduğu bir asosyal paradigma, özverinin başkalarını yıkan bir kendini yıkış bencilliğiyle değiştokuşu aşkı "dünyadan" koparmamamı, en soyutlanabilir halinde ele alamamamı da getiririyor.

...

Beni maille izleyen arkadaşlar, ciddiye aldıkları bir metinle karşılaştıklarında, tekrar okumayı düşündüklerinde, ana sayfadan okusunlar. Metinler olabildiğince düzeltilmekte, gözden geçirilmekte. Kendilerine ulaşan, metinlerin ilk halleridir. Kimlerin okuduğunu bilmem, yazarken olası sorularını da hesaba katabilmeme yol açıyor bazan. Abone olanlar, kendilerine cevap gelince litfen onaylasınlar, bazıları aktive edilmiş durumda değil.

...

Elimde beklettiğim bir başka ciddi aşk metni de "Seni seviyorum". Onda da Ferhatla şirin temasına bazı dokunmalar var. Daha çok mekansal, kavramsal. Leyla ile Mecnunla entegrasyonu üzerinde düşündüm. Ancak Leyla daha ciddi bir doğu teması olarak, yine onun üslubuyla gelişiyor. Leyla ile Mecnunda, henüz bir bakışı, bazı bakışları çalışıyorum. "Seni seviyorum"da anlatı daha önemli olacak gibi. "Seni seviyorum" da aşk geleneğimize bir selam gönderme. Aşkın hikmetini kurcalamadan çok, onunla yaşamayı bulma, arama, yaşama da diyemiyorum. Neyin ne olacağına metinlerin zamanı, okuyucusu karar versin. Ben sadece öğrenmeye, avunmaya, avutmaya, hayatı göğüslemeye çalışan bir insanım, hayatı ne kadar yaşanılır hale getirebilirim, bilemiyorum. Ama ilginç olma, çarpıcı olma derdim yok. Sanatı egzantrik bir saldırganlık olarak görmüyorum. Ama aşktan kıvrandırabilirim, kıvranabilirim seve seve. Acıdan da. Anlamanın sarsıcılığyla da. Anlayışı kıtlıkla da.

...

Anlamak, başkasına duyarlılıkla bakmak, başkalarından daha iyi hayat sahibi olmamızı getirmiyor, herkesin dertleriyle ve dertlerinden muzdaribiz. Benim gibileri de anlayışsızlıkla, hoyratlıkla, kabalıkla suçlayacak birileri her daim çıkar.

Benim çabamı, bir insan olma, dersini alma, ama olabiliyorsa, olabildiği kadar da insanı yazma olarak görebilirsiniz.

Hepimiz haksızlığa uğruyoruz, hepimiz, haksızlık yapıyoruz. Ben hesabı verilmemiş bir heybem olsun istemiyorum.

Yazmam, bir kendini düzeltmeye açıştır, benim açımdan. İnsanlığını paylaşmaktır. Daha başka olabilirdileri kendi oluşsal zamansallıklarına taşımaktır.

...

Benden bir süre daha aşk duyacaksınız. Katlanmaya çalışın. Metinleri tamamlandığımda kurusesimle de tanışacaksınız belki kimbilir?
....

Bu arada mümkün olabildiğince yorumbilgisi tartışmaya çalışacağım. İlerde konuyla ilgili ayrı bir site açabilirim. Leyla Mecnun teması da ayrı bir siteye ya da günlüğe taşınabilir. Şmdilik böyle devam edeceğiz.
...

Okur sayısı vesaire?

Kendilerine hitap ettiklerim inatla okumadılar. Bunun bir yoketme eğilimi olduğunu söyledim, geçtim. Kompleksiz, kontrol edemediğini kendinden saymama derdi olmayan, dünyayı kendi ihtiyaçlarına tabi kılmaya çalışmayan bir okur zamanla ortaya çıkacaktır. En az okunan site değil burası. Okuması gerekenlerce ise okunmuyor. Kendilerine emek verdiklerimizce. Ne yapmaya çalıştığımızı bilenlerce.

Siteyi oturtmadan, yelpazeyi tasnif etmeden fazla linkleme, bağlama da yapmıyorum. Okunmayı artırıcı bir harekette bulunmuyorum. İhtiyacı olanın, derinlemesine ve müdahalesiz okuyanın, kontrol etme hissine kapılmadan yaklaşanın yanında yazmayı tercih ediyorum. Derimiz yok, çıplakları giyindirdik, bir üzerine düşünme, şekillendirmeyi, daha sakin bir ortamda yapmak dileğimdir.

...

Gündelik hayatın buluşma, konuşma, alâka kurma terimlerini sanallaştıran/sömürgeleştirenlerin zombileştiklerini, özel hayatlarını, yatak oda ve oturma odalarının "özel"liğini kontrol edilemez bir "ağ"ın denetimize bıraktıklarını gözlemliyorum. Sokağa bekçisiz çıkamayanlar, bir dehşetin ağını, yastıklarına kadar yaklaştırıyorlar, kimi 24 saat, haftada yedi gün. İçeriklerini bilmedikleri yüklemeler, gönderiler, denetim kanallarının delikli peynirinden, özel hayatlarını geçiriyor, kontrol edilmemiş bir masum bırakmadan siyasi gericiliğin ilerici ve renkli söylemli ağını hayata yayıyorlar.

Ben o yüzden, bir ağa dönüşmemiş, interaktivitesi hala insanlararasılığın eylemi olan bir biçimde kulanmaya çalışıyorum interneti.

Yorumları açmamam, gerici baskı guruplarını işlevsiz bırakma, impulsiv fetihçiliği ve fetişizmi de uzak tutma çabasından. Bırakalım insanlar birbirine mahcup selam vermeye devam etsinler, en azından bizim dünyamızda, sokakta yolumuzu kessinler.

(Bu satırları yazdıktan sonra tesadüfen, sokakta yolumuz kesildi de. Sanal yol kesmeden hoş değildi, ama en azından bir risk almaları söz konusuydu:) Karşılarındakinin bu durumdan hoşlanmadığını, kendilerinin de dokunulmaz olmadıklarını görmüş oluyorlar biraz. Tabii ki en iyisi, kimsenin kimsenin yolunu kesmemesi:) Düzeltirim:))

Yiğit durmak zorundayız, karışıcılığı karıştırmamak durumundayız, denetimi evimize kadar sokmamak durumundayız, dünyayı bir gözetlemevi haline getirmemeliyiz.

Hayatımız internet değildir, internette değildir. Sanal hiç bir topluluğun vatandaşı değiliz. sokaktan korkuyor, karanlıktan, kontrolden, manipulasyondan, yol kesicilikten, sapıklaştırılmış insanlararasılıktan korkmuyorsak, dünya ayaklarımızın altından çekilmiş demektir.

....

Bir hayat tarzı saldırganca satılıyor sunuluyor. Burası, bir susturulanın sesini arama tepesidir. Ne bir kendini pazarlama, ne et arama, et sunma, ne de imaj yaratma yeridir. Günlük hayatta neysek, ne konuşuyorsak, nerelerde dolaşıyorsak burada da daha da ölçülü olarak benzerini yapıyoruz.

İnternetin imkanlarının ne hayranı ne de esiriyim. Bir imkan var, onu iyiye kullanmaya çalışıyorum. Aslolan hayattır. Hayatta karşılaşmak, hayatta tanımaktır. Hayatta selamlamaktır.

Hayatta herşeye mesafe koyarken, başucumuzda binbir karanlık insanla online bir bilgisayarla uyumak, dünyamızı teslim etmek, entegritemizi teslim etmek, cesur yeni dünyaya açılmaktır.

Bu blog ben değilim. Kendimi ifade etmeyi bir biçimiyle denediğim bir yerdir. Okunup geçilmem daha sağlıklıdır.

Ne yapmam, nasıl yazmam, neleri yazmam gerektiğini biraz da hayat gösterecektir. Bu sadece bir denemedir. Bir varlık yokluk ilanıdır. Tanıyanlar yok saymıştır. Tanıyacakları, insana tanıkları buluruz, onlara ulaşırız.

Ve sadece işimize bakarız, borcumuza, harcımıza, üzerimize düşene.

Aşk ü Niyaz Ederiz, efendim.

27 Ekim 2007

Şimdi Direnme Zamanı!

Ne bir öğrencim var, ne de ders verebileceğim bir kürsüm.

Ne yazılarımı yayınlamak isteyen bir dergi, ne de kitaplarımı satmaya kalkışmış bir kitabevi gördüm.

Ne bir yayıncım oldu, lekesiz bir hayata aldıran, ne de bir dağıtanım.

Okunmayan yazılar, bitmeyen kitaplar, anlayanlarınca görmemezlikten gelinen, yok saydırılan bir fikir dünyası, çalışmakla geçirilmiş bir ömür, benden arta kalacak olan.

Evimden kovuldum, sokağımda kurşunlandım, kaçırıldım, defalarca havaya uçuruldum, koruduklarımca aşağılandım, haklarını savuduklarımca hukuksuz bırakıldım. En iyilerimizi ne kadar erken kaybettik, çocuklar gibi şenken, insaniyete ne kadar inanırken. İnsaniyet kendisini gösterdiğinde inanılmayacak bir şey değil zaten, şimdilerde bu nasıl anlatılabilir? O kadar gönüllülük, o kadar başkalarına aşk! O kadar büyük bir dayanışma!

Bir doktora tezi bile sunabilecek bir üniversite bulamadım, sonunda, sıradan bir okumuşluğun temsilcisi olmadığım halde.

Bilgeliği hayatta bulurken, aklım akademide kaldı. Bilgeliği bırakıp bilgiye koşturmaya çalıştım hep, hayatım izin vermedi.

Her akademiye dönüşümde ya arabam yolda bozuldu, ya başıma bir iş geldi, ya da önümün açılmasından korkan bir sevdiğim, beni elinden kaçıracağını sanan bir sevenim önüme çıktı.

Bir kaderim var "işte!" diyebileceklerden oldum hep. Kadercileri yerdiğim halde, kaderliliği, bir kaderinin olmasını anlamaktan başka çarem kalmadıktan sonradır ki, hayata teslim de oldum.

Teslimiyetin nerede teslimiyetçilik olmadığını sınamadan da olmuyor. Sınıyor, düşüyorsun. Yorulmamak lazım.

Zamanım kalmadığı düşüncesiyle, bilgeliğin ahlâkını , irfanını aramayanlara aktarma aceleciliğinde bulunduğum ve çarçur ettirdiğim birikim, binlerce yılın vebal ve sorumluluk dağarcığıydı.

Hep yarına ertelemelere "peki ya şimdi olmazsa ne zaman?" dedik. Bu bizim sorumuz olamadı. Ödünç aldık, onun da adabını anlamayarak, bugüne takıldık. Ertelemişlik, bir yarın talanıyla yer değiştirdi. Sonrasına karşı sorumsuzluk.

Evet, gelecek için, yarını düşünerek yaşamakta bir mahzur yok. Ortada bir mahsur da yok.

Aydın olmak, terbiye, işçilik, emek, alınteri, sadakat işi. Düşmanının bile insan yanına sadakat!

Dostunu eleştirmemişlik sorumsuzluğuyla yaşamamak, aydın olmak.

Bir satırım bile yayınlanmadan, bir kere bile layıkıyla okunmadan gidebilirim. Bu artık beni ürkütmüyor. Ne öğrencilerimin şan şöhret, haz, gezme tozma, sefa saplantılarını anlamamazlıktan geldim, ne de emeğime yandım. Acı çektiğim oldu ama, "ya yeni birisini yetiştiremezsem?" diye.

Asıl olan, ders vermek değilmiş. Dersini almadan gitmemekmiş. Kendini yetiştirmekmiş. Kendine ara vermemekmiş.

Eserlerim biter ya da bitmez. Türklerin son filozofu, doğunun son mütevazı aşığı olamadan, yayınlayamadan, konuşamadan boğulmak, susturulmak, ortadan kaldırılmak, diri diri gömülmek beni korkutmuyor.

Bir arif, iyi bir aile babası, iyi bir dost, iyi bir insan olduğumu bir gün hissedebildiğimde bütün acılara değer.

Diri diri gömülmek? Sizi en iyi anlayanların suskunluğuna gömülmek ilk başlarda büyük bir felâket. Ne büyük acı. Başkalarına söyleyecek sözünüzün olmasına gösterilen düşmanlık. Arka bahçeye kapatımış bir çınar olarak bırakılmak, gölgeye ihtiyacı olmayan bir arka bahçede, tavukların, rutubetin ve duvarların serinliğinde mahsur kalmak.

Kurutmayan, çürütmeyen ayakta tutar. Arka bahçede sessiz izlemeyi öğrendik. Tavuklara yuva olduk, yumurtalarını, kavga kıyametlerini izledik. Çocuklarımızdan oldular, evin halkından. Gölgeyi gölgeleyen gölgemizde çalımlandı horozlar.

Ufka bakıyorum ve şunu düşünüyorum: Ne kadar az kaldık. Aydın yok. Rüya bitti. Kaçan kuruluyor. Üniversiteler talanda. Basın mütarekeyi aratıyor. Halka dost olan halkın olan her şeye düşman. Halkını ihaleye çıkarmış olansa halkın sözcüsü bazan.

Ramazanda sarhoşları korurdum, çay veren kahvelerin bahçesine otururdum, isteyen istediği gibi yaşasın diye. Ramazan gecelerinde ayaklarıma kusan çocuklarımıza baktığımda canım yanıyor. Sitelerinde inceliklerimize küfredenlere. Davulcuları kurşunlayanlara.

Dergilerimiz bir kendimiz olmayışın, tartışmayışın ukalalığında. Özel sayı dergileri. "Tartışmaya, aydına kapalıyız!". Doğumuz esir, doğunun avukatlığını eski bir sömürge mümessiline vermişiz.

Bayram sabahlarımız yok, taşra dışında, ki o da bitirilecek bir rüya. Şehirlere kovalanacak.

Marksistlerimiz evrenselliği herkes içinlikle yuğururdu, dar ve sığ bir projenin bekçiliğine soyundular artık, o coşkulu dayanışmayı kuma gömüp.

Ülke sevgisiyle de bu ülkenin temelleri baltalandı. Farklılığın harcı kazındı. Birliğimizin varlıksal temeli, kavranmışlığı, temellenmişliği soğuk savaşa kurban edildi. Başkalarının sanal savaşlarına. Bir proje olarak ülkemiz, soğuk savaş kıtasına yerleştirildi.

Din nakle, dayatmaya, huzursuzluğa dönüştü.

İnsanlığın ya da kendimizin güvenliğini sağlayamaz olduk. Başkalarının bekçisiyiz. Sıçrama tahtasızyız. Kemik bekleyeniyiz. Kuyruk sallayanıyız. Azar işiteniyiz. Mazlum halkların yanında olamayacak, onları savunamayacak kadar sevimsiz, bencil ve içe kapalıyız. Korkağız! İpe çekilirken taburelerini tekmeleyen, celladı katil edemeyen arkadaşlarımıza layık olamadık.

Öylesine aşağılık bir durumdayız ki, bağımsız aydnımız, şu ya da bu ülkenin itip kakmalarına teslim ediliyor. Yabancı üniversiteye kapılanamayana bizde de yer yok. Zorla gönderiyoruz gençlerimizi, iteleyerek. Kuşa benzetilmeyeni, biz de benzetemezsek, dokuz köyden kovuyoruz. Aydınımıza sahip çıkamıyoruz! Varlığına tanık olamıyoruz!

Komşularımıza düşmanlık, insanlığa kin beslemek değil, bütün ufuklara açılan bir ufku sunabilmek olmalıydı işimiz.

"Kaç kurtul"cularımız başkalarına benzeme derdinde. Oysa, bütün ufuklara açılan ufuk bu ülkenin bin yıllık gündemiydi. Ne korkunç bir aşağılık duygusu, ne korkunç bir kendini anlayamazlık, ne zalim bir kendini redcilik! Müstemleke aydını budur! Gungadinlik budur! Yalaklık, salaklık budur!

Başkalarının lokalliğini, dar ufkunu, sınırlı bakışlarını medeniyet sanıyoruz, kendi geniş hülyamızı onlar için bir kenara atıveriyoruz, evrensel dayanışma, kardeşlik ezberi adına.

Bıraktığımız kardeşliğin, açıklığın, hakikatliliğin kültürü. Yamandığımızsa bize atfedilen bir iftiranın, fetih ve talancılığın, acımasızlığın, kendini başkasını yerine koyamayışlığın, sığlığın, ihtimamsızlığın, açlığın, bugüncülüğün, yarınsızlığın kültürü.

Ganj kıyılarında dolaşsak ne yazar, Mesneviyi kapatarak, düzelteni, itirazı, eleştirel duruşumuzu çiğneyerek. Sömürgeciliğin, önyargısız öğrencileri olarak?

"Güzel bir şeyin bize uğrayacağından nasıl emin olabiliriz? O bize de uğrar mı nasıl bileceğiz?Neden bekleyelim?" yazmış bana on yıl önce soru soran bir genç insan. "Beklememek daha mı acısızdı?" diye sormak isterdim. Ona "yarın varmış gibi yaşayın" demiştim, şakayla.

Ben yarın yokmuş gibi yaşadım belki de hep. Ordan oraya savrularak. Benim sarıldığım, ya da bana sarılıp da gelen "dün" idi. Dünün sorumluluğu. Dünün taşyıcılığı. Dünün eleştirisi. Yarınım elimden alınmıştı.

Bugün, "dün"ümün olmasıyla "gün"e, olana, statükoya esir olmadığımı görüyorum.

Bir "yarın" var. Dünya da soğuyabilir. Olacak olmayabilir. Olacağı zaten kim bilebilir?

Bir bakışı, hayatı, tavrı ayakta tutuşumuz eserimiz olacakmış, bilmiyordum, dünyayı aydınlatacak, insanlığı uyandıracak fikirler peşindeyken.

Belki bir eserimiz bile olmayacak. Ama bizim bakışlarımızla bakanlar da olacak yarın.

Talanın, yalanın, dolanın değil, aşkın, saygının, alınterinin, kardeşliğin dünyası serpilecek dünya değiştirmelere, kendinden kaçmalara, kendini terketmelere, mutluluğu sorumsuzlaştırmalara, tad ve zevki cinselleştirmelere, estetiği dahiliğin alanına çekmelere karşı koymamızla.

Artık Kunta Kintenin ya da Kazaz Hanımefendinin aşkına gözyaşı dökmüyorum. Zincirinlerde gözüm. Ve kendi zincirlerimde.

Gizli gündemi olanları, kültürümüze savaş açanları, kibar, gülümseyen ve yanımıza büyüklerimizin sözlerini esir alarak sokulan, dinlemeyen, anlamayan kapkaççıları soframa oturtmuyorum. Ama onlara günlük hayatın El Guraybını da layık görmüyorum. Onlarla kaynaştırabileceğimiz bir ufuk, paylaşacağımız bir eleştirel diskur yok. Kapacaklarını kaparlar ve dostluk kapısını yakarak cehennemlerini yakıcı tutarlar.

Dostluğun kendimi terketmemle mümkün kılınacağını düşünmüyorum. Ben zaten bütün geleneklere açığım. Ona diyorum ki, değişecek olan sensin, dünyanın bir bahçe olması, benim kendimden vazgeçmemle olmayacak. Kendi adımlarınızı atın! Değişin! Buyrun, bize masal anlatmayın! Sunduğunuz doğu, sunduğunuz batı ilkel, sürüngen, temelsiz.

Bütün memleketi yurdışına göndersek, alemi bize davet etsek, başka geleneklerin terbiyesiyle yetişsek, yetiştirsek de, kendimiz olmaktan kaçış kurtuluş yok.

Biz biz olmak, sorunluluğumuzu üstlenmek, kardeşliği bir manken hanımefendinin kurduğu köprü olarak düşünmemek, haklılık ve haksızlıklarımızı görerek, kendimizi de bir hukukla sınayarak, başkalarına haksızlık yapmamanın hukukunu farkederek, ama başkalarına tabi olarak kurtulmayacağımızı da bilerek yaşamak durumundayız.

Gündelik hayat birey ömründe bir kaç talan kaldırır. İnsanlığa miras bir kültürü, bir açıklığın kardeşliğin kültürünü ayaklar altına atmak, talan etmekse bizi geleneksiz bırakır. Gelenek, binlerce yılın bize önerileridir de. Geleneği taşımak, aktarmak, gelenekçilik, kültürel muhafazakarlık, gericilik vesaire işi değildir, hayat tazlarının mühendislik işi olmadığını bilmek görmektir. Özel hayatın bir kültür olduğunu bilmektir!

Bir eser bırakmayacağım belki. Ama bu kültüre ait olarak, bu insanların arasında, bu kültürden başkalarına bir kötülük gelmesine mani olarak, onu sahiplenerek, onu kucaklayarak, onu eleştirerek yaşayacağım.

Medeniyetimiz, özendiğimiz medeniyetlerden çok daha köklü, çok daha geçişli. Bize sömürge valisi gibi bakan, bizi kendisine uydurmaya çalışan, insanlığı bir yalana davet ediyordur.

Bize gereken eleştiridir. Bize gereken özentisizliktir. Günü kurtarmaktan yorulup, başkalarını, devamımızı, sorumluluklarımızı, yarına yüklediklerimizi de görebilmektir.

Can evimizi talana açtığımızda, insanlığımızı talan ettirelim. İnsanlığa gücümüz kalmadığında, varlığımızı talan ettiririz.

Evet, ağır bir biçimde karşı çıkmıştım, bir tartışmada, ama biraz hataliyim da belki, öyleyse, kendimi düzeltiyorum: Dostun kimse, sen de o'sun! Onlardansın!

Mesafe, bir kurtuluştur bazan! Kardeşliği de kurtaran!

Kardeşlik kurulmadan, ufuklar kaynaşmadan ne dosluk olur, ne de insaniyete bir bırakılan!

Şimdi direnme vaktidir. Kendimiz olma vaktidir. Kendimizi hatırlamak, eleştirmek, ufka açılmak vaktidir.

Şimdi teslimiyetçiliği, bireyciliği, kaç kurtulculuğu bırakma zamanıdır! Geleceğe bir hayat tarzı, bir kültür, düşünce, gelenek, incelik bırakmak zorundayız.

Kaç kişi kaldık ey insan! Kaç kişi kaldık!

Öğrencimiz, takipçimiz, devamımız, öncemiz, sonramız varsın olmasın:

Direnen halk, direnen insan, hakikatli insan yenilmez!

Şimdi direnme, teslim olmama, yağmacılara ve yalaklara karşı bir hayat tarzı sunma zamanıdır!

24 Ekim 2007

Çöl

Ah min'el aşk ve min'el guaraib:
Başımıza aşktan ve gariplikten geldi ne geldiyse
(Kendi "çevirim")



-Enis Diker'e-


Çöl açıkta kalıştır. Açıkta duruştur. Dünyayı yol ediştir.

Çöl savunmasız kalıştır, ter döken, yürüyen, emekleyen sığınıştır.

Çöl gece ve gündüzü yaşayıştır. Açıkta yaşayıştır.

Çöl vahadır. Vahada kalmayıştır.

Çöl bastığın yerle dostluktur, bastığın yerce yakılmaktır, kendi haline bırakılmaktır, kendi haline itilmektir.

Çöl verimsizliğe, kuraklığa, kavuruculuğa en yumuşak halinle çıkışın alanıdır.

Çöl leylayla karşılaştıktan sonrasıdır. Kurumaya, kurutulmaya, solmaya nefes veriştir, can veriştir, dikeni ayakta tutuştur.

Çöl yanılsama, serap, yol şaşırtan alemde yolunu kaybetmekten korkmayanın çıkışıdır. Nereye gitse, gideceği yere varır. Nereye varsa bir kaybolmuştur.

Çöl aşktan kavrulmuşluğun bahçesidir.

Çöl, leylanın varım dedikten sonra kaybolması, kaybedilmesi, ulaşılamaz olması, derdini, mecnunu unutmasıdır.

Çöl Leylanın gözyaşlarını akıtmadığı yerdir. Leyla bir orada yoktur. Her yerde Leyla görünürken. Her yol Leyladan gelir, Leylaya giderken.

Çöl Leylanın da Mecnunun da, dünyanın da kaybolduğu yerdir.

Çöl sırtlanların bile dizlerini titreten yerdir.

Çöl yere sererek, terleterek, kavurarak ayakta tutar.

Çöle sığınamazsın, kavuşamazsın, kaçamazsın. Dolaşırsın, ayakların birbirine dolaşır. Bulunamayacağı, kendini bulursun, kendinlikten koparken.

Çöl yalnızlığın unutulduğu bir yalnızlığa açılır. Susmakla konuşmak manalarını yitirir.

Çölde selamlaşma yoktur. Temkin yoksa da her daim, kenardan geçme, yoluna gitme vardır.

Çölde yol sorma, sohbet, yol kaybetmeyi göze alabildiğince olur.

Çölün çocuklarıdır ceylanlar, tilkiler, aslanlar, ve türlü alıcı kuşlar, fareler, karınca ve böcekler. Çölün dalgın çocukları. Çölü de aşk kavurmuştur. Savrulur ve soframıza gelir.

Çölün çölü de yaralı insandır. İncinmiş bir aşık, çölü de unufak eder.

Çölden çıkış yoktur. Aşktan çıkış yoktur. Kaybolmamış olan ne anlar?

Çöl mecnunun evi sığınağıdır, yolu Leyladan kaçışsa. Aşığın kadehini yere çarpmış bir Leyla, Mecnunun yolunu kesmiş bir Leyla, Mecnuna ilenen bir Leyla, Mecnunu asla dinlememiş, bildiğini okumuş bir Leyla bir başlangıç bile değildir. Leyla, o halde Mecnunun tecahülü arifanesindedir. Yolundan da özür diler bir kendisine seraba.

Çöle yüzünü çeviren Leyla, alıkoymayandır, gönül koymayandır, Aşığı dinlemiş olandır, derdini anlatmış olandır. Buna söz bile gerekmez. Aşık Maşukun yolunu kesmez. Maşuk da aşığın. Leyla Mecnununu yola düşürebilir. Mecnun Leylasını yolda bile düşüremez. Leylanın çırpınmalarına karşılık Mecnuna nazı geçer. Aşığın kime nazı geçer. Aşığı kim dinler?

Çöl aşığın oluş evidir. Açıkta, açıklıkta, tecrübesini buluşta olur ve ölür. Güneşten tüm zamanlar için korunamayacağını bilerek. Zamanı bilerek. Zamanını bilerek.

Çöl zamanın çocuğuna bir beşiktir. Anlama çölde mayalanır. Anlamanın ve aşkın sahibi olunmayacağı çölde uyanır.



Niyaz-ı Aşk Ederiz, Efendim.






(bitmedi, düzeltilmedi)
Hat: E. Dikerin Sitesinden alındı

23 Ekim 2007

Fuzulîyi Gücendirmeden


Aşığın dünyası yok. Maşuğun bir sığınağı yok. Aşk neyleye?

Aşk için yola çıkacağına, kadehi atsaydın ya elinden. Dünyayı aşık etseydin. Dünyayı aşkla tanıştırsaydın.

Sırtını döndüğünde dalgalar alacak kumdan kaleyi, Ey Çocuk! Sadece kale kurmayı ve kaybetmeyi öğrenmektesin.

Senin gayretin, sevgilinin gayreti neye yeter? Dalgalar ve rüzgar, sahilde safaya çıkan çıplak ayaklar üzerinize titremedikten sonra.

Bekleyen bekler de, nerde beklemenin dünyası? Ki seni yola çıkarana mı dönmektesin? Dönüşün sebebine!

Sevgiliyi üzseydin, aşkın üzerine titreyen sen olsaydın, Ey Mecnun!

Duvara çarpsaydın tennurene dökülen şarabı. Dünyayı harap etseydin.

Tabip sendin, aşık sen oldun. Aşk derdiyle yanana kim sunar su?

Medet et ey tabip, yara sar, göz kulak ol, şişeyi gülün dibine dök, azar işit sevgiliden!

Nedir yoksa, bunu çaresi?

Eller arif değilken.

22 Ekim 2007

Son Savaş Tartışmalarına Karışmak Gibi Olmasın Ama

Önce Kaybettiklerimiz için: İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Bir savaş davetiydi o saldırı. Ve davet kabul edildi.

Davet kimden geliyor, bilmeyelim.

Davet kabul edildikten sonrasına bakalım.

Sık sorulan sorular için bir kolay klavuz sunalım.

Türk Ordusu Irağa girerse ne olur?

Dar bir bölgeye girer. Lokal bir alanda kalır. Zorlamaz ve fazla zorlanmaz. Hem püskürtülmeyi kabullenmeyeceğinden karşı koyanların kayıpları artar, hem de savaşın nedenleri ve gerekçeleri daha fazlasını gerektirmez.

Savaştan kim kârlı çıkar?
Savaşı kim finanse edecekse o savaşın patronudur. Eğer sınırlı sorumlu, kontrollü bir savaşsa, finansmanı yerliyse, bütçeyi delmiyorsa, bütçeye yamalık gerektirmiyorsa olaya lokal bir savaş olarak bakabiliriz. Yerel hesaplarla, bütçeyle ve insiyatifle yapılmış gözüyle bakabiliriz.

Savaşı önümüze koyan müttefiklerimiz mi?
Savaşla borsa çökmezse, evet! Ancak lokal, sınırlı bir savaş bunu gerektirmez. Bir genel yayın yönetmeni hararetle savaşı destekliyorsa, bu müttefiklerimizin rolünü de teyid edebilir birileri açısından. Ben, onun desteklediği savaşın meşru gerekçelerinin kalmayacağını, savaş karşıtı eylem yaptığını düşünüyorum:)

Peki Ordu kuzey Irak'a girdi ve bir süreliğine de olsa yerleşti. Bu küçük bir hamle midir?
Hayır! Küçük bir olay değildir. Bu olay bazı beklenti ve yönlendirmelerle de değerlendirildiğinde bundan sonra bölgede ne olabileceğini de az çok aydınlatmaktadır.

Bizi Irakta isteyenler kimlerdir?
Denge sağlayacağımızı düşünen, korunma isteyen bir azınlık henüz temkinlidir. Bizi Irakta isteyen iki kutup vardır. Birincisi, İrana olası bir saldırıda Türkiyeye Kuzey Irakta pozisyon aldırmak isteyen kesimler. Bu kesim iranın bir karşı hamlesini sınırlandırmayı ummaktadırlar. Irak koalisyonunda yer alan ve Irağa girmemize en çok karşı çıkan kesimlerde dahi bir kanal açma düşüncesi belirmiş olmalıdır. Kavga gürültüye bakmayalım. Buna dikkat edelim. İkincisi İrana bir müdahaleyi daraltmak, sınırlandırmak gerektiğini düşünenler. Bunlarde müttefiklere karşı bazı kuşku ve kaygılar var demektir. Pozisyon almaları, düşük olasılıklılıkta alternatif düşünmeleri, hedef serinletmeleri gerekmektedir.

Geri çıkma durumu var mıdır?
Evet, ama alakamız sıklaşacaktır.

Kim gerilecektir?
Bence ıraklı kürtlerden çok, oluşturduğu güvenlik kuşağını deldiğimizi düşünenler olursa ipi gereceklerdir. Gerilen ip savaşın olmadığı dünyada hissettirilecektir.

Bağımsız karar alabilecek durumda mıyız? Ne yaptığımızı biliyor muyuz?
Hayır! Ancak, bağımsız kararlar almak isteyen, kendi politikaları için alan açmaya çalışan kesimlerimiz vardır. Bunun dışında kalanlar ciddi sözleşmeler, anlaşmalar, verilmiş sözler, alınmış sözlerle hareket etmektedirler. Anlaşmaya saygı olumludur, ama anlaşma meşru, hukuksal anlamda geçerli, topluma toplama patron tayin etmeyen bir özellik göstermekteyse. Mevcut anlaşmalarımızın çoğu sakandal yaratacak zaaflarla, eğilme ve bükülmelerle yapılmıştır. Çoğunu reddediyoruz! Halktan onay alınmamıştır! Vicdana sunulmamıştır! En radikal gerekçeleri kullananların yanlışlarının daha büyük olduğunu düşünebiliriz! Aklı başında olan sakin davranır.

Savaşa bulaşmamalı mıyız?
Günaydın savaş aleyhtarı arkadaşlar. Biraz akşamdan kalmasınız. Savaşın içindeyiz. Girmemiz de çıkmamız da ayrıntı. Ama basit ayrıntılar değiller. Savaşın altyapısına, kurumlaşmasına ve yerleşmesine katkıda bulunan kesim, kurum ve duruşlarımız var. Savaşa karşı çıkan kesimlerimizde ise bir uzak duruş hülyası var. burnumuza kadar battık.

Savaşa daha fazla batmamız anlamsız mı?
Anlamsız olur mu? Biz de batarız. Ancak bu savaş bir yoklama, pozisyon alma, dirsekleşme olarak radikal sonuçlar vermeyebilir. Askeri vurgularla yapılmış bir el açma, pozisyon konuşma çabası olarak da görülebilir. Ben savaşa girdiğimizde paniklemeyeceğim. İnsiyatifimiz var mı onu izleyeceğim. Panikleyeceğime dünyamızdaki dengeleri okumaya çalışacağım. Tabii ki biraz geride kalarak. Yani geç anlayarak. Kısa sürede bir denge kurulacaktır, nasılını sezmeye çalışacağım.

Savaş Kürtlere mi karşıdır?
Hayır! Dengelere kafasını yoran ve kuşkuyla bakan kürtler mevcutken başka ülkelerin sorunlarına endeksli bir kürt politikasını sindirebileceklerini nasıl ezbere konuşabiliyoruz? Bizi orada görmek isteyen kürtler de vardır. Bu bir aşkdan da kaynaklanmak zorunda değildir. Kolay dengeler zorlanmaktadır. İrana yönelik operasyon üzerine kafa yorulduğunu sezebiliyoruz, ama biden beklediklerinin ne olduğunu tamamen çıkaramıyoruz. Zaten müttefiklerimiz bölgeden çekilirse, dengeyi kurtarmak türkiyeye de düşebilir. son savaş ya da operasyon ihtimali bu kadar uzun boylu bir adımın zorlanması olarak değerlendirmemize gerek yoktur. Daha çok sınama ve sınanmalar yaşayacağız.

Kim kazanır?
Savaş kazanır. Ama barış kaybetmez. Ölenler, acı çekenler olmasa ortada bir diplomasi ve siyaset alışverisi var. Siyasi bir kapışma var. Sorun Kürtleri de Türkleri de aşan bir boyuttadır.

Türkiye savaşta ne kazanır?
Savaştan değil, oyunun içinde olmayı düşünerek özgüvenini biraz kazanabilir belki. Ancak şartlarını belirlemediğimiz, bundan sonraki hamlelerimizi yönlendiremeyeceğimiz bir dünyaya açılıyoruz. Dünya bilgisi kazanabiliriz sanıyorum, biraz. Anlama da özgüven işidir.

Kim dost, kim düşman, kim kim?
Savaşı eleştirenler başka bir savaşın hazırlıkçısı, barışı savunanlar savaş rantıyesi olabiliyorlar. Savaşanlar savaş karşıtlığının sözcüsü olarak görebiliyoruz. Ben savaşmış, savaşı bilen, risk alabilen, kendi toplumunu karşısına alma cesareti gösterebilen insanları daha ciddiye alıyorum. Kendiyle barışık çiçek çocukluğu değil, dünyayı ayakları üzerine bastırma işi. Hiç bir haksızlığa karşı çıkamamış radikal retorik, kurtulmuş tavır ürkütücü. İnsana saygısı olmayanlar, insanın kurdu olanlar çevreci, hayvan dostu; zulme uyuklamışlar barışsever, hayatında çalışmamışlar sosyalist; kaç kurtulcular milli takılabiliyor. insan bütündür. insaniyet bütündür. komşusunun elindekinde gözü olanın barışseverliği de tiksindirici, ürkütücü. Gizli gündem bilmeyenlerin işidir dayanışma!

Ne olacak memleketin hali?
Yıkılmayacağız! ayakta kalacağız! Daha fazla insan olacağız! Daha fazla direneceğiz! daha fazla kendimiz olacağız! Başkalarının rüyalarına düşman olmayacağız! Rüyalarımız başkalarının rüyalarını karartmayacak! İnsani bir duruş yakalayacağız! insanlık ihraç edeceğiz! Olduğuzuz gibi görüneceğiz, göründüğümüz gibi olacağız! Elimizdeki emaneti yere düşürmeyeceğiz! İnsan olmak, insan kalmak için direneceğiz! Memleketimizin hali, hal-i perişanımızdan çok daha düzgün.

21 Ekim 2007

Sol Düşünce Aydınlanmadan Bir Kopuş Olarak da Okunabilir

Solun entellektüel kökenlerini, özellikle de seksenli yıllardan itibaren, aydınlanmaya, olduğundan da fazla aydınlanmışlığına bağladık. Daha önceleri söz konusu olabilen bir gerilimi daha yayvan bir aydınlanmış ufuğa göndermelerde bulunarak ortadan kaldırdık.

Eşitlik, adalet, dayanışma, hürriyet, kardeşlik fikri gelmiş geçmiş insanca yaşama taleplerinde, arayışlarında, aydınlanma hareketini aydınlatacak bir buluşma ortaya çıkmadan da söz konusu. Aydınlanma hareketi bir fikirden ideolojiye geçiş, her kapalılığı açıklığa, açığa alış da değil.

Solun aydınlanma sonralığı, temellerinin aydınlanmayla atılmışlığından çok, gündeminin, farklılığının, vurgusunun aydınlanmayla alenileşmesi ile de ilgili, solu vareden iktisadi, sosyal, siyasal konjunktrü biraz ihmal edebilirsek.

Kısa konuşalım. Sola aydınlanmanın bir yüzüydü diyelim, bir başlangıç iddiası olarak. Kaynak deşelemeden, kimseleri zahmete sokmadan.

Sol eşitlik, adalet, hukuk, hürriyet arayışını özellikle sosyalist ifadelerinde demistifikasyona tabi tutuyor, aydınlatan sınıfı, aydınlanmanın bilincinin yerleştiği merkezleşmeyi lağv ediyor.

Sol iktidarı iktidar dışına, düşünceyi ezberin dışına, yönetici halkayı ilk halkayı dağıtma pahasına kitlelere açıyor. Bu insani bir ihtilaldir. İnsanı hapishanesinden çıkaran bir ihtilaldir. Sol düşünceyi bazan kalıplasa da, düşünmenin tekellerini, hiyerarşisini, hendeklerini aşan bir hareketi tetikliyor.

Sol, aydınlanmanın bir türevi değildir artık, en yakın anlamıyla ondan bir kopuştur. Aydınlanmışlığı şiarlarından gelse de, bilinci ezberden kurtarma çabaları, dinle düşünce arasındaki bağımsızlaştırma ve bu bağımsızlığı temellendirme çabası aydınlanmayı aşan bir evrensellik iddiasının da temellendirilmesi.

Sol, dindışının mistifikasyonunu ortadan kaldırarak dini de özgürleştiriyor. Bu nasıl anlaşılacak? Pek anlaşılmayacak gibi görünüyor.

Sol, tüm insanlık için geçerli, ideolojik olmayan, temellendirilmesinde ciddi bir evrensellik iddiası olan bir çıkışlar kompleksi. Bugün sol duruş yeniden mistifize ediliyor. Bu mistifikasyon bir dinle buluşma olarak algılanmamalıdır, tersine solun halkla alışverişinin kopmasına koşuttur.

Bugün, merkezi atama sistemleriylei klanlaşmalarıyla, kirli ve yıpranmış isimleriyle, hukuksuz ve iç demokrasisiz tavırlarıyla, halka ve iddiası olana kapalı duruşuyla sol solun çıkışını yadsıyan bir haldedir. Sol artık sol değildir! Solun yaptığı ön açma, insanlara açık durma, katkıda katılımda bulunabilme daveti bugün bir ezbere, kapalılığa, önkapatıcılığa, düşüncesizliğe sömürge edilmiştir.

İç güveysi basın, içgüveyisi sol, iç güveyisi aydın bize ne aydınlanmayı açıklatabilir, ne de sol üzerine düşünmemizi sağlayabilir.

Sol bir kopuştu. evrenselliğe, insanların kardeşliğine açılmış bir kalkışmaydı. Bastırıldı. Şimdi de bazan bastırmakta.

20 Ekim 2007

Duygusuz Olmak

İnsan severek, duyarak hissederek mi karar verecek, ölçecek biçecek mi?

Gönül isterdi ki karar veren insanın kalbi pırpır edip uçsun, kanatlansın.

Verilmiş kararlardan sonra omuzlara bir ağırlık çökmesin.

İnsan, sevdikleriyle sevmedikleriyle, gördükleriyle, göremeyecekleriyle bir arada yaşıyor.

Bir arada yaşama, aynı anda aynı dünyada olmayanlarla da birlikte yaşayacak olma hali.

Çernobildeki itfaiyeci, İzmitte enkazdan insan kurtarırken sıkışan kurtarıcı da belki verilmiş sözlerle, verilecek sözlerle sabah evlerinden çıktılar.

"Dur gitme!" diyen kıymetlisine ne diyebilirdi ki Çanakkaleye doğru yola çıkan asker. Ne savaşı o ilân etmişti, ne de savaşa karşı bir aşkı vardı. Gitti, dönmedi. Bir asker ancak böyle olurdu diye okuyoruz arkasından.

Hisarlı Ahmet "Yağmur Yağar"da bir başka hakikati de vurguluyor. Onu uğurlayanın yana yana kül oluşunu.

İşgale uğrayan bir ülkenin meçhul askerinin yavuklusu bir işgal askeriyle evleneceğine onun en samimi arkadaşıyla, ya da memleketindeki en nefret ettiği adamla evlenseydi, trajedi daha az mı trajik olurdu?

Soyumuzu, soyluca karşıkoyuş, yiğitlik sürdürmüyor, ne yazık! İnsanlar doğuyor, büyüyor, kapışa kapışa yaşıyor ve ölüyor. Yiğitçe direniyoruz. Kenardan geçiyoruz. Yine de kimsenin hakkını veremiyoruz. İdam sehpaları da bizim için kuruluyor, yayınevleri bizleri yoksaymak için çalışıyor adeta, basın bizleri bastıran bir içgüveyisi.

Ne olacaksa olsun Çanakkaleme giderdim. Ama ben de, ben de yanar yanar kül olurdum.

Aldığım kararlar duygusuz kararlar bazan. Rüyalarımı söndürecek kararlar bazan evet. Duyguyla aldığım kararların da bir sürmeliye ya da insaniyete lakayt, kayıtsız, aldırmasız, acımasız olması gibi.

Bu memleketin aydını vardır diyorum, olmalıdır diyorum, kimsenin kıçını yalamadan yaşayabiliriz diyorum. Tüm insanlığa açılan bir kültürümüz var, ayakta tutmalıyız, kaç kurtulculuğa karşı direnmeliyiz diyorum.

Üniversite, basın, okul, sokak, aile, komşuluk boşaltıldı diyorum. İnternet Global Kerhane oldu diyorum.

Anoreksi diyorum. Cinsellik haz aracı haline geldi diyorum. Siyaset dinamiklerinden çıkarıldı. Gençler, aydın sömürge valisi bekleyişinde. Aydın'ı yetiştiren ekmek bulamazlarsa pasta yesinler demekte.

Borca sadakat diyorum, kimsenin hatırına işimizi yarım yamalak yapamayız diyorum, alın terimizle çalışmalıyız diyorum. Dayanışma, hak, hukuk, adalet, ahlâk diyorum. Diyorum da diyorum. Etrafımıza, tanımadıklarımıza, tüm insanlığa, ağaçlara, taşlara, kuşlara karşı verilmiş sözümüz var diyorum.

Ve verdiğim her kararla bir yere, birisine göre zalim, duygusuz, ruhsuz olan ben oluyorum. Bu doğru mutlaka. Tüm kainata yetecek bireysel kararlar alamıyorum. Sadece kendi hayatımla, kendi karınca hayatımla yoldayım.

İnsanlık için karar almak, toplumsal kararlar almak daha kolay gibi, insan bireylerinin hayatlarına olacak etkisi kararın kendisinden bağımsızmış gibi geliyor insanlara.

Savaş kararı çocukların hangi şehirde okutulacağından daha kolay bir karar bazılarına.

Savaş kararını haberdar olmadan kolaylayan, iki gün geç gelmeye karar vermiş nişanlısı yüzünden yataklara düşmüş genç kızın gözyaşlarına nasıl kayıtsız olalım? Ama dünyaya nasıl o acıdan bakalım? Peki bakalım da, oradan nasıl kararlar alalım? Alalım da, şu an'a nasıl karşı duralım?

Evet, ben aldığım kararın önünde giderim. Buna aferin diyen ne bir ana, baba, ne de eş dost, ya da sürmeli bir kızcağız bulunur.

Eğer bir karar alıyorsan, başkalarını ağlaştıracağına, kendi evinde başlat feryadı.

Duygusuz sen ol. Unutkan sen ol. İhmalkar sen ol.

Sokakta düşeni kucağında hastaneye götürürken, seni son kez bekleyen sevgilini bir daha göremeyeceğini düşünemezsin. İmtihanı kaçırdığın için hayat boyu tezgahtarlık yapacağını. Taksi şöförlüğü yapacağını, bu dersi bir kürsüden vereceğine.

Evet ders verme, dersini al, yoluna git!

Taş ol bazan. İnsan ol.

İhmal ettiklerine ağla! Acı çek! Ama dünyayı süklüm püklüm terketme.

Yapabileceklerini yaptın. Ve o yüzden yapabileceğin onca güzel şeyi yapamadın Ey İnsan. Tersini söyleyenle oturup kalkma.

En güzel yanının hesabını ver, onun için de özür dile.

Karnını doyururken bile keç kez başkasının lokmasını tıkındığını unutma!

Yapılabilecek herşeyi yapmak insana mahsus değildir.

Bazan boynunu eğ, düşün.

Hayır, şimdi direnme vakti!

Peki, "aynı anda" direnme vakti!

19 Ekim 2007

İçi Dışı Bir İnsan Olsa


Binlerce insanın içinden çekip çıkarabilirsiniz onu.

Farklıdır. Gözlerindeki ışıltısı, yüz hatlarınızı, aradığınızı takip edişi. Bir gölge gibi geçerken sizin için ne yapabileceğini bilişi.

Aradığınızı sizden önce bulup sunmuştur. Yönlendirmez. Zorlamaz. Tersine sizin için kendisini değiştirmeye zorlar, yani dinler.

Gözleri ışıldayarak dinler.

Kendi fedakârlığını sizden beklemez. Açlığını bölüşmez. Kendi sorusunu soramaz. Kendi acısını takip edemez.

Evet, acısızdır. Dünyaya, insana kaynaşmıştır. Başkasının sorularını da kendisinin bilir.

Bir insan bazan binlerce insanın arasından çekip çıkarılabilir. Bir insan bazan sizi insandan umut kestiğiniz anda gülümsetebilir. Bir insan size karşısında eğilmeniz gerektiği hissini verebilir.

Bilmek, bir tecrübeyi konuşmak, geleneği konuşturmak, eleştirebilmek kolay değil. Emekle, alınteriyle, çileyle kazanılanı önemsememek mümkün değil. Ta ki karşınıza, hiç bir emeğin, hiç bir çilenin, hiç bir yeteneğin sunamayacağı bir tavrı, içtenliği, özgüveni, yumuşaklığı ve ölçülülüğü taşıyan insanlar çıksın.

Olduğu gibi olan, içi dışı bir olan bu insan, insanlar, insanlığın en önemli hazinesinin bizlerde emanet olduğunu hatırlatıyor. Dostça bakan, yılışmayan, çıkar beklemeyen, incinebilecek ama cesaretle insan kalacak olana kalmış bir miras.

Bu insan, böyle insan nasıl yetiştirilir? Hâlâ anlayabilmiş değilim. Benim yolum, hanyadan, konyadan geçmek. Yanılsamasız olmak. Dersten kaçmamak.

Bu insanlarsa, üzerlerinden dünyanın acısı geçmeden insan olabiliyor, insan kalabiliyorlar.

Evet, bizler de gerekiyoruz, insanların hakkını verebilecek, savunulamayanı, savunulmayanı, çok bilmişlerin talanı altındaki dayanışmayı doğru yere yöneltebilmek için.

Bir insan gördüm, dünyam değişti diyebileceklerdenim, ama binlerce kitap, yılların çilesi, çabası, didinmesi bana lazım olanı bir kerede ve tüm zamanlar için vermedi.

İnsanlığı sokakta öğrenmeden kapabilen, hatta o geleneği arayana, emekleyene dahi sunabilen de; bilerek, sorarak, yanlış düzelterek yaşayan da hiç bir kazanımın insana bütün bir ömür yetmeyeceğinin yumuşaklığı içindeler bazan.

"Ona bunu, binlerce insanın içinden çıkarılabildiğini, farkedildiğini söyleyecek, ve varolduğu için teşekkür edecek birisi çıksa da, bizleri de insan etse. Farkında etse. Hakkanî kılsa." demekteyim ama, utandırılacak o birisi sadece.

Sus! Ne kendini utandır, ne de sınanmamışı: Harap ol da şarap ol a insan!

17 Ekim 2007

Haberler Haberler: İnsanlık Sözlüğü


Burada yazdığım bazı yazılar Mayıs 2008'e kadar tamamlayıp düzeltmelerini bitireceğim bir kitabın, İnsanî Sözlük'ün parçaları. İnsanlık Sözlüğümüz ya da İnsanî Sözlük aşk, doğum, ölüm, dostluk, dayanışma, sohbet, muhabbet, kavga, huzur, cadılık, cadalozluk, erkek cadalozluk, dedikodu, boşanma, sevgi, cinsellik, okul, sadakat, eğitim, terbiye, küfür, sağlık, hastalık, mutluluk vb kavramları kapsayacak. Kitap sonbahar 2008de yayınlanacak.

Bir başka haberim, mart 2008de dinlenme süresi biten şiirlerim "Su Kokulu Kız" ya da "Aşkın Kanunu" adıyla Mayıs 2008 civarında yayınlanacak.

"Seni Seviyorum" adlı roman, bir kaç nesillik bir aşk hikayesi. Galata, Konya, Amasya Kütüphanesi, Osmancık ve Saraybosna. Amasyada bir mücellit.... Sonbahar 2008'e kadar bitirilecek. Yaz aylarını ona ayırıyorum. Mendillerinizi hazırlayın. Okuyup da ağlamamak yok:)

Sonbahara kadar hazır olacak bir başka eser felsefi yorumbilgisi alanında. Habermas-Gadamer tartışması. Yetenekli bir öğrencimin beklentisini kıramadım. Kısa bir eser olacak.

Anlamanın Ahlakı, Aşkın Ahlakı, İntiharın etiği gibi yazılar okudunuz. Onların tümü, Anlamanın Ahlakının yazımına hazırlık notlarıdır.

Mevlanada dil ve hakikat anlayışı üzerinde okumalarımsa devam etmektedir. Bir kitapla sonuçlanacağını umuyorum.

Yazılmış, bitmiş, tamamlanmış "Denenmeler"im ise ihmal edildi. bahar 2008den önce yayınlama şansına sahip değilim. Efendim.

16 Ekim 2007

Sadakat Üzerine


Sadakat insanın kendisine gerek, kendisinde gerek, kendisi için gerek.

Sadık olmayan insanla yolarkadaşlığı değil, yol yitirilir.

Sadık olmayan insan kendini yitirir. Kendini yitirmişle yarışan, kendi yolunu da yitirir.

Eskiden "sadakat krizi" diye bir aptalca kavram kullanılırdı. Neye sadık olacağını şaşırmış insanlar. İki arada bir derede kalmışmışlık. Bir yerde; rahat, uygun, rahatlatıcı, uygun bir yerde durma ve o yerden bahane üretme.

İnsan aynı zamanda kendisine, sevgiliye, memleketine, memleketlere de, ailesine, ailelere, düşüncesine de, düşünenlere de sadık sadık olmadan olur mu?

Sadık İnsan dostuna da düşmanına da sadıktır. Onların hukukunu bilir, yanlışlarını örter, onlara ait olanı onlara saklar. Eleştirileceği eleştirir. Deşileceği deşer.

Attığı adım, bir başkasının yolunu kesmez. Aşkı fetih değildir. Aşı başkasının elinden kapılmış değildir.

Başkasının erkeğine, kadınına, kedisine köpeğine, körpe kuzusuna, rüyasına, çilesine göz koymaz. Kenardan geçer.

Kendisine ait olanı kendisine helal olduğunda, yani alma hukuku olduğunda alır.

Sadık insan, sevdiği insanı bile görmeden geçebilir. Başkası vardır. Başkasıyla daha mutlu olacağı vardır. Herşey uygundur ama barışı bozacaktır. Tereddüt görmektedir. Zarar vermekten çekinmektedir. Şartlar uygun değildir. Arkadaşının (komşusunun?) aşkıdır, vesaire.

Hakkını almak ya da vermek kadar önemli olan, düşmanının, rakibinin dahi zararını istememektir. Kârımızın başkalarının zararından geçtiğini düşünmemektir.

Kuzunu fırına atan kasabı düşman görmemek ne mümkün? Dostu ateşte gördüğünde çıldırmak, insanlararasılığı yakıp yıkışlara karşı çıkmaktan da ötede bir haktır.

Her gidenin ardından ağlamayacağımız gibi, her talancılığa da karşı savaşmıyoruz.

Terbiyemizle duruyoruz.

İnsanlığa karşı sadakat eksikliğine, ancak sadık durarak karşı gelirsiniz. İnsana, dosta, düşmana, kediye köpeğe, zalim eş'e, sevgiliye, beşikteki yavruya, eşikteki misafire.

Terkedilebileceği için evi yağmalayıp apar topar terkeyleyen adam/kadın, bir gün tekmeyi yiyeceğini sanarak yiyeceğini uzatan eli parçalayan fino, kuyruğuna basılabilirdi diye pençe salvosu atan süslü kedi... Süslü kedi kuyruğundan tutulup atılabilir. Fino, kapıdışarı edilebilir. Eşler boşanabilir. İnsanlar ülke değiştirebilir. Görüşler değişebilir.

Karşısındakinin değerini hep unutuveren kimse, hiç bir yerde edinmediği, cebine alarak gitmediği bir şeyi yeni mekanda nasıl edinecektir?

Değişmek, ayrılmak, fikir ayrılığı, uzak durmalar insani hallerdir. Sadakat, çoğu kez artık sevmediğimiz insana, bize zulmeden aidiyetimize, hapisanemizedir.

Sevdiğine herkes sadık mıdır? Lâfta öyle! Hakikatte "sevenler" birbirlerini sadakatsizlikle tehdit eder, rahatlarınca sadık kalırlar. Alternatifler canlı tutulur, bir çıkış planı hep vardır. Aldatılan, aslında aldanan ya da kendisini aldatmayandır, bir çıkış planı, b planı olmayandır, hazırlamayandır.

Ülkeler vatandaşından korkar, yeni ülkeler yeni gelenlerden çekinir. Ciğerci kediden. Tavukçu tilkiden. Bir arada durmaktan da imtina edemezler.

Sadakat, terketmemekte, şaşırmamakta, yalpalamamakta değil. İnsan bu, kaçış da ister, tüyme planı da. Sadıkların sadakati nsanlararası dayanışmada.

Kusurumuz her daim, başkasının hazinelerinin anahtarını getirene, "benim bunlara ihtiyacım yok" diyememelerimizde. Başkalarının çocuklarını çocuklarımız,işlerini işimiz, mutluluklarını mutluluğumuz göremememizde.

Dert kapımızı çalıyorlar, dinliyoruz. Dert dinleyen eli de kapabiliriz, dertlerini alıp, hayatlarına geri de bağışlayabiliriz.

Akbabalar gibi, fırsatımızı bekliyoruz. İntikam peşinde, kısa zamanda pişman olacak bir şaşkın, kümese dalmış bir kedi,fırında saman arayan bir kuzu ayaklarımıza geliyor.

"Burda ne işin var ey kuzu, anan seni beklerken" diyeceğiz. "Bu benim hakkım değil!" diyeceğiz. Başkalarının toprağı, malı canı üzerinde talepkar olmayarak, tevazumuzla insan olacağız. Yine de talip isek, yani sahipsiz bir kuzu kucağımıza atlamışsa, "uslu dur kuzu, burası kebap fırınıdır, burada dostluk olmaz!" diyeceğiz, ateşten alıp, bir emanetin bahçesine salıvereceğiz.

Hata herkes yapar. Hatadan faydalanmayacağız. "Hataya yol açan bizden değildi ki!" demeyeceğiz.

Akbabalar gibi dolaşıp hazır bekleyeceğimize, uzak duracağız. Arkasını dönüp, tavşanlara yol veren aslan olacağız.

Vereceği bir bilgisi, satacağı sevgilisi, bir acı çektireceği, ya da olası ayrılık acısından kurtulabilmek için çiviyi sökecek bir çivisökeceği arayan bir taze insan her daim olacak. Her evde. Her köşede. Her olası dünyada.

Onu anlamamazlıktan gelen, sırtını örten, avutup geri gönderen ve kabahatini örten birileri olmazsa, insanlar nasıl sadık olur. İnsanlar nasıl müşfik olur, insanlar nasıl birbirine dayanır? Nasıl katlanırlar?

Arkadaşımın işinde gözüm var. Bir sorun yaşamasını bekleyeceğim. Eşinde gözüm var, kapışmalarını bekleyeceğim. Bu nasıl bir ahlaktır? İhanet, hainin kapısını çalanda değildir. Sadece kapıyı çalan da bir sorumluluktur. Hukuk buradadır. Hukuku burada bırakalım.

Çaldığımız kapı, bir aşık-ı sadıkın kapısı olsa, geri çevirir. Utandırmaz. Utandırsa ne olacak ki?

Aşık-ı sadık sır saklar. Ayıp örter. Yatıştırır.

Sen, faydalanabileceğin insana, onun geldiği, gittiği yerlere sadıksan ortada ne kurban kalır ne kasap.

Kuzu kasapmış muamelesindeyiz. Değil! Sen eşiğine saman saçıp bekleyen cehennem sahibine bak!

Her "bu ihanet bir ihanet değildi!" diyene sorun, "bu sizden bekleniyor muydu!" diye. Cevap "bekleniyordu!" ise, işin kitabına uygun olması da yetmez. Yangınlar küllenmeli, enkazlar kaldırılmalı, insanlar sonunda birbirine ne gözle baktıklarında anlaşamadan anlaşma bitmiş sayılmamalı idi.

Sakin olmakta, yangından mal kaçırmamada ne sakınca olabilir?

Bir taraf anlayışsızsa, zalimse, sinsiyse, haksızsa, yağmacıysa anlaşma ne mümkün?

Dostu üşüdüğünde onu derisiyle bie giyindirmeye kalkanın, bir tanımlanışın bitişini yaşamaya, yeni bir hukukun başlangıcını hissetmeye zamanı olmalıdır. İşte bu hak sadece ona verilmez.

Ben eşime "ben bitirdiydim zaten aklımda ya da fikrimde, o yüzden sana ihanet etmedim!" diyebilir miyim? Birisi birisine "biraz düşünelim 5-10 gün daha" dediyse, ve itiraz edilmediyse mesela, bu süre beklenir, konuşulabiliyorsa, konuşulur, konuşma zamanı beklenir, konuşma ortamı oluşturulur. Bunu özellikle acelesi olan yapar. acelesi olmayan, küllenmeyi neden beklemesin?

İnsanların kendilerini, birbirlerini aldatması hep oldu, hep olacak. Karşısındakinin iyiliğinden başka bir şey istemeyene yaptığımız ne? Korkmadığımıza, korkutmayana, yiğit kadınlara, yiğit erkeklere, dostlara kastımız ne?

Güçlü olana, parçalayacak olana, hayatımızın geleceğini belirleyecek olana bu kabadayılığın yapılması ne mümkün de demeyelim. insanlar her daim "akıllı" davranmadılar. Davranmayacaklar da. Aşkı fesada, meşki kapı arkasına taşıdılar taşıyacaklar. Siyaset, iş hayatı, savaş, kafası karışıkların düşüncesizliklerinden ateş alır. Halkların birbirlerine karşı sorumlulukları nefreti küllendirir.

İhanetten korkuyorsan, alçak değilsen, ayıp ört. Fırsatçı olma. Pusuda bekleme. Sevdiğin bile kapıda görünse, iki yüzlülüğün, fırsatçılığın alçaklığın kapısını açma.

Hayatını başkalarının alçaklıklarıyla da yorma. Emeğin talan olmuş, yurdun dağılmış ne gam! Hayat sende. Aşk sende. Gönülden verdiğin bitmese, kapıp götürdükleri keşke bitmez olsa! Senin insanların zararına isteyebileceğin ne var?

Ve ey aldatan, yani kendisini aldatan. Sen "ben aldattım!" de. Aldattığın "hayır! aldatmadı(n)" desin. "Herşeyi bekliyordum, biliyordum, nasılını, neredesini, ne'sini, niçinini. Ama, olana kadar olmamıştı. Yeni bir şey yok. Eskiden de sadece dostumdun. Aldığın şamdanlar bir sefilliğe son verecekse, şamdan da çal, dostun evinden aldın, senin sayılır!"

Dostun evinden aldın. Bir başka dost evine git. Ağır şamdanlarla hırsıza gitme behey alık! Yolunu değiştir. Sana kapı açana saygısız olan, sana saygı mı gösterir? Bir dost böyle kolay mı silinir?Gittiğin yeri bilmiyorsan, sadece kendinden kaçıyorsun.

İnsan sadıktır. Sadakat bekler. Her sadık insansa insan-ı sadık değildir. Ne gam!

Ey yolcu! geldin, yağmaladın, gitmektesin! Yolun açık olsun. Bu kadar aceleye de, bu kadar uzun misafirliğe de gerek yoktu.

Sana hep açık duran bir kapıyı götürmektesin, eşikse burda. Al evi götür. Aşkı götür. Olgunluğu götür. Senliliği sensizliği, benliliği bensizliği götür. Azığın hep hazır bekledi. Gerçekten gideceğinde git ki, geri sığınmaya yüzün olabilsin. Suskunların sırrı da konuşandadır bazan.

Bu kapı umutsuzların kapısıydı, umutsuzluğu götürme yanında! Al aşkı götür!

Aşık, hırsız gibi gitmez, hırsızlar kapısından kaçmaz. Gel, gönül kapımızdan çık ve git gideceğin yere!

(ARKADAŞLIK, KARDEŞLİK, NEFRET, ÖFKE GİBİ KAVRAMLARLA DEVAM EDECEK. Bitmedi, online yazıldı)

11 Ekim 2007

Can Kafesten Uçar



An gelir can kafesten, bülbül yuvadan uçar.

Uçmayan kuşu anası yuvadan atar.

Ey insan, bana olmaz, ben olmam deme. Herkese olur. Herkes olur.

Herkes sefil olur. Herkes şaşırır. Herkes yanılır. Herkes yanıltır. Herkes yanıltılır.

Yanıl ama yanıltma, anasının kıyamadığı kuzu da fırında.

Hangi öfke baki? Hangi aktarılmamış bilgelik?

Geleceğe gönderilmeyen hangi güzellik baki? Hangi geçmişte kalacak geleceğe kadar?

Yüksekte tuttuklarınla yükselmektesin. Düşürme. Yüksek tut. Ama düş. Düşünde kal. Kuyuda kal. Ve doğ.

Senin cümlelerinle harami hazineleri kapacak. Susacak mısın? Talan kapılarını açan, binlerce yıllık emeğin, dedelerinin göz nuru. Varlığın hafifleyecek. Ağırlığa ne gam. Yerinde olmayan söze acı. Söz de ne? Sözden önce olana bağla gönül zülfünü.

Çakal, şiiri kapsın, sen hakikati kap, çakal şiiriyle işin ne? Aç aslan ol, komşunun ekmeğine göz dikme.

Hatır gözet, fırsat gözleme, uyuyanı uyar. Düşeni kapma.

Ceylana ne oluyor da kim parçalıyor diye aldıracaksın, alt tarafı bir lokma.

Sen aşk bahçelerinin ceylanı! Bu ormanda senin hükmün geçer.

Avcı esirindir. Bağ senin.

6 Ekim 2007

Elif Lâm Mim Dedim, Be Dedim

Yazdıklarımın, yazacaklarımın hülâsasıdır:

Elif, Aşkın ifadesine yetmez. Lâm da gerekir! Yalnız O!

Mim kendisini de vurgulamaz, tek elifi de, eğer lâm hatırlanmazsa.

Onun için: Elif, lâm, mim. Birarada. Aşk ile.


01 Eylül 2007 19.58

Bayramınız Mübarek Olsun!



İster hep beklenilmişi söyle, istersen sadece sen, yazılması gerekeni yaz. İnsan budur, böyledir. Ben geldim, siz yoksunuz, yoktunuz deme hakkın yoktur.

İnkâr, aşağılanmak, yok sayılmak düşünenin kaçamayacağı bir kaderdir.

Ölü(düşünür)sevicilerimiz çoktur. Yaşayanlara hayatlarını dar etmek misyonlarıdır.

Onlar ölü düşünürlere hayattayken musallat olsalardı dünyada düşünen insan kalmazdı diye de düşünmeyin, ey iyi kalpli, yazdıklarımızı kazara kurcalayan okur! Okuduklarımız, duyduklarımız sadece artakalanlardır. İnsan, filozof, düşünür, hakim kurukafalarıdır.

Elimdekiler, yazabileceklerimin kırıntılarıdır.

Ten çürür. Hayat başka hayatlara akar. İnsanlık bir bakiyyedir.

Çileyle, cefayla, didinerek, hatta bazan kanımızla, göz nurumuzla, çürüyen etimizle yazarız. Lağım çukurlarında, kardeş kuyularında, altın kafeslerde. Sizi en iyi anlayacaklar, size kapılarını açmış görünenler sizi şarlatanlaştırma çabasının başını çekerler. Ne bayramınız, ne sabahınız, ne de akşamınız önemlidir. Yok sayılmanız önemsenmelerinin varlık kaynağıdır. Ölümünüzden sonra kült haline getirilip yükseltilmeniz de aynı alçaklığın devam ettirilmesinin adabındandır.

Bayramımı kutlayacaksan Ey Okuyucu, oluşuna sadık ol! Olan'a şahit ol! Karartacağına etrafını, kendi fitilini kıs! Kurumunla karartma!

Dünya senin diye yağmalamaktasın. Hayatın senin diye parçalamaktasın. Söylediklerim senin değil diye, başkaları için yok saymaktasın. Her söylediğimizi kendinliğine kılıf da etmektesin. Senin edemediğini gömmektesin.

Anlamayan, sağol. Bu yağmada tuzun yok. Kendi halinlesin. Kendi halindesin. O halde halden de bilirsin.

Ey anlayan! Dünyadan yakınma! Yolda yalnız kalmayı isteyen sensin. O halde hallerimize, hallerimizle yakınma. Memnun olan sensin. İstediğin dünyada yaşamaktasın. İnsandan boşaltılmış, hikmetten kaçırılmış.

Talanın sahnesinde rakset. Ye, iç, yok et, tenine yapış, etini teşhir et, makamına yapış, imajına yapış: Sana yarın yok! Sen çürüyen et değilsin! Senin peşinden gelenler yok. Senden sonrası yok! Gazan mübarek olsun!

Ey çalışan, yaptığı işi düzgün yapmaktan daha asli bir kaygısı olmayan, etrafına dünyayı bağışlayan, kendi dünyasının emiri değil ince işçisi İnsan! Seni uğurlamakla, seni beklemekle, senin kapını açık tutmakla geçti ömrüm!

Sen bezmimize geldiğinde bayramsızlık olmaz. Sen yarinin saçlarını çözdüğünde, dünyada sabah olmaz! Senin diktiğin dikiş kıyamete kadar heder olmaz! Senin diktiğin fidan meyvesiz kalmaz.

Bayramım insanla karşılaştığım an'ımdır. Bayramsızlıklarım, bayramı bekleyiştendir, insafsızlık halleri değildir, amansız hallerdir, ya da insafsız bir haldir sadece, Efendim.

Eğer Tanrı Müdahil Olsaydı Dünyaya, Her Başımız Belâya Girdiğinde


Eğer Tanrı müdahil olsa dünyaya her başımız derde girdiğinde, ya da her mazlumun başı derde girdiğinde, özgür irade yok derdik. Elbette diyenlerimiz var, tartışıp duruyoruz.

(Tarihin başını ve sonunu bilen, kaderimizi bilir. Burada bizi yanıltan, anlaşılmaz kılan nokta, bizim dışımızdaki varoluşa, yani insan dünyasının dışına, insanın anlama tarzını yazmamız ve zaman ve mekanla karakterize etmemiz, insanlaştırmamız. Tanrının bilmesinin bir başı bir sonu yoktur. Bilmesi için bir mutlak başlangıç ve bir mutlak son bilgisi aransa insanda aranır. İnsan kaderini bilebilseydi bitmiş de olurdu.)

Bence önemli olan eziyete, zulme uğramaz, incinmez yaralanmaz, dokunulmaz olmamız değil, incindiğimizde haksızlığa uğradığımızda, iftiraya uğradığımızda, bizi görmemezlikten gelip kapılarda beklettiklerinde, insanlığa katkımızın ayrımcılıklarla engellenmesinde, ne yapmaya ya da yapmamaya çalıştığımızı izah edemediğimizde vb. bir tanığımızın olmasıdır.

Öyle zor zamanlar yaşıyoruz ki, en yakınlarımız bile ortada bırakıyor. Hayat hikayemizle öylesine oynandığı oluyor ki, hakkımız hukukumuz kalmıyor. Öyle hakaretlere iftiralara uğruyoruz ki, şahidimiz çok olsa da kimse sesini çıkarmıyor.

Theunissenin Der Andere'si üzerine çalışıyordum. Sosyal ontolojinin temelleri, öznelerarasılığın sorunları, hristiyan ve yahudi diyalog felsefelerinin (dinlerarası diyalogla alakası yok, ben ve öteki, ben ve sen, ben, sen ve diğerleri arasındaki "kuruluşsal ilişkiler vb.) varlık anlayışları üzerine çalışıyor, tasavvuf felsefesinin (tasavvufa felsefe demiyorum, alel acele müdahil olabilecek arkadaşlar, tasavvuf felsefesi de var) diyalog felsefesi üzerine etkilerini kurcalıyordum. Metine paralel olarak tuttuğum eleştirel notların çoğunun şahitlik, şahadet kavramı üzerine yoğunlaştığını gördüm. Şahitlik kavramını insan açısından zorladım, uzanımlarını görmeye çalıştım, öyle bir yer varki herkes, dünya susuyor. Siz yalnız olmadığınızın farkındasınız, başkalarını kaale alıyorsunuz. Dünyayı, sorumluluklarınızı. İnsanları ciddiye aldıkça ortada bırakılabiliyorsunuz. Öyle bir yer var ki tamamen kapitule edilebiliyorsunuz. Başkalarını önemsememeniz lazım diyenler de var, ama bu çok ciddi sorunlara yol açıyor, ahlaki, sosyolojik, psikolojik, sosyal psikolojik temelsiz iddialara.

O gün bugün, tanrının insana şahit olmasının varoluşsal (varoluş felsefesi açısından değil! varlıksal/ontik alana yakın bir anlamda) önemi olduğunu hatta merkezi bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Ancak üzerinde çalışma, geliştirme şansım olmadı.

Geri çekilmeyen, bir başkasınca yanıltılmayan, yanılmaya, görmemeye, unutmaya, küçük oyunlara ihtiyacı olmayan olarak Tanrı. Tereddütü olan bu ihtiyacla yanıyor, tereddütü olmayan bu imkâna sığınıyor.

Tanrı dedim, çünkü çoğu dini, felsefi, kültürel gelenekte gören, izleyen, bilen bir tanrı kavramı var. Ancak bazıları daha çok ilk hareket ettirici sorunuyla (başlangıcı kanıt sorunsalı) da ilgili.

Oysa Tanrının şahidimiz olması, şahit gösterilmesi insanlararasılık, öznelerarasılık sorunsalında merkezi.

Gelelim çektiklerimize, çekmesek de olurdu belki, acıyı bal eylemek insan hayatına yüklenmiş bir imkan. Şer istemiyoruz, eziyeti sevmiyoruz, ama şerrin sonuçlarını hayra, anlamaya, farketmeye, sorumluluğa çeviriyoruz. Çilelerden geçerek olgunlaşıyor, hanyayı konyayı anlıyoruz. insanı, hayatı, insanlığın hallerini anlıyoruz. Her musibet, bir başka musibetin önünü kesebilecek bir tecrübenin, tecrübeler tecrübesinin, esas tecrübenin asla kazanılamayacağını öğretiyor. Bilenin, cehaleti kabullenmesi bu yüzden daha kolay, cahilin cehaletini teslim etmemesi daha anlaşılır.

hayatın dibine iniş bitmiyor. yeter artık, öğrendim yeterince diyemiyorsunuz. hep şaşkın kalabilir, hep çaresiz kalabilirsiniz. acım başkalarına acı yaşatmamak isteğini yükledi. aşırı koruyucu, kollayıcı oldum. tecrübesizliğe, hayatı göğüslememişlerin tahakkümüne ben de neden oldum. çırpınma, isteme, çabalama, gayret, diş sıkma, sabır nerede? bırakın biraz da çırpınsın insanlar sularda. her su yutanı kurtarmak işi değil cankurtaranın. insanlar düşe kalka büyüyor. insanlar hayatta eğitiliyor.

gelelim tecavüzlere, işkencelere, eziyetlere. her çileden geçmiş insan, insanın hallerini bilen insandır, az ya da çok. hayatı anlamak, insanları insanlığı anlamak çilelerden, zulümlerden, vahşetlerden geçmese ne güzel olurdu. hiç bir mazlumun acısı, acıdan öğrenebiliyor olmamızı romantize etmemize gerekçe olamaz. ortada eziyet, zulüm adaletsizlik var, ve bunlara başkaldırması gereken insan var.

Çilede öğrenmekten bahsetmemiz, insanlığın kıvranmasına olumlu bakmak anlamını taşımıyor. Sadece insanıın başına gelenler, daha iyi, daha uyanık, daha farkında bir insan olmasına yol açabiliyor. Ancak bu bir zorunluluk değil. Acılar, eziyete uğramışlık insanı insanlıktan da çıkarabilir, toplu eziyetlere uğramışlık kavmiyetçi yapabilir, kapalı yapabilir, başkalarına anlayışsız yapabilir, başkalarına soğuk yapabilir. Başkalarının önünü kapatıcı, imkanları tekelleştirici, fırsat eşitliğini kapatmaya meyilli yapabilir. Adil olmamaya gerekçe buldurabilir.

Yaşamışlık, yaşamamışlıktan (ezbercilikten) evladır. Yaşamışlık acıyı da yaşamışlıktır, dostluğu ve kardeşliği de. Satılmışlığı bilen, buna rağmen insan kalanı hangi satılma sarsabilir? Yoksayılmışlığı yaşamış birisi, insanların kendisine ihtiyaçları olduğunu bile bile sessizlikte yaşamaya mahkumsa, birşeyler olamamadan dolayı neden şaşırsın, yeni gayretlerinde?

Çileli insanlar, yorgun bıkkın olabilirler. Ama daha az şaşırırlar. Daha az düşman olurlar sağa sola. Daha ölçülü, daha kendini bilenlerden olurlar. Tecrübesiz ama iyi niyetli, naif bir insanın kırıldığını, şaşırtıldığını, altüst edildiğini düşünün bilge de olabilir, yıkılmışlardan da, nefret ehlinden de.

Kısacası, hayat bu, insanları, hayatımızı bir yerlerden bir yere götüreceğiz. ya medenileşeceğiz, ya da vahşi hayvanlar gibi birbirimizi parçalarken, gemiyle beraber tutuşacağız.

Medeniyet bize verilmedi. Bize medeniyet kurma imkanı, yeteneği verildi. Memnun değiliz olan bitenden? Medeniyet kuracağız! Bu, direnmekten, itirazdan, zulme başkaldırıdan da zordur! Kinsiz olmayı, affedebilirliği, sorumluluğu, kurucu olabilmeyi, uzak görüşlülüğü de kapsar. Geleneğin farkında olmayan, ne elde olanı eleştirebilir, ne de hali geliştirebilir.

Kurmak, yıkılmayacak inşaat yapılamayacağını bilen bir tevazuyla olur. Kurmayı bilen, doğaya, fiziğe, zamana hakim olmadığını bilmenin temkiniyle kurar. temkin, tecrübe işidir. Tecrübeyle ve terbiyeyle gelen kurucu bir had biliştir.

Bayazıt başkalarının çilesini acısını isterken belki de "yaşadığı çile ona adil değil, ama bana adil,
o da (başkası) öğreniyor ama, aklında bile bu yoktu belki, benim aklımda olansa dersimi almak" demek istemiş olabilir mi?

Tecavüzü, işkenceyi ortadan kaldırmak, en aza indirmek boynumuzun borcudur. Ancak çilesiz, kayıpsız, acısız yaşama şansımız yok, hayat bu, her şey geliyor insanın başına. Koruyuculuk, kollayıcılıkta abartıya kaçmak, hayatı inkârla beslenmiş şaşkınlar yetiştirmemize de yol açabilir. Ne zulme, belaya insanları alıştıracağız, ne de hayatın dikensiz gül bahçesinde geçeceğini hayat ettireceğiz. Uygarlık, bir kereliğine kurulmuyor, uyanıklık, omuz veren insanlar istiyor. Uygarlığımızdan umut kesmiş insanlarımız, zulmün kaynaklarından daha ağır bir prangayı kalplerinde taşıyor.

Uzatmamak için kesiyorum. Ama not etmek istiyorum ki: Gelenek ve bugün anlamsız bulup saldırdığımız bir çok kurum, insanların gündelik hayatlarına sorun çözen, sürtüşme ve çatışmaları azaltan davranış, yaşama kalıp ve kurumları sunuyor. Her anlamadığımızı akıl dışı ve saçma bulursak, daha iyi bir ahlakın toplumu kuracağımıza, anlaşılmayanı dümdüz edersek, kendi hayat dünyamızda parya oluruz. Hukukla, zor kurumlarıyla, tek insanın aklıyla (yani kurumlaşmış ve zamanlarda tecrübe edilmiş hayat tarzlarını, eleştiriye tutmadan ezbere reddedersek) yolumuzu çizebileceğimizi düşünmemiz pek akıllıca değil.

Çokbilmişlik, köylümüzü denize sırtını dönmekle eleştirirdi, güzel sahiller varken. Çünamilerin, feleketlerin jeoarkeolojisi köylülerin inatçı bilinen, kapalı bilinen, alışkanlık bilinen tercihlerinin, "populer aydınlanmışlardan" daha sağduyulu, insanlığın birikmiş tecrübesine açık olduklarını gösterdi.

Halklar, hatta bazı hayvan toplulukları bazı kurallarla işliyorlar. Bu kuralcılık, kural fetişizmi değil, muhakeme edenin de edemeyenin de davranışlarını düzenleyebilecek imkanları sunuş. Ancak kültür nereye kadar gelişirse gelişsin, itiler, güdüler, sosyalizasyon bozuklukları, savaşlar, farklı olanın şeytanlaştırılması, ve bir kültürle yaşamamayı seçmişler her zaman olacaktır.

Zulme itiraz da!

(timeout olduğumdan yazı karışık oldu:) bir tartışmaya katkı için kaleme alındı, düzeltilmedi)

07 Eylül 2007 saat 08.39

5 Ekim 2007

Şempanzelerde Adalet Duygusu Yok mu?

Gazetelerde bugün şempanzelerle ilgili bir iddia yer aldı. Max Planck Enstitüsünden Keith Jensen'in yaptığı ve Science Dergisinde kamuoyuna sunulan araştırmaya göre, şempanzelerde adalet duygusu, haksızlığa karşı başkaldırı eğilimi yokmuş. Bizdeki duygu da doğuştan gelen bir duyguymuş galiba vesaire vesaire.

Dayanışma, eşitlik, adalet duygusunu genlere yazmadan önce ( bu konudaki iddialar da yeterince temelli, temellendirilebilir olabilir) bir ezbere yeniden müdahale edelim. Dergideki makale doğru ya da yanlış anlaşılmış, sunulmuş o kadar önemli değil.

İnsanlar, insani davranış ve insani kültür sosyalizedir, terbiyeden geçmiştir. İnsanlara dair kavramların bir ontogenetiği ve filogenetiği vardır. İnsan tekinin ve türünün davranış özellikleri hem bireyin hayatı hem de kültürünün tarihi içinde gözlemlenebilen gelişmelere sahiptir. İnsanlar toplumsal varlıklardır. İhtiyaçları, ihtiyaçlarına verdikleri cevaplar dahi toplumsallaşmış, terbiyeden geçmiş, kültürüne entegre olmuştur.

İnsan dediğimizde, ayıların elinde büyütülmüş hanzoyu (Kemal Sunal), hindistandaki kurt çocukları düşünmüyoruz. Dili olan, bir kültürde yetişmiş, kavramları ya da, kavrayışları olan insanı kastediyoruz. Robinson Crusoe adaya düştüğünde, toplumu iç cebindeydi. Vahşi halimiz, Kipling romantizmin ötesindedir.

Şempanzeler incelendiğinde, sosyal varlıklar/yaratıklar oldukları ihmal edilirse, bir şempanze kültürü içinde sosyalize oldukları ihmal edilirse, yanılgılarımız da ağır olur.

İncelenmesi gereken, nasıl dayanışmadıkları, nasıl adaletsizliklere aldırmadıkları değildir. Köpeklerde, kedilerde bile farkettiğimiz kıskanma, kızınmanın onlarda yakalanmaması bile bir öğrenilmiş davranış mıdır kurcalanması gerekse de asıl incelenmesi gereken farklı bir şeydir. Şempanzeler dayanışmayı (ki araştırma bir yere kadar bunu evetliyor) öğrenebiliyor mu? Şempanzelere adalet duygusu öğretilebiliyor mu?

Öğrenememeleri (öğretilememesi?) halinde, genetik faktörlerin önemi daha da belirginleşebilir. Ancak, orman hayatının, şempanze kültürerinin tekil şempanzelerin davranışındaki rolünü yine de küçültmez.

Son yıllarda şempanze topluluklarındaki dayanışma, sosyolinguistik, teknik aktarma, öğrenme ve öğretme mekanizmaları üzerine de epeyce çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Max Planck Ensititüsü damgalı bir çalışmada, insanın toplumsallığı ve toplumsallaşması üzerine vurgu yapan önemli toplum kuramcılarını bünyesinde taşıyan bir kuruluşta, ufuk daraltmasına gidilmesi şaşırtıcıdır. Hayvanlar için de olsa bilginin daraltılmış halinden yola çıkılması ürkütücüdür.

Bu önyargıyla, şimdi asıl araştırma raporunu okuyabiliriz. Yorumbilgisinden, konunun kendisine geçiş buralardadır.

Ufuklar kaynaşması, ufuk genişlemeleri burada başlamaz, burada da bitmez.

4 Ekim 2007

İntihar'ın Etiği Üzerine Ön Notlar


İntiharı seçen, bir seçim halinde. İntiharı hayat tarzı yapan? Neyi seçmekte?

Her seçim hali gibi bir hal mi intihar, geriye dönüşsüzlüğü, düzeltilemezliği, bir sorumluluğu ortadan kaldırmasıyla?

Hoşgörülen, kahramanca karşılanan, kendimizi tanımlamalarımızda payı olan intiharlar olduğuna göre, bazı kereler intihar bir ahlakî seçim, tercih, tek yanlı hukuk olarak da görülmekte.

Kahramanca direnen bir ordunun komutanı, direniş hatları kırılınca herkesle vedalaşıp sakağına kurşunu sıktığında yenilgi mi reddediliyor? Teslimiyet mi reddediliyor? Hayatıyla, kendisindeki en kutsal emaneti taşımayı reddedişiyle bir özür mi diliyor? Bir aşağılanma mı reddediliyor? Bir teslim olmayış mı vurgulanıyor, sadece teslim olunabileceğe teslim olarak? Böyle bir intiharın analizi, bir karar vermiş, tarih yazma iddiasındaki özneye her hangi bir kalıbı, yaftayı uygulamakla mı olur? Anlamaya, durumu, dünyayı, dünyasını, dünyaları anlamakla başlasak, intiharın başlattığı olay zincirlerini bilerek de konuşsak, genel bir kavram olarak “intihar”ı onaylatmış, hoşgörmüş, ya da olumluk, olumsuzluk yüklemiş mi oluruz?

“İntihar kötüdür!” demekte ne sakınca var ki? Bir insan tekini anlamakta ne engellemesi var ki? Tersine kavrayışımla çatışan bir durumda, hoşgörüde, hak veriş ya da hak vermemede, hatta sadece başka bir yolunun kalmadığını düşünen insanın mantık dünyasını okuyabilmekte ne sakınca var ki?

İnsanı, tekil insanı, her dünya halini anlamak, anlamaya çalışmak, yapılanların yapılabilecek yegane şeyler olduğunu düşünmekten mi ibaret?

Tersine, bir tercih olarak intihar ahlakî bir eylem olma iddiasını da taşıyor. Her tercih durumu, bir ahlaki seçim mi demek oluyor? Hayır. Karar veya seçim kuramının ilgi alanıyla ahlakın ilgi alanları öyle kolay örtüşmüyor. Ahlakî seçimin gizli ya da açık vurguları , temel gerekçeleri, ayırdedilebilir bazı özellikleri var. Ahlaki seçim bir hesap işi değil, muhakeme işi. Ahlakî eylemin en ayırdedici yanı eyleyenin kendi eyleminin sorumlusu olması. Tek tek insanlara, canlılara, doğaya, hattâ kendisine karşı.

İntiharın kahramanı bir mesaj veriyor, bir mektup gönderiyor, çeşitli biçimlerde okunuyor bu. Bazan, gözyaşlarıyla, kınamadan, sinemayı terketmedik, kitabı ters çevirmedik mi? Evet, bazı insanların acıları, yanlış doğu tercihleri, çaresizlikleri ile bir yerlere doğru yol alıyoruz.

Bir intiharın kahramanı, bir direnişin de kahramanıysa da anlıyoruz, bir teslimiyetin kahramanıysa da. Anladığımız ne o halde?

Anladığımız, o şartlarda aynısını yapabilecek olduğumuz ya da yapmasını onaylayabilecek olduğumuz. Bir iddiasızlık, bir çaresizlik, bir haddini bilme hali.

Peki, yenilgiler, iftiralar, dümdüz edilmeler, işgaller, tecavüzler, talanlar, yalanlar, terkedilmişlikler, yalnızlıklar intiharla mı karşılanmalı? Tabii ki hayır!

Kaderci denilen geleneğimiz, böylesi bir kaderciliğe karşı kaderini üstlenerek, sorumluluğunu üstlenerek, umut kesmeyerek, insanın zamanın çocuğu olduğunu bilerek, insanın çaresizliklerini, sınırlarını, sınırlılıklarını, zaaf ve kahramanlıklarını bilerek eylememizi istiyor.

Kültürümüz gerektiğinde sükunetle, sabırla cefaya katlanmayı da, işgale, yalana, talana, dolana karşı koymak kadar meşru kılıyor.

Onca genel kavram, kural, hüküm prensip tekil durumların neden niçin öyle olmuşluğuna mani mi oluyor? Universalia bırakıldığında, evrensellerimiz olmadığında, tek tek durumlarda ve durumlara daha mı anlayışlı olacağız? Sanmıyorum.

“İntihar bir cinayettir!” diyen hukukçudur. Hukuk düşüncesinden baktığımda bunu dememize imkân verenin hukukun her yöne işleyen özelliği değil, hukukçunun toplumsal sorumluluğu olduğunu görüyorum. Demeyen de bu kez hukuka karşı sorumlu davranmaya çalışıyor, hukukçu deontolojisiyle.

Aslına bakarsanız katliamdan beter, cinayetten beter, tiksindirici, yapışkan, mide bulandırıcı intiharlar da var. İhmalin, körlüğün, zulmün, hoyratlığın başıboluğunun ölçüsüzlüğünün, aldırmazlığımızın canımızı yakmasına neden olan intiharlar da. Gül gibi bir insan, söyleyebilmek, vurgulayabilmek, haykırabilmek uğruna kayıp gidiyor bu yemiş dolu dünyadan, bu güzel manzaralı uçurumdan, bu başdöndürücü, tiksindirici, kanlı girdaptan, bu bazan gül kokulu bahçeden, saçlarımızı amberle tarayan rüzgardan, vs. vs.

İntiharın toplumbilimi, nedenini nasılını inceler. Dünyasını bulur. İşleyişini, alışverişini. Psikolojisi, tekilin halini, hallerini, saplantısını, dürtüsünü,itisini, yok sayılan içgüdüsünü saptar. Antopolojisi kültürünü deşeler. Kimi arkeolojisini kurcalar, kimi hukunu, ahlakını. Düşünür de, insan da anlamaya çalışır hem hayatı, hem insanı, hem her geçiciliği, hem de her geçicideki kalıcılığı.

İnsan her ufukta, her dünyada gezinebilir, insanlığın türlü türlü hallerini görebilir anlayabilir. Neden olmasın? Ancak her anlama biraz da geç anlama. Her şey olup bittikten sonra. Herşey kendini sunduktan sonra. Ok yaydan çıktıktan sonra.

Evet, her bilgelik geç kalmış bir bilgelik. Her hikmet, bir olup bitmişin hikmeti.

İnsan, geleceği okuyamıyor, bu anlaşılır, toplum mühendisliği tersini iddia etse de. Geleceği bir matemetiksellikten, matrixten, kanundan, keyiften falan çıkarmaya kalkışan insan çocuğunu göremiyor. Çocuğunun bugününü, komşusunun bugününü, insanlığının ve inasnlığın bugününü okuyamıyor.

Evet, anlayışlıyız, biliyoruz da neyi anlıyoruz, neyi biliyoruz? Ezbercinin ezberi kırk yılda bir tutarken hangi bilge öngörüyle karşılamada dünyayı?

Bilgelik tersine, dünyanın her haline açık olabilmeden, çaresizliğini bilebilmekten, sınırlılığını bilebilmekten, ne yapacağını bilemeyeceğini bilebilmekten geçmeliydi.

Böyle insanlar var mı? Var oldular hep, evet, tek tük. Komşuları mahallelerinden sürene kadar. Kırk katırı, satırı çekene kadar. Sürdük, yokettik, öldürdük, susturduk. Susturanların, katledenlerin, öldürenlerin çocukları ise mezarlarına çaput bağlıyor, dizelerini libretto yapıyor, kitaplarıyla örtünüyor, bazan da ahlaklarıyla giyiniyor.


İnsanın çaresizliğini bilgece karşılayanlar, kendi çaresizliklerini nasıl karşıladılar? Herkes her imtihandan geçer mi? Her sınamayı aşabilecek insan var mıdır? Varsa da, insanları o kadar sınadığımızda insandan ne kalır?

Hayata yalanla bakmayanlar da kendi hayatları için gerekeni yapabildiler mi? Başka yapacakları şeyler olabilir miydi? Bunlar sanıldığı gibi yanlış sorular değil. Değil, çünkü, insan gibi eyleme düşe kalka, bir birine öğrete öğrete, birbirinden öğrene öğrene, kendinden öğrene öğrene, tecrübe ede ede, deneye sınaya, denene sınana, nesilden nesillere kayfılar, düşünceler, düşüncelilikler aktarıla aktarıla oluyor.

“Başka ne yapılabilirdi?” sorusu “ben olsaydım ...” düşüncesi, düşünceyi deniyor, fikri deniyor, zikri deniyor, başka tecrübelerden, yan tecrübeden gelecek cevabı bekliyor.

İnsan yalnız zamanıyla konuşmaz. Metinlerle, fikirlerle, hayatlarla yüzgöz, hemhal oluşu başka ufuklarla bazan çatışırcasına, hatta çatışarak, atışarak buluşmaktadır.

Buluşan, karşılaşan, başkalarıyla kaynaşan, zamanlarla hemhal olan en fazlasıyla biraz genişleme, dinleme, anlama anlaşma halindedir.

Bilgelik dahi hayatın her haline yetmezken sıradan insanın kendisindeki bilgece olanı savunacak, yaşatacak nesi var? İnsanlığın, kardeşlerinin kendisine aktardığı kurumlar, gelenekler var. Kitap da zamanlararası bir dayanışma. Şiir de. Bir çığlık da. Davranış kalıpları, kurallar, yasaklar, emirler, buyruklar da.

İnsanını kurumları insanın mükemmeliyetinin, güçlülüğünün, kalıcılığının mı ifadesi? Hayır! Sanırım yanlış anladınız!

İnsanlar dayanışmayla, sosyalizasyonla, iletişimle, koklaşımla, meleşmeyle tek başlarına yapamayacaklarını yapıyorlar. Kendisi bir dağı aşamayan, o dağın bir yamacının haritasını, yeni bir buz çekicini bırakıp gidiyor.

İlk deneyinde başaran, himmet görmüştür, masallarımızda, ikincide yolu bulamaz. Çok ararsa, belki gene kapı aralanır. Ancak, insanlık bir bütünlük olarak teklerine anlam sunuyor. Kendi anlamlarını olmasa da, anlam dünyalarının, hayat dünyalarının çoğulluğu içinde bir didinmeyi kucaklıyorlar.


İnhiharın etiği inntihar edenin ahlaklı olması ya da ahlakî nedenlerle intihar etmesiyle mi alakalı? Hayır. Burada hem ahlak ) üzerine dekavramının, ve bir disiplin olarak ahlakın yani etik’in (etiğin biraz daha düşünme fırsatı bulacağım.

Kurcalamak istediğim, toplumsallığı, tarihselliği, kültürelliği içerisindeki bir insanın hayatında ve toplumsal hayatta intihar olgusu üzerine düşünmek.

Bir intihar fenomenolojisi mi? Neden olmasın? Mümkün. Doğrudan hayata, konuya bakarak. Bakarken de kavramları, dili, diskuru, diskurları olduğunu bilerek.

Doğru bildiği şeyler heybesinde, dayatmadan, sömürgeleştirmeden, saldırmadan üzerine düşünmek, yorumlamak ve bu iş btmiştir demeden noktalamak, “evet biraz anlar gibi oldum, buyrun devam edin!” demek.

.....

(DÜZELTEMEDİM. DEVAM EDECEK. ASIL ÇÖZÜMLEMEYE BAŞLAYAMADIM.)

13 09 2007 saat 07.19

1 Ekim 2007

Kapını Açtıkların Yağmalar Can Evini


Kapını açtıkların yağmalar can evini.

Can yağma içindir.

Kendisini senden ayıramayan varsa, ne olma derdindedir, ne olman derdindedir.

Aşk ne çocuğun anasından kendini ayıramayışında, ne dostunun ayrı yolunu gömenin ruhunda.

Aşk ayrımdan korkmayanın bakışındadır. Bir başını alıp gidebilenin ufkunda.

Her şeyden ayrıldığı, herşeyin kendisiyle göbek bağını koparmasına izin verdiği yerde Aşık birlik evini kurar.

Aşk, yalnızlığa insanca dayanabilenin işidir. Aşk, insanca yalnızlığın, yolayrımlarını kutsamışlığın, başkahayatlığı onaylamışlığın meyvasıdır.

İnsanca yalnızlık, yolcu edebilmekten korkmamanın sonucudur, terkeylemeyi, yalnız bırakılmayı göze alabilmenin.

Aşık, dostlarının güzel talihine sevinendir, çöl kendisini çağırırken. Aşık, dostlarını çöl çağırırken, gül bahçelerine ağlayandır.

Aşık dost ayağına dolanmaz. Aşk, başka aşığın vuslatını geciktirmez.

Yol arkadaşsız kalmayı seçemeyen, aşkın dostu, aşığın dostu değildir.

Dost "senle ne zamandır beraberiz, ne mutlu ki canevini talan ettim, seni kimsesiz bıraktım!" dediğinde, bunu beklemedeyse dosta dost, dostluğu kutlu olsun. Kendine ait olanı dağıtmıştır.

Dosta emanet edilen inciyi, mercanı, camdaki canı talan etmişsen, bir feryatla uyanır emanetin evi.

"Dost, seni gördüğümden beri seni kimsesiz kıldım" dediğinde, sen ortalıktaysan, hâlâ, hırsızlardan ne farkın var? Hayat çalmaktasın!

Kalacaksan, dostun evini bayram evine çevir. Göndereceksen, yalnız gönder, dostu dostsuz bırakıp kendine yapışık etme, [onun] hayatını kendi hayatın etme.

Beklersin ki, hep senin sırtın örtülecek. Sırt örtüp de gitmeyen! Başucunda oturup da beklemeyen! [Onu] Uyandığında kendi haline bırakamayan!

Dostun kendi yolu varsa hâlâ, bahçeleri tarümar edilmemişse, ocağı tütmekteyse, seninki sönmekteyken bile, dostluğun evindesin.

Dostun ocağı sönmekteyken, [kendi] ocağını söndürmeyi göze alamıyorsan, kapını açma. Dostun hem kendi ısınır, hem evini ısıtır. Sende olandan mutlu olmayı bilirse dost, dosttur.

Dostuna, "dostunu al içeri, üşütme onu dışarıda!" dediğinde, dışarıda ilk unutulan sen oluyorsan ne mutlu. Yolun açılmıştır. Buruk durma! Herkes öğrenmez. Herkes dostluğun yolunda değil.

Dost olmayı bilmeyen aşık nasıl aşık?

Yağmalanmamış aşık nasıl aşık?



Yangında son kurtarılacak olmayan dolap, nasıl aşka döner?


1 Ekim 2007, 11.35


(Mevlananın doğum gününu de hatırlayarak (30 eylül) , tamamlanmadı.)