10 Haziran 2007

Bir Savaşın Vitrini

Savaşa karşı olan partiler vitrinlerine Irak'a müdahaleyi şart gören, ya da müttefiklerimize hoş gelen isimler yerleştiriyorlar.

MHP'de Deniz Bölükbaşı savaşın sözcülüğünü yapan isimlerden.

MHP Irak sınırlarından içeri operasyonlara sıcak baksa da, doğrudan müttefiklerin yanında savaşa katılmamıza sıcak bakmadı. Hattâ tezkerenin geçmemesinden şikayetçi olmadı. Bu konuda CHP'ye sıcak da baktı. Savaş yanlısı bir retoriği öne çıkarmadı.

Seçim kampanyasında seçim öncesi belki de düşünülen CHP- MHP koalisyonunu gündemden çıkartıp, vitrine Bölükbaşı'nı koyarak "Irak'a Türkiyenin çekilmesine MHP ne diyecek ?" sorusunu cevapladılar.

Ulustaki patlama, mayınlı saldırılar Irak'a müdahaleye tabanın ikna edilmesini de kolaylaştırmış olabilir.

CHPye katılan DSP'ye gelince "Biz Iraka girmezsek, Irak bize girer!" diyen bir partiydi. Varolan partilerin içinde en net "Ordu Irak'a!" diyen parti. CHP'nin bu yeni kanadı, sınırlı operasyondan öte sınır değişikliklerini, savaşta daha kapsamlı bir rolü onaylayan bir kanat.

Aday listelerinden önce Ahmet Tan'ın silindiği haberiyle karşılaştık. Ahmet Tan silinmişti ama Tayyibe Gülek "merkezce" istenenler arasındaydı. daha sonraları Ahmet Tan'ın da listelerde seçilebilir bir yer aldığını gazeteler yazdı.

MHP prensipte Kerkük Musul meselesini önemsese de, savaş konusunda DSP'den daha temkinli idi. DSP savaş vurgusunu yeniden yapmak durumunda değildi. Müttefiklere mesajının Tayyibe Gülek olduğunu düşünüyorum. Yasemin Çongar'ı aday gösterseler ancak bu kadar mesaj verebilirdi. Ecevitin hastahane rezaletinin unutulduğu mesajı mı verilmektedir, bilemiyorum. Gülek'in Dervişlerle hareket etmediğini de düşünebiliriz.

Gelelim Tayyibe Gülek'in siyasi tavrına. Geldiği çevreden daha ulusalcı olması da, parti disiplinine uygun davranmış olması da mümkün. Kendisini bu defa daha iyi tanıtma şansına sahip olacaktır. Vitrindedir. Ancak adı Aylinle geçmektedir. Kasım Gülek'in kızıdır. Baykal'ın gözü üzerinde olacaktır. Yakınında tutacaktır, hemen uzaklaştıramadıklarına ve diplomatik dokunulmazlığı olanlara böyle yapmaktadır, ilk elde. Gülek Rahşan Hanım diplomasisinin flamasıdır.

CHP de Irak'a müdahale konusunda yumuşamıştır. Orduya ters düşmemektedir. Özkök zamanında bundan kaçınılmamıştı. CHP de vitrin sorunu daha savaşcı DSP ile ittifakla çözülmüştür. Gerisini Baykal beyanatlarıyla ve vurgularıyla tamamlamaktadır.

Demirelin adayları CHP'ye tereddütlü, ama DP'ye barajı aşamayacağı için oy veremeyecek kesimlere açılan bir kapının ötesindedir. Olası bir Irak dayatmasında bir milli koalisyon, eski ödünç oy koalisyonu protokolü devreye sokulmuştur.

Demirelin ODTÜlüler nerede demesi bir tesadüf değildi. Gençlik hareketini bulamamış ya da susturmuş, kitleleri meydanlardan ve siyasetten soğumuş bir ortamda siyaset yapılamadığını, manipule aktörlerin rlünün daraltılamadığının, siyasetin toplumsal temellerine oturamayışını da farketmeye işaretti. Demirel Demireldir. Gençlik de kuşkusunda ve öfkesinde haklıydı.

Türkiyede siyaset sıkışmıştır, manipulasyona açıktır. Köklü, dengeleyici aktörlere, demokrasiyi garanti edebilecek, benimseyebilecek dinamiklere halk, gençlik, çevre, kadın ve işçi hareketine ihtiyaç vardır. Halk hareketleri mumla aranmaktadır. Ama halk, çağrının geldiği yerlere tepki duyabilmektedir.

Hurşit Güneş, Mustafa Sarıgül ve çevreleri partiden uzak tutulmuştur. Vitrinde neyin olmadığı vurgulanmıştır. Livaneli, Günay, Moğultay ve benzerlerinin uzak tutulmasına aynı vurgu yapılmamaktadır.

MHP ve daha ılımlı da olsa CHPnin TUSİAD'a tavırları vitrinin ışığıdır. Patronun kim olduğunu, kim olmadığını, kimlerle, hangi renklerle uzlaşma durumunda olup olmayacaklarını okumamıza fırsat vermişlerdir.

TUSİAD'ın girişimleriyle turuncunun bu sene moda renk olmayacağını çıkarabiliriz. TUSİAD turuncu mu giyinmekteydi, bilemeyiz. Öyle giyinmeseler de araya girmelerini onaylamadıklarını düşünebiliyoruz.

Türkiyenin devamında tereddütü olmayan bir odakla bazı pazarlıkların yapılabileceği, yapılmakta olduğu, yapıldığı, yapılacağını var sayabiliriz.

Ancak MHP'nin vurgusu "kimseden izin almadan, kimsenin ayağına gitmeden"dir. CHP'de aynı dilden konuşmaktadır. Derviş öncesi ve sonrası DSP'de de benzer bir tavır vardı. Benzer ama, Kemal Dervişle bir o kadar gönüldaşın da partisi idi.

CHP, DSP ve MHP açısından devletle yapılan pazarlıklar yeterlidir tavrını okuyoruz. Pazarlıklara katılmış bürokratlara listelerinde yer vererek bu pazarlıkların tecrübesini paylaşıyorlar ve devamlılığının da mümkün olduğuna vurgu yapıyorlar.

CHP, MHP ve DSP kendi tekil partilerinin bir pazarlıklar koalisyonu olmasına izin vermeyeceklerine vurgu yapıyorlar. Liderliğin ötesinde bir dış politik diplomatik libertarianite olmayacaktır. Bu partiler, örneğin güvenilir ve ciddi bir kurumla "müttefikler"in yaptığı pazarlıkların arasına pek girmemeyi tercih edeceklerdir. Pazarlığı, hesaplaşmayı, tartışmayı devletin içinde ve resmi kanallarda tutacaklardır. Daha ketum ama daha kolay anlaşılabilir, çözümlebilir bir dış politik hat gözlemleyebileceğimizin sinyalleri verilmektedir.

Gözlemimiz, bu partilerin henüz iktidarı oluşturabilmenin objektif ve subjektif şartlarını oluşturamamış olmalarıdır. İktidar alternatifidirler. Güç kazanmaktadırlar. İktidar olma olasılıkları mevcuttur. Ancak uluslarası konjunktur ve diğer aktörlerin hareketleri kendilerini etkileyebilecek durumlardadır.

Etkileyebilecek aktörleri ilerde bir başka yazıda ele almaya çalışalım.

AKP? Bildiğimiz AKP. Daha modernist bir vurgu. Daha sakin bir parlemento kadrosu. Sol ve sağ lliberallerin desteğinin öne çıkması. Cemaat kadrolarının arka plana kaydırılması.

AKP ANAP'a nazaran daha da özelleşmiş bir parti. Dünyanın en özelleştirilmiş partisi belki de. O kadar çok uluslararası kanal, ilgi odağı, kurumlar koalisyonu bir arada görmedik. Bunlara belli bir çekidüzen verilebilir mi? Bu açık toplum duygusundan ötede bir şeyi bir insiyatif kaosuna işaret olarak mı algılanmaktadır, yeterince değerlendirebilme imkânına sahip değiliz. Nedeni genel imajın, AKPnin olmuş bitmiş bir pazarlığın, stratejinin, koalisyonu oluşudur. Oysa, bu doğru olmakla birlikte, dinamik paralel kanallar, ilgiler, çevrelerin diyalektiği ya da networku olan bu partinin kurumsallığı ciddi bir analize tabi tutulmamıştır.

AKP Neoconlara yaklaşabilecek midir? Neocon-Global Sermaye çekişmesini merkezde Neoconlar kaybettiğinde bize yansıması ne olacaktır?

AKP, müttefiklerce gözden çıkarıldığında kolay çözülecek bir parti midir? Ne kadar direnebilir? İzlemeden göremeyeceğiz. Direnecekleri, direnemeyecekleri durumlarla yüzyüze bırakılabileceklerdir. Koalisyonvari yapıları, dinamiklerden kolay etkilenebilen bir yumuşakkarın da oluşturmaktadır.

AKP'de ulusalcı guruplaşmalar tasfiye edilecektir. Bu onlara örgütsel daralmaya yol açtığı kadar parlemento içi manevra kolaylıkları sağlayabilir. Şener'in son yıllarda çizebildiği devlet adamı imajını beraberine alarak partiden uzaklaşması partinin çözülme noktalarında zaafiyete yol açacaktır.

Şenersiz bir vitrin, daha liberal, daha özelleştirmeci, daha homojenimsi görünen bir koalisyonvari yapı oluşturacaktır. AKP'de uzlaşmış yapılar çok katlıdır, çoğuldur. Ancak ilgi ve alakaları benzeşmektedir. Tarzları da. Her birinin uluslararası kanalları, ekonomik ve siyasî "knowhowları" içiçe değilse de paralel ve yanyana bir aktivite gösterecektir.

Ordu dışpolitik bazı pazarlıkları ilgi ve alâka alanına almıştır. Uluslararası siyasetin askerileşmesinin de bir sonucudur bu. AKP dışındaki partiler dış politikanın devlet kurumları aracılığıyla yürütülmesinden yana olacaklarının işaretini vermektedirler. Ana hatlara daha müdahil olacaklardır. Özel danışman ve işadamı diplomat tipi devre dışı kalacaktır.

Ordudan da muhtıraya rağmen, siyasi alanın dışına çıkma sinyalleri gelmektedir. Muhtıra AKP ve Ordu'nun dışpolitikada uzlaşamaz duruşlarındandır. Bir geçici uzlaşma söz konusu olsa dahi, hatlar, çizgiler, renkler ayrışmıştır.

Ben AKP Cumhurbaşkanlığında uzlaşsa (ki bu türban meselesinden çok nasıl bir dış politika konusu imiş gibi gözüküyor) muhtıranın engellenebileceğini düşünüyorum. Ancak, devlet aygıtı gene de zorlanacaktı. "Müttefiklerimiz"in kendi yapısal sorunları ve çekişmeleri savaşın sınırında bizi her daim zorlayacaktı. Devlet içi sürtüşmelerin sona ermesi söz konusu omayacaktı.

Muhtıra verilmeden olmaz mıydı? Evet. Eğer ordu on iki eylüllerde ve on iki martlarda aydın ve gençliği, politik partileri adeta tüm kurumsallıklarıyla tasfiye etmese bunlar olmayacaktı. Yirmi yedi Mayıs dış politikamızı iddiasının aksine daha da bağımlı yapmıştı.

Bu gerilimin, bu budanmış siyasî, sosyal yapıda muhtırayla bitmemesi şaşırtıcı olurdu. Bu konuları yeniden ele alacağım.

Ordu bir yandan müttefiklerle Irak konusunda bir tartışma konusunu açık tutarken diğer yanıyla renkli devrim ihraçlarına, ngo'ların faaliyetlerine müdahil oluyor. Artık sorun bir ulusal güvenlik ve ulusal uzlaşma konusu haline gelmiştir, ve vurgulanan budur.

Bir başka vurgu uzun vadede Nato'dan çıkma zorunluluğudur. Bir tabu kırılmıştır. Eskiden bu demokrasinin ön koşulu gibi düşünülürdü, bugünkü Hava Kuvvetleri Komutanının ağabeyi bile soğuk savaşta sokakta vurulabilirken (Bedrettin Cömert). Bu şartı koşmak, bu hayali konuşmak bir zamanlar evinin önünde vurulmak demekti. Bugün dile emekli generaller tarafından getiriliyor.

Bugün Nato'da kalmak solda ve sağda taraftar bulabilir. Global bir rol edinmeden demokrasinin olmayacağına inanmış kesimler var ve demokrasi yerel lokal bir sorun olarak (da) görülmeyebiliyor bu kesimlerde. Daha bağımsız bir ordunun daha baskıcı olacağı korkusu hakim. Oysa neden tersi söz konusu olmasın?

Ben şu zavallı durumumuzda Nato'dan çıkmamız ya da Natoda kalmamız sorununa öncelik vermiyorum. Bunun telaffuz edilebilmesi, vurgulanması, demokratik bir açılım olarak da düşünülebilir bazı kesimlerce. Bu da önemlidir.

Avrupa güvenlik projesinden çekilmemiz bir başka işarettir. Bir hukukun vurgulanmasıdır. Önemsenmesi gerekir. Basit bir diplomatik manevra ya da baskı meselesi değildir. Başkalarının karar verdiği savaşlara, yeni korelere kurbanlık asker göndermeyebileceğimizin de bir işareti olabilir, ezbere bir kenara atmazsak.

Ordunun açılımları AKP ile uzlaşır bir mahiyette değildir. İki proje birbirinden farklıdır.

AKP ile muhalefet arasında, sol ile sol arasında, sağ ile sağ arasında, dindarlarla dindarlar arasında yerellik mi, globallik mi; ulusal devletleri tasfiye etmek mi etmemek mi arasında ciddi bir farklılaşma mevcuttur.

Ulusal devletleri eleştirmek, global bir paryalığı öngörmeyebileceği, kendiliğinden demokratik oluvermediği gibi; ulusal devleti savunmak bağımsız olmanın ya da demokratik olmamanın sebebi ya da sonucu değil.

İnsanların kardeşliği, sınırların ortadan kalkması işgal ve sömürgecilikle, savaş ve kanla olmayacaktır. Hakla hukukla, insanlığı hakim kılmakla ve truva atı değil insanlık ihraç etmekle mümkün olacaktır.

Söylenecek ne çok şey var!

9 Haziran 2007

Irak Kapılarda

Irak'a girip girmeyeceğimiz artık tarafımızdan belirlenemez bir noktaya doğru çekilmektedir. Kendimizi bu cehennemde buluvermemize ramak kalmıştır.


Savaşa girmemek, savaşta taraf olmamak ulusal bir eğilimken, "bir koy beş al!" lafzı o kadar aşağılanırken Irak kapılarındayız. Karşımızda bir başka ülke, başka rüyalar, başka bir gerçeklik, başka dengeler var.


Krizi şiddet dursun gibi bir naif perspektifle yönetebilmemiz mümkün değildir. Büyük politika yapmaya çalışırken büyük politikalara da taşeron olmak da kaçınılmaz olabilecektir.


Diyelim ki, işin en iyisini yapmaya çalıştık. Barışı sağlamaya, şuna buna. Bunu yapmamıza elverecek bir denge mi var? Akacak onca kandan sonra, geri dönmek mümkün mü? Gitgide bir başka lokal tavırı da biz temsil etmeyecek miyiz?


Karşı örnek, Suriyenin Lübanda sağladığı barıştır. Suriyenin zaten Lübnanda olduğunu aklımızdan çıkarmamamız şartıyla. Suriye dengeleri kurdu ve şimdilik geri çıkarıldı. Kazancı nedir ne değildirle şimdilik ilgilenmeyelim.


Bizim bu savaştan kazancımız ne olacak? Şiddet mi azalacak? Bir dayatmadan mı kurtulacağız? Anlaşmalı mı gireceğiz? Petrol mü istiyoruz? Terörü mü durduracağız? İçsavaşı mı engelleyeceğiz? Türkmenleri mi koruyacağız? Telafer yanarken nerelerdeydik?

Bir iddaya göre şiddet bizi Irak'a çekmek içindir. Şiddeti engellemek için daha büyük bir şiddeti yeğlemek mi söz konusudur? Türkiyeye Irak'a girmesi için baskı vardır. Bu doğru mudur?

Barzani ve Talabani ile ne gibi pazarlıklar söz konusudur? Kimler için, kimler adına yapılmıştır pazarlıklar? Yapılmadıysa, Ortadoğu Projesinin son taşaronu olmadığımıza emin miyiz?

Diyelim Irak'a girdik. Irak halkını ürkütmedik. Barışı sağladık. Orada bağımsız, tarafsız, hakkanî bir politika izleyebilecek bir konumumuz var mı? İstediğimizde çıkabilecek miyiz? İsteyerek kalabilecek miyiz?

Irak ıraklılarındır. Ancak, ıraklıların her yaptığı da onaylanmayacaktır. Daha ne müdahalelerle karşılaşacaklardır.

Irak halkı müdahalemize ihtiyaç duymadıkça, Irak içi gerilimin ortaklarından birisi olmadan kaçınamadıkça Irakta işimiz zordur.

Dengeler bir ölçüde sağlanamaz mı? Kürtlerin güvenini kazanarak, türkmenleri feda etmeyerek, mezhep savaşlarını engelleyerek, etnik azınlıkların paniğini hafifleterek ve genel tansiyonu düşürerek bir şeyler yapabiliriz.

Maliyet? Petrolden sağlanmayacaksa bir finansörümüz mü vardır? Kendi bütçemizle sınırı aşacaksak, ne kadar kalacağız? Ekonomimizin işinin bitirilmemesi, borsanın çökertilmemesi için garantiler mi almış durumdayız?

Gördüğümüz kadarıyla AKP savaşa görünürde karşımsı bir tavır içerisinde, tezkere krizinin tersine. CHP, MHP ve bürokrasi hiç olmazsa kısmi bir sınır aşmadan yana, tezkere günlerinin tersine.

Değişen ne? Dedikodulardan, popüler filmlerden, söylentilerden mi yola çıkacağız? Yoksa aydınımız, gazetecimiz var mı, kaldı mı, bize, halkına bir şeyler söyleyecek olan, duruma hakim birileri var mı ola?

Planlamasını başkalarının yaptığı bir savaşta çökmeyiz ama, çok acı çekeriz ve çektiririz. Haklı savaş sadece işgale karşı, sömürgecilik ve talana karşı savaşlardır, karşı koyuşlardır.

Hâlâ başkalarının projelerinin peşinde miyiz? Yoksa ortadoğu halklarının da kimselerin kucağında oturmadan barış, kardeşlik içinde insanca yaşamalarını mı öngörmekteyiz?

Savaşa bizler karar veremeyeceğiz. Olup bitene bürokrasimizin dahi hakim olmadığını düşündüğümüzde, hattâ global imperatifleri kendi halkının ve komşularının talep ve ihtiyaçlarından öncelikli gören siyasi ve bürokratik kurumlaşmayı göz önüne getirdiğimizde, "Biz ne yapıyoruz?" diye sormak tuhaf mıdır?

En radikal ve sert millici kurumlarımızın globalizmin soğuk savaş örgütlerinde yeşermişliği temkin için yeterli neden değil midir? Ellerinden biz antiemperyalistler, demokrasi savunucuları, bağımsızlığı ve uluslararası dayanışmayı vurgulayanlar neler çektik. Ne zamandır bağımsızmışız meğer de haberimiz yokmuş!

Evet, şimdilerde bağımsızlıkçı sol dahi bağımsızlık düşüncesine "hezeyan!" demekte! Bağımsızlık fikrine savaş açanlarsa modernitemizin hakikî garantörleri edasında.

Beyler, ne yapacaksanız açık, dürüst, net yapın. Kendinizi izah edin. Savaşseverler. Barışseverler. Yereller. Uluslararasılaşmışlar. Derdiniz nedir? Ne istemektesiniz? Nereye kadar? Aksi takdirde gündeminiz nedir?

Durumu not ediyoruz. Ve halkın hafızasına soğukkanlılıkla kaydediyoruz.

Ey seyir defteri, insiyatif bizde gözükmüyor!

Bataklıklara saplanmayacak kadar tarihi deneyimimiz ve dayanışma kurabilme yeteneklerimiz var. Dedelerimiz o topraklarda, o çöllerde dev gibi orduları yendi. Herkesi şaşırtabiliriz. Ancak, evlâtlarımızın ve komşularımızın sömürgecilik için bir damla kanını dahi feda edebilmek akıl ve vicdan harcı değildir.

Dayatma büyük Ey Halkım! Unutma insaniyeti, komşularını, kardeşçe rüyalarını:

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşcesine
Bu davet bizim!

CHP ve Sosyalist Enternayonal: İlk Taşı Kim Atar?

İsveçte iki sosyal demokrat lider yakın zamanlarda katledildi. İlki Olof Palme, parti başkanıydı. İkincisi Anna Lindh, dışişleri bakanı ve parti başkanlığının en güçlü adayı. İki cinayetin de kamuoyuna yeterli bir açıklaması yapılmadı.

Lindh'in ölümünden sonra aday çıkmadığından bir kredikartı skandalıyla bu görevi yıllar önce devralma şansını kaçırmış, siyaseten zayıf bir konumda olan Mona Sahlin'e parti başkanlığı devredildi. Bu geçici bir görevlendirme olabilir, çünkü Mona Sahlin'in nasıl bir iç ve dış politika izleyeceği belirsiz ve bir çizgi sahibi olacak kadar köklü bir konumu yok. Lindh ise Palme kadar angaje bir politikacıydı. Köklerden, gençlik hareketinden geliyordu. Yere sağlam basıyordu.

Geçenlerde bir sosyal demokrat milletvekilinin CHP'nin sosyalist enternasyonalden atılması için önerge vereceğini türkiyedeki şimdilerde pek globalist ve enternasyonalist cemaat gazetelerinden okuduk. Gerekçeleri ağır. Haklı yanları da olabilir. Haksız yanları da.

Ancak yıllardır SAP'da da demokratik bir görev değişikliği göremedik. Skandallarla uzaklaştırılanlar inatla görev başına getirildi. Bakanlıklara, büyükelçiliklere, eyalet valiliklerine. Skandallar sendikaları, kamu sendikalarını, siyasetin kurumlarını defalarca altüst etti.

Halk iradesi SAP'da da yeterince tecelli edememektedir. Bir uzlaşma kültürü vardır ancak, uzlaşma kültürü her defasında demokratik olamamaktadır. "Kimin uzlaşması" sorusu da önemlidir.

Yetmişli ve seksenli yıllar sosyal demokratların sendikalar, işveren kuruluşları ve burjuva partileriyle (isveçte öyle denir) birlikte soğuksavaşın savaş kurumlarına katıldığını, bu kurumun insan hak ve özgürlüklerini çiğneyen fişleme, izleme faaliyetlerde ve müdahalelerde bulunduğunu tartışmakla geçti. Bu kuruluşlara katkıdan ötürü hiç bir barış güvercini lekesiz çıkamazdı, çıkamadı. Palme dahil.

İkinci dünya savaşı sırasındaki bazı karanlık ilişkiler de kolay açıklanamamaktadır. Pasaportlara vurulan damgalar hangi ülkelerin isteği üzerineydi? Kim nerelere ne satmıştı? Savaş zenginliği nedir, ne değildir? Uzatmayalım.

Irk Biyolojisi'nin kurumlaşmasında da sosyal demokrat fikir ve devlet adamlarının çabaları inkâr edilemez. Irk hijyeni kavramı vesaire, sağlık politikalarının bir parçasıydı uzun yıllar.

Bugün bu kurumlar yoktur. Ama ne üzerlerine tartışılmıştır, ne de korporativist siyasi kültür değiştirilmiştir.

İsveç dünyanın şanslı bir köşesinde, çölgeçen hanı olmayan bir bölgede, sert bir merkeziyetçilik ve devletçilikle homojenize edilmiş bir demografisi, zengin doğal kaynakları ve tartışma konusu edilmeyen ama hiç de azımsanamayacak siyasi skandal ve sorunlarıyla geleceğini aramaktadır.

Aradığı gelecek kendi geçmişiyle hesaplaşmadan kaçınarak, başkalarını eleştirerek sağlanmaya çalışılmaktadır görünüşe göre. Bir başka yoruma göre bunlar reel politikadır. Bir şeyler alınır, verilir. Ama kim kimin adına hareket eder anlaması hayli güçtür.

Sosyalist enternasyonalin ilkeli bir kurum, ilkelerin kurumu olması hali sadece sevindiricidir. Bugüne kadar bu ilkeleri uyguladığını pek görmesek de. İlkeler ne olmalıdır? Milliyetçi olmamak, kavim partisi olmamak mı? Peki CHP'nin ihracını ağzından duyabileceğimiz Sayın Başkan Papandreu'nun partisinin adı nedir? Pan Helenik Sosyalist Parti. Bu hususda kendisinden bir itiraz bekleyebilir miyiz?

Irkçılık karşıtlığı, azınlık düşmanlığı? Irk Biyolojisinin hesabı sorulmuş mudur? Bu konuda bir içtihat oluşturulmuş mudur? Bu konuda ne bekleyebiliriz? Başvuruyu yapanların uluslararası hukuk diye bir bilgi alanları var mıdır? Yoksa geçmişe yaptırım yoktur ilkesine mi sarılacak bir hukukî naivizmden yola çıkmaktadırlar?

Olası darbelere hayırhah davranmamak, onaylamamak? Ülkemizdeki 12 Eylül darbesine destek sağlayan sosyal demokrat partiler olmuş mudur, CHP yöneticileri Zincirbozandayken? Hem evet, hem de hayır. Destekleyenler ne gibi imkânlar sunmuşlardır Cuntaya? Bunlara karşı hangi enternasyonal tavır alınmıştır? Her hangi bir parti özeleştiride bulunmuş mudur?

Avrupalı sosyal demokratların ilkeli davrandığı olmaktadır. Ama ilkelerin unutulduğu, kuralların işletilmediği, reel politikanın hakim olduğu, saray darbelerinin peşpeşe geldiği zamanlar da çoktur.

İncitici olan, barbarlığı başkalarının genetiği, kültürü biçiminde gerekçelendirmeleri, dile getirmeleridir.

Elbette, yakın bir zamana (Ivar Lo Johansson'a göre1950'lere) kadar yaşlılarını öldüren bir toplumun, insancıl, koruyucu, kollayıcı, dayanışmacı politikalar izlemesi güzel bir gelişmedir, gurur vericidir.

Barbarlık, zulüm, gaddarlık, sadece başkalarını eleştirerek değil, kendi hesabını da toplumuna vererek, eski siyaset mekanizmalarını artık devam ettirmeyerek olur.

Zordakiyle dayanışmayan, Serebrenicada sivilleri katlettirip sonra da katliama bekçilik yapanlara madalya takan kafa yapılarını; El Gurayblara denetleyiciden önce savaşa asker gönderen kafa yapılarını mı insan hak ve hukukunun savunucusu olarak göreceğiz? İsveç bu sorunları aşmış bir ülkedir, hakkını verelim.

Sosyalist Enternasyonal CHP'den, CHP yönetimi de onlardan bıkmış olabilir. Ancak liberalerin, global sermayeci dindarlarımızın, CHP'de ve hiç bir yerde tabanı olmayan kıymetli "sol" sosyal demokrat muhaliflerimizin kışkırtmasıyla, kendi ülkesindeki antidemokratik geçmişle ve onun kalıntı ve kırıntılarıyla boğuşmayı asla düşünmemiş, biri müstakbel iki başbakan katline hiç bir açıklama getirememiş politikacıların başvurusuyla ancak reel politik bir karar alınır. Bir al gülüm ver gülüm işidir.

İlkeli, demokrat, her ülkeye, her halka kendi halkına baktığı gözle bakan; her katliama, idama, darbeye, hukuksuzluğa peşinen karşı çıkabilen insanlar bu başvuruyu yapmadıkça, "gene neler dönüyor!" demekten kendimizi alıkoyamayacağız.

CHP olması gerektiği gibi değildir. Demokrasisi kusurludur. Ufku sınırlıdır. Ancak, onu yargıç önüne koyacaklar, önce kendi dokunulmazlıklarını kaldırmalı, kendi geçmişlerini tartışmaya gönüllü olmalıdırlar.

Sosyalist Enternasyonal bugüne kadar büyük ilkelerin savunulduğu bir yer olmadı. Olması iyi olurdu. Ancak bu kadar çok reel politika, yerel ilgi ve çıkar bundan fazlasının ve bundan basitinin diplomasisini kuramaz.

CHP içinde Sosyalist Enternasyonalde kalıp kalmayı bir ilke sorunu olarak görenlerin karar vermesi daha sağlıklı olacaktır. Eğer kalma yanlısı olanlar varsa, onları zorlama, onlara dayatma yapma, onları kışkırtmadan öteye gitmeyecektir çeşitli "dış müdahaleler".

Cemaatcilik, reel politika, rantiyeliğin ufkundan ilkeli karar verme imkânı yoktur. Aklı başında bir avrupa politikacısı da bu parodide rol almayacaktır, almamalıdır kanaatindeyiz.

2 Haziran 2007

Tilki ile Pervane


Orman tutuşmuş da tilkinin birisi yolundan, ininden, memleketinden uzak düşmüş.

Şehre inmiş. Çöplüklerden nasiplenmiş, kümeslere dadanmış, harabelerde barınmış, sur diplerinde saklanmış.

Bir akşamüstü, karanlığını beklerken gelmiş burnuna şaşkın bir pervane konmuş.

“Ey Pervane!” demiş. Biz ateşten harabız. Ormanın hasretiyle yanarız. Sense soğukkanlılıkla ateşi ararsın. Ateşte seni çeken nedir? Ormanları yakan, yuvalarımızı yutan, taşı çatlatan ateşe can atarsın.

Pervane, “yanan benim, ışık benim ışığım!” demiş.

Daha yanmadın ki demiş tilki, o sen olasın?

“İyi ya işte!” diye cevap vermiş pervane, “ben o ateşin devamıyım!” ve hamamın külhanından sızan ışığa doğru yönelmiş. Tilki de peşinden koşturmuş.

Pervane ateşe karışmış. Ateş olmuş. Kavrulup sırtaşağı düşmemiş, sokak lambalarının camına çarpıp düşenler gibi.

Ateşi söndürmeyen külhancı değil sanki, bu minnacık yaratık, ama ateşi aykta tutan, yanan, yanacak olan da bir zamanın ormanı. Ciğeri yanmayan ateşe koşar, karanlıkta göremeyen ışıkla sarhoş olur derken tilki kardeş kendi kendine, külhancı yanan bir odun fırlatmış üzerine.

Kuyruğu ütülenen tilki can havliyle bir kuytuya kaçmş.

Kuyruktaki yangım, içindeki yangından ağır gelse de, gelmese de, postu kaptırmadan korksa da korkmasa da işine bakmış, kümeslere dadanmış, hatta biraz nam bile salmış.

Ormanından uzak düşmüş, yapayanız bir tilki.

Şehri kendi ormanı yapan tilki.
Şehri beraberinde götürmeyen tilki.