29 Kasım 2006

Akıl, Duygu, Terbiye



Akılla karar vermiyorsak, neyle karar veriyoruz? Seçmiyorsak. Sorulduğunda söylemiyorsak.

Kendimizi birşeyin içinde bulmak, bir yolda bulmak başka, o yolda neden kaldığımızı bilmek başka.

Bir hayatta doğuyoruz. Bazı insanların içinde, dil, diller içinde, ufuklar içinde.

Seçmediğimiz, bize güzel geldiği için girdiğimiz kapıların güzelliği neden? Nedeni bilinmediğinde de bir nedeninin olması neden? Her nedenin gerçek neden değil sadece gerekçe olması neden? Her gerekçemizin itirazla, yeni bir soruyla biraz daha temellendirilmesi neden?

Bize iyi gelen? Bize ahlaklı gelen? Bize daha uygun gelen? Geleneğe uygun gelen? Atalarımızın yoluna uygun gelen? İçinde rahat ettiğimiz? İçinde çiçek açtığımız? içinde kendimizi, dünyayı ve ötesini bulduğumuz, hissettiğimiz hatta anladığımız?

Güzel de, iyi de, içinde çiçek açtığımız ya da hakikate açıldığımız da akıl dışı, fikir dışı, üzerine düşünülemezlerin ufukları dünyaları değil, içinde düşünülemezlerin dünyası değil.

Güzel de, iyi de, hoş da anlaşılamaz ve üzerine konuşulamaz değil. Üzerine konuşabildiğimiz zaten, üzerine akıl yürütülmüş, ve yürütülendir. Kelimesi varsa, kavramı varsa, bir konuşulmuştur, üzerine konuşulandır.

Karşısında iyi duygular içinde olduğumuz herşey, terbiyemize, geleneğimize, yetişmemize, bakışımıza uygundur. Yanıldığımız da olur. Fikir değiştirdiğimiz de. Hemen gerekçelendirme, açıklama durumuna girmemiz gerekez. itici geliyodur. Ürkütücü geliyordur.

Terbiye, gelenek, içinde yetiştiğimiz, hissettiğimiz dünya, içinde akıl yürütülebilmesinin de dünyasıdır. Akıl da, dille, kurumlarla, hayat tarzıyla, geleneklerle inşa edilir. Akılın bireysel olanı, kendi yolunu çizme, kendi başakasına devredilemez sorumluluğunu taşımadandır. O anda, ve o bedende şekillenmez. Diskur içindedir, dil içindedir, kamusaldır, terbiye işidir.

Duygular da, terbiye işidir, gelenek işidir, yetiştirilme işidir, bir vücuttan, bir bireyselliğin iç dünyasından fışkırsa, hatta ona ait görülse bile. Sosyalize olmuştur, sosyalize oluşun, kamusallaşmışlığın içinde bir farklılık, ayrıcalık, bir can oluştur.

Ana oluşun, taş kırmanın, beste yapmanın, semanın, taksimin bir duygusu, seyri, duygu seyri, tavır seyri vardır. Ama her yaptığımızın ille de doğru olmak zorunda olmayan bir açıklaması, izahati vardır. Taksimi de müzüsyen olmayana açıklayabiliriz. Daha sonra başka türlü de açıklanabilir. Bir şeyin hakikatine hakim olmak nasıl mümkün olabilir? Bildiğimiz kadarıyla, durduğumuz yerden, bize açıldığı, kendimizi açabileceğimiz kadar, zamanımız ve ufkumuz elverdiği kadar, emek verdiğimiz ya da nasip olduğu kadar anlıyor ya da konuşuyoruz. Anlamamız da bizim kadar sınırlı sonlu. ama hakikat yok demiyoruz!

Bir şeyi açıklamak ile anlamak arasında da fark var. Bu fark, bu ayrım akıl kavramının da hep yanlış anlaşılmasının alanını oluşturuyor. İlerde geliştirelim bu ayrımı. Ancak akletmek kavramı anlamak kavramına daha yakın, o kapsamın dünyasında düşünülmeli demekle yetineyim.

Ahlaki kararda duygu var mıdır? Eyleyen sorumlu insanın, ölçüp biçtiğinde önermelerinde duygu, bir duygu yok mudur ahlak felsefecilerinin bir zamanlar üzerine düşündükleri sorulardı.

Şimdilerde dilbilimin alanında, ister linguistik, ister sosyolinguistik olsun, duygu ifadeleriyle, dünyayı ifadeler, emirler, ahlaki yüklülükler bir kaynaşmışlık içinde ele alınıyorlar.

Müzisyenin "hissederek çal!" demesiyle, semazenin "hissederek eyle!" demesi arasında bir fark yok ve notaları, adımları, usulleri, bunların kuramlarını, anatomiyi, hareket geleneklerini, hareket geleneklerinin içindeki yön beklentilerini dışlamıyor.

Ahlaki bir duygumuz varsa ne güzel!

Hissettiğimiz aklımızı aşmışsa, önden gidiyorsa ne güzel.

Ama aklettiği, duygularıyla, hisleriyle bir gidenler de olur. bir gitmezse de bir gider gibi olanlar da. Onlar alimlerdir. Onlar okulsuz bile olsalar, öğrenmeye her daim açık olanlardır. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilen, bildiği için makam dilemez. Sorumluluğu, sorumluluğun cefasına asılır. Safasına? Nadiren. Birşeyi anlatabildiğinde. Anlayabildiğinde. Bir sorunu biraz çözebildiğinde. Bir yükü hafifletebildiğinde. Bir anlaşmayı mümkün kılabildiğinde.

Duygu gelişimimiz de, akıl gelişimimiz de aynı terbiye, toplumsallaşma sürecinde, süreçlerinde cereyan etmekte.

Duyguyla yakaladığımız, akıl mirasıyla yakalanabilen, akılla yakaladığımız, duygu mirasıyla yakalanan. Aynı şeyler, hakikat açısından. İnsan gibi bakıyoruz, insanların, zamanların, bir yerlerde olmanın ufuklarından. Olduğu gibi görmüyoruz, insan gibi, insanın sınırlılığından, sonluluğundan görüyoruz. Sonsuza sonlu açılıyoruz. Yapabildiğimiz bu. Yapabileceğimiz de bu: Kendimizi hakikatin üzerine çıkarmamak. Yanılabilir görmek.

Bir gün bize "bunu neden yaptın!" diye sorulduğunda, vereceğimiz cevap, akılla verilebilen bir cevap olacak, çünkü bir "çünkü"yü, açıklamayı, gerekçelendirmeyi, ya da hata kabulünü içerecek. Hata kabulleri de, anlama üzerine kurulu. O bana daha güzel geldi, içim onda rahat etti demek de bir terbiyeden, bir akıldan konuşmak ama.

Tavşanlar gibi hissetmiyoruz. Üzerine çalışılmış, terbiyelerden geçmiş, terbiyelere açık bir hissiyatımız var.

Terbiyeli ve terbiyeye açık insanın duygusu, ön hisleri insaniyetin gelmiş geçmiş tecrübesini, tavır birikimini de kullanıyor. Bilge insan, bilebileceği kadarını bilen, öğrenmeye açık insan duyguya kapanarak ilim kurmuyor.

Terbiyeyle duyan hisseden insan, olumsuz anlamda hesap kitapla düşünen insanın aklndan, daha akleder, daha akli, daha açık bir akıl. Hakikate, itiraza, yanlışlanmaya, düzeltilmeye açıklıktandır bu. Benim hakikatim bu demez. Kendini hakikatin üzerinde görmez. Hakikatlidir.

Pozitivizme giden aklı, teknik, araççı, çıkarcı aklı eleştirken, hakikate sadakat, hakikate açıklık, kendini her şeyin üzerine yerleştirmeme anlamındaki aklı da döküp saçmamak gerekiyor.

Akıl da duygu da sınırlıdır. İnsanidir. İnsan fanidir. Fani insan, fani olmayanı da kendi dünyasına indirgemediğinde ufuklar açar. Ufkunu açar. Sonsuzla buluşur. Sonsuz olana hakimiyet iddiasında bulunmadan, sonsuzu konuşur.

Ve sonsuz tevazuda konuşur. Tevazuda konuşulur. Bildiğim bu kadardır. İtiraza açıktır. Efendim.

25 Kasım 2006

Sevgili Sevgilinin Üzerine Kapanır




Sevgili, sevgilisinin cesedine bile kapanır da onun cesediyle dahi kapanmaz.

24 Kasım 2006

Devraldığımız Enkaz

AİLE. Bitti? Meşgul ve geceleri birlikte uyuyan insanlar, gerekliliği bin bir kere tartılmış çocuk. Doğumların yüzde doksanı sezaryen. Acısız, ağrısız, korkusuz, zahmetsiz. İlerde laboratuarlara devredilecek bu iş. Zoraki çocuk yarış atı hayatına da mahkum. Neden? Bir bilen açıklasın. Onca istenmeyen masraf, ama yapılıyor. Kimin için? Çocukla konuşmak, gerektiğinde kapışmaksa sanki bir gevezelik.


Sanıldığı gibi sanayileşme bireyselliğin fabrikası değil. Ailede yeşerecek olan, gereksiz sezeryanlarla sökülen bebeğin kendini algılayışı. Dünyaya açılışı, terbiyesi. Aile varken, yıkılmış ailelerin çocukları bile o dünyada yaşamaktaydı. O rollerden geçmekteydi. Aynı dünyada sosyalize olmaktaydı.

ACI. Acıdan kaçınma, korkma doğal olabilir. Bir ilkel toplumsal "bilinçaltı" palazlanıyor. Altına kaçırmaktan korkan yaşlılar: Bez bağlanır olur biter. Ömür uzadıkça, bunaklıklar da, inkontinens de artacak. Bunda ne var? Yalnızlıktan korkan solo ruhlar: Hayata açılırsın olur biter. Eski çözüm? "Hadi yavrum, sıkıldın, git arkadaş edin!", "gel yardım et!", oku, çalış, düşün, ilgilen!Çocuğu emzirmenin göğüsleri deforme edeceği inancından, kariyeri deforme edeceğine kayan okumuş ilkeller. Doğallığında anlaşılmıyor, bir veba salgınında sanki, ölümlü, ağrılı, sancılı, alta kaçırmalı dünyamız.

UMUTLAR SANKİ. Çaresizliğin, kaçışın, pısırıklığın, teslimiyetin halet-i ruhiyesine sarılıyoruz. İşte, okulda, fabrikada, mal mülk edinmede, malk mülkü idare etmedeyken dünyayı unutuyoruz, birbirimizi çiğniyoruz, acı ötekinin acısına çevriliyor, saldırganca bir ezip geçme turnesindeyiz. Mevkiler kapanın elinde. Soruları önceden verilmiş sınavlar. Değer vermediği değerlerin kurumuna oturtulmuş insanlar. Ebu Cehile kitap, Damat Feride işbirliği ve kardeşlik anlaşmaları, sübyancıya çocuk yuvası, züppeye kültür, hırsıza kasa, tavuğa arpa, yılana yumurta, Mari Antuanete ekmek emanet ediyoruz. "Hakeden" karşısında utanmıyoruz. Ezilmiyoruz. Emek, alınteri, eşitlik, adalet, hak, hukuk düsturlarımız değil! Kapılar insana kapalı! Umutsuz, çaresiz bir sokak. Değeri kavratılmayan bir vatandaşlık .

EĞLENCE. Turistlerin eğlence olmadığı için gelmediğine inandırılırdı okumuşlar. Hayat sahilimiz disko dunkadunkasıyla kirletildi. Maçlarda, güneş tutulmalarında, yılbaşlarında yalnız silah sıkan vahşilerce değil, fişek atan, havai rüyalarla kendinden geçmişlerce de balkonlar zıpkınlanıyor. Sessizlik, uyku, dinlenme çevresi kirletilmiş bir doğal dünya. Dinlenmeyen, uyumayan, sabrı bilmeyen nevrotikler trafikte, sokakta, masanın arkasında. Akşamdan kalmalığın romantize edilişi. Sarhoş tır şöförleri. Dansözlü kayıklar.

İÇKİ. Bir bira firması birahanelere kreş sponsorluğu yapacakmış. Genç anneler daha kolay birahanelerde buluşabilecekmiş! Boyalı basın göklere çıkarıyordu. Oysa o biracının ülkesi Danimarkada bunu hayal bile edemezler! Parklarda içki yasağı batı toplumlarında da konulabiliyor. Bizde laiklik meselesi halinde. Yasağı koyanın da, karşı çıkanın da kafası karışık. Bakkallar yaş sormadan içki sigara veriyor. Batıda bu mümkün değil. Ruhsat işleri çok sıkı denetime tabi. Sigara yasağı sokaklara kadar genişletiliyor. İçkili şöför hangi uygarlıkta "sen benim kim olduğumu biliyo musun, lan?" diyebiliyor ki! Biz nerelere geldik? İçkiyi isteyen içer, istemeyen içmez. Ancak, imalatının da, şişelemesinin de, içilmesinin de kuralları, sınırları olacaktır. Bunu da bir toplumsal olgunlukta belirleyeceğiz. Çocuklara içki sattırmayacağız. Odundan alkol yaptırmayacağız. Her parkta, sokakta da içilmesi gerekmeyecek. İçildiğinde de kimse kimseye saldırmayacak. Saldırganlık her alanda dışlanacak! İçmeyen içene bulaşmayacak! İçenler de ortalığa kusmayacak. Direksiyonunun başına geçip, teybi açmayacak!

MEYHANE. Babam Osmancık Kitabını yazarken, "içki içmenin her yerde hem genel hem de kendine özgü bir adabı vardı, kendi sofralarınızı da anlatır mısın? O farkındalık, o farklılık bir gün kaybolacak" demiştim, kaygıyla. Meyhane üzerine yazılan çok. Ama meyhane kültürü, adabını anlatan bilen az. Meyhaneden içkili lokantaya dönüşümünün nedenlerini anlatmak başka, insanların meyhane dünyasını anlatmak başka. İçki içiliyor ve içilecek. Nasıl sohbetin adabını bilmeyen sohbeti unufak ederse bir kurum olarak, içki adabını, meyhane geleneğini bilmeyenler de, meyhanenin rind havasını yele vermekte. Anlatmak yeter mi? Bir hayat dünyası manipüle ediliyor, global iddialarla, modern iddialarla. Yerine otomatik olarak medeniyet mi geçer? Ne konuşulurdu. Hava neydi. İçerisi neydi. Dışarısı neydi. Nasıl girilirdi. Nasıl oturulurdu. Nasıl bırakılırdı. Ne hoşgörülürdü. Nerde durdurulurdu insan?

SOHBET. Bileni yok olmakta. Ustalarını teker teker yitiriyoruz. İster dergâhta, ister meyhanede, ister sıragecesinde, ister kadın günlerinde, hamamda, handa, kıraathanede ruhların saati ayarlanırdı. Şimdi geyik yapıyoruz. Muhabbet dendi mi, "geyik muhabbeti"ndeki muhabbeti anlayan bir okumuş nesil var ortada. Çok yazık! Paylaşan, sırtı sıvazlayan, sinirleri yatıştıran, soruları, kuşkuları, sorunları rayına oturtan, tecrübeyi ortak tecrübe haline getiren bir kurumu düm düz ettik. Her başı sıkışan psikanalize, terapiye gitse ne yazar? Konuşmayı uzmanların okulda öğrenebildiği ne malum? Konuşma ki, artık bir gevezelik olarak görülüyor toplumda. Konuşma ki, anlaşmanın, koklaşmanın, sorunları belirlemenin, sorunları çözümlemenin, anlaşmanın, kapışmanın, sorumluluk almanın, sorumluluk deklerasyonlarının, uzlaşmanın, anlaşmazlık noktalarını bulabilmelerin dünyasını açar. Bilebilmenin, sorabilmenin, öğrenmenin, öğretmenin, itirazın, onayın ve paylaşmanın dünyasını.

CİNSELLİK. Cinsellikle ilgili, "düzeyli birliktelik" avukatları saldırgan bir propagandadalar. Televizyonlar, birine elektiriklenmiş ama başkasını seçmenin mantığını bulmuş elektirik dedektörü delikanlıları canlı yayınlıyor. Kaynanalar seçiyor. Kıvırtan köşeyi dönüyor. Jüriler hayat fukaralığını yayma cemiyetlerine dönüştürülüyor. Saldırgan cinsellik manifestoları. Cahillerin yazdığı cinsel bilgilendirme metinleri. İstatistikler maşabaşı uzmanlarına ya da kelebeklere ait. Aşk fizik, kimya, biyoloji sanılıyor. Cinsellik teknik bir bakışla kapitüle ediliyor. İnsanî olan, insanlararası olan unutuluyor. İhtimamın dünyası reddediliyor. İnsan elbette ki beden sahibidir, ama güdüleri, ihtiyaçları, ihtiyaçların giderilme tarzları ve bunlar üzerine olan bilinç sosyalizedir. Her aç insan yamyamlık yapmaz. Cinsellikte her akla gelen gerçekleşmez. Mutluluk cinsel tekniğin işi değildir! Birbirini tanımak, saygı, ilgi, şefkat, sorumluluk? Aşk aşksa üç dört yılda sönmez. Koku alışverişi olmadan da sever insanlar, bağlanır. Kokular, hormonlar müsaitken de ayrılırlar. Fikirler, düşünceler, hayat tarzları, maddi şartlar vardır! Hormonluluklar kadar! Genç çiftlere biteviye "fantezileriniz?" diyenler var. Nasıl? "Dasein"i kaydırmakla mı? Değilse, birbirine ulaşamayanların, başkalarının yerine geçmeleriyle mi? O halde bir rol oynama döneminin gelişmişliğinde/gelişmemişliğinde insanlar? Birbirlerine değil, başkalarında başkalarına ulaşacaklar? Karışmıyorum, ama, birbirlerine ulaşmaları bu kadar mı sakıncalı ve zor? İnsan sevdiğinden bıkar mı? Bıkarsa da hayat bıktırır, başka olaylar bıktırır olamaz mı? Bir sıkılma kültürünü hangi sıkılan fantezi kurtarabilir ki? Evet, bir başka sorun daha var. Aşk evlilikleri, aşka dayalı "seviyeli birliktelik"ler yok. Evet sorun burada. Eski görücü işinin sevgisizliğini, hoyratlıklarını özgür irademizle kat kat aratacak durumlardayız! Toplumsal dayanışma ilkellikmiş gibi rafa kaldırıldığından, en insani yanlarımızı köylülük, taşralılık, "kıroluk" gibi gördüğümüzden. Herkes herkesin "kıro"su, "köylü"sü. Herkes zanlı. Kurumlar yok. Kalıplar yok. Güldüğümüz kurum ve kalıplar. İnsaniyetin ömrü kadar katkı isteyen kurumlar, her aklı evvelin icadı olarak bireysellik olarak hayat şekillendirecek. Ama önce partnerler arası pazarlık ve dayatmalar, sonra gerçekçi ve pragmatik düzeltmelerle oradan buraya uçuşacağız. Özgünlük ve özel olmak mümkün. Ama kültür reddedildiğinde, eleştirmemek bile bir reddir, özgün olabilme imkanını da reddir, sırtdönüştür, beğenmediğimiz kültür değil, ilkellik bizi teslim alır.

BUGÜN. Hemen şimdi diyor şimdiki kuşak. Biz "yarınlar" bizim diyorduk. Hemen şimdilere geldik. Şimdiki kuşak da, "yarınlar" diyebilmeli. Biz başkaları için yaşıyorluktan kendimize yöneldik. Şimdikiler kendi dışlarında birşeylerin olduğunu kavramalı. Belki bana katılmayacaksınız, ama, bence, başkalarının yerine kendisini koyamayanlardan, kendini başkalarının yerine koymaya çalışırken kendi önceliklerini unutan insanlar daha medeni! Empati hem hipotetik hem de yeterli bir kavram değil. Kuramsal olarak eksikliği ise bir felaket belirtisi.

İNTİHARLAR. Yüksek okullar rezil bir durumda. Kaymak tabakamızda sözde "nihilist" ama özde zırcahil bir krizin içindeyiz. Bulaş bulaş. Sözde nihilist, çünkü bir eleştiri değil. Bir başkaldırı değil. Hayatı ve hayatının uzanımlarını ve sorumluluğunu sadece kendi vücudunda gören bir bakışla karşı karşıyayız. Siyah beyaz filmlerde onurunu koruma, çocuklarına iyi ad bırakma, ihanetini reddetme gibi diğerkâmlıklar, altruizmler vardı. Sembolik, değişememe ve değişememeyi reddin semboliğiydi. Çocuk intiharlarındaysa bir ilgi çekme, başkalarını suçlama, dayanamama belki daha hakimdi. Şimdi yetişkin intiharları çocuk intiharı karakteri gösteriyor! daha da korkunç bir şey bu! Birincisi, kişisel özdeşlik, kişisellik ve bireysellik süreçleri, sosyalizasyon süreçleri ile ilgili bir alarm bu, daha sonra ele almaya çalışırım, ikincisi, çocuk bencilliğinden patolojik bir egoistliğe kayış. Başka hayatları karatma isteği. Sorumsuzluğun en az sosyalize olmuş hali! Evet, bizler Camus'u sevdik. Bıçak sırtında bir hayat yaşadık. Hep karar verdik. Hayat bir seçimdi. Postmodern bir seçime de çevrilmiş olmalı bir yerlerde, bunu sorgulamadan aldık diyenler boşa konuşmazlar. Ama, evrenselliği bilen, evrenselleştiren, genel kavramları kullanan bir kuşaktık. Buradaki postmodern tavır, eğer gerçekten öyleyse, bir ayrıntıydı. Bir itirazdı, varolan, hakim olan/olduğumuz hayat tarzına. Onun içindeydi. Bir parçasıydı... İntihar her daim bir sorumsuzluktur! Kaçıştır! Sorumlu insanların intiharıysa bir toplumsal linçe karşı duruştur bazan. Sokrates? Diğerleri? Sabahattin Ali'nin "Öyle günler gördüm ki"sini bestelemişti devlet konservatuarında gitar öğrencisi Eren. Şakağımızda ısınan bir şiirdi, bir yiğitlik gibi gelirdi, öyle intiharlar, belki hâlâ öyledir, ama istisnalar asla kaideyi bozmaz! Biz işkencede, kazada, belada, başarısızlıkta, sürgünde, reddedilmelerde de inatla yaşadık. O kadar hayata bağlıydık. Hayat tarafından o kadar itilsek de... İmkansızlıklar bile bir imkandı.

YALNIZLIK. Benim için yalnızlık farklı bir kavram. Bir kişisel yalnız bırakılmalar, satılmalar, kopuşlar, itirazlar, yolundan dönmemeler tarihi. Şimdiki kuşak ilgisiz anababaların, kariyere belki de haklı olarak öncelik vermelerin, ihmallerin kuşağı. İlgi için zaman geçmiş değil. Yeni insanlar ithal edecek halimiz de yok! Yalnızlığın görüngübilgisini yapmaya çalışsam belki ilginç ya da şık olabilir. Ama bu yalnızlık, ihmallerin, kendi kendine büyümelerin, okullu, ilimli, bilimli büyümelerin, kariyere ve kariyerde büyümelerin yalnızlığı. Taşraya da yansıyan bir boşluk duygusu, popüler kültürel simgeler kasırgası söz konusu olsa da, taşra insana hâlâ daha çok zaman ayırıyor. Bireysellik gelişimi daha kapsamlı. Ama taşra da bu "lüks" sorunsaldan muaf değil. Töresel baskılardan kaçış, çaresizlik olarak intiharlarsa, cinayet kategorisinde de ele alınabilirlerse de bazan, intihar kapsamında tartışılmaları daha aydınlatıcı olabilir, ilerde üzerine düşünmeye çalışacağım.

YEME BOZUKLUKLARI. yiyeceğin silah olarak kullanıldığı yoksulluk yıllarından, yeme bozukluklarına. Vücut ideallerinin, popüler beklentilerin, yanılsamaların yönlendirdiği hayat tavırlarına. Yiyeceğe bakışın değişmesi. Diyet hokuspokusları. Modern hurafeler. Beslenmeyi bilmeyen insanlar. Hazır yemek kültürü. Gazlı içecekler. Bu konu daha fazla uzamasın.

ÇOCUKLAR İNTİHAR ETMESİN. Meyve de yiyebilsinler, su da içebilsinler. Diyerek susalım bari...

23 Kasım 2006

Leylayı Arayan Alemi Bulur


Dünya Padişahı yalnız bana, yalnız beni yazacaksın buyurdu.

Aşık Leyladan ibaret dünya dediğinde dünyada bulamadığı Leylaydı. Leylayı aramayan aşık, ya bulmuştur, ya da Leyladan geçmiştir.

Dünyanın bir önemi kalmadığında, Padişah da kalmaz. Gönülde kalan padişah hangi karıncanın darı yuvarladığını derisinde hisseder.

Cephede göğüs göğüse savaşan asker künye okumaz. Künye ya esarette, ya gölgede, ya da yoklamada okunur.

Mecnunun Leylasını yazan, kendi Leylasını susar. Kime ne?

İnsanlara konuşan kendini anlatmakla başlamaz. Onun kendini açışları da başkalarının dünyasını açıştır, dünyalara açılıştır.

Öyle yazma böyle yaz diyen, önce yazar. Olana, şöyle olma böyle ol diyen önce olma gayreti gösterir.

Her gösterdiği adres yanlış çıkan kılavuz, göstermediği adrese giden kervana küsmez. Bir kereliğine doğru çıkma şansı da olsa ne yazar, kervanda yolu develer bile bilir.

Aşık kendini ele vermez. İnsanlığını ele verir. Etrafını teşhir etmez. İnsaniyeti eder. Kimsenin bilmek istemediğini değil, kimseyi ilgilendirmeyeni anlatmaz.

Yazmak teşhirle iştigal değildir. Mahremiyeti, özeli, kendine ait olanı olmayan, her bildiğini, duyduğunu, gördüğünü, her sırrını, ve bildiği her söylentiyi anlatan kişinin söyleyebileceği bir şey, yani kendisi kalmamıştır.

Dünya padişahtan ibaret, dünyam padişahtan ibaret yazdığında, dünya da biter, dünya padişahı da.

Hakikate Kızan Derviş


Hakikati hakikatli bulmayan bir derviş, hakikate küsüvermiş.

Küsmüşse de derviş, hakikaten küsmüş.

Hakikat de hakikatlilik adına da olsa dervişin yüzünden hakikatliğinden geçememiş.

Yol Kesenin de Hakkı Haktır


Başkaları için verebileceği olanı yolundan alıkoymak yol kesmektir.

İstemek, başkaları için istemekle taçlanır.

Değer verdiği üzerine titrediği hayatını, aç aslanlara atan adam, ne aslan doyurmayı bilmiyordur, ne de hayattan bıkmıştır. Esareti red ediyordur.

Af dileyen padişah, ama bir şartım var derse, derviş boynunu kılıca uzatır.

Padişah başkaları için bir şey dilediğinde, gönlün de padişahıdır. Derviş onu tac eder de gezer.

Dünyanın bütün hazinelerini dağıtmak için istemek başka, kilit vurup üstüne oturmak başka.

Terkedilmiş hazineleri yılanlar bekler. Sahibi geldiğinde, kapılar açılır, yılanlar rakseder. Gelen bir hayatla gelir. Sönük kalır hazineler de. O'nun pırıltısıyla ışıldar.

Her ışıltı bir kaynaktan gelir. Karanlıkta ışıldayan mücevher molur?

Senin cevherin ne? Işığının kaynağı ne?

Misafire yalvarma. Yolcuyu kulene hapsetme.

Onların geldikleri ve döndükleri bahçelerin kokularını içine çek ve seslen:

Şükürler olsun ki, sizi sohbetiniz için dahi alıkoymadım. Önününüzü kesmedim. Yolunuzdan etmedim. Hayredin. Hakikata açık olun! İhtiyaç sahiplerinden başkasına uğramayın.

Onlar da sana şunu diyeceklerdir:

Şükürler olsun ki, en çok ihtiyacı olan sen olduğun halde kervanın yolunu kesmedin. Başkaları için istedin. sofradaki yerimiz senin yanında olsun, ey farklı insan!

Kendini Kurbağa Sanan İnek


Kantın dehası, aydınlanmıştı. aydındı. Kant'ın estetiğinin eleştirisi, dehanın yerine öznelerarasılığı kavramış bir usul, ölçü, tad, had, dur durak bilen bir şahsiyet, şahsiyetlilik getirecekse amenna!

Üniversitelerimiz, parlak sözler edebilen, hakikatle sınanmayan, hakikatle kendini ve düşüncesini sınamayan nesiller yetiştirmekle meşgul.

Parlak, şık, zarif entellektüel sanatlar hidayete ermiş kumrular gibi uçuşuyor.

Şık söz, pişirildiği mutfaktakilerin bazan gözünü kamaştırıyor olmalı. Bazan da tav tutmuyor, tava yanıyor. Ufuk tutuşuyor. Ufuksuzluktan konuşuluyor. Bazan? Yani çoğu zaman, zaman zaman.

Oysa tutuşan retorik, anlaşmanın, anlatmanın retoriği değil. Retorik hakikate bulaşanın, hakikate açılanın, düşünenin, dinleyenin, anlaşmaya, anlatmaya çalışanın ağzı, dili.

Kültüre, deneyime, hayata, insana, başkalarına kapalı bir deha ne söyleyebilir ki bize? Hangi itiraza açıktır? Hangi itirafa?

İtiraz, bir bozguncu unsur, bütünlüğü bozucu kirlilik olarak görülmek üzere!

Düşünceler, disiplinler, araştırma gelenekleri, ve araştırılan alanların bilgisi, alanlara gerekli ilgiler, tavır gelenekleri ya da birikimleri birbirine ulaşamıyor.

Derdi olmayan insanlar güzel konularda güzel güzel yazıyorlar. Ama ortada yazı yok! Konu yok! Fikir yok! Eleştiri yok! Yok ki yok!

Eleştireller eleştirel dergiler çıkarıyorlar. Hep tema dergileri. Özel sayılar. Bu şu demek oluyor yenilerde: Gelecek sayıda eleştirinizi yayınlayamayız. Geçen sayıdaki gaflar, açıklar geçmişte kalmıştır. Yeni bir sayfa açalım. Sen, ben, bizim oğlan.

Eskiden, kendine yönelik eleştiriyi kendi kapsamına alabilen, okul işlevi görmiş dergiler de tarikatlaşıyor. Tek seslilik. Yalnız "aykırı"ya değil, kendi mantığıyla bile kendisini eleştiriye kapalılık. Bu bir kapanma, gizlenme değil. Konuşanı kapatma, sesini kısma, gizleme eylemi.

İktidar sözcüğü çok kullanılırdı eskiden. Aydın çevreler, aydın gruplaşmaları kamuoyu oluşturma rollerini keşfedeli beri, iktidarsızlığın iktidarını kurar oldular. Söylem kısır olanı çevirip durmakta. Böyle iktidar olunuyor. İktidar yapan, iktidarı yeniden üreten, iktidarla kuşatan iktidar.

Bu arada, iktidar olmayan iktidarlar da, aydın iktidarlar. Bu hallerinin, iktidarlarını söndürmesi, asli rollerini öğütüyo olması yüzünden.

Kurum, gelenekler, bilgi, disiplinler arası eleştirel alışveriş bir kamuoyu oluşturma, proje satma ya da alma furyasına kurban edildi.

Eskiden türkler türke propaganda yapardı. Şimdilerde global köyden global köye mesaj şişesi gönderiliyor. Ciddiyet, araştırma, eleştirel duruş bu ve bu kadar!

Öğrenciden öğretim üyesine, projelerden, eserlere, dökülüyoruz!

Bu işin eskiden nasıl yapıldığını bilenler varsa bir taşra üniversitesi kurmalılar. İlgili, bilgili öğrenci gene hayat didişmesinde olan öğrencidir galiba.

Araştırmacı yetiştirmek yurdışına delege edilmiş durumda. Çık git. Ne yaparsan yap. Geri dön. İşimize gelirse. İşinize gelirse.

Sömürgeleştik! Meraklı öğrenciye kapalıyız! Bu okul halka kapalıdır! Yalnız üyelere açıktır!

Aklı başındalar, parlak akademisyenler yurtdışında mı? Hayır! Yurtdışında aydın neredeyse yok! Onları sefil eden de "yurt içi"nin olmayışı.

Kültürsüz, kendi diliyle yazamayan, yabancı dillere de diliyle ilişkisindeki lekeleri aktaran, derecelii parlak, hırslı gençlerimiz var. Proje zengini üniversitelerimiz. Beşik kertmesi kürsülerimiz. Yayın Kurulları asla değişmeyen dergilerimiz.

Ama düşünmeyi unuttuk. Okumayı, dinlemeyi, seyretmeyi, izlemeyi, sohbeti, konuşmayı, eleştirel sanatları unuttuk.

Bunları gene hayata dönerek, hayat dünyamıza dönerek, diğer entellektüel gelenekleri farkederek gündelik düşünme pragmatiğine taşıyacağız.

Kurumlarımızı, kitle iletişim devrimimizde kaybettik. Yerine yenilerini çıkarıp, tedavülden çıkarmayacaksak, bu iç boşaltmaya, teslimiyete, bu ihaleye karşı çıkalım!

Haydi Üniversiteye!

Haydi Dergilere!

Haydi, tevazuya. Kurbağa asla inek olamaz!

Belki bir de itiraz! "Biz hiç kurbağa olmadık ki?"

Evet. Kendini kurbağa sananlar, ya da kurbağa olup da şişerek çağ atlayacaklar değil de, şişkin kurbağaları bile inek sanıp, onlara benzemeye çalışan, kendini kurbağa sanan inek daha şaşırtıcı, daha şaşkın.

Deha önemsiz. Kendi başına deha daha da önemsiz. Sorumlu, saygın, kültürlü, mütevazı, çalışkan ve de düşünen insanlara ihtiyacımız var deseydik bir yerlerden çıkıp gelirler miydi acaba?

Cehennem Başkalarıydı


Başkası. Düşünürlere bakarsak cennetimiz, cehennemimiz.

Başkası. Kendisinin yerine asla kendimizi koymayı beceremeyeceğimiz bir oradalık. Yakınlığın bir kaynaşma olmadığı buradalık.

Başkası. Ne cehennemimiz. Ne de cennetimiz. Bir aradalık'ı paylaştığımız, biraradalığı değil. Araf başkasıyla aramda. Arada olan onunla aramda. Bir aralık. Arafı yoklayabilmem bir başkasının varlığının meyvası.

Başkasının varlığı olmadan kendi varlığımın farkında bile olamam. Evet kendimi hissederim. Diken batar. Taş keser. Çığlığım kuşları havalandırır. Ama farkındalık bir başkasını ister.

İlk insan ne düşündü? Ne zaman düşündü? Yalnız mıydı? İnsan fikri bir insan teki fikri midir? Yoklamak ne güzel. Ama ben bir adaya bırakılmış bebekten ötesinin dünyasını hayal edebilecek bir dünyada değilim. Ufkum da varolan insanın bilebileceği bulabileceği. Adem'i kutsal kitaplar hikaye ediyor. Oradan da öğreniyoruz. Bilimlerden de. Beşeri ilimlerden de. Dil köprüsü nasıl kurulur. Ben nasıl ben olur. Sen nedir. Ötekiyle aramda ne vardır. Başkalık bir itekleme midir, kendini ayırdedebilmeye mi işarettir? Ses nedir, söz nedir. Çocukta dil nasıl ortaya çıkar, gelişir. Toplumlarda dil nasıl ortaya çıkar gelişir. Akıl nasıl gelişir? Ahlak? Hukuk? Kurumlar? Alanlar? Ayrımlar?

Aslında yerine geçemeyeceğim bir başkasından kendime yönelirken de, ne kadar hakim olabildiğim bir bene geçiyorum ki? Ben'e hakim olmaya çalışırken, ne yalnız sen varsın bir başkası olarak dünyada, ne de o. Onlar. Biz. Sizler. Ve değişik biz, siz onlar kombinasyonları. Diller. Zamirler. Sıfatlar. Yüklemler. Dünyalar. Kültürler. Varlıklar. Yaratıklar. Eşya.

Ben dediğimde, toplum var arkamda. Dilim olduğu için. Sana yöneldiğimde bir yönelişim var. Söylediğimde söylenebilecekler. Eylediğimde eyleyeceklerim, eylenebilecekler.

Ben ve sen asla ben ve senin tüm çıplaklığıyla buluşamıyoruz. Arada dünya var. Dünyada da biz varız. Ben ve sen, aslında yakalandıkça elden kaçan, ama kovaladıkça, sorumluluğunu taşıdıkça kendini olabildiğince ele veren çehremiz, simamız, silüetimiz.

Benimle senin arasında varlığına alıştığım araf, iki o'nun arasında daha kavramsal. Soyut mu soğuk?

Araf'a araflarda kalarak gidiyoruz. Arada kalarak. Arada bırakılarak. Arada düşünerek. Benle senin arasında katettiğimiz yol ederek. Ufuklar arasında. Metinlerimiz arasında. Dille çiğneyerek. Düşüncede yoğurarak. Kararlarımızda eylediklerimize tereddütün ürpertisini yaşayarak. Ve biraz da oluruna bırakarak. Uzun ince bir yolda. Gidiyoruz. Gündüz gece. Ve yerimizi yenilere bırkarak. Sonlu bir dünyada. Sonsuzla sonlu haşır neşir...

Gevezelikle Konuşma Arasındaki Fark

Geveze boş konuşur. Boşa konuşur. Bağladığı, bağlandığı bir yer kendini bağladığı birşey yoktur. Konuşması bir sorumsuzluktur. Ama kim safi gevezedir ki?

Konuşan kendini, dünyayı konuşur. Bir dünyadan konuşur. Bağlar. Bağlanır. Bir sorumluluktan konuşur. Bir sorumluluğu konuşur.

Gevezeye katlanan, bir hakikati konuşan, bir hakikatten konuşan insana dayanamaz. Gevezeyle gevezeleşen, kendiyle konuşanı susturur hep. Gevezeliğe alışan, sorumluluk alışa, sorumluluk taşıyışa da yabancıdır.

Konuşan, söyleyeceği bir şey olduğuna inanır. Sözün bir taşıdığı değer olduğuna. Bir aktardığı olduğuna. Bir öznesi olduğuna.

Geveze aktarır. "Ben demedim sen demedin o demedi"ler komedyasıdır gevezelik. Sevimlisi, sanatlısı, kurusu, dikenlisi, envai çeşiti mevcuttur.

Konuşmanın, sohbetin, muhabbetin de çeşitleri, sanatları, hakimiyet dereceleri vardır. Gevezelik ustalık işi olduğunda dinlenir. Konuşma her daim dinlemeye değer.

Konuşan, kendini bağlar. Kendini sunar. Ben böyle bakıyorum, al iki gözümü, bir diyeceğin, bir vereceğin, bir itirazın varsa buyur der. Geveze zamanı bağlar. Eğlendirir. Karıştırır. Bıktırır. Sevindirir.

Konuşan kalbini orataya koyar da söyler: "Demek bir diyeceğin, bir anlayacağın, bir anlamışlığın yok, sen kendine yetmektesin, insana ihtiyacın yok".

İnsan susturarak sadece kendisini yalnız kılar. Susanın yalnızlığı nedir ki? Cebinde dil vardır. Muhabbetin pınarları. Ve sohbetin toplumu.

Çıkar yine de insan arar.

Bulduğunda bize de haber versin!

Gökten üç elma düştü. Gerisi dalında kalsın. Tohuma dursun.

22 Kasım 2006

İstila-yı Aşk


Aşk istila etmez. Talan etmez. Ordularla canevine dalmaz.

Aşk tehdit etmez. Can almaz. Can vermez. Kan dökmez.

Aşk kapmaktan çok vazgeçiştedir. Uzak duruştadır. İyiliğini isteyiştedir. Fedakarlıktadır.

Aşk rehin almaz. Üfler, uçurur. Kanatlandırır.

Aşık sadece aşkına sahiptir. Maşuka saman doldurup vitrine koymaz.

Aşk sadakattir. Karşılıksızdır. İhtimamdır.

Maşuk da aşıksa aşk da ne aşkdır: Aşıkların arasına, Aşk Kubbesine şeytan girse başı döner. Kendini kaybeder.

Ve aşk fetihde değildir. Yollardadır. Arayanı bulur. Yakar ama yıkmaz. Varlıkla yok eder.

İhanete Dair


Hainler ihanet etmez. İhanet güvenilenlere mahsustur. Güvenilmeze ne emanet edilir ki? İçeriyi bilen dışarıyı da bulur.

İçerisi? İçbahçe. Kafesin içi. Camın içi.

Önüne gelene "Hain!" diyene ihanet edilmemiştir hiç. Ya yanlış bir pusuladır, ya da evi yoktur. Aşk evinden vurulmamıştır. Bilmez, anlamaz, görmez. Zaten hep öyledir. Bilmeyen, anlamayan, görmeyen konuşur. Hakikatin kırıntısına vakıf kişi yedi dağdan kovulur.

Seni susturan, önünü kapatan, sözü balçıkla sıvayan hep dosttandır. İhanet, eleverilme, önüne gerilme dost'a mahsustur. Yolunu bilmeyen yol kesmez.

De ki hançerle oynayana: Hayatıma alacaklı Sevgilidir. Ben geldiğim yere giderim.

Sezarı düşüren bıçak, kendi mutfağından çıkar.

Ahlak ve Din


1. İlk defa inanacak bir insan düşündüğümüzde, bu gelenekle, korkuyla, aktarmayla değil de, bir değerlendirmeyle, aklı selimle, muhasebeyle olacaksa ahlak sahibi olmak gereklidir. Ahlak dine inanabilmek için ön koşuldur.

2. İnanmayan, henüz inanmayan, reddeden, reddetiğini sanan insanlara da vicdan yazılmıştır. Boğulana el uzatan, imdat edene kapı açan, merhameti esirgemeyen dinin dışında ya da karşısında yer almış ahlak sahibi, entegrite sahibi insanların hikayeleri doğu edebiyatında az nakledilmemiştir.

3. Ahlak duygusunu inciten bir toplumsal hayat dine yöneldiğinde, inceldiği, düzene girdiği kadar, din duygusunu, fikrini de incitme temayülü de gösterebilir. İnsanlararası, mesleki, insandan canlılara ve eşyaya yönelen ihtimamlı bakış ve düşünceli eyleyişin hüküm sürdüğü bir toplumun dine yönelişiyle cehaletin ve hoyratlığın hüküm sürdüğü toplumların dine yönelmesi farklı çiçeklenecektir.

4. Sonsuzu, sonlu ve belirli bir tarihte ve mekanda yerleşiklikten yorumluyoruz, anlıyoruz. Yorum o yüzden zamanına da zincirlidir. Zamanın zincirini kırmak, tüm zamanlar için, zamanın dışından konuşmak, bir kereliğine tüm yorumların yorumunu yapıp sözü kesmek mümkün olmadığı gibi, insanı, alimi putlaştırır. Hakikatin sonsuzluğuna ancak sonlu ve sınırlı çabamızla açılabiliyoruz. Bize ait herşey, bir mütevazı çabadır, gayrettir, kendimizi ilahlaştırmadıkça, ilahi olana da insanın yapabileceği kadarıyla açılıyoruz. Ahlakımız, hiç bir zaman olması gerekene eşit değildir. İnsanidir. Bir gayrettir. Her daim bir bakıma insanın hayat dünyasına da bağlıdır. sürekli üzerinde düşünmek ve uyanık olmak, inceleşmek, ahlakta da fikri ve eylemeyi ilerletmek gereklidir.

5. Dilde "evet" ya da "hayır"ın kullanabilmesi normatif bir filogenetiği ve ontogenetiği zorunlu kılmaktadır. Bir anlamıyla ahlak dilde yerleşmiştir. Kullanıp kullanmamaya karar vermek kolay değildir. Ama ahlakın kurumlaşması bundan ibaret değildir. "Hayır" dediğimizde sunduğumuz gerekçe, konuştuğumuda söylediğimizi kasdetme, kasdettiğimizi söyleme yükümlülüğünü istemesek bile aktive etmemiz, ahlakın toplum olabilmek, akıl sahibi olabilmek, konuşabilmek, anlaşabilmek için dahi gerektiğini işaret etmektedir. Ahlak, insanlararası iletişimin ve toplumsallaşmanın, terbiye ve öğrenmenin temellerindedir. Dine yöneldiğimizde, dinsiz dahi olsak, dinin reddetmediği, hatta (ya da belki) şart koştuğu bir ahlaksallığımız vardır. Söylediğini kasdetme gibi. Doğru söyleme gibi. Bunlar olmadığında akıl da akletmez. Din hakikatin bize nasıl dokunduğuna, hakikat içerisinde nasıl şekillendiğimize bir itiraz olmak durumunda değildir.

6. Her ahlaksız dinsiz midir? Daha da karışık bir soru sorarsak, her ahlaki yanlış, dinsizlik işi midir? Buna verdiğimiz cevap insanın irade ve vicdan özgürlüğü meselesinde de bir görüş beyanıdır. Bir görüş diyorum, çünkü bu konuda da son sözü söylemek hakikati bilme hakikate ve sonsuza sahip olma iddiasıdır. Fikir beyanı sonlu, ölümlü, fani halimizledir. Ve elbette, ilimle, irfanladır. Dindar bir insan, hatta bir alim doğru mu yanlış mı olduğunu bilemediği sınır durumlarıyla çok karşılaşır. Nefis muhasebesi diye güzel bir kavramımız vardı eskiden. Nefis meseleleriyle her daim karşılaşırız. Bir de eylemlerimizin sonuçları bazan başkalarının eylemlerine de bağlıdır. yanlışımız, ya da doğrumuz zamanla kendini gösterir. Eylediklerimizin doğruluğuna veya yanlışlığına mutlak olarak hakim olabileceğimiz bir ahlak için tarihin sonunu bilen bir bakışa sahip olmamız, insan olduğumuzu reddetmemiz, kıyamete ulaşmış olmamız gerekmektedir. Oysa, biz bir dürüst, içten gayret içerisindeyiz, ölçüyoruz, biçiyoruz, tartıyoruz da eyliyoruz. Ama yanılıyoruz da. Yanlıştan öğreniyoruz. Yanlışların avukatlığını yapmıyoruz. Ahlakımız hiç bir zaman olabileceği kadar mükemmel değildir. Bunu bir savunma olarak kullanmıyoruz. Tersine, yanlış da yapabilen, yanlış da anlayabilen bir insanım, haddimi ve sınırlı, sonlu, fani olduğumu biliyorum diyoruz.

7. Dindar bir insan hiç bir yalanının, yanlışının, hilesinin, hurdasının, sahtekarlığının gizli kalmayacağını, gizlenemeyeceğine inanıyor. Ama sahtekarlık, yalan, dolan talandan defalarca çöktük, çözüldük. Bundan ne din, ne ahlak sorumlu. İnsan olmak biteviye bir gayret istiyor. Bir kerede tüm zamanlar, tüm ömür için ahlaklı olmak mümkün değil. 70 yıl terazin doğru. Bir kere yanlış yapıyorsun sahtekarlar sınıfına giriyorsun. 90 yıl yanlış yapıyorsun, giderayak doğru bir adım seni doğrular arasında sayılmana yetiyor. Bunlar için neler denebilir? Çok şey. Ancak konu bu değil. Biz bu ayrıntılarla da uğraşalım, ama, insanın ahlakı, sürekli bir uyanıklık (mecazi anlamda değil tabii) gerektiriyor. Bir ahlakı kabul etmek yetmiyor. Ölene kadar karar vermek, sorumlu davranmak istiyor.

8. Son olarak. İnsan kendi eylemlerinin sorumlusudur. Bu sorumluluk devredilemez. Devralınamaz. Doğru karar vermenin garantili bir metodu yordamı, yolu yoktur. Karar vermek iyi ahlak sahipleri için de çetrefilli bir iştir. Ama bir terbiye de işidir, tamamen yetmese de. Bilgi işidir. İlgi işidir. Seçme işidir. Tecrübe işidir, tecrübenin de hep tecrübeye açıklık olduğu bilindiğinde, herşeye herzaman yetmediği bilindiğinde, sonsuz olmadığı, tecrübelerin tecrübesine hiç ulaşılamayacağı bilindiğinde.

9. İstisnalar? Çok. Ama temel bilinmeden istisnalar konuşulmaz.

21 Kasım 2006

Günaydın


Çektiğin çileye gülümse. İstilalara karşı koyarken can veren, kendi halinde insan, büyük asker dedelerine. Doğururken ölen bir büyükannene.

Sokakta annesini arayan bir kedi yavrusuna. Çöp kutusuna ulaşmaya çalışan iki haftalık köpeğe.

Çölde son mermisini de atmış, azığı suyu bitmiş ve akbabalara gülümseyen o askere. Dev gibi bir orduyu yenmiştir. Ve ülkesinin kaderi onu yalnız bırakmıştır. Bir ingiliz cerrah yaralarını dikecek, söktüğü bir avuç kurşunu kirli bir parça çadır bezine sarıp eline tutuşturacaktır. Mektuplarında ondan, esir kamplarından, futbol maçlarından, esirlerin tavuklarından, kedilerinden, ekip diktikleri bahçelerden, esir subayların yazdıkları oyunlardan, Kalkütadan karısına çocuklarına bahsedecektir.

O sabrı öğreten adamdı.

Akbabama gülümseyemediğimde, hayatıma gülümseyemiyorum. Beni bekleyen ölüme. Beni bekleyen çileye. Çöp tenekesini devirmemi bekleyen görbese.

Tenekeyi devirmiyorum. Kaynanalar kızmıyor. Sokak temiz. Mikropsuz. Simidimi boynuna geçiriyorum. Kendisiyle boğuşuyor. Yeleli, aslan gibi bir kangal olacak, velet. Simidi hep kendinden büyük bilecek.

Kediye selam veriyorum, kedi beni azarlıyor, "neredeydin her yerde aradık!". Cep telefonunda benimle konuşan kız kediye fıkırdıyor. "Ay ne tatlı şey!". Kedi ciddi. Sinirli. Kafasını çeviriyor. Uzaklaşınca biraz, yumuşak bir "güle güle insan! ihmalkar dost!". Dönüyorum, mahcupça çiçekleri kokluyor. Arıya kıç atıyor. Bir iki, üç, beş. Tehlikeli oyunlar. Arı ihtiyar. Kendi halinde. Çiçeğe ulaşmaya çalışıyor. Manevralar. Manevralar.

Dev dalgadan artakalanlarda iki serçe çimiyor. Bornoz tutmaya gidiyorum. Kafalarına minnacık havlular sarmaya.

Günaydın Türkiye.

Biz Sustuk Dünya Sustu


Kainat konuştu biz sustuk.

Kainatı dinledik. Kainatla dillendik. Söylenmeyeni işitmek, işitilmeyeni dinlemek, sessizlere kulak olmak. Hayatı bulmak. Hayatını bulmak.

Biz susarız alemler dinler. Biz dinleriz alemler dile gelir.

Susanla susan, konuşanla konuşan olduk. Yoklara saydılar bizi.

Yayınlanmadık. Konuşturulmadık. Hakarete uğradık. Ruhumuzu aç köpeklerin önüne attık. Tennurelerimizle yolda kalanların üstünü örttük.

Elimizde kalan ne var ki dedikçe, aşk bizi buldu. Varlık kapımızı çaldı.

Neyimiz var neyimiz yoksa yolda kalanların. Yola çıkanların.

Söylenecek neyimiz varsa, dünyayla bitmeyecek köprüyü kuranların.

Ne düşmanımız kaldı. Ne de anlı şanlı dostumuz.

Hakikat bizim. Açıldığı kadarıyla: Hakikat sonsuz. Sonsa bizim.

Hakikatin dostları bizim de dostlarımız. En yalnız da biziz. Sofrası en kalabalık da.

Sofranın en yoksulu başköşededir meclisimizde. Köle devededir. Halife yalnayak. Saltanat değil boyuneğdiğimiz. Ayağa giden ayak.

Boynum sizin, kalbim sizin, bildiğim sizin ey dağ, taş, insan ve hayvan. Ve ey boyun eğene boyun eğen herşey.

Göründüğümüz gibiyiz. Olduğumuz gibi görünmekteyiz.

Dinle neyden. Neyi dinle.