29 Şubat 2008

Hangi Yusuf: Kuyudaki Saddam?

Her aklıevvel işaretbilim meraklısı şu ya da bu fransözü, gizemciyi, aydınlatıcı bir kaç kitabı kurcalar, üzerine yazar. Yüzler okunur. Rakamlarla etimolojik duvarlar aşılarak şifreler ifşa/inşa edilir. Rüya tabiriyle kehanette yanılmazlık iddia edilir. Kaç asrın mesnevisi dahi noktaları virgülleriyle hesaplanır kitaplanır.

Kuyudaki Saddam'ı kim yazacak, bizler de olmasak? Akademik, ezoterik, popülerkültürcü, reklamçözümlemeci kimi ilgilendirir incir çekirdeğini doldurabilecek mevzuat.

Saddam kuyuda yakalandı, ve kuyudan çıkarıldı.

Rivayet o ki yakalandıktan sonra kuyuya atıldı. Belki de kuyudayken ihbar edildi.

Biz görüntüye bakalım. Görünüre bakalım.

Saddam ak sakalı, çile çekmiş insanların, ya da çileyi artık tanımış insanların alın kırşıklığı, dağınıklığı ve dışardaki hayata göz kısışı ile gün ışığına çıkarıldı.

Bize sunulan bir tasavvuf levhası idi. Levhaları okuyamayan, bu levhayı bize nasıl sunar? Okuyan hangi katını okur?

Kutsal kitaplardaki Yusuf ile Züleyha hikayesinden farklı Kuyudaki Yusufun hikmeti. Bir güzellik, kıskanma, çekim, sabır, sevgi, emekleyen aşk hikayesinden farklı bizdeki derin algılanışı.

Kuyuya iniş, kendiliğin dibine iniş. Ancak dipsizlik aranmaz bu inişte. Dip yoktur. İniş inişin dibi olmadığını bulmaya iniştir. Kendini bilmenin de dibinin olmayışına yolculuktur.

Kuyuda bulunan, kendini bulmuş bir Saddam. Bir Saddam levhası? Buna neden ihtiyaç duyuldu? Evet, belki de derin "işaret bilimcilerimiz", çokbilmişliklerinde ve karmaşık yöntembilgileri ve enformasyonçorbalarında çırpındılar bilgiç sirke sinekleri gibi.

Bulanlar? Kardeşler. Eski, kardeşleri. Kuyudaki Yusuf hikayesinin başlangıcından kardeşlerimiz. Kuyuya atanlar? Öz kardeşleri? Yine eski kardeşleri? Belki de Saddam sadece kuyuya inen. Bir kuyuyainen, kuyudakendinibulan. Önemli değil burada ve buraya kadar aslınabakarsakkuyuyaindirilen mi olup olmadığı . İmajlar, alametler alıp satıyori kıyametler kuruyoruz.

Kuyudaki Yusufla kıyamet alametlerinin ne alakası var? Gazali'ye bir başka yazıda başvuralım. bakalım bize diyebileceği ne var?

Ama elimizde kıyametçiler tarafından bırakılmış bir alamet levhası var. Kıymetini bilelim. Çözümlemesini bir zamanın doğuluları gibi ağır ağır, sindire sindire, hikmetiyle yuna yıkana yapalım.

Yusuflarınyusufunu unutalım. Yusuf denen işarete, kavrama, simgeye bakalım. Kuyuya inen ne? Kuyu ne? Bu Yusufsa farkı ne? Saddam'ın Yusufla işi ne?

Alametbilgiciler bize çözümlemeye kendilerinin dahi kalkışamadıkları bir görüntü, resim, levha sundular. Bunu onlara ağır ağır kuyudan çıkararak aydınlatmaya çalışalım. Ne yaptıklarını izah etmeye çalışalım. Sezgiselleri, iddiasallarına dost mudur? Eylemin atları, arabasını yollarda mı devirip yabanarılarına çfte ata ata koşuşturmaktadır? Yoksa şarkcephesine her şey yolunda mıdır?

Şark yeni hikayeler, yeni hikmetler sunmaya devam etmektedir. Bu anlamda yeni bir şey yok. Herşey eskisi gibi. Kuramdan çok ve kuram yerine hikmet. Yine eski doğu. eski dünya.

Eski dünyanın yenieski ya da eskiyeni Firavunları kimler? Yusufa iş veren. Yakuba oğul kucaklatan. Burada bir ters yüz ediş var diyelim. Önce firavunun sarayı. Çıkaran kervancıların iten kervancıya dönüşmesi. Makaranın geri sarılması?

Ya da doğunun artık tek sunabileceği şeyin çirkinlik oluşu? Sanmıyorum. Doğuda güzellik çirkinlik bir ayrıntı,. Doğu bir hikmet fabrikası, hikmetin fabrikasında anlatı, desen, estetik gölgede. Ayna yansıtan. Gölgeyi, gölgede kalacak olanı göze tutan.

Devam edeceğiz, Efendim, sindire sindire, ağır ağır çıkaracağız son kuyuyu da kuyudan...

26 Şubat 2008

Gaipten Gelen Sesler, Garipten Gelen Sesler


Bize tennuresini giyip de gaipten gelen sesleri taşıyacak adamlar lazım değil. Adam lazım. İnsan lazım. Bağımsız insan lazım! Vicdanlarının sesini duyabilen, duyurabilen insanlar!

Kayıp kıta artık Vicdan!

Uçan halılardan bir anlığına da olsa inelim, uyanalım hayaletler kıtasında. İrkilelim. Sarsılalım. Hakikatimiz esir. Anlayışımız emanette. Ufkumuz örülmüş, yarılmış, yağmalanmış.

Hakikatten kaçmanın, kaçırmanın muhayyelesi mi olur?

Bağımsızlık ne büyük hayal! Ne büyük rüya! Kutsallarını bile emanetçiye vermiş, kendini yargılayamayan insanların dünyasında.

Konuşan susturulur, örtbas edilir, konuşmuşsa tartışılmaz, kutsanarak örtbas edilir.

Bağımsızlık bir hayal, bir aldanmaca. Bağımsız düşünemeyen, tavır alamayan, eleştiremeyen, aklı birilerine, aşkı mecnunlara, kültürü sömürge tebaası avama teslim etmiş insanlarız alt tarafı.

Yanlışı yanılabilirler gibi düzeltmeyen, yanlışı doğruyu kündeye getirmek için kullanan, sesi çıkmayan, düşünmeyen bir tebayız artık.

Doğu yok! Doğu bir sömürge! Batı yok! Batı da yok! Bir farklılık olarak batı yok. Farklı oluşun bir oluş olduğunu düşünen bir azınlığın batısı.

Zenginliğimizle, uyanıklığımızla, ticaret hacmimizle, Weber'i bedbaht eden melalle övünüyoruz. Telif eserlerimiz sansürleniyor, konuşamyıyoruz, konuşturulmuyoruz, konuşan bir ülke istemiyoruz. Şikayetlerimiz, şikayetçiliğimiz yalanın dolanın talanın edebiyatı!

Düşünce sömürgeciliğe teslim. Kutsallarımız. Profanitemiz. Gıdamız. Soframız. Anlayışın, anlayışlılığın hayat tarzını oluşturamıyoruz. Sufi ciklet çiğnesek ne değişecek? Çiğnediğimiz sadece ciklet. Hayat dünyamız, dert dünyamız başkalarının avuçlarında. Cüce bir devin avuçlarında gaipten sesler duyuyoruz.

Garipten sesler duyamıyoruz! Garipliği, yalnızlığı, dışlanmışlığı duyamıyoruz. İşkencehanelerden gelen, işitmek için sikke, takke, sırta tennure istemeyen sesleri duyamıyoruz. Gönül kulağımız tıkalı, esir. Esareti kanıksamışız.

İşgalleri duyamıyoruz. Ayak seslerini duyamıyoruz. Teskin ettiğimiz aldıran, gören, kanayan insan değil, kanatan, acıtan, yakan, yıkan insan!

İnsana kapı açmak durumundayız. Acı çekenleri kucaklamak durumundayız. Umutsuzlara umut olmak zorundayız. Huzursuzlara , huzuru kaçırılmışlara huzur kapısı olmak.

Gel ey acı çeken insan, işgallerle inletilen halk, vicdanın evinden kovulmuş aydın, yalanla yaşamayan düşünür, kula kulluk etmeyen haysiyetli kişi, neye inanırsa inansın içi dışı bir olan, yanılabilen, acıkabilen, ölebilen, tanrılık taslamayan ademoğlu bu ev senin evin, gel ve anlat, seni dinlemek için bu dünyaya geldik!

Kayıp olan sensin, sendin. Tabiattı. Hayattı. Bize edilmiş emanetlerin sesiydi. Kapımızı çaldığında asla bizi evde bulamayan.

22 Şubat 2008

Şubat 2008


MESNEVÎYİ OKUMAK. 2010 yılında düzeltmelerini yapmayı düşündüğüm ya da tartışmaya açıp geliştireceğim bir kitap. Adını koymadan okumalarını yaptığımı, notlarını aldığımı bugün farkettim. Adı kondu. Zamanım kısıtlı olursa makalelerden oluşacak. Yeterli zaman bulabilirsem, yazacağım sürede geçim derdiyle boğuşmazsam, müstakil bir yorumbilgisi kitabı olacak. Doğru okumanın yöntembilgisini sunma yerine, Mesnevîyi okurken karşılaştığımız sorunları açımlamaya çalışacağım.

ÖNÜMÜZDEKİ AYLARDA yazdıklarım Habermas-Gadamerde gelenek tartışması üzerinde yoğunlaşacak. Felsefe, özellikle de kuramsal felsefe sevmeyenler siteme uğramamaya çalışsınlar. Mailler doğrudan çöpe de atılabilir. Konu üzerinde bir makale yazana kadar bu temaya ağırlık verilecek. 2008 yılı içerisinde konuyla ilgili bir de türkçe kitap/kitapçık kaleme alınacak.

TEZKİRE. Geç keşfettiğim, biraz rafa kaldırılmış gibi görünen bir dergi. Makalem kaleme alındıktan sonra elimdeki sayılarını okumaya çalışacağım. Mümkün olursa her sayı için eleştirel notlar yayınlayacağım. Türkiyenin gelmiş geçmiş en iyi düşünce dergisi/dergilerinden olduğunu düşünüyorum. Ercan Şen ve arkadaşlarını ikna edip devam etmelerini sağlayabileceğimizi umuyorum. Eski sayılarını sahafları zengin etmeden, yani şimdiden edinmeye bakın, daha sık referans olarak kullanılmaya başlanacağını arzederim, Efendim.

KİERKEGAARD. Hem bugüne kadar yalanyanlış süregitmiş ironi kavramı üzerine tartışmalarımızı gözden geçirebilmek, hem de Oğuz Atay'da da işlenen önsöz yazma "meselesi"yle karşılaştırabilmek için büyük fırsat: Kierkegaardın "Önsözler", orijinal metinden (danca) çevrilerek yayınlanıyor. Önsöze önsözde romantik metinle tasavvuf düşüncemiz arasındaki geçişliliklere de kapı açılmakta. Tavsiye ediyorum, ancak yayıncısından önce duyurusunu yapamıyor, ayrıntılara giremiyorum. Kitabı düzeltme metinlerinden okuma fırsatım oldu. Sabırsızlıkla yayınlanmasını bekleyeceğim, son halinde okuyabilmek için. Eleştirel notlarım olacak, tabii ki. Ve özellikle ironi kavramının türkiyede kavranışına temelden itirazlarım.

YORUMBİLGİSİ DERSLERİ. Habermas-Gadamer tartışmasını Mart ayında felsefi yorumbilgisi meraklılarına sunmayı düşünüyorum. Yer? Ankara ya da İstanbul. Belki ikisi de. İlgilenenlerin ufkuyla karşılaşmak, soruları karşılayabilmek, sorularla karşılaşabilmek hedeflediğim. Konuyla ilgili yazacaklarımı türkçede şekillendirebilmek için başvuracağım bir yöntem olacak.

İSTATİSTİKLER. Bugün, günde 85 tıklamaya ulaştık. Tıklama sayısını artırmaya çalışmıyoruz, ana sayfada 20 yazı tutmaya devam ediyoruz. Günde 100 tıklamaya ulaştığımızda sadece bitmiş yazılara yer vereceğiz. Yine bugün aynı anda 9 kişi online idi. Mütevazı bir rakam, ama bu da yeni "rekorumuz". Arkadaşlarımızın sitelerine link vermememiz, onların arama motorlarında aranmalarından yararlanmamak içindi. Hızlı bir gelişmeyi düşünmedik. Tek tek yazılardaki içerikten dolayı üyeler geliyor, gidiyor. Üyelik 10 ile 15 arasında bir yerde stabilize oldu. Adresleri sorunlu olanları biz de üyelikten çıkarıyoruz. İçeriği beğenmeyenlerin ya da ağır bulanların üyeliklerini sonlandırıyoruz, mail yağmuruna tutmamak için. İstediklerinde ana sayfadan okuyabilirler. Üyelere giden zaten yazıların ilk hali. Üyelik sadece bize kimlere yazdığımız hakkında bir fikir vermesi açısından önemli. Ancak, gündemi üyelere göre belirleyemiyoruz. Tirajımız küçük gelebilir, ama ortalama dergilerden daha çok okunuyoruz, gazetelerle ise yarışmamız söz konusu değil. Sitemizden bazı yazılar internet dergilerine alıntılanıyor. Onlarda kaynak belirtildiğini görüyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz. Göndermediğimiz yazıların gönderen bizmişiz gibi yayınlanmamasını, tarafımızdan yazıldığını vurgulamalarının yeterli olacağını istirham ediyoruz. Gönderen, alıntılayan başka birisi ise onun adı verilebilir. Sitemize ya da yazarı olarak bize atıfta bulunma kaydıyla. Bize atıfta bulunulmalı, çünkü sorumluluk, vebal bizim. Bir de yazıların hiç brisinin son haline gelmiş olmadığının unutulmamasını rica ediyoruz. Yazıp bilgisayarda tutmak, ya da olgunlaştırılmalarını beklemek yerine çoğu kez doğrudan sitemize yazıyor, düzeltiyor, geliştiriyoruz.

Aşk-û Niyaz Ederiz Efendim.

Bir An Dünya Değişti Sandık












Hiç bir esaret sana esir değil. Bırak dünyayı haline bazan. Varlığın zaten onu değiştirmekte.

Varolman bir itiraz, katkı hali.

Bir insan'ı, bir açıklığı, bir gülümsemeyi görebilen için dünya aynı dünya değil:

Seni gördük, bir an dünya değişti sandık.

12 Şubat 2008

Avam Kimdir?


Halkın yanında yeralmak bir halkoluşun, halk olmanın anlamını bilmedendir.

Halkı dinlemek, halka dikkat etmek, halkın yanında yeralmak başka, halkçılık başka bir şey.

"Avam halktır, uzak durun!" demeye mecbur muyuz? Avam halktır diyenlere "Elitizm bir çeşit sömürgeciliktir!" demeyecek miyiz? Bütün ayrıcalık ve güzellikler elitlerin sığ, kültürsüz, bayık dünyaları için mi sunulmaktadır? Böyle bir tabiat kanunu, hukuk(suzluk) kimin adına ortaya atılabilmektedir?

Dil halkın hayatında gömülü. Dili olanın halkı da olur.

Avam kavramı halkı hakettiği herşeyden uzak tutmak için kullanılıyor, sanki cennet, cehennem dahi sınıflı bir toplumun kompartmanlarına ayrılacakmış gibi.

Evet avamdan uzak durmak lazım. Selamsız sabahsız aydından. Sözünün arkasında durmayandan. Destursuz çiğneyip geçenden. Olduğu gibi görünmeyen, göründüğü gibi olmayandan.

Yarım aydın ve bir karakteri, karakteristiği olmayan, anlamayan, paylaşmayan, insafa gelmeyen, anlamı kendi dünyasına esir eden, sözü iki perdenin arasındaki rehineye çeviren elit mi onca sözün, güzelliğin, inceliğin muhatabı, sahibi, hamisi?

Boğulan bir insanı kurtarmak için uşağını gönderen avamdır, kendisi daha sağlıklıysa, daha iyi yüzme biliyorsa. Savaşlara gündelikçisinin çocuklarını gönderen, kendi çocuklarını vergisi ödenmemiş arabalarda sarhoş dolaştıran avamdır.

Başkaları için canını vermek, yükü sırtında taşımak, komşularının pisliğini temizlemek, hayatı göğüslemek, başkalarına yedek parça olarak çocuk okutmak durumunda olanlara mı burun kıvıracağız?

Manilerle atışanlara? Hikmete boyun eğenlere. Bin yıllardır esir edilememişlere?

Avamdan, evet, uzak duralım bazan, zihin sağlığımız için, düşünceyi esir etmemek için, fikri praksisden koparmamak için. Renksiz, kokusuz, insanı maşayla tutan, acımasız, aşksız, merhametsiz, anlayışsızlardan uzak duralım, uzak tutalım filizilenmekte olanı, don vurmuş fidanı, kadife gül yaprağını.

Mirasımız duvara asılacak, dondurulup saklanacak, eş dost meclisinde açılıp kapanacak, içine saman doldurulacak nesnelerden oluşmuyor. Gebe bırakan söz'den bahsediyoruz! İnsanın insana sorumluluğundan, kendi sorumluluğundan bahsediyoruz. Hayatımızı değiştirmeye, şekillendirmeye olan ihtiyacımızdan bahsediyoruz.

Kitaplarımız sadece filolojik metinler değiller. Bu dilin filologları da olacak. Ama bu kitapları okuyan yaşayan, canlı, dertleri olan insanlar da olacak.

Hakikatin bazan dost meclislerine kapatılmasının lazım geldiğini düşünenler çıkabiliyor. Hakikat nereye sığar? Bir kitabın, sözün bilgeliğin hakikat iddiası nasıl olur da o sözün inceliğine esir olur? İnce olan zaten hakikatliliğin ta kendisi.

Avam, okuma, bilme ile hayatı, tecrübeyi birbirinden koparandır. Avam, halkının hakikatine sırt dönendir.

"Ben onlardan değilim"lerle sadece bir safllığı, uyurgezerliği ifade edebiliriz, köksüz, eleştirisi olmayan, eleştirelliği olmayanın duruşunu. Sorumluluğu olmayan sömürgeci ve sorumsuz tebaa ne kendini eleştirmektedir aslında ne de geleneği.

Hem ol, hem eleştir, yol aç! Kim engelliyor ki seni?

11 Şubat 2008

Aşksızlık Üzerine


Ne yaptığını sevmekte, ne de hakikatini aramakta aydınımız. Metinleri metinlere bağlamakta. Ve bunu artık batılılardan da iyi yapmakta.


Aydınımızın alışık olmadığı telif eser, düşünen insan, ufku olan aydın, yerliliği majestelerinin doğulusu olarak görmeyen selamlı sabahlı, komşulu, dostlu, hatırlı gönüllü çilekâr.


Aşkı şehvetle karıştırdığndan savunur ya da yerin dibine batırır. Canıyla, şevkle, didinerek, aşkla yazmaz, okumaz.


Hatasızlığı sterildir hastane koridorları gibi. Hataları döküp saçıcı bir vandallıktandır.


Aydınımız en son ne zaman aşkla kalktı yatağından da bir iş yaptı?


Ne zaman tarhananın kokusunu içine çekti, okuğu zor metni söktüğünde eşini şapırdatarak öptü, ya da çayırlarda, kar yığınlarında debelendi, sokak köpekleriyle beraber koştu, antidepresan alan bir kızcağızı kahkahalarla güldürdü. Olmadığı gibi görünmek zorunda olduğunu düşünen delikanlıyı teselli etti. Hayatına kazandırdı.


Açık, apaçık, mantıklı konuşanımız çok. Kimseler dönüpte bakmıyor bile. Kekeleyen, heceleyen, ama hakikati sökmeye çalışan insan muteber halkın arasında. Neden? Neden? Hakikiliği, hakikat kaygısı mı? Hakiki bir ustanın, emektarın, zenaatçının yüzhatları mı? İçtenliğin yüze vurmasından mı? Kolaya kaçmama hala bir değer olduğundan mı? İnsanların arasına bir hançer gibi saplanmadığından mı?


İnsanlar hileleri, hurdaları, dertleri, zevkleri, delilikleri, saplantıları, hassasiyetleri, gönüllülükleri, onca uyanıklığın içinde şaşırtan diğerkamlıkları ile insan. Aydın, aynı renkleri, yalpalamaları, riskleri, risk alışları, tercih durumlarında kendini unutmayı bilmiyor. İnsanların gözlerine bakmasını, kardeşçe bir kenara sıkışabilmesini bilmiyor. Bakışlarında merhamet harelenmiyor. Umutla, umutsuzlukla, çaresizlikle, aşkla bakmıyor, bakamıyor.


Düşünen insana, karmakarışık fikirlerle boğuşup alanları alanlara, dünyaları dünyalara bağlayan insana kol kanat geriyor halk. Selamını alıyor, küçük hileleri ondan uzak tutuyor.


Aydın, gerçek aydının kurdu. 12 Eylül vicdan sahiplerini zındana tıktı tıkalı, vicdanın hapisanesinden kaçmak marifet bilindi. Düşünen, üreten, binbir emekle alanını ilerleten insanlar bir yeni vicdan patlamasına kadar kenarda, köşede ayakta kalmaya çırpınıyor, aşkla.


Ne zamana kadar? Herzaman dediğim gibi, dibe vurana kadar! Çare tükenmediğinden, tevazuyu yol edindiğinden, meşgul olduğundan, şerefli olduğundan, sabra teslim olduğundan, işini gücünü doğru dürüst yapmaktan başka bir şey düşünmediğinden itilen kakılan ve bunlara takılıp kalmayan aydın, aşka gelip ayağa kalkana kadar!


Dibe vurma zamanı yakındır.


İnsanlığı bile insanlıktan nasiplenmemişler savunmakta. Evrensel bir derdi olmayanlar üniversitede. Her aklı başında insanı bu ülkede yetişmemiştir sanmaya direnen insanlara bu ülkenin dili, geleneği, bilimi emanet.


Tartışmayı insaftan koparan, karşı tarafa itiraz hakkı vermeyi kafa karışıklığı sanan aşksızlar, insafın, vefanıni ölçünün, haddini bilmenin bu ülkeyi nasıl ayağa kaldıracağını bilemezler. İnsanı bilemezler.


İnsan, yanıbaşımızda olan. Hikayelerimizde gömülü olan. Düşmanına cömert olan Ali'de olan. Ömer'in hoşgörülüşünde yazılı olan.


Tartışma, itiraz, yanlışla yaşamamaya, yaşanmamasına davet. Ne artan tiraj, ne de şan şöhret konuşmaya başlayan insanların orataya koyduğu değerin yerini alabilir.


Hakikat aşkı, hakikatin herkese açıklığının insanların ayaklarının altına serilmesi.


İşte tennurem, işte derim, ister çiğne ister üzerinde tepin, sana derisiz, insan çıplaklığıyla konuşuyorum ey insan, bunu bana nasıl yaparsın? Ve öngörüleni sana nasıl yaparım? Biz kardeşiz. Kardeştik!


10 Şubat 2008

Tadında Bırakmak


Herşeyin bir sonu var.

Vazgeçemeyeceğimiz ne var? Vazgeçilemeyecek ne var? Kendimiz olmak mı? Onun da bir sonu var. Geriye kalan? Bizden kalan bir hikaye. O da arada bir yeniden toplanır toparlanır.

Evet, halâ aramızda yaşayan ölülerimiz var. Yol gösteriyor, soframıza karışıyor, şiirimize yol açıyorlar.

Evet, halâ aramızda yaşayan ama nerede olduğunu bilemediğimiz, her işimize geldiğinde itip kaktığımız uzaklaştırdıklarımız var.

Kalıcı olmak için kalıcı olmuyoruz, hakikî olduğumuz, hakikatli olduğumuz için.

Ebu Cehilden kalan ebucehilliğimiz. Ne olduğumuz.

İnsandan kalan, insanlığımız değil, imkânlarımız. Açılabileceğimiz derya. Bizi bekleyen sular.

Yaşarken bir imkâna fener olmak, bir çobana yıldız olmak gerek. Farkedilmesek de bir kenarda bulunabilmek gerek, bir arayana,bir sorana.

Kendi evinden, kendi hanenden, kendi topraklarından kovulmamak için zalim, duyarsız ve yutucu olmak gerek.

Yatak odasını aydınlatan bir sokak lambası çalışacakları uykusuz bırakır, çukuru aydınlatır, çamuru ortaya çıkarırken.

İnsanlara uzak durmak, avam eleştirisi bir elitizm değil, bir kaçış da.

Hayranı olduğumuz bilgelerin kaçına hayat hakkı tanırdık, yanımızda, yanıbaşımızda olsalardı? Önlerine bir bardak su koyar mıydık erinmeden, sırtlarını örter miydik? Başuçlarında bekler miydik? Onlar yemeden yer miydik? Yazdıklarını okur muyduk? Söylediklerini dinler miydik? Dinlediklerinde söyler miydik? İçlerine saman doldurup bir kenara koyar mıydık?

Ne olduklarını, kim oldukları bilmeyenlerin yanında daha rahat edebiliyor bir söyleyeceği olan insan. Sıradan bir insanı dinleyen sıradan bir insan.

Öğrencilerin, takipçilerin, izleyenlerin arasında nasıl yaşayabilir bir hakîm, pek anlayabilmiş değilim. Belki o kalabalığın arasında, içinde kaybolarak.

İnsansız olmaz. İnsanla da kolay olmaz.

Kalemi eline aldığında hadi kömürü getirme sırası sen de derler. Demezseler de, gönül der, vicdan der.

Yazacağımız en büyük şey, insanlıkla, insanlıktan. Boş zamanımızda, bize bırakılan zamanda, kimsenin esiri olmadığımız zamanlarda yazacağız. En yorgun halimizde, insanlığın bitap düştüğü anlarda. İşte o zaman yazdıklarımız yazıysa, söylediğimiz bir söyleyeceği olanın sözüyse, bir söz vermişlik, söz veriyorluksa bir olgunluktan, bir olgunluğu konuşuyoruz.

Kucağına tırmanmaya çalışan kediyi itme. Söze, hikmeti de olsa yazdığına ara ver. Kedinin de bir diyeceği var, tırmanışında bir hikmet var.

Okşa, halini hatırını sor, bir kaç cümle bırak unutulsun, kaybolsun.

Ama yeni bir işe başlarken, ucundan yakalamak üzereyken avamdan uzak dur. Arif ipin ucunu sana yakalayandır. Yakalatandır. Susmasını, uzak durmasını bilendir.

Bir söz söyleneceğinde ağzını açan, dinlendiğinde sırt dönen insanlara söz hakkı vermenin bir sonu olmalı. Sözünü imtihan edememekte, sınayamamaktasın. Bari kendi içinde sına.

İnsanlara öncelik vermelerin de bir sonu var bazan. Yaptığın iş, yapılacak iş de yarım bırakılmamalı. Artık her ne ise. Keyif için değilse ve hele bir keyif aşkına demir hep tavında tutuluyor ama şekillendirilemiyorsa.

İşini bitir. Çekici örse vur. Ocağı bekletme. Beklemeyeni bekletme, bekleyeni söndürerek.

Kenardan Geçerken


Bana benzemeye başlayanları kara kara düşündüren bir şey var. Bir yerlere gelemeyecek miyiz? Hep itilip katılacak mıyız? Hiç rahata eremeyecek miyiz?

Ben rahat doğdum. Bir taşra soylusuydum. Bunda bir kendini küçük görme yok, düzeltmeye kalkışmayın. Soylu olan taşradır zaten. Bütün dünyada bu böyle.

Ayrıcalıklarım, kendimi küçük yaşta bir vatandaş olarak görebilmem, insanlardan gördüğüm saygı, en sevdiğim insanların hizmetliler, evlatlıklar, marabalar, ameleleler, işçiler, köylüler, yaşlılar, hastalar, sokak köpekleri, kedi yavruları, ağaçkakanlar olması. Gördüğüm sevgiye sevgiyle karşılık verebilmem, kendimi insanlarla, ağaçlarla, hayvanlarla eşit görmem, kullanabildiğim haklardan, ayrıcalıklardan, alınteriyle kazandığım farklılıklardan, hatta bazan fiziki anlamda daha fazla öne çıkabilmelerimden vesaire utanmalarım.

Çalışma, iş, alınteri, üretme, ekme, biçme beni çekerdi.Demirin şekil alışını, helvanın kıvam tutuşunu, tohumun çimlenişini, çeliğin filiz verişini, yumurtadan civciv çıkışını hayret ve hayranlıkla izlerdim.

Yapamayacağım yemek yoktu, yapılmasını izlemediğim yemek yoktu. Dövmesini bilmediğim demir, şekillendiremeyeceğim cam, kıvam veremeyeceğim çamur, çapalayıp kabartamayacağım toprak, peşime takamayacağım civcivler yoktu.

Mücellitleri seyrederdim. Ebru ustalarını. Görmemezlikten gelir, dikkatimi dağıtmazdı, aşçılar, tamirciler, köylüler, dokumacılar, oymacılar, hatta topuklara bezi kıstırıp gıcır gıcır rakseder gibi tahta silen evlatlıklar.

Hayvanları insan mı saydım? Evet, öyle sayardım. Bir zamanlar.

Yavrularını doyuran hayvanların; sütün peynir, yağ, ayran, katık oluşunun verdiği heyecan. Bülbüllerin konağı adacıklardan topladığımız gül yapraklarının gül şurubuna, yani bülbül şurubuna, reçele dönüşmesi.

Bana rahat batmadı. Rahattan rahatsız olmadım. Başkalarının çilesinden rahatsız oldum. Belki başlarda herkesin kendine göre bir mutluluğu, bir hayat zevki, özentisizliği olduğunu bilmiyordum. Etrafımdaki acının,çilenin kimseleri imrendirmeyebileceğini de.

Mutlu olabilmelerine bir şey diyemeyeceğim, ancak hasta olduklarında doktora gitmeyen, ölmeyi seçebilen, ölümden hoşnut insanları görebilmem belki halkı yeterince anlayamama da bir işaretti.

Şikayetçi olanlar da vardı. Gözü kimsenin sofrasında olmayan yoksul insanlar da.

Eşitlik, adalet, dayanışma dileğim bir ilerleme düşüncesini de içeriyordu.

Bugün bu kavramlar için kimseleri ikna etmeye gerek yok. Herkese sağlık hizmetlerine. Hayat standartlarına.

Bütün imkanlara rağmen, ölüm de var, ayrılık da, acı da, açlık da. Eski insanınmızın nevrotik olmayan yüzünü, selamını sabahını özlemiyor değilim.

Bir sürekli ilerleme beklentim yok, zevk, had, hudut, ölçü, dayanışma, insanlık, komşuluk, güleryüz, hasbıhal, hoşbeş etmek, sohbet, alınteriyle kazanç stabil bir toplum da gerektiriyor. En azından bir yanıyla.

Aydınımızda insanlık, hayat sevinci, rıza, saygı, incelik, sofra düzeni, misafirperverlik, had bilme, göründüğü gibi olma, hakederek kazanma gibi güzellikler göremiyorum. Uzak duruyorum.

Halkı savunduklarında dahi tanımıyorlar, sekreterleri zaten içeri bırakmaz. Bir “kenardan geçeyim yol sizin olsun”u canları sıkılınca söylediklerini sanmıyorum. Popüler kitch . Vücudu, seksapeli öne çıkaran ritmik. Entel olmayı garantileyen bir repertuarla denge. Konya develisiyle yaylanamazlar. Topuk vurarak oynamamışlardır Amman Şekeroğlana. Flamencoya özeniyorlardır muhakkak: Evlerinin Önü...

Şiirle, maniyle atışan köylüleri bilmezler. Kızıştıran, atışmayı körükleyen büyükleri bütün gün sabırla beklemeyi bilmemişlerdir. Atışmaları ömür boyunca akıllarında bırakacak bir yoğunluk ve aşkla izlememişlerdir.

Türklerin şiiri, hikayesi, sanatı yok diyen insanlar, şiirle kapışan köylüsü ya da kentlisi olan kaç halk olduğunu bilmezler. Müzik aletleri tarihini. Halk hikayelerinin dolaşımını.

İster artık memleketi savunsun, ister başka bir şey olalım kurtulalım desinler, ne derlerse desinler aydınlarımızdan zerre kada hoşlanamıyorum. Sevgisizler. Nevrotikler. Aşksızlar. Gerginler. Kapıları insaniyete kapalı. Selamsız sabahsızlar. Dayatmacılar. Eksiklerini, kusurlarını, cehaletlerini gizlemekte ustalar. Herşeyi bilmişliğin makamından konuşabilmekteler.

Binlerce anlamsız makale, binlerce açık, apaçık, akıcı yazı dolaşımda. Halka bir şey söylemiyor. İnsanlığa bir şey söylemiyor.

Hakikat karmaşık. Zor. İndirgenemez. Basite indirgenemez. Bu halk “Rahim Rahmetsiz olmaz"
der haline isyan edişiyle durulduğunda. Aydın diyemez. Halk onların zor, anlaşılmaz, kopuk, fragmentar konuşuyor dedikleri hatta düzeltmeye sadeleştirmeye kalktıkları Mevlanayı bağrına basar. Onların basitliklerini basmaz.

Bir cümlesini anlamalarının yettiği düşünürlerimizi azizleştirir halk. Pedagojik, didaktik olana sırtını döner.

Bu kültür, bir kültür. Derin, ince, serin duruşlu, ama sıcak kanlı cıvıl cıvıl bir kültür.

Bir çobandan öğreneceğim bir şey varsa, ki hep öğreneceğim bir şey olmuştur, akademik kariyer düşüneceğime yanına bağdaş kurdum. Akademi artık öğrenmeden vazgeçmiş.

O kitap bu kitaba bağlanıyor. O dipnot bu dipnota. Şık, ilginç ama anlamsız bir lafz.

Telif eser, düşünen insan itekleniyor kakalanıyor. Onların arasında işimiz ne?

Bize düşen kültürü ayakta tutmak, insanlığı, insanlık tecrübesini, bilgeliği.

Yeni Aydın potansiyel çanakkalekaçkını, çok bilmiş, fedakarlıkta bulunamayan, kısa sürede geleceği yerin hesabında bir aydın. Ne ahireti var, ne arafı. Ne Haktan, ne Halktan, ne de hakikatten ürküyor. Ürkmek? Korkmak? Evet bunlar cesur insanların işi. Utandırılmaktan korkmak, sahtekarlığımızın yüzümüze vurulmasından çekinmek; aceleye getirmişlikten, hakkı olanı hak edeni çiğnemişlikten, hakikati perdelemişlikten azap duymak.

Kimseler bize benzemekten korkmasın. Karşı durmak, karşı çıkmak, kendini imkansız, silahsız, parasız bırakabilecek adımları atmaktan çekinmemek, haklı olduğunu bilmek, yanılabilirliğini unutmamak, yanlışını görünce düzeltme ahlakına sahip olmak bir hayat işi hayat tecrübesi işi. Kendini kariyerden, paradan, namdan, şan ve şöhretten uzak tutacak sezgi binbir tesadüfle, bin bir şartın üstüste gelmesiyle oluşuyor. Yoksa ne yaparsak yapalım, yanılmamak, bir yerlere demir atmamak mümkün değil. Tecrübe böyle kazanılıyor.

Hayatın defalarca kopması, o kıyıdan bu kıyıya vuruş, o ülkeden bu ülkeye geçiş, binlerce kez yeni baştan başlayış her daim olacak, her insanın başına gelecek iş değil. Başa gelince çekmek, helak olmamak kolay mı? Ayakta duruyorsan, kendi meziyetlerinle değil çoğu kez, önüne çıkan bu olduğu için, böyle denk geldiği için, nasbin bu olduğu için duruyorsun. Her sınanmayı aşabilecek insan daha yaratılmadı. İnsanı büyük yapan, fani olduğunu bilmesi, tevazuyu yitirmemesi.

Ben meşhur olmamayı, kolay geçinmemeyi seçiyorum. Zorluğu sevdiğimden değil, her insan biraz rahat yüzü ister, istediği olur, en azından bazan. Zorluklara direnmeyi seviyorum, bir diyeceğim olduğunda, bir öğreneceğim olduğunda, bir savunacağım olduğunda, başka çarem olmadığında. Kolaya kaçmadığım için zoru seçiyorum. Yoksa her kolay, basit olan basite kaçmanın yolunda değil. Dostluk zor iş değil. Dost zor değil. Sevgili de. Anlamak da. Ama anlamaya karar vermek zor. Cehaleti yenmek çetin, kolayı yok işin.

Yani beceriksizliğimden değil yollarda oluşum. Reddebilecek kadar cesur oluşumdan. Başka bir gelecek, başka bir batıdan başka bir doğudan konuşulabileceğini bildiğimden.

Selamı sabahı olan insanların ülkesini araya araya geçecek ömür. Ne meşhur olacağız, ne de zengin, tüccar yazar, tüccar gazeteci. Susturan çoğulcu, batımerkezci doğucu, oryantal batıcı. Biz halkın aydını olacağız. Halk olmakta karar kılacağız. Onlar yazacak. Biz yaşayacağız. Saban süreceğiz. Karga kovalayacağız.

İnsanlığı yeniden kuracağız. Sessizce yunup kaldırılacağız. Güller içinde.

9 Şubat 2008

“TÜM ZAMANLAR BEN DE DELİ GİBİ SEVDİM”


Softalarımızın, samansesli modernlerimizin, berduş yazarlarımızın, aşksız değiştokuş yorgunlarının ne alıp veremediği var Mecnunlarımızla Mecnuneleremizle anlaması hiç de kolay değil.

Onların cennetleri de cehennemleri de azap. Azapları dikenden kayıp gülyaprağına düşme, gülyaprağından dikene yolalma.

Seven insan, bir an kendini unutan insan. Uzun bir an. Bazan ömür boyu. Kendini unutuşun derinleşmesine delilik de addediyoruz, dervişlik de. İşte burada karışıyor kavramların anlamlanma alanları. Kavram ve eğretileme.

Kendini biranlığına bile olsa başkasının, başka bir hayatın önüne koyamayan, bir başkasını farkedebilen, sezebilen, bir öncelik olarak düşünebilen bir hale takılıp kalarak, ona saplanarak da insanlaşılabiliyor.

Başkasının önceliğini hiç hissetmemiş insan da insan, aşka, aşkın hukukuna, aşıka saygılı bir insan olamaz mı? Olabiliyor. Onun aşkı da aşk. Aşka aşk. Bir çeşit metaaşk.

Mecnun aşkın kuramcısı değil, aşkın aşık’ı mı çogu kez farkında bile değil. Sadece aşkın işçisi, hamalı, yolcusu, terleyeni, taşıyanı, giyineni.

Aşkla giyinen insan kan ter de kokar, toz toprak da. Topraktaki tezek kokusunu dahi sever, toprağı seven, hayatı kısırlaştırıp dondurmayan insan. Mecnun gül fidanının çıtırtısını işitendir. Toztopraktan çıkanı hissedendir. Dünyayı görmez, ama yarin gül kokusunu, su kokusunu alır. Gerisi çöl. Gerisi dost. Gerisi yol.

Azapta gülümseyene deli denmez de ne denir?

Delilerle ne alıp veremediğin var ey insan?

Bırak seven delice sevsin. Unufak olursa olsun. Gözkulak ol. İhtiyacı olduğunda karşısına çık, seni göremediğinde karşısında işin ne?

Aşka homurdanacağına, aşığı çilesinde bırak, azabında bırak, deliliğinde bırak, yanında olanın elini tut. Çocuklarını kucağına al. Kedinin gönlünü al.

İnsan olmak, insan olmanın bir yanına saplanıp kalmak sana neden bu kadar yabancı?

Bak, güller geliyor, gül zamanı yakın...