15 Aralık 2011

Çok Yorgunum!

Sağlık sorunum yok. Sadece yorgunum. Yıllardır dinlenmedim. Gece gündüz koşturdum.
Ne yeni yazı yazacağım bir süre, ne de eskileri düzelteceğim.
Bir kaç ay işi gücü bırakıp dağlara, bayırlara ya da denizlere açılmam lazım, lazım da şimdilik mümkün değil.
Ağırdan alıyorum.
Stres yaratan birikmiş sözleri, borçları tasfiye ediyorum. Kafada sadece kitaplar kalacak.
Güç toplamak, dinlenerek oluyor, vücut hileye, "bu kadar yeter"lere gelmiyor.

Surf tahtasının üzerine çıkmak yine. Tabanlarla, sırtla işitmek, yunuslarla yarışmak, kaplumbağalarla yüzmek, zamanı, borcu alacağı, ömrün anlamını unutmak.

Yerli olmak, yeniden.

4 Aralık 2011

Artık Hayatla İlgili Bir Karar Vermenin Zamanı

Bu kadar uzun yaşayacağımı bilmiyordum.
Siyah beyaz türk filmelerinin dünyası benim için hakikatti. Hâlâ da bana nefes aldıran hayat oralarda.
Adam gibi yaşama yolundayken, adam gibi ölmeye dikkatini vermiş bir kuşaktık.
Bin bir bahaneyle idam sehpalarına çıkartılanlarımız yiğitçe ölmeyi bildiler.
Hayatı ciddiye alan yiğitçe ölür.

Zamanı hovardaca mı harcadım?
Hayır.
Elime geçen her günü bir şey öğrenmek, başkalarından birşeyler öğrenmek, bir şeylere karşı çıkmak, bir şeyleri savunmak için değerlendirdim.
Uykuya gereken zaman dışında boş zamanım olmadı.
Boş kaldığımda, yıldızlı bir gökyüzüne bakarken uyku tutmadığımda, zındanda, kuyuda, çayırda, kumsalda ya da bir taraçada olsun şiir sınadım, başkalarının yazdıklarını, söylediklerini içimden geçirdim, dünyayı dinledim, kainat karşıma nasıl çıkıyorsa, öylesini okudum, bir kenarda biriktirdim.

Zamansız, stressiz yaşamayı öğrenmek sanki her daim insiyatif kullanmak için yaratılmışlığın dışına çıkmamla, ne yaparsam yapayım bir kenarda kalmamla başladı. Bunu kendim arzu ederken, bu hal beni arzu etti sanki.

Çırpındıkça boğulacak gibi oldum, hareketsiz beklediğimde de.

Çalışmak, ekmek parası kazanmak, vergi ödemek, sözlerimi tutmaya çalışmak, tutamamak dünyasında yeni bir dil, yeni bir bilim öğrenme, gördüğüm her haksizlığı anında düzeltme arzum kaybolmasa da dünyayı
düzeltmek, dünyaya itiraz yolunda ataklığım kayboldu, dizginlendi. Seyirci olmaktan da çıktım, seyircilik de bir kıvranma yaratır.

İzleyen, okuyan, düşünen, bekleyen, acele etmeyen oldum.

Yaş kemale eriyor. Böyle yapılması gerekse de ömür töürpülene törpülene yarılanıyor.

Haksızlığa direnen elit olmaktan haksızlığa uğrayana dönüşmem, başkalarının söz hakkı içinçırpınırken sözümü ifade edemez olmam, korkunç bir sansürle muhatap olmam elbette meydanı boş bırakmamın da eseriydi. Bu kadar önemli olduğumu, önemli olduğumuzu bilmiyordum. İnsanlığımı değil, haklılığımı sorgularken insanlığı haksız hukuksuz bırakmışım gibi de geldi bir dönem. Yaptıklarımızı yapacak, yapan, yapmış pek fazla insan olmadığını görmek acı vericiydi.

Zamanla bize, bana söyletilmeyenlerin tarihte defalarca yakalanmış olduğuna tanık oldum. Aynı kıvranma ve caresizlikten aynı sonuçları çıkartanları gördüm. Anlamanın bilim işi olmadığını, hayata tanık olma ve dürüstlük işi olduğunu farkettim.

Ah, bir dönüp baksam kaybettiklerime, ne imkanları, ne fırsatları, ne ulaşılmaz görülen ikramları görmeden geçmişim, geçmişiz. Artık geçmişiz de diyemiyorum. Biz diyebileceğim herkesle neredeyse yolum ayrıştı, eskiyi savunduklarında bile bir kapışma ve talan içinde eski biz. Biz artık bir biz değiliz.

İnsanlığa ve dayanışmaya hasret yine de dört bir yandan gelse de, insanlığın can yakıcı çoğu tecrübesini edinmiş ve hâlâ insanlık yolunda devam eden çok az insan kaldı.

Dün yerimize birilerini yetiştirme derdindeydim. Çok hata yaptım. Nasıl söyleneceğini öğretebiliyorsun, ne söyleneceğini kendi hakikatleriyle buluşturmaları gerektiğini bilemezdim. Başarılı insanlar yetiştirdim. Yangından mal kaçırdılar. Bir yerlere geldiler. Ama ilk terkettikleri hakikat, hakikat derdi oldu.

Entellektüel tasarım ne bir kin ne intikam ne şan şöhret arayışı. Demiri sürekli tavda tutma, emek, didinme ve eleştiriye açık durma işi.

Kuramsal Felsefe dışında her alanı küçümsemedim değil. Metinleri metinlere bağlarken, kimsenin bilmediği kaynaklar zihnimde tasniflenmişken, aşıklardan, kimsesizlerden, dertli insanlardan, sufilerden, kenarda köşedeki insanlardan ezber olduğunu düşünmediğim bilgilerimin içeriğinin ufkunu öğrendim.

Geçinmek için dabuka çalarken insan hayatının ritm işi olduğunu anlatırken, zaman yaşantısı üzerine konuşurken faydalanacağımı bilemezdim.

Kimselere iş için yalvarmamak, yalaklanmamak için yaptım çoğu işi. Kimsesizlerin, yalnızların, bir çevre oluşturamayacakların işlerinde çalışmam başlangıçta insanlığa borç ödemek içindi. Bir gazetede, dergide yazları çalışabilecekken can çekişen yaşlıların altını değiştirmeyi tercih ederek mesela, elit bir çevreden imkansızlıkların dünyasının insanlarının birbirine rakip, dayanışma kurması zor ve çetrefilli ufkuna açıldım.

Hayatta yapmam dediğim her işte çalıştım. Temizlikçilikten utandığımı gördüm, utanmayana, başka bir gözle dünyaya bakana kadar temizlikçilik de yaptım.

Ne iş yaptıysam, hakkıyla yaptım. Feylesof olmanın hakkını verebildim mi? Sanmam. Çünkü o kadar değişken, zor, acımasız şartlarda yaşadım ki.

bir patron olmanın hayatıma getireceği değişiklikleri merak ettiğimden işveren de oldum. Bir şey değişmiyormuş, sevindim. Fazla bir şey öğrendim mi? Öğrenmek için girmemiştim ki zaten. Bir çok hesaba katılan şeyin içinde hep o şimdi ne yapacağım merakı da vardı.

Mayamızın aslında ne kadar sağlam olduğunu da gördüm, ben olmam, ben yapmam, bana olmaz dememeyi de.

İtilen kakılanlara dost ve koruyucu olmak kolaydı. İtilip kakılan olmak çok çok daha zordu.

Uzatmayalım. Burada anılarımızı yazmıyoruz. Yazsak mı? Yok canım!

Bir gün bir arkadaş anılarını yazacakmış, hava atıyordu biraz. Ben de yazacağım dedim, yazacağım, herşeyin ne kadar başka türlü olduğunu, yetmişli yıları, seksenli yılları bir de ben anlatayım dedim. Aman sen yazma dedi, anılarını yazacak arkadaşım.

İnsanlar hakikate, insanlığın hakikatine, tarihinin hakikatine ne açıklar, ne hazırlar, ne de ihtiyaçları var gibi görünüyor. Bizler ise hakikat peşinde koşan finolardık/kafkalardık.

Sevgi, aşk, değişim, demokrasi, nefret, dayanışma her bir kavram gökyüzünde uçuşup duruyor. Ne aşkın, ne insan gibi öfkenin, ne de komşuluğun dünyası var.

İnsanlığın geleceği insan tekinin kariyerine bağlanmış görünüyor. Kariyer için satılmayacak bir şey, değer, ilke kalmamış gibi görünüyor.

Sesimi her çıkarışımda muhafazakarlıktan konuşuyor muamelesi gördüm. Sansürlendik, susturulduk. İteklendik.

Oysa, tanıklığımızdan da ürkenler vardı. Savunulanların hakikatinden.

Öğrendiğim tek şey, kendimizin öğrencileriyiz. Söylemek, anlatmak, öğretmek istediklerimiz hakikat kaygısı güdülerek söylenmişse gök kubbede kaybolmuyor. Bir dil, söylenecek bir şeyin, söylenmesi gerekenin dile geldiği yer de. Yeter ki insanlıktan vazgeçmemeyi, vazgeçmeme direncine insanları tanık edebilelim.

Öğrenilecek herşeyi öğrendiğimden değil, hatta gözümde çözülmeyecek, eleştirilmeyecek büyük düşüncelerin, sistemlerin kalmamasından da değil, her zamana yetecek tecrübe ve bilginin olmadığını yeterince öğrendiğimden kendime yeni bir yol çizmem lazım.

Gelecek için bizi hazır kılan hiç bir bilgi yok. Bilgiyi kullanma tecrübesi belki tecrübeye açıklık anlamında tecrübeden de öte bir özgüven, uygulama cesareti.

İnsiyatif teslim olmama işi. Akıntıya kürek çekmeme, geleni de hesaba katma, buyur etme rıza işi.

İşleri uzatmak ya da uzatmamak sadece ömür, zaman ve yalnızlık hesabından gidince anlamanın, hanyayı konyayı anlamanın mantığından kaçış da oluyor. Kaçmıyoruz artık. Bu kadar yeter deme hakkımız, kaçış hakkımızi şikayet hakkımız değil, tersine mükemmel olma derdinde olmayışımız, tevazudan gelen bir hesaba, yani hep bağdattan dönebilecek, dönse bozulmayacağımız bir hesaba dönüşüyor.

Bazan aşkla, şevkle, bazan başkalarına olan borçlarımız ve verilmiş sözlerimiz yüzünden ayakta kaldık, bu kendimize düşen tarafı.

İnsan, kaderinin ne olduğunu baştan bilse bu kadar çırpınır mıydı kaderine karşı desem bugün, bambaşka şeyler söylemiş olurum. Tanpınarın  bir hikayesi, masalı olan adam dediği benim dilimde bir kaderi olan insana/adama dönüşüyor.

Zamanla emeğimi kaybettiğim zamanların hesabına değil, yaptığımı düzgün yapmaya yöneltebildim. Yine de bir şeyler öğreniyor, kaderi insanın insiyatifi karşısında direnebildiğinde. İyi ki.

Yazmak, düşünmek, tartışmak için işleri tasfiye etmem gerekiyor. Yine de kâr zarar hesabı yapmam, işleri bir ya da iki sene uzatmam da gerekse, ömrüm yetmyecek bile olsa, yeni bir döneme insan hayat akışını, gücünü, aşkını, şevkini, dişini, tırnağını hazırlıyor.

İş yapamıyorum. Yatıp uyuyorum. Vücut hazırlanıyor bir şeylere. Rahat bırakıyorum. Bazan benim istediğim işlere doğru yönelmiyor iradem. Ancak, iradenin, aklımda olandan çok daha fazla birşeyler olduğunu, tüm vucudun, aklın, kalp atışının, zembereklerimin için için hazırlandıklarını da biliyorum. Yeni bir bütünlük olarak, kurarak. Hep değişen ve aynı kalan şey'in aslında Mesnevide bir tema olduğunu bilenlerden olabilmek için de olsa, öğrendiklerimin ezberden, okullarından çıkması, hakikatleriyle buluşması güzel bir şey.

Tek başına kalmayı göze alışım ne ukalalıktandı, ne akılsızlıktan. Talebim anlamaydı. Anlamanın ahlakında karar kıldık. Kimileri artık yaşamasalarda, sözleri aramızda kalmış dostlar edindik.

Niyetimiz bu uzun ve anlamsız görülen dehlizler, zındanlardan geçmek değildi, kütüphaneleri, ders vermeleri tercih ederdik, ama ne güzel ki hayatla sınanabildik, hayatlandık, kimselerin göremeyeceklerini gördük, piştik. Çaresizliği de öğrendik. sessizliği de.

Herşeyin bir zamanının oluşu, haklılığın bile bir zamanının oluşu, çoğu iddianın meşruiyeinin bile bir zamanda oluşu öğrendiğimiz.

Haydi artık bir şey yap diyenler bizden uzak. Bir kediden bile ders alınacağını bilemeyenler bizden uzak. Elit olduğumuz, yakışıklı olduğumuz, geleceğimiz parlak olduğu, doğru çeverelerden geldiğimiz için bize yakın duranlar bizden uzak. Çok pahalı mı ödedik? Yok canım!

Kaybetmeden arınılmaz.

Yine de sağlık ve bizim dışımızdaki bin bir alem sözümüzün üzerine söz söyleyecek olan.

3 Aralık 2011

İhtilale ve İstilaya Karşı Koyuş ve İdam 1

İhtilale ya da karşı ihtilale karşı koyuş, çığ gibi çöken bir istilaya karşı koyuş sadece ayakta kalmak, yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak üzerinden gitmez.

Moğol istilası sırasında moğolları sakinleştirmeye çalışan güçler, duruşlar olsa da durudurulması kolay olmayan bir kurumun, akışın karşısında olduklarını biliyorlardı.

Bir istilacının dahi devam etmesini isteyeceği kurumlar vardır. "Savaş Sanatı"nda (ilerde zamanla türklerin savaş sanatı ile çinlilerin savaş sanatlarını kıyaslamaya da çalışacağım, ayrı bir konu,  "savaş" üzerine düşünmeye çalışarak) işgal/istila edilecek yerin kaynaklarından faydalanmak daha iktisadidir. Bu ister talan olarak, ister vergi olarak, ister gönül kazanmak için yüksek meblağlar ödeyerek olsun. Nakliye, lojistik, sevk ve idare, imkanların optimalizasyonu binlerce yılın savaş sanatında hesaplanabilir, planlanabilir alanlardı. Yol tercihi her daim iktisaden en kârlısı olmaz, en az tehlikeli, en geriye dönüşlü, en geriye dönüşsüz, en hızlı, en yavaş yolların seçimi bin bir faktörün seçimi ile yapılır. Hızlı ve esnetilebilen tercihler tecrübeli kurmayların işidir. Karşı tarafın sosyolojisi, halet-i ruhyesi, imkânları, etkilenen güçler, etkin güçler hesabıyla, dengelerin nerelerden kurulabileceğinin bilgisi ve imkânlarıyla yola çıkılır.

Tüm gücüyle yola çıkanın, yolda güç toplamaya karar verenin yolu farklıdır.

Ata binip, kılıç kuşanıp, malzeme toplayıp yola çıkılmaz. Savaşların çoğu daha yola çıkmadan kazanılır, askeri varlık bir damgalama, devir teslim işidir. Bazı savaşlar baştan taktik olarak kaybedilmiştir, bir sonraki savaşı plan altına alır. Bazı savaşlar için ise kazanmak için yola çıkılır, imkanlar dar, karşıdaki kuvvet korkunçtur. Yola çıkanlar kuracakları ittifaklara, kendilerini destekleyecek insanlara güvenerek yola çıkarlar. Kazanma garantisi ile değil, karşı koyuşu planlayabilir hale gelmeyi umarak. Zayıf ama hali bilen, savaş alanındaki insanlardan destek almayı uman güç iletişim gücüne, gerekçesine, ahlakına, hukukuna güvenir, gittiği yerin özlemlerini bilir.

Salt askeri harekat yoktur, olduğunu düşündüğümüzde bile, zamana karşı bir hesap, sinik ya da iyimser hesaplar veya ekoller, dehşetin dilini okumuşluktan gelen tecrübeler, zulüm ve mükafaat dengesiyle kotarılan mühendislik bilgileri el altındadır.

Hesapsız kitapsız yola çıkmış ordular, bataklıklarda, çöllerde, geçitlerde takılır. Köprüler kurmayı, bataklıkları dolaşmayı, lokal dilleri kullanmayı, beklenmedik doğal olaylar karşısında lojistik insiyatifi kaybetmemeyi bilmek, destek güçleri, çeşitli kanatlar ve değişik cepheler arasındaki iletişimi sürdürebilirlik yüksek örgütlülük ve bilgi, tecrübe edilmiş, tecrübe edilmekle hayata geçirilmesinin garanti edilmediğini bilen pratik insiyatif sahibi insanlar kolay yetişmez. yetiştiğinde de, benzerlerini kolay "klonlar". Yeniler hali okumakta daha iyi olsalar da, tarihi genişlikte bakamadıkça, tecrübeleri geniş bir zaman diliminin iniş çıkışlarına ve daha öncekilerin aktardıklarına bağlanmazsa daha kolay çökebilirler. Yenilerin eskiilere avantajı zor şartların içinden gelmeleridir, adaptasyon, geriye özlem sorunları yoktur.

Geriye özlemi olmayan asker ise bir kozmolojinin, okulun, ekolün ürünüdür. Okul dememiz eğitimin okulda, bir binada olması demek değildir. Eğitimin ister aileye, dini ya da askerî eğitime, şölenlere, ister doğrudan kurumsallaşmasına dayansın var olması, kültürün üzerine tartışılmaz parçası gibi olmasıdır.

...

Yola çıkış ve yola çıkıştan sonra yapılanlar bir gelişigüzelliğin, genetik/etnik gaddarlığın ürünü değildir. Dehşetin ve insanlığın bilimleri eskiden beri vardır ve ariflerle toplum mühendislerinin çatışma alanlarına doğru gider.

Moğol tipi askerlik sanatı ile selçuklu osmanlı askerlik metodolojisinde teknik açıdan benzeyen benzemeyen bir çok pozisyondan, anlayıştan bahsedilir. Anadoluda selçuklu hakimiyetinin kurulması ahlaki hukuki gerekçelerin ve tarzın öne sürülmesiyle olmuştur. Bir takım buluşmalar, ilişkilerle toplumsal değişimin zemini hazırlanmıştır. Anadolu erenleri dediğimiz kesim bir başka siyaset teoirisi ve praksisi de sunmuşlardır. Düzenli ordu kullanımında moğolların da kullandığı metodolojiden bihaber değillerdir.

Moğollar da anadolu erenlerinin yollarından bihaber değillerdi, ancak daha farklı kozmolojileri tek bir dilde birleştirmek, bütünleştirmek sorunları yoktu. Lokal ittifaklar ve genel birlik sağlamada başvurdukları kodeks daha hazır ve daha homojen sayılabilecek çerçevelerde geçerliydi.

Türkler ise binlerce yılın buluşmalarına entellektüel bir hazırlıkları vardı, sanılanın tersine. İkna edici bir tarzı yola koyabildiler. Bunun nedenleri nelerdi üzerinde şimdilik durmayalım.

Bu iki ekol iki ayrı duruş olarak görülse de en azından türklerin (bir zamanlardaki) yöneten eliti açısından, iki ekolün de dönüşümşü olarak devreye girebildiğini görüyoruz.

Osamnlıdaki kuyucu Murat Paşanın seferleri cezalandırıcı istilaların tekniğine hiç de yabancı değildir. Bir anlayış, planlama, mesaj verme, geleceğe de mektup/damga bırakma işidir. Bu Osmanlıda selçuklu teknikleinin yitirilmesi meselesi değil, savaşın bilinen tekniklerinin kullanılması işidir.

Savaşta dehşet, vahşet üzerinden mühendislik bir sosyolojik bilginin, savaş sosyolojisinin toplum mühendisliğine dönüştürülmesidir. Bu bilgiler tüm askeri düşünce merkezlerinde zaten bagajda olan bilgiler ve anlayışlardı.

Vahşete ve vahşet mühendisliğine kapalı askeri anlayışların sertliği, dik duruşu, direnci yumuşak ve sert iddiayı aynı diskurda bütünleştirebilirlikleri zamanla düzenli orduların entellektüel temelleri olmaktan çıktı. Bir ayrışma da söz konusudur. Bir geçiş döneminden sonra ortaya uluslararası hukuk, savaş hukuku ile rasyonel bir düzenleyici dilin çıkması da yine yeni bir icat, yeni bir devrimin eseri değildi, geçimişin kozmolojisinin yeni dilde kendisini ifade etmesi idi.

...

Özetlersek, vahşet üzerinden mühendislik çok eski askeri sanatlardandır, ancak askerliği ince bir sanat olarak görenlerce pek sevilmez, tasvip edilmez. Askeri popkültür (diyelim buna) olarak dehlizlerde, yeraltında, askerliğin yanısıra yaşar ve gününü bekler.

İnsanlık anlayışı zayıfladığında, hukuki ve ahlaki argümentasyon gündelik tepki pragmatiğinde erimedikçe, toplumlar çözülme ve kimlik krizi dönemlerine girdikçe vahşetin dili kendisini konuaşabileceği zamanları bulur.

...

Hiroşima ve Nagazaki aynı zamanda askeri toplum mühendisliğinin eylemleriydi.

...

İlerde devam etmek üzere burada keselim ve direnişe geri dönelim: Hayatta kalmak veya ölümü göze almak barşıçı ya da barşıçı olmayan yolların ifadesi değildir. Bir sivil direniş eylemi katliam ile sonuçlanabilir, barışçı kitlelerin başına gelemedik kalmayabilir, ya da şiidet yanlısı çizgiler barışa bahane olabilir, istisna ya da değil, direniş planlaması, düşüncesi ya da spontan direniş akışı farklı saiklerle ama bazı farkındalıklarla şekillenir.

Her barışçı ya da serin duruş ya da her radikal çıkış da ayrı praksislerin,  farklı pratik eylemliliklerin kubbesi altında değildir.

Direnen de ölümüyle, ölüm tarzıyla, hayatıyla mesaj verir, şekillendirir. Sakin kalan da, bir çıkışı yapacak ufku arar, bulur ve pişirir. İki taraf da aynı taraftır çoğu kez. Direnir görünen "radikaller"in ve akıllı  usluluk iddiasında bulunan "ılımlılar"ın sinik ittifakları, fikir kardeşliklerindeki gibi. Moğol işgali altındaki Konya ilginç bir örnektir. Moğol İstilası karşısındaki gelecek düşüncesi, ideolojisi de (entellektüel tavır, duruş anlamında) bir ölçüde orada şekillenemiştir. Yeni toplum anlayışı en temelli sentezini orada verebilmiş, temellenebilmiştir.



(Devam edeceğiz, şimdilik bu kadar, online yazıldı düzeltilmedi. İdam sehpalarına gelemedik.)

2 Aralık 2011

Anıtsal (Monumental) İdam

İhtilaller istilalara da benzer.
İlk anıtları kellelerden, cesetlerden kulelerdir.
Yeni iktidar, düşmanının ölümü göze alması için, ya da göze alamaması için değil, iktidar olduğunu kanıtlamak, ispat etmek için kan döker.
Korunmak için sığınılan artık ölümcüldür, öldürücüdür. Nasıl olacağı bilinmez bir boyun eğişin dışında kaçıp gitmek dışında bir yol yoktur.
Kaçıp giden de, yakan yıkanın sözcüsü, habercisidir. Geleceği söyler. Hazırlığa yol açsa da, ürküntüye de yol açar. Fazla hazırlık da bıkkıntı verici, dağıtıcıdır. İşgal istemeyen işgal edeceğin toprağına yönelmesi gerekir, ancak yönelmez: İşgal bekleyiş, yerinden olamazlığın işaretidir. Yerinden yurdundan oynayamayış göçebe olmamak değildir. Medeniyetini tecrübe üzerine kurmamaktandır.

Yeni iktidarların zındanları yıkışı bir özgürlük ilanı değildir çoğu kez. Bir korkunun, dehşetin silüetini, simgesini, girilemezini, çıkılamazını yıkıştır.
Bastil baskını da bir anıtsal idamdır, idamların, dökülen kanların jeneriğindedir, jeneriğidir.
Yedikuleye ısrarla gözünü diken muhalif geleceğini oradan ilan etmeyi umuyordur.
Mamak Cezaevi yıkılmadan bir zulmün, bir devrin yıkılmayacağını düşünüş ihtilalci düşüncenin gereğiydi. 
Namlı, kanlı zındanların yıkılmasına, otele, gazinoya, kütüphaneye, sinemaya dönüştürülmesine karşı çıkışlar zından merakından değildir. Zındanını yıkamadan özgürleşilmeyeceği sezgisindendir. Bireyler üzerinde psikanalitik, topluluklar üzerinde sosyalpsikolojik temelleri kof değildir.

Yıkar, bastiline koşar, sonra kalanı restore edip kültür merkezi, otel yaparsa yapar. Hapishane değildir merakı. Özgürleşmesini tamamlamaktır. 

Hapishanelerin korunması için girişimler de çoğu kez bu minval üzerindedir. Silinip gitmesine müze olmasını tercih eder.

Hapishane, zından, işkencehane yıkılışın, çöküşün de anıtıdır. Hapishanesini koruyan, dönüştürmeyen yıkılışını da seyreder!

Çöküşün hapishanelerini muhalif en güzel gerekçesi olduğundan ayakta tutmak ister. TYıkarken de çöküşün hapishanesini değil, hapishanenin zulüm geçmişini yıkar, en güçlü döneminin gölgesini kaldırır, sarsar.

Anıtsal idamlar kanlı olmak zorunda da değildir. Sadece monumental, kolossal olmak durumundadır.

Cesetler üzerinden monument kurmak uçsuz bucaksız bir zulümdür bu yüzden. Başlayan, çoğu kez zulmünü bitiremez.

Ceset üzerinden monument yıkacağı semboliğinin olmamasındandır, devasa sembolün olmamasından çok. Köksüzlük ifadesinden çok, işgalcinin köksüzlüğüdür kan akıtmadan başka yıkım aratmayan.

İhtilal ne kadar kanlıysa o kadar ihtilal idi çoğu ihtilalcinin gözünde. Bununla kastedilen iki ayrı şeydi. Amansız bir zulüm altında kalmışlık, fedakarlık, can kaybı; karşı tarafa karşı ve karşı taraftan gelen ölçüsüz şiddet...

İhtilalleri ortadan kaldıran bir ihtilal iddiası vardı ve bu hepsinden daha şiddetli olmakla söz konusu edilebilir düye düşünülmüştür çoğunca, muhakkak ki. Oysa, şiddeti, yıkımı, cesetler üzerinde yükselen kuleleri yapan ruhu, vahşeti yıkmaktı söz konusu edilmesi gereken.

Vahşeti yıkan, medeniyeti kandan, kinden kurtaran bir devrim devrimi de, ihtilalciliği de devirecek bir ufuk isterdi. İhtilal mantığına teslim olmak, ihtilalin mantığını devirecek ufkun yoksa alır götürür. Çoğu demokratik devrim, özgürlük hareketi toprağının derinliklerindeki kaynayan kana, lava, ateşe teslim olmuştur.

Yıkım semboliktir. İdamlar geleceğin nereden belirleneceğinin ilanıdır.
İdamların showbusiness'a dönüşmesi, dramatiğindendir. İnsanlaştırma, garipleştirme, fanileştirme, uçurma, ulaşılamazlaştırma, dehşete düşürme, kan üzerinden eğlendirme kanlı bir festival ortamında yeniyi şekillendirmedir.

Vakvak ağaçları dallarında sallanan insan parçaları gücün, güç mistiğinin gelecek ilanıyla, geleceğin yönü ilanıyla sergilenmesidir.

Babilin, Kartacanın yıkılışı, İskenderiyyedeki yangınlar Moğol İstilalarından çok çok evveldi. Moğollar kendi icatlarıyla gelmediler. Ele geçirmenin, dönüştürmenin gelenekselleşmiş imkanları, araçları, güdüleri, yeraltında hep korunmuş kurumları ile geldiler. Kurum, hücresinden serbest bırakıldı. Zinciri çözüldü.

İşgalin, ihtilalin yeniden kuruculuğu, çoğu medeniyet kurma iddiasının ilkel bir akışın serbest bırakırlığı üzerinden gider. Kötü cinler şişeden bırakıldılar mı, bırakanı da dinlemezler, şişeye de sığabilecekleri artık düşünülmez olur. Büyür, yuvarlanır, çığ olur. Dehşet, dehşet ırmağına dönüştüğünde yönünü kaybeder. Büyüyen şiddet bir balon gibi patlar. 

Her tufandan sonraki güneş yine doğar.

Festival, oyun üzerine düşünceleri idam ve kan festivallerinin sosyal psikolojisinden de sınamak lazımdır. En eski toplum mühendisliğinin savaş siyasetleri, iç savaş manevraları üzerinden gerçekleştirdiklerinin kurmay sınıfı ülke ülke, güç güç, iktidar iktidar dolaşsalar da, bir bilgi kardeşliği, dayanışması içindelerdir, tarih boyunca. En devamlı bilgi ve eğitim kurumlarından birisi devrim, karşı devrim, ihtilal, ihtilal bastırma dönemlerinin mühendislik birikimidir.

Marksizm de bu zinciri kırabilecekken, mühendisliğin ruhban sınıfına teslim oldu. Eleştirel ruhunu kaybedişi, zamanla iktidarla olmadı. En arkaik kurumu, en karanlık gölgeyi şişeden bırakarak yaptı. Marksizm için geç değil yine de: İhtilal teorisi olma yerine zulme, sömürüye, ırkçılığa, kavmiyetçiliğe bir karşı duruş, eleştiri olarak.

İhtilalciliği meşru kılan kendi mantığı değil de, dünya hali, halleri olmuştur. Artık yeter diyen insan, kaynayan toplumlar öfkelerini serbest bıraktıklarında, yitirecek birşeyleri kalmadığında değil, yitirmeye değecek bir şeyleri kalmadığında ihtilaller sokağa ait olur. Sokaktaki meşruiyet iddialarında bulunmaz. Sokaktadır. 

İşgallerdeki direnişler de öyledir. Savaş iyidir kötüdür gerekçeleri falan konuşulmaz. Konuşmadan, gerekçelemeden karşı koyulduğunda direnişler kanallarını bulur, yataklarına akar.

İhtilaci kanlı, şiddetli bir yola taptığından değil, kendisini onun içinde bulduğundan en öndedir. Çoğu kez akışı zaptetmek, delicesine akışı dizgine almak için.

İşgalleri, istilaları tetikleyen şey ile, direnişi tetikleyen birikimler farklı olabilir. Fizikokimyadaki entropi kavramının bu birikmelerde kavram olarak kullanılması, analoji de olsa, ilginç bir analoji. Oğuz Atayın hasta yatağında kaleme aldığı hatıralarında lümpen proleterya üzerine düşünmesi, düşüncelere işaret etmesi, oyun kavramını kurcalamaya devam etmesi, ahistorik ve dinamik olmayan bir sosyolojinin peşine düşmesinden değildi. Toplumsal interaksiyonun izine düşmüşlüğünün ifadesiydi.


Moskova Mahkemelerinde Bukharinin (yanlış hatırlmıyorsam) tavrı, çoğunluğun devrimi evlat gibi görüp feda etmeye yanaşmayıp "suçlarını itiraf etmeleri" ilginç bir teatraliteye örnektir, eskiler de  benzerleri üzerine düşündürücüdür. Suçlu olmadıklarını bilen bir topluluğa, suçlu olmadıklarını bilen ama geleceğin güvenliği açısından onları suçlu gören bir planlayıcı hukuk ile girdikleri interaksiyon, alışveriş ilginçitr. Devamlılığın, iktidarın, ufkun yönüne işaret eden bir hukuk oyunu. Hakiki insanlarla, canla, kanla. Tarihin şaşmaz akışı için olmasa da, gelecek güzel günler ihtimali için, tariihin kendisini düzeltebilirliği düşüncesiyle belki aradan çekilme.

(burada sadece düşünmeye çalışıyorum, "düşünce tarihi yapmak" gibi bir derdim de yok. İdam üzerine düşünmek için ezberimin dışındaki kavramlara dinamiklere çağrıda bulunuyorum: Gelin zihnime de sınayalım onca iddiayı... Düzeltilmedi. Online yazıldı. İhtilali övüyo, ihtilae sövüyo diyen beni okumasın, işine baksın. Ben henüz ne söyleyeceğimi, lafı nereye getireceğimi bilmiyorum. Taksim geçiyorum, berceste mısraı arıyorum... İşte öyle bir şey...)


Devam için: Yeni dönem eskinin hapishanesini kullandığında aynı zulmün takipçisi, devamcısı görülür. Aynı kadrolarla. İranda SAVAK'ın işkencehanelerinin kullanılması zulmün iktidarının devamı için gösterge olarak kullanıldı. Sonra bırakıldı. Din üzerinden eleştiri veya sloganlar tercih edildi. Şah dönemini kurtardı ve akladı bu retorik. Belki yalnız retorik değil, ihtilalci halin bu kadar uzun sürüşünün diyaspora ve toplum üzerinde etkileri. Şah unutuldu sonunda.

Bizde yeni hapishane kampüs-kompleksleri üzerinde de düşünmek lazım. Bir geçici mimari, genişleyebilir "organik yapılar" (topkapı sarayı, köyevleri gibi) üzerinde durmak lazım. "Bir düşünenimiz" varsa neyi düşünmüş olabilir, bu yeni infaz-hukuk kampüs-komplekslerinde. İnzibat-infaz-hukuk komplekslerinden kaçınmak hangi tecrübenin eseri, devrede bir tecrübe varsa?

Olağanstü hal semboliğinden, ihtilalci retorikten kaçınıyor mu ihtilal karşıtlarımız? Düşünmeye çalışacağız. İdam konusu ile ilintili düşündüğümüzden, konuyu sınırlı olarak ele alacağız. Ancak idama bakış "pragmatiklerinden" de konuyla bir ölçüde bağ kurulabilecektir, sanıyorum)