31 Aralık 2006

Bayramlı Hayat


Bayramları olan bir halk olmak ayrıcalıktır.

Çalınmadık kapı bırakmamak, hatırlamak, el üstünde tutmak, kimseyi yalnızlığına gömmemek gereklidir.

Bayram, suçluların, müfterilerin, hayırsızların, vefasızların, çalan çırpanın dahi bayramıdır. Bayram duygusunu bozdurmayacak kadar yaklaşmak, bayram duygusunu bozmayacak kadar uzak durmak adaptandır.

Bayramda işlediği şer'e ara vermeyen, insafa gelmeyen, yeryüzü cehennemi peşindedir.

Herkese insaf nasip ola. Herkese sabır nasip ola.

Herkese bayramlı yaşamak nasip ola.

Savaşın Semboliği

SEMBOLİK. Saddam Bayramda idam edildi. Kurban Bayramında. Bayram günü idama, bir insanın kurban edilmesi semboliği mi yükleniyor? Tuhaf, transparent, fanatik kıyamet teorileri ve semboliği bir savaşın temellendirmelerinde kullanılabilirken ve bizim irrasyonel diyebileceğimiz bir temellendirme tersine rasyonel bir biçimde, soluk vermeksizin uygulanırken, ne yapılmaya çalıştığı üzerine düşünmeyecek miyiz? Basit bir tepkiselliği sergilemelerine pek alışık olamadığımız çevrelerin bu kadar tehlikeli sembollerle oynamalarının bir nedeni var mı?

SONDAN BAŞA. Sonuçtan yola çıkarsak, Saddamın mahkemeleri tamalansaydı nelerle suçlanacaktı? Savaş suçları, Halepçe, başka tasfiyeler, katliamlar. Saddam, hukuksal yol sonuna kadar işletilmeden asıldı. Diğer ülkelerin devlet başkanlarına da bir sinyal gönderildiği, uyarıldıkları açık: Biz istedi mi, asarız, keseriz. Oysa Bileşik Devletlerde seçimler yapılmasaydı başka türlü açıklamaz mıydık? Talabaninin bir iktidarının olmadığı da gösterilenlerin arasındaydı. Talabani de ölüm cezasına karşı olduğu sözünü ne kolay unutuverdi?

KARŞILIKLIK. Eğer ABD ve yandaşları hukuka tabi olsalar ve hukuğun üstünlüğünü savunsalar bir sorun çıkmazdı. Ancak El Gureybde olan bitenler, ha bire okumuş yazmış insanların tasfiye edilmesi, devam eden talan, doğrulanamaz savaş gerekçeleriyle bağımsız bir ülkeye girilmesinin meşrulaştırılması, Saddamın yargılanmasına da gölge getirdi. Irak halkına yardım diye bir kampanyayla değil de kitle imha silahlarının yokedilmesi vesaire gibisinden gerekçelerle başlanmaları bir kayıtsızlıktan mı? Uluslararası kamuoyuna istediğini vermek, gerisine aldırmamak mı? Belki de Birleşmiş milletlere fiili bir durum yaratmadan önce hukuki bir gerekçe sunmak. Hukuki gerekçe sunmaksa neden hukuki prosedür seçilmedi? Geçerliliği tartışılan gerekçelerle yola çıkıldı?

HUKUK. İşkenceye,tasfiyelere karşı değilsen neden Saddamı yargılıyorsun? Gureybde olan bitenlerin kolayca sızdırılması ya da engellenmemesi, Bağdatta aydın ve uzmanlara yönelen seçici bir kıyım, kültürel, bilimsel kurumların ve insani birikimin alenen tasfiyesi ve saddamın benzer suçlardan yargılanması. İktidarda olanlar, şu anda cereyan eden çatışmaların bir yerlerinde yer aldıklarında hukukun üstünlüğünü reddediyor bir konuma girecekler. Alakaları olmadığını iddia ettiklerinde, iktidarsız ya da işbirlikçi olmakla suçlanacaklar. Dışarda kalmaksa tasfiye olmayı seçmek olarak görülecek. Düğüm iyice sıkışmıştır. İlmek herkesi boğmaktadır.

TEŞHİR. Saddamın oğullarının sevenleri var mıydı? Sanmıyorum. Ama Batı basınında cesetleri teşhir edildiğinde "Irak Kültüründe" bunun anlamı ve teşhir edilmediğinde bir dönemin sonunun geldiği konusunda inandırıcı olunamayacağı gerekçeleri kullanıldı. Bu bir ilkelliktir! Ceset teşhiri kültürü devam etmektedir. Bu sefer ırak kültürü yüzündenmiş gibi davranılmamaktadır. Arkasındaki mantık, Kazıklı Voyvodanın mantığıdır! Kargalara korkuluk gösterme masumiyetinde değildir. Hedefteki ülkelere halka karşı işlenmiş suçu olana da olmayana da göz dağıdır. Bazı Kafkas ülkelerinin, bazı Latin Amerika ülkelerinin yöneticilerinin batı basınında şeytanlaştırılmaları hayra alamet değildir. Dengesiz bir propaganda kitle iletişimine hakimdir. Eleştirinin imkanları, inandırıcılığı ve iki taraflı düzelticiliği bir kenara atılmıştır. Bu batının açık toplum ve demokrasi idealine temelden karşı bir tutumdur. Bağımsız mahkemelerce verildiğinde ilkellikle eleştireceğimiz bir karar yerine karşımıza bir silahlı eylem, silahlı psikolojik propaganda eylemi konulmuştur. Adaletle alakası yoktur. Adalet tecelli etmiştir demekte zorlanıyoruz. Çünkü yaptıklarına bir karşılık verilmiş, ancak adalet bir parodiye, bir politikaya, hedefe hizmete yönelik kullanılmış, adalet devrilmiştir. Kullanılmış bir adalet adalet değildir. Bir mutlak adalet olmasa da,adaletin süreçlerinin dışardan belirlenmesi ve stratejiye endenkslenmesi, verilmiş sözlerin alenen tutulmaması "yine de karar sizindir" demeyi güçleştirmektedir.

UNUTULAN bie şey var. O da Saddamın eski haşmet ve ihtişamıyla değil, kendisine çocuklarının cesedi gösterilmiş bir baba hüviyetiyle ete kemiğe bürünmeye başlamasıydı. Süklüm püklüm olduğu, ürktüğü korktuğu iddialarıyla, zayıf, yorgun, bıkkın, düşünceli hallerinin teşhiri Saddam imajını da tersyüz etmektedir. İstenen o korkulan Saddamın zayıflığı kırılganlığı, herkes gibi bir kişi olduğunu kamuoyu gözünde sabitleştirmekti. Oysa Saddam ölçüyü kaçırmış teşhir meraklılarınca halkının gözünde masumlaştırılmaktaydı. Bir kontrolü, kimin efendi olduğunu teşhir için kullanılsa da, bir başka kontrol kendini de teşhirden kaçınamamıştır. Dünyaya, halkın bakışına algılayışına hükumran olabilecek hiç bir sosyal mühendislik yoktur. Saddam Hüseyin, en azından coğrafyasının insanı gözünde yeniden insanlaşmıştır, insanlaştırılmış, imajı tazelenmiştir.

DİKTATÖRLÜKLERİN SONU böyle olamaz. Olmamalıdır. Bir Saddam hayranlığının, romantiğinin oluşabileceğini sanmıyorum. Ancak idamı üzerine alınacak kesimler çoğalmıştır. İdam, bir halka, kültüre meydan okumaya dönüşmüştür. Anlamlandırılma, içeriğini belirleme çabası sanıldığı kadar ince elenip sık dokunmamıştır. Yeni gerilimlere sorunlara yol açacaktır. Ancak neye yol açarsa açsın, ortaya çıkacak gerilimi kullanacak ve yönlendirecek kesimler bu idamı onaylayan değil onaylatan kesimlerdir.

KUMAR. Demokrasiyi yerleştirmenin semboliği daha basit ve kolaydı. Sempati kazanmaya çalışmanın da. Hatta, adalet duygusunu güçlendirmenin, birikmiş kin ve intikam hislerini dindirmenin de yolu da daha kolaydı. Zor olan, belirsiz olan seçildi. Görünen o ki, hiç bir gücün insiyatif kazanmasına izin verilmemeye çalışılacak. Ama, bu sonuçtan da şu palazlanacak: En ileri gidebilen ve amansız davranabilen, bir medeniyeti temsil edenin önüne geçebilecek. Neden birinciler daha çok isteniyor? Kolay ele geçirilebildikleri, yönlendirilebildikleri ya da daha yıkıcı oldukları için mi? Bilemiyorum. Benim akılla kastetiğim, rasyonel olarak gördüğüm daha farklı olmalı ki, bu ufuktan bakmakta zorlanıyorum. İnsaniyete bir şey kazandırmayacak olanın önünü açmak, kendine karşı en ölüçüsüz yolu seçebilecek olanların yoluna açmak nasıl bir mantıktır, nasıl bir medeni tavırdır anlaması imkansız.

Ya barbarlık ya da başka bir barbarlık sloganı kazanmamalıdır. Dünyayı ayakları üzerine oturtmak, vicadan sahibi amerikalıların, arapların ve diğerlerinin dile gelmelerinin, dile gelebilmelerinin dünyasını savunmakla başlanmalıdır.

30 Aralık 2006

Bayrama İdamla Başlarken

BU YAZILAR İDAMIN HEMEN PEŞİNDEN KALEME ALINDI. AKLIMDAN GEÇENLERİ PAYLAŞMAK İSTEDİM. HENÜZ ORTADA YETERİNCE VERİ YOKTU. SIĞ BİR PROPAGANDA SİSİ VARDI. BİR KAÇ VERİ DEĞİŞSE DE YAZI DA VURGULADIKLARIM GENEL ANLAMDA GEÇERLİDİR. BEN BURAYA ZATEN BİR TASLAK BIRAKIYOR, ZAMANLA DÜZELTİYOR GELİŞTİRİYORUM. BU YAZIDA DA BAZI NOKTALAR DÜZELTİLECEK YA DA NETLEŞTİRLECEKTİR. İTİRAFTA BULUNMAMASI İÇİN ASILDI KONUSUNU PEK CİDDİYE ALMIYORUM. İRANIN TAVRI DAHA DETAYLI İNCELENMELİDİR. SURİYENİN DE TAVRI GÖZÜMDE NETLEŞMEMEKLE BERABER İLGİNÇTİR, YORUMLANMALI. ANCAK BU YAZIDA BÖYLESİ ANALİZLER YAPMAM MÜMKÜN DEĞİL. ÜSTELİK İLGİ ALANIMIN DIŞINDA. SADECE NETLEŞEN VERİLERİ YAZININ GENEL ÇERÇEVESİNİ ELDEN GEÇİRMEKTE KULLANMAYI DÜŞÜNÜYORUM.
Şİİ SÜNNİ KUTUPLAŞMASINI DERİNLEŞTİRİLMESİNE HİZMET EDENLERDEN ÇOK, İŞGALİN ARKASINDAKİ GÜÇLERİN NE YAPMAK İSTEDİKLERİ ÖNEM TAŞIYOR. BU OLAYI ENGELLEYEBİLECEK GÜÇTEYDİLER. İSYANCILIKTAN İŞBİRLİKÇİLİĞE VE İÇ SAVAŞ DERİNLEŞTİĞİCİLİĞİNE GİDEN YOL FAZLA UZUN DEĞİL ANLAŞILAN. BİRBİRLERİNDEN TİKSİNENLERİN İTTİFAKI UFUK VE KAFA KARIŞTIRMAYA DEVAM EDECEKTİR. VİDEO VE FOTOĞRAFLARIN TEŞHİRİNİN SİYASİ PORNOCULUK OLDUĞUNA BEN DE KATILIYORUM. ANCAK O KADAR MASUM OLMADIĞINI, KAZIKLI VOYVODA'YA GÖNDERME YAPARAK İŞARET ETMİŞ BULUNMAKTAYIM. İDAM MAHKUMUNA EZİYET EDİLMEMESİ CENTİLMENCE OLSA DA, İLKELLİĞİN CENTİLMENLİĞİ HER DAİM HAMASİDİR. UYGARLIK İÇİN ASTIĞINA KESTİĞİNE DÜZGÜN MUAMELE YETMEZ. MEŞGUL OLDUĞUMDAN ANCAK BİR HAFTA SONRA YAZI ÜZERİNDE ÇALIŞABİLECEĞİM. SAYGILARIMLA

Kurban bayramı arap dünyasında bizden bir gün önce başlıyor. Bu bayramın ruhuna da bir müdahaledir.

Batı kamuoyu, El Gureyb'i, yakında bir milyona yaklaşacak Iraklının hayatını hesaba katmıyor görünüyor. Tek tük itiraz. Genelde, "idam yanlış ama, arkasından da ağlamam" türü bir retorik.

Saddam da, benzerleri gibi, müttefiklerimizin okulunda, iddiaya göre Beyrutta yetiştirildi. Irak Suriye birliğinin rafa kaldırılmasını sağladı, işe Iraklı komunistleri katlederek başladı. Alkış bile aldı.

Hal ve hareketleri hep doğunun kültürü olarak yansıtılsa da, diktatörlerin fabrikası, mutfağı müttefiklerimizin iç bahçesindedir.

ABDye kafa tutan ya da tutar gibi görünen, milli güçlere önderlik iddiasında bile bulunmaya cüret eden ne kadar çok insan tanıdık, bizde ve ülkelerde. Ortak özellikleri, iç savaşa merakları, toplumsal dayanışmayı bir yere kadar çözmeleri ve başkalarının projesinin bazan önemsiz ayrıntılarını kendi halklarının önceliklerinin yerine koymalarıdır. Bizde saddamlar yoksa, toplumsal yapının karmaşıklığındandır, tutmayacağındandır. Yoksa, müdahaleden, transplantasyondan geçmeyen hiç bir dokumuz kalmamıştır.

Beni şaşırtan, çatışma bölgelerinde bu kadar yakın işbirliği yapmış kişi ve çevrenin, kendisini bir zamanlar yetiştirmiş, desteklemiş süper güçle kapışma halinde olması. Kullanmanın karakteriyle ilgili olmalı, kullanılabilenin karakteriyle ve pragmatiğiyle. Bir fikir ve kaygı birliği yok aralarında, mutlaka. Kullanılabilirliğin kriteri herhalde belli bir kaypaklık olmalı. Siyasi zeminimizdeki kayganlık bile bu tip müdahalelerin da eseridir bir bakıma.

Ne kadar eğitilse de, bizim standartlarımıza göre Saddam daha az globaldi, daha lokaldi, daha yerliydi, dünyayı, dünya hallerini pek görme fırsatı olmamıştı. Kapışmaların, entrikaların, suikastlerin sert ve sığ duvarlarıyla örülüydü o dünya.

Bağımsız hareket etmenin bilinmediği, kültürlerin cetvelle çizilmiş hapishanelere sığdırıldığı bir dünyada, altüst edilmiş bir toplumda, çetin bir çocuklukla başladı hayat tecrübesi. Arap milliyetçiliğinin rövanşcı olduğu iddia edilen ideolojisi de bizim ideolojik ön modernizmimizi de andırır. Geçmiş var ya da yoktur, uygun bir hikaye, eski bütünleştirici harcın yerini alır. Toplumun kendini anlaması, kavraması rafa kaldırılır. Yeni bir hikaye, eski ruhun yerini alır. Bir hayat tarzının yerine bir ezber dayatılır. Oysa daha kolayı vardır, eleştiri. Farkında olmak. Anlamak. Hakim olduğumuz bir hayat tarzını olabileceğine dönüştürmek.

Düşünce şeması mesela, tarihinin koordinatlarını tasfiyedir. Tanımlar yapılır. Tarih, açıklama ona uydurulur. Anlamaya dayalı bir çaba yoktur ortada. Bir seçim vardır, ona uygun bir açıklama mantığı da bulunur. Toplum mühendisliği her zaman sorgulanamaz ve medenî gerekçeler züerinde tereddütsüz uygulanır. Bazı talihsiz ve tarihsiz ve siyasetin kurumları devamlılıktan yoksun bırakılmış ülkelerdeyse birbirinin zıddı yönlerde aynı kararlılıkla gölgeler kovalanır. Acıları, akan kanı, kaybedilen zamanı meşrulaştıran, manevraları açıklayan kutuplaşmalar, konjunktürler ve doğal ya da pek doğal olmayan dostluklar, ittifaklar, dayanışmalar, kafa karışıklıkları ya da çok fazla ufuk açıklıkları hazır beklemektedir.

Kürsüde konuşma yapan bir ülkenin muhibbi demeyeyim biraz fazla olur, dayanışmacısına, övdüğü şahsın bir önceki gece ülkesinde hain ilan edildiğini, bu konuşması yüzünden çevresi tarafından tecrit edileceğini söylediğimizde şaka yaptığımızı düşünmüş, ama temkinli de davranmıştı. Bir iki günlük kafa karışıklığından sonra açıklama, rasyonalize etmenin yolu bulunuyor tabii ve kafaları yeniden açılıveriyor. Bizim işimizse zordu. Herşeyi açıklayabilecek bir yöntem, ezber yoktu elimizde. Tartışıyorduk, şaşırtıyorduk. Ezberimiz vardı, ama hayattan önce gelen bir proje değildi.

Geçit törenleri, ritualleri, ritual estetikleri, sahip olmak zorunda olan felsefeleri, hatta liderlerinin elinden çıkması gereken kuramsal kitaplar şu ya da bu ülkeye has değildi. Sanki gizli bir el kitabı varmış gibi uygulanan, uyarlanan bir hamasiyattı dolaşımda olan.

Irak da, insiyatifleri kırılmış, düşünce gelenekleri kırılmış, siyasi gelenekleri sekteye uğramış, toplumsal projesi ve dayanışması köklerinden koparılmış bir ülkeydi. Osmanlılardan enkaz devraldıkları bir kuyruklu yalan.

Bulgar, Ermeni, Rumlarda olduğu gibi, Araplarda osmanlı profesyonel politikacı, meclis-i mebusan üyesi, savaşmış asker, diplomat, müderris ve okumuşlarından kendilerine düşen payı aldılar. Ancak, azgelişmişlik ideolojisinin ön modernizminden de paylarınına düşeni aldılar. Tarihlerini tasfiye etmeleri, hayat dünyalarının iç bağlantılarını, mantığını ve dayanışma zincirlerini de tasfiyeydi.

Bizim başarılarımızdaki en önemli göstergelerden bazıları, insiyatifimizi kırdırmayışımız, kendi dinamiklerimize, ihtiyaçlarımıza daha yakın duruşumuz, daha kurumlaşmış oluşumuzdu. Arap dünyasındaki ideolojik ağırlıklı hava, insiyatifin dünamiklerinin önünün açılamamasıyla, daha bağımlı, ya da bağımlı başlamakla alakalıydı.

Arap milliyetçiliğinin hakim olmadığı ülkelerde de, paradigma değişmişti, durum açıklamaları istisnasız biçimlerde ideolojiye sarılmayı gerektiriyordu. İdeoloji ancak bir hayat, bilim ve durum karikatürüyle yetinir. Temelleri sarsılmış bir toplumdaki durmak bilmeyen ihtilaller, darbeler, kurumlaşmayı da hep dümura uğrattı.

Gelinen nokta bir anlamda o kadar beter değil. Sorunlar ortaya çıktı. Ne yapılmayacağı belirginleşti. Minareyi çalanın uygun kılıf bulması güçleşti. Yani, saddamları kaldırmayacak bir dönemin de kapıları aralandı.

Saddam neden bu kadar erken idam edildi? Neden bayramın ilk günü idam edildi.? İkincisini arap kültürünü daha yakından bilenlerden öğreneceğiz. Ben, bayram araya gireceğinden çatışmaların soğutulacağı tezini ciddiye alamıyorum. Böylesine bir infaz, infaz alanına Amerikalılar sokulmasa bile, yerli adete uygun değil. Bir yangından mal kaçırma havası taşıyor. Eğer o kadar insiyatifleri varsa Iraklı politikacıların, bunun bir dış güçlerin diktesi olduğunu iddia etme imkanı verdiğini de düşünebilirdik. Ancak, hem patronun kim olduğu bilinmez birşey değil, hem bu işe gönüllü davranır gibi olan da çok.

Şaşırtıcı olan Kürtlere, Komünistlere, yaptıkları gündeme getirilmeden, bu alanlarda yargılanamadan asılması. İranla savaşta kullanılan silahlar ve uluslararası hukuk ihlalleri, türkmen ve hristiyanların müdahil olacağı davalar, kuveyt meselesi de gündeme getirilmedi.

İddiaya göre bir şii sünni çatışması zorlanıyor. Iraklı Kürtlerin bu çatımada nötralize olup sonradan bir ölçüde sünnilerin yanında yer alacağı,Türkiyenin kışkırtılmayacağı bir savaş senaryosu da bence şimdilik sadece bir senaryo. Türkiyenin kışkırtılmaması mantıklı görünse de, buna karar verecek olanların elindeki verileri, gelecekteki dinamik hamlelerini bilerek konuşabilmemiz mümkün değil.

İdam, savaşın bir aşaması. Bir savaş hamlesi. Talabaninin "idama karşı" konuşmalarından sonra, önce karışmama, sonra onaylayıp onaylamamasını mahkemeye bırakma adımlarını bile bir sorumluluğun kullanılmaması olarak değerlendirilecektir sanıyorum. Arap milliyetçilerince bir "kukla" olarak görülecektir. Bağımsız davranma şansını yitirmiştir, ya da hiç olmadığını göstermiştir. Bu durum sorumluluğu üzerinden atmaya yetmediği gibi, tepkileri de üzerine çekebilecektir. Eskiden süper güçlere değil, onlara yakın duranlara yönelen öfke,şimdilerde doğrudan süper güçlere de yönelebildiğinden, sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek güçtür.

İran tarafından Saddamın idamına derin bir itiraz gelmemiştir. Arap birliği de şimdilik sessiz. Saddam çoktan gözden çıkarılmış. Avrupa kamuoyuna dahi "idam kötüdür ama Saddam da kötüdür" havası hakim. İdama kategorik itirazlar nerede kaldı? Galiba sadece bizler idam karşıtıyız. Batı yeni güvenlik kanunlarıyla, din polemikleriyle, önceliklerini prensipler, "batılı değerler" alanından çekmiş durumda.

İdam denen kurumun kaldırılması gereklidir. Ama burada idamın yargılanma tamamlanmadan yapılması, daha da öncelikli hukuki sorunlara yol açmaktadır. İdam, her zamankinden daha siyasileşmiştir. Bir savaş hamlesi olarak kullanılmıştır. Çavuşeskuların kamera önünde idamlarından, video belki de kameralı cep telefonları önünde idamlara gelinmişir. Bu bir propaganda eylemidir. Teşhir, ölümün aşağılanmasıdır, cesetler sembolik olarak linç edilmektedir, Saddamın oğullarının cesetlerini yayınlayan uygar medya da ibret gerekçesini kullanmıştı. Bu kazıklı voyvodaların yöntemidir. Doğuda, gerçek doğuda günahtır, ayıptır, insafsızlıktır.

Ölünün çaresizliğinin teşhiri, iktidarın güçlendirilmesi eylemine dönüşmüştür. Korkunun iktidarı mı? Diktatörlüklerin yıkılıp demokrasinin kurulması mı? İddia neydi? Halka cesaret vermek için mi, dehşet salma mı? Kelle teşhiri bir kere başladı mı nerede duracağı belli olmaz. Bunu ıraklılar bilmiyor mu? "Zaten onlar sadece seyirciden ibaret!" deyip de geçelim mi?

İdamın medyasallaştığını da gözlemliyoruz. Bu fransız ihtilalinin şovlarına da dönüştür. Yerli değildir. Global bir eğilimdir. Yerli gelenekse, tartışmaya değmeyecek kadar kanlıdır. Deri yüzmelerin dönemine, parçalayıp aç köpeklerin önüne atma dönemlerine geri dönülmemişse de cesede taciz, ve ceset teşhiri, bacağından asıp ceset kokutma geleneği, ibret ve intikam iddialarının, karşılıklık iddialarının gölgesindedir. Barbarlık, kimseye uzak değildir.

Saddamın hukukunu yenecek, silip süpürecek bir hukuk kendini göstermemiştir. Saddamın suçları olmasaydı da bu eylemle yüz yüze kalacağının ifadesidir. Savaş gerekçeleri nasıl üretildiyse, idam gerekçelerinin de gerektiğinde imal edilebileceğine işarettir.

Saddam ciddi bir yargılamadan geçirilmemiştir. Hukuk işletilmemiştir. Yargılanması hukukun uygulanması olmalıydı. Ceza kesilmiştir, sadece. Saddamı suçlu bulmayabilecek bir bağımsız hakim çıkmayabilir. Mesele Saddamı suçsuz kılmak değildir. Yargılamayı hukuktan koparmamaktır. Cezayı, konjuntüre, seçimlere, yeni bir savaş hamlesine çevirmemektir.

Suçluya ceza bir suikastın mantığıyla verilmemelidir. Irakta bu yapılmıştır. İç savaşta yeni bir aşamaya geçilmiştir. Olan bitenlerin bir geri çekilme değil bir tercih olduğunu da, çatışmaya katılan güçlerin kontrollerini aşacak bir durum yaratma çabasına da işaret edebiliriz. Hakikat daha başka bir yerde de aranabilir. Bunlar on yıllara etkisi de olsa geçici şeylerdir.

Hukukun, mahkemenin, yargılamanın indirgenmesi iyiye işaret değildir. Ceza, hukuki anlamda ceza değil, ihtilalci ya da askeri eyleme dönüşmüştür adeta. Üstelik bunu ayaklanan birileri değil, ellerinde mahkemeler bulunan, yargılama imkanını ve sorumluluğunu ve adalet iddiasını taşıyan bir çevre yapmıştır.

Uygar dünya, yarım ağız konuşmuştur. Avukatların can güvenliğinin sağlanmadığı, savunmanın sindirildiği bir dava görüntüsü bir tesadüf değildir. Kazıklı voyvoda dönemine geri dönüştür! Saddam adil ve uygarca yargılansa kim ne kaybederdi?

Yargılama usulü ciddi bir skandaldir. Yarım yargılamayla devlet başkanı asabilen bir işgalci güç yarın diğer ülkelerde neler yapmaz! Bu konularda, demokrasi söylemiyle ortaya çıkıyorlarsa üstelik, ülkenin bağımsızlığını kazanmasını da bekleyebilir, müebbet hapsi de "uygun görebilirlerdi". Yangından mal kaçırmaya kalkışmışlardır diyenler yanılıyor. Bu eylem ciddi hesaplamalarla, ayarlarla yapılmıştır. Yaşayarak göreceğiz. Meşruiyet hukuktan değil, hep eleştirdikleri intikam hukukundan çıkarsanmıştır.

Diktatörlüklerin işgallerle sona ermeyeceğini, demokrasilerin emekle, çileyle, özveriyle, medenî, bağımsız bir duruşla inşa edileceğini düşünmeyenleri hayat terbiye edecektir desek de, zalimden kurtuluşun, zulme sarılmamayı gerektirdiğini iki de bir vurgulamak zorunda kalıyoruz.

Dünya genç. Dünyada kimse imajından büyük değil. Hukuksuz bir güce süper güç diyebiliyoruz, dünya genç, dünya cahil.

Dün ülkemizde körükledikleri iç savaş için bir af dilemeyen, bir tazminat ödemeyenler, üstelik kendi yarattıkları, yetiştirdikleri çevreleri karşıtları olarak pazarlayanlar, hâlâ yeni Saddamlar yaratma peşinde değilde ne? O halde neden bir başka saddamı asıyorlar?

Bundan böyle, medeniyet bizlerden sorulacaktır!

29 Aralık 2006

Ya Sen?


Bir dönemin gençliği için demediğini bırakmayanlar var, bir pencereden. Günahsızlığın, verilecek hesabı olmamanın, hesapsızlığın penceresinden.

Pencere suçsuz. Baktığı yeri seçemeyense sorumluluktan mı azad?

Azadsa, neden başkaları işlemedikleri suçlardan bile gayrı azad?

Bakıyorum, karşımda yaptığının da yapmadığının da kendine göre hesabını vermeye, hesabını görmeye açık bir insan dikiliyor. Söyleyecekleri bitmemiş, eylediklerinin üzerine yıllar geçmemiş bir insan. Bir delikanlı. İlmiğe boynunu geçirip, taburesine tekmeyi atan! Celladına bile vicdan azabı, ya da bir önceliği bırakamayan bir öfke, bir isyan?

Bizi yargılanamaz, suçlanamaz, sorumlu kılınamaz, hatadan uzak kılan şey ne? Tüm zamanlar için bizi kurtaran, eylediklerimizin hesabını verilmez yapan ne?

Kimi kuyularda inledi. Kimi başkalarının acılarını dahi çekti. Kimi kendisini rüyada işlediğinden bile sorumlu tuttu. Kimi yarılmış sulardan geçmek zorunda kaldı. Kiminin torunlarına dahi hançer çekildi. Kim bir insanın, babanın, dedenin, çocuğun başına gelebileceklerden muaf oldu? Kim, kendini unutup da azad-ı mutlak tonundan konuştu?

Onların kanlarını akıtana bile bakışına bak. Canlı canlı kazıktayken kitabını tasarlayan insana. Her derisi yüzülenle derisi yüzülen, haklılık haksızlık sormadan inleyen Bestamî'ye.

Taşı eline tutuşturan bir fikir bile olsa, arkasını döner gider, taş sana döndüğünde. Kendi kafanı yarmakla başla. Sokak köpekleri, aşağıladığın herşey insafa gelir, yaranı koklar da herşeyin üstünde olma iddiasındakiler itekler gider.

Eleştiri insanın kendisinde başlar, kendisinde biter. Dünyayı sen değişemediğin için mi değiştireceksin?

Herkesin hatasının sadece ve sadece kendi hatası olduğu an, hesap vermekten kaçışın düşünülemediği an, o an, başkaları kalmaz. Başkalarını daha önce görmek lazım. Görmek için açık bir ufuk aramak lazım.

Belki de bu, Cemil Meriç'i Ganj kıyılarında yürüten melâl.

Ayak Yıkamak


Başkasının ayağını yıkamak, bir yaşlının, hastanın, ağrısı sızısı olanın ayağını yıkamak, eline ayağına gerektiğinde su dökmek hatta kurulamak utanılacak bir şey değil.

Daha otuz yıl önce, misafirin ayağı yıkanabiliyordu, ya da kurulanabiliyordu, abdest almasına yardımcı olunuyor, ayağının kurulanmasına izin vermese dahi havlu, peşkir uzatılıyordu.

Mimari değişti, hayat tarzı değişti, hayat dünyamız değişti.

Evet, hasta karımın altını ben değiştiriyorum, çamaşırlarını yıkıyorum, karnını doyuruyorum, saçlarını tarıyorum, bulaşıkları yıkıyorum, hamalların sırtındaki yükün ucundan tutuyorum, tümünü omuzlayamasam da, ayağına diken batmış bir tilkinin yanına sokulup dikenden kurtarabiliyorum, hayat kadınlarına merhametle bakıyorum, suya kapılmış karıncaya çöpten, yapraktan köprü kuruyorum dememizde ne mahzur var?

Yağmurluğunu, gocuğunu, abasını, keçesini hasta kuzunun, ihtiyar kangalın üzerine bir işe yaramasa da örtmenin ne kötü yanı var?

Yataktan kalkan sapasağlam eşinin elinden tutmakta ne mahzur var?

İzah edilemez olan, savunulması gereken ne?

Sadece gücü, parası, imkânı, şöyle ya da böyle bir iktidarı olana yardımdan ibaretse bütün cömertliğimiz hizmetimiz, alçakgönüllülüğümüz kem küm etmeye bile yüzümüz yok. Öyle değilse, neden "gel ey insan senin de eline de su dökeyim, açsan azığımı bölüşeyim, ihmal ettimse affet!" diyemiyoruz?

Hep bir su başını tutana, tuttuğunu sandığımıza, bir mevkisi olana yönelikse tevazumuz, bu anlamsızlığı anlama çevirmek de mi imkansız?

Simidini sokak köpeğiyle bölüş, bazan, açken, simide köpek kadar ihtiyacın varken. Bir titrek hamalın yükünü omzuna al, bırak alıp kaçacağını düşünsün, parasında gözün olduğunu sansın. Bir eziyete uğrayacak olanın yanına dikil, ona kanatlarını ger. Seni farketsin de, bazan farketmesin de.

Yorgun, kabahatli, azarlanmış evladını kucağında yatağına götür, sırtını ört, uyuyana kadar başucunda otur. Eşinin elinden bıçağı al, soğanı doğra. Sana dert anlatan kediyi dinle. Sana söyleyeceği çok şey olanlar var. Dur, gözlerinin içine bak. Ağacın inleyen yapraklarını avcuna al, sana yakınacak gölgesinden kimseyi mahrum etmemek için.

Havayı kokla, senden bir ricası var.

Geçtiğin yerde kurtlar kuşlar bile süklüm püklüm oluyorsa, bir sessizlik hüküm sürüyorsa ormanda, yazık sana!

Etrafına bak, yaptığının anlamı değişecek, göreceksin!

27 Aralık 2006

Konuşmak Yükümlülüktür!


Konuşmak, yüzyüze gelmek, koklaşmak, meleşmek, söyleşmek halk olmaktır. Konuşmayı dominansla, tahakkümle, yönlendirmek bir ortak ruhu dağıtmaktır.

Ayağıma gelmeyenin ayağına gitmeliyim. Susanı konuşmalıyım, dinleyerek.

Halkız biz! Yeniden kalkarız ayağa!

Ufumuzu bütünleştirmek, bu parça bölük, bir birine geçişliliği olmayan iddialardan, gerekçelerden, tememellendirmeden geçerek, yeni bir düşünce ülkesi icad ederek değil, kaybedilmiş patikaları, yolları, kanalları toprağın altından çıkararak, geçitler açarak, ufuklarımızın ufkunu arayarak olur. Bulunan elimize bakî değildir. Yolda olmak, seferi olmak, düşüncede olmak, düşünceli olmaktır.

Anlaşmak, anlamak mümkündür! Kardeşlik mümkündür! Daha güzel bir dünya mümkündür!

Ve herkese açıktır!

Sınırları Cetvelle Çizilmiş Düşünce Topluluklarında


Yazılarımın çoğu henüz bitmemiştir, son nokta konulmamıştır. Bu yüzden hâlâ bana aittirler, sokağa salınmalarına zaman vardır. Kavramlar herkese hitap ettiğinden karmakarışıktır. Gündelik dili; felsefenin, mesnevînin dillerini; eski ve yeni edebiyatların imkanlarını yerine göre kullanmam gerektiğinden, herkese açık bir söylem daha fazla gayret istiyor. Meselâ, yoklukta varolmak ya da varlıkta yokolmak gibi kavramlar bazan aynı düşünceyi, bazan bir dil oyununu, nükteyi, ya da kontrastı ifade edebilirken konuşmak kolay mı? Hem de bu imkanlar dünyasında konuşmak daha velûd.

İlk defa kendi adımla ortaya çıkıyorum, elbette tereddütlerim var. Bu güne kadar tutarlılıkla engelleyenlerin bildiğini, tanıdığını halkın da tanımasında bir sorun yok sanırım.

Ben ladinî-dinî kavram, siyasî-sosyal çevre ayrımı yapmamaktayım. Sarhoşlara da konuşurum. ayıklara da. Bir çobandan öğreneceğim varsa, herşeyi bırakıp yanına bağdaş kurarım. Olabildiğince hemen, olabildiğince şimdi. Aceleye de gelmem, getirmem, tavrım budur.

Meyhanedeyse içten sohbet, meyhaneye giderim. Sıradan bir hayat yaşamaktayım. Ağır işlerde çalışmaktayım. Ulaşmaya durumum el vermese de, daha geniş, daha farklılıklara açık ortamlara, topluluklara hasret duymaktayım. İçinde konuşabileceğim, içinde konuştuğumun konuştuğu çevreler henüz oluşmamıştır. Böyle bir ilgi de yoktur. Ne yapacağımdan çok ne yapmayacağım bellidir: Sınırları cetvelle çizilmiş düşünce topluluklarına esir olmayı reddediyorum.

Kendimizi gizli tutmanın, kaybolmanın anlamı yoktur. Bizler de varız, hep vardık. Engellendik, susturulduk, yok sayıldık , yok edilemedikse de (ey halkım, unutma bizi!). Biz hep sessizce katkıda bulunduk.

İnsanların olduğu gibi görünmemesi, göründüğü gibi olmamasının aynası aşk üzerine söyledikleridir, eyledikleridir. Aşksızlardan çok çektik.

Söylemek eylemektir, eylemek de söylemektir.

İnsanların eteklerine yapışamıyoruz. Kitaplara, fikirlere tutunuyoruz, çaresiziz. İnsanlara, insanlarımıza güven duygusu bir yeniden sosyalleşme gerektirmektedir neredeyse.

Hakikî olanın, hakikatli olanın, olduğu gibi görünme derdinde olanın da kardeşiyim, olmayanın da. Habille de Kabille de.

Göründüğü gibi olmak zordur. Oluş zor zenaat.

Her söylediğini kast edeni dinlerim. Kast etmeyeni dinlememek mümkün mü zaten?

Söylediklerimizi yaşatacak bir toplum yoktur. Köklüyüz ama kökümüz toprağın dışındadır, rüzgara, fırtınaya açıktır. Halklılıkla haklılık bazan örtüşmelidir.

Söylediklerimi, yanlışlarıyla doğrularıyla bu dile bir kaç anlamıyla hakim olan herkes söyleyebilir. Ben bir aracıyım, arayıcıyım. Hataların sorumluluğu bendedir. Hakikî olandaki hakikat benim değildir, daraltan, az daraltan benim. Yakalayabildiklerim bir marifetten değildir. Bir emekten, açıklıktandır. Yeterince açık olmak, yeterince dürüst olmak, yeterince olmak mümkün değildir.

Olunanla yetinmemek lazım.

Söylemekle yetinmemek, üzerine düşünmek, üzerinde çalışmak, başka ufuklarla karşılaşmaktan korkmamak lazımdır. Geleceğimizi böyle şekillendireceğiz.

Aşkın ufku, sözümüzü söndürenin de, yeşertenin de mekânıdır!

24 Aralık 2006

Hayvanların Gözlerinin İçine Bakabilmek


HAYVANLARIN DA HAKLARI VAR. Sokaklarda araçların arasında koşuşan, bacakları odunla kırılan, ehliyetsiz şahıslardan eziyet gören hayvanların da sözcüye, şahide, insafa, merhamete ihtiyacı var. Nasıl olur da hayvanların gözlerindeki dehşeti, şaşkınlığı, çığlığı, korkuyu okuyamayız? Çocukluğumuzda, karıncanın yolunda yürürsen azarlanırdın. Şimdi sakatatlar çöplüklerde. Kediler akciğerleri sürüklüyor. Asansörler, merdivenler, kaldırımlar kan içinde. Köpekler devirdikleri çöp tenekelerinin önünde harbediyor. Karınları aç. Payları verilmemiş. Verilmeli, ama kurbandan artakalanlar, sokaklarda sürünmemeli, sürüklenmemeli. Alınmış bir can var ortada, hakareti haketmeyen bir can!

GERÇEKÜSTÜ. Bir kurban bayramıydı, on sene önce, bir turist otobüsüyle hava alanından şehre iniyorum. Yağmur yağıyor. Çoluk çocuk ellerinde bıçak, nerede bir yeşil alan varsa, orada kesiyor biçiyor, didikliyor, et parçalıyor. Binlerce hayvan debeleniyor, yol kenarlarında, çocuk parklarında. Banklarda et yığınları. Yağmur suyu yolun kenarlarında kıpkızıl akıyor. Zeytinburnunda deniz sarımtrak bir renk almıþ. Hava kan kokuyor. Bin bir soruyla karşılaşacağım sanıyorum. Kimse bir şey sormuyor. O kadar gerçeküstü bir görünümdü ki, algılayamadılar. Beni üzen, görünüm değil oysa. Kendime izah edemediğim bir hoyratlık, saygısızlık var ortada. Halk sağlığına, hijyene de aldırılmıyor. Hayvanın hakkına riayet edilmiyor. Bize ne oldu? Neden "bu yanlıştır!" demiyoruz. Küvetlerde, balkonlarda kesilen kurbana neden "ayıptır, yazıktır, günahtır!" demiyoruz? "Mundar" kelimesini artık neden kullanmamaktayız? Kurban neden adabıyla kesilmesin? Eziyet gören hayvan, sokaklarda akıtılan kan uykularımızı kaçırmıyorsa, medeniyetimizi icraatımızla reddedebiliyorsak, hangi bahanelerin arkasına sığınabiliriz, hangi yüzle kaderimizi karşılayabiliriz? "Bunu neden yaptın, neden buna izin verdin"lere nasıl cevap verebiliriz?

VEJETARYANLAR. Hindistanda bir tarikat var. Yoları süpüre süpüre yürüyorlar. Can almamak için. Bizde et yense de, canlıya, hatta cansıza bir hürmet,saygı, muhabbet vardı. Bir taşı, kayayı, ağacı sebepsiz yere yerinden oynatamazdınız. Biz kurban kesiyoruz, et yiyoruz, ama, yemeyenlerde de bir incelik, hatta bazan bize öğretebilecekleri bir ihtimamlı tavır, bir saygınlık olabiliyor. Kandan, etten tiksinenenler aramıza giremez, bizden birisi olmak için et yemek zorundasın demememiz de gerekiyor. Kurbanı, insaniyete izah, insaniyetin merhametli tavırlarını da reddetmeden, karikatürize etmeden olmalı. Bunu vurgulamam kapıyı açık tutmak için değil: Bir hukuka riayet için. Dünyada et yemeyen insanlar var, kapılarının önünde kan akıtmamalıyız. Hayvanları strese sokmamalıyız. Sakatat sokaklara saçılmamalı. Park masalarýnda et parçalanmamalı. Balkonlardan kan damlamamalý. Kirlettiğimiz masaları, kapı tokmaklarını, asansörleri silmeliyiz. Kedileri, köpekleri eşindireceğimize, o günlüğüne de olsa doyurmalıyız. Haşere istilasına neden olmamalıyız. Kanlı ellerle toka yapmamalıyız, kanlı eli uzatmamalıyız. Bir de bizim gibi olmayanlara, ki onların duruşu da belki bir başka merhamet, şefkat ifadesidir, gülmemeliyiz, saygıyla karşılamalıyız, onların aramızda bulunması halinde, zorluk çıkartmamalıyız. Zorluk çıkartmayacak bir yorum toplumuna zorluk çıkartmamalıyız.

Arzederim, halimizden.

23 Aralık 2006

Mesnevî Edebiyatın En Üstün Form'udur!


Birey'in ortaya çıkış hikayelerini ezberledik: Sanayileşme, differensiasyon, farklılaşma, sınıfların gelişmesi. Birey yoktan var olur. Edebiyat en üstün formu için kapitalizmi bekler durur. Ve nihayet romanla edebiyat taçlanır.

Ben en üstün, en gelişkin form'u tayin edemem, etmeye de kalkışmam. İfade, formunu bulur, form , ifadesine kavuştuğu kadar.

"Mesnevî romandan üstündür" deseler, "evet, romanların yakalayamaz olduğunu yakalamıştır mesnevi de" derim. Ama okumanın hep bir yerden, bir duruştan da olduğunu bilirim. Okumanın da, yazmanın da bitmediğini, bitmeyeceğini, ve tarihin sahibi gibi, tarih olmuş bitmiş gibi konuşamayacağımı da.

Ölmeden önce bir mesnevî kaleme almış olabilmeyi isterdim. Bundan öncesini gülümseyen, bundan sonrasına göz kırpan. Yazacaksam, iyi bir mesnevî yazabilmeyi isterdim.

Yazsam da yazmasam da, hayatı, hayatları ve elbette kitapları da okumak bir zevk. Bir çile. bir sorumluluk. Bir genişleme. Göğüs kafesini çatırdatma.

Yazılmamışı okumak, dilde, halkın ruhunda, dönemin gölgesinde. İki araf arasındaki vahada su akla gelmez.

Aşkın ateşi , anlamanın ateşinden daha mı yakıcıdır? Hangisiyle kanmaya varılır?

Bireysellik ve kişisellik aynı toplumsallaşma, ben olma sürecinin parçalarıdır. Bireycilik başka iş. Bireyselliğin dinamiği insan olma çabasında, terbiyede, isyanda, karşı koymada, uysallıkta, sabırda, emeğini keşfetmekte, saygıyı ve saygınlığı keşfetmekte.

Kendini eriten Mecnunun mu bireyselliği yok, yani başkalarından ayrıştığı, kendini farklı kılan yanları, yanı, kendi yüzü?

Dil konuşan, ad taşıyan, aidiyetleri, terbiyesi, kendinden beklenenleri adı gibi bilişi olan Mecnun'un kişiselliği mi yok?

Okul kişi yanımızı, ortak yanlarımızı sosyalize eder, vatandaş fabrikasıdır; aile birey yanımızın, farklılıklarımızın önünü açar. Ama, okulsuz da olsak, öksüz de olsak, yolumuzu da buluruz, yol, çare, içinde şekillenme alanları bitmez tükenmez.

Okulda da bireysellik gelişir, elbette söylediğimin tersine. Yine tersine, aile mensupluğu da bir benden geçiştir aynı zamanda, sosyolojik anlamda, ve elbette nüktesi de olan bir sosyolojide. Biz sadece "ayırd edici olan"ı konuşuyoruz. Okulda ödevimizi yaparız, evde yetişiriz. Aslında ikisinde de, hattâ varsa bildiğim bilmediğim başka kurumların içinde de , yani varsa üçünde de, dördünde de, kapışırız, çatışırız, rolümüzü oynarız, rolümüze itiraz ederiz, içeriz yeriz, büyürüz, taklit ederiz, taklit etmeyi reddederiz, asosyalleşiriz, bu yüzden yeniden sosyalleşiriz ,vesaire.

Kapitalizmin bireycilikle bağlantısını bireyselliğin alanına doğru yaymak, sadece bir ideolojiyi konuşturma. Bir ezber.

Doğru ya da yanlış olabilecek bir iddia, aksiyomatik bir çerçevede ele alınınca, bir lâhza tebessümle sormamız gerekiyor: Hayat matematik mi?

Matematiğin, matematikçilerin pek yapmadıkları hatayı toplumbilimciler, edebiyat kuramcıları yaparlar. Pozitivizm dahi, matematikçi işi değildir.

Pozitivizm eleştirilerinin de naif pozitivistlerce yapıldığı bir ülkede/dünyada kim kuyruğunu kovalamadan kurtulabilir ki? Kovaladığımız kuyruk, hayatın izlerini süpürüp götürüyor. Toz yutmak o kadar önemli değil.

Arzederim, halimizden.

20 Aralık 2006

Ayın Getirdikleri ve Özne Meselesi


Bu ayın geriye kalan günleri tek bir konu üzerinde duracağım. İdealist felsefede Özne, Aşkın Özne ve muhtelif eleştirileri. Geciktirmeden yazmam gereken bir kısa yazı var (yaklaşık on sayfa). Sadece ele almam gereken, bana verilmiş makalelerden, sınırlı makalelerden yola çıkacağım. Konunun kendisi üzerinde konuşamayacağım. Konuşulan bir takım şeyler üzerinde duracağım. Sadece bazı yazılardan yola çıkacağım için, konuyu etraflıca sunmamı beklemeyeceğinizi umuyorum.

Bu arada beta bloggerin ömrü tamamlandı. Yenisini Windows'un kapalı yangın duvarı Murtaza reddetti. Bağdaşmazlık meselesi zar zor halledildi, yangın duvarını kapatmayla yetinmeyip istisnaları da kaldırarak (sonradan: Yanılmışım bugg'muş!). Bu arada bir yığın antispyware, popup blocker ve şu bu kuşağa eklenmiş programlar da teker teker sınandı, elden geçirildi.

Doktornamenin hediye ettiği manşet tam oturmadı (sonradan: Oturdu. Kalıp değişti. İki versiyonun ortalaması alındı). Aşağılarda biryerde, saltanat dönemini bekliyor. Tabii bu arada doktordan da daha yerli karakterler kullanmasını rica edeceğiz. Manşet ve başlık meselesi şimdilik ertelendi.

Ney üfleme sorunu olan arkadaşlar için ney okulu ekledim. Ciddiye alsınlar. İşe yarıyor. İki saatte ses alırlar. Neyin yağlanma faslını, ney sitelerinde de bulabilirler. Ben en ince, en az asitli, neredeyse kokusuz sızma zeytinyağlarını kullanırken, Konyalı Mahmut Ustanın daha kalın, daha yoğun bir köylü sızması kullandığına müşahade ettim. Bu arada çok geç de teslim etse kendisine bir kız, bir mansur, bir de şah ney açtırdım. Sağolsun.

Siteye bir de sayaç eklendi. Hangi bilgisayarı kullandığınızı, operatif sisteminizi, internet tarayıcınızı, semtinizi, IP numaranızı, ekran çözünürlüğünüzü ve belki de hangi enlem ve boylamda bulunduğunuzu izleyebiliyorum:)

Mozilla/Firefoxcular canlı müzik dinleyemiyorlar. Real player eki firefoxa da alt program olabildiği halde, yükleme sorunları yaşayanlar oluyor. (Sonradan: Flaş player kullanıyoruz, şimdilik. Diğer çalıcıları da ekleyebiliriz, gerek görüldüğünde.)

Bu arada, google "Arama Motoru" blog adresimi vermemeye başladı. "Blog Arama Motorundan"dan bakılmazsa bulunmuyor. Bir bağ attığım halde, gene de arama motorlarında çıkmamaktayım. Acelem de yok. Tencere ocakta. Yavaş yavaş pişiyor. (Bağlar kuruldu, ama devam eden değişiklikler yüzünden, arayan bazan bulamayabilir.)

Beni durmadan çalıştıracağı için Doktor Tarık'ın web masterlik önerisini gürültüye getirdim. Design'dan çok okumaya yazmaya zaman ayırabiliriyorum şimdilik, o da gece yarıları. Ama, söz veriyorum,webdesign, grafik işine de el atacağım. (sonradan: Oldu da bitti , maşallah. Ben iki gece uykusuz kaldım, bugg'larla çarpıştım ama, daha çok Doktor çalıştı.)

İnternet bağlantımı kapattığım için, uzatmaları oynanıyor. Yazacağım bazı yazılar ve bazı okumalar bitince internet bağlantım yeniden açılacak. Bu arada sitelerim ve adreslerim kaybolmayacak. Arada bir yazı ekleyebileceğimi sanıyorum.

İlerde yorum kısmını açmayı düşünüyorum. Ya da açık ya da kapalı bir foruma bağlamayı düşünüyorum: Bitmesi için eleştiri bekleyen yazılar, makaleler var.

Hadi iyi geceler. Artık uyusam iyi olacak:) (Sonradan: Uyudum, ama büyümesi zaman alıyor. Uykusuzluksa bir kader:))

17 Aralık 2006

Bir İsveç Klasiği: Banu Avarın Programı


İsveç açısından paniklik bir durum var mıydı? Yoktu aslında. Irk Biyolojisi Enstitüsünün yaptıkları seksenli yıllarda epeyce tartışıldı. Şaşkınlık kadar olgunluk, hakikatle yaşama isteği ağır basar gibiydi, o yıllarda. Irk Hijyeni kavramı sağda solda kutsal heykel bırakmamıştı bir ara. Unutulmaya, küllenmeye bırakıldı sonradan. Her hafıza-yı beşer nisyan ile malûl olsa gerek.

Yaratılan moral panik, basın özgürlüğü fikrinin bizim aklıevveller kadar isveç aklıevvellerine de yabancı olduğunu gösteriyor.

Zorla kısırlaştırmaların yakın zamanlara kadar devam ettiği, ne gizlenen, ne de gizlenebilir bir şey. Gizlenmesi gerekmiyor isveç modernitesinin kurumlarının. Tersine, tarihsiz yaşandığını düşünen yeni nesil isveçliye iyi bir hatırlatma olabileceğini düşünüyorum.

Bir kaç nesildir isveçliler, kanımca, isveçli oldukları için iyi olduklarını düşünecek durumdalar. İsveçli oldukları için karnı tok sırtı pek, isveçli oldukları için barışcı, isveçli oldukları için uygar.

Tarih bilinci yok. Öğrenilen tarih, okul, popüler kültürün tarihi sığ ve ideolojik. Olumsuz anlamıyla pragmatik. Açlık, sefalet, çileler, savaşlar, göçler dolu bir geçmiş bir masalsı tonda okunuyor, geçiliyor. Gerekçelendirmelerde, ifadelendirmelerde çok sorunlu bir isveçli olma gibi gerekçelendirme tarzı kullanılabiliyor. Başkalarıyla ortaklıklar, başkalarından iyi olmama hali, geleceğin uygar olmasının garantisinin olmaması gibi farkındalıklar çok zayıf.

İvar Lo-Johansson emeklilerin dergisinde yaşlıların bir zamanlar tokmakla ya da zehirle öldürüldüğünü yazmıştı. Bu yaşlı imhasının, dışlanmasının, ya da ne deniyorsa buna onun, yirminci yüzyılın ilk yarısında bile azalarak devam ettiği iddia ediliyordu. Birisi bundan da bahsetse mutlaka kavga kıyamet koparacak kraldan çok kralcılar çıkabilir. Çıkabilir de, uygarlık çok genç, dünyanın bazı yerlerinde, fazla deşilirse ol hikaye daha neler dökülüp saçılabilir ortaya.

Önemli olan şu aslında: İsveçliler nasıl yaşamak istiyor? Uygarca. Uygarlığı seçtikleri için kızamayız. Tarihsiz yaşamak, bizi tarihli yaşatmaya karar vermişlerin ayrıcalığıysa, uygarlık kavramına gölge düşer. Hukuksuz olduğu kadar irrasyoneldir, ideolojik, romantik bir millet tanımına gider. Das Folk romantiği o kadar uzakta olmayabilir, eğer tarih bilincinin üzerine kurulmazsa bir milletin hikayesi, bir milletin, halkın kendini anlamasının hikayesi.

Türkler için her ay uyduruk, saldırgan, cahilane, temelsiz iddialarda bulunuluyor, okumadan yazan cahillerce, kızmıyoruz, kanıksadık, bu bir kendini tanımlamadır, tanımlayana üzülüyoruz. Tanımlatana üzülüyoruz. Temelli olsun, hakiki olsun, ciddi olsun, gerekirse sarsılalım ama yalanla yaşamayalım. Hasretimiz budur. Propaganda, kendini tanımlama çabasıdır, teslim alma üzerine kurulmamışsa. Kendine yöneliktir. Kapıştırmaya yöneliktir. Yazmaz, yazdırır, birisi olmazsa öbürüsünü yayınlar. İsimler, iddia sahipleri önemli değildir o kadar. Biri gelir öbürü gelir. Her gelen de gideni aratır.

Eski propagandist, marksist ya da liberal evrensel bir açıdan konuşur, herkese aynı imkanları yazardı. Şimdilerde uygarlık biyolojikleşiyor. Tarihsiz, ufuksuz, sorumsuz, narsizm ve teslimiyet bildirgeleri olarak. Ufuksuz konuşsa da bir ufuktan eleştirilirdi. Eleştiri konuşmanın, iddianın doğal bir parçası kabul edilirdi.

Toplum mühendisliğinin var olduğu hiç bir toplumda, basın özgürlüğü ya da fikir özgürlüğünden o kadar kolay bahsedemeyiz. Basın özgürlüğü, fikirde özgürlük, fiili bir dolaşımdan çok, hukuki bir hak olmaya sıkıştırılmaktadır. İktidar, konuşur. Muhalefet de iktidarı konuşursa eleştirel bir diskur var diyemeyiz. Korporativizmleri anlamak her daim zordur.

Hukukî planda geçerli olan bir özgürlük kavramı anlamsız mıdır? Hayır. Anlamsız değildir. Formel olarak geçerlidir, ama diyaloğun hayat dünyası da değildir üzerinde konuşulan.

'Bana ne yediğinizi söyleyin kim olduğunuzu söyleyeyim' de diyebilirdi, kan çorbasını, palt ekmeğini ekrana getirebilirdi Banu avar. Hemşirelerin, hizmetkarların, marabaların geçmiş hayatlarını kurcalayabilirdi. İkinci dünya savaşı dönemindeki ticaretin derinlikleriyle, pasaportlara vurdurulan damgalarla ilgilenebilirdi.

İsveç de de üçüncü dünya ülkesi tepkisine çekildi adeta. Uygarlık çok genç. Uygarlık üçüncü dünyalı aidiyetler peşinde olmalı.

Çok acılar çektirmiş olmaları etraflarına neden tartışılmasın? Neden bizimle aynı hikaye edilenler liginde oynamaları mümkün olmasın? Kimin tarih karşısında ayrıcalığı var ki?


Evet İsveçin, Norveçin Laponlara, Danimarkalıların Eskimolara yaptıklarını akıl hafsala almıyor. İsveçteki ırk biyolojisi kimleri hedef almadı ki? Ancak, özellikle isveçin attığı büyük adımları da görmemezlikten gelmemek lazım. Bir şartla. Unutmakla kurtulmak mümkün değil geçmişten. Reddetmekle, inkarla, değiştirmekle de olmuyor. Eleştiriye açıklık, hakikatle barışıklık, kimsenin barbarlığa vahşete karşı bağışıklığının olmadığını bilmek gerekiyor.

Eleştiri propaganda savaşlarının bir safhası, sayfası, yanı değildir. Kendini anlamanın ve anlamaya açıklığın bir parçasıdır.

Ne çekilmiş çileler, ne dönülen dönemeçler uygarlığı garanti altında tutmuyor. Tevazuyla, emekle, askla, hukukla, ahlâkla yola devam etmek, yolu açık tutmak gerekiyor. Bir tanımla, bir dayatmayla çözülebilecek hiç bir sorun yok.

Ve durgun akardı Tarih, yüzeyde!

10 Aralık 2006

Leyla


DERS

Yola hep yalnız çık. başkalarının izi başladığı yere döner. Çoğu yol çıkışında söner. Yollardan çık yollara gir. Nereye gittiğini bilmediğin mecralara gireceksen, çıkınını kendin hazırlamış ol: Mendile taş bağlanacaksa, kendin bağla.

Taşı yarin eline vermekten korkma. Alt tarafı başın yarılır. Yar konuşmazsa, taş hakikati konuşur.

LEYLA

Leyla, o leyla değilmiş? Bunu her mecnun bilir de, bilmemezlikten gelir. Mecnun çölüne döner, leyla işine, gücüne.

Mecnun susuzluktan derdini unutur, leyla altın kafesinde, altın tasta, gümüş tarak ile kınası ezilirken de ezilmezken de.

Mecnun Leylanın bekleyeceğini bilseydi, ona o acıyı çektirir miydi? Farkında bile olmayacağını bildiğinden kendi çilesini doldurabilmekte.

Leyla olmayan Leylalar daha Leyla. En azından bir mecnunları olduğunu sanmakta. Mecnun köşeyi döner dönmez, içinden balık çıkarılmış derya gibi yarılıp kalmaz gönül. O yokmuş kadar bütün olur.

Yarılan taştır. Kütüktür. Sırça yürektir: ona da ne bir şey eklenebilir ne de çıkarılabilir.

Mecnunu herkes yazar. Leylayı bir ben yazmıştım, zamanında.

Mecnun köşeyi döner dönmez, işine bakar Leyla. Çölde bir mecnun daha kaybolur. Bir mecnun daha unutulur. Mecnunluk da budur.

Ne zaman bir Leyla gözyaşı döker. Çöl orada biter. Beklenen mecnunun dönüşü değil. Leylanın leylalıktan vazgeçmesidir. Bir leyla bunu yapsa çöller yeşerir. Tüm Leylalar ağlasa, dünya dünya olmaktan çıkar. Hiç yoktan tufan çıkar.

Dünyaya aşık da lazım, aşka sırt dönüp işine gücüne bakan da.

Vesselam.

ÇÖL DİLE GELİR

Ey yolunu bile bulamayan mahluk, Leylayı yaratmış gibi böbürlenmektesin, Leyla senden önce de vardı, senden sonra da var olacak. Senin Leylandan seraplar bile daha gerçek, daha yerinde! Her aşık bir Leyla söyler, Leyla ondan içerü.

Leylayı bulmaya mı çöldesin, Leyladan geçmeye mi? Kendini bulmaya mı, kendinden geçmeye mi? Yolunu bulmaya mı, yolundan geçmeye mi?

Önce sen bir yol sahibi ol! Yıldızlara bak, izlere bak, yol bul, kum tepeleri yolda kalmış, hattâ yolunda kalmış Mecnun leşleriyle dolu.Akbabalar bile tenezzül edip yoksul bedeninizi tadmamakta. Hangi Leyla seni beklesin? Hangi Leyla arkandan mendil sallasın? Hangi Leylayı sen tanıyasın? Leyladan senden önce de bahsedildi, senden sonra da! Leylan sadece bir sayıklama.

KISSA

Leyla'ya Mecnun çöle düşmüş demişler, senin için. Gören de suya gitmiş, su getirecek sanır demiş.

Aşık kendi kendine gelin güveyi olur. Ama padişaha çöldeki bedevî gibi yağmur suyu dolu testiyle gelmez, susuzluğu gitsin diye.

Aşığın yanlışı onu yanlışlardan döndürür. Bedevînin saf insanlığı onu aşka götürür.

Yavrusuna üç gün ağlayan eşek kadar da mı yas tutmaz insan?

Leyla ağlamazsa, güle güle git, ancak o yolda kendini bul da gel, gelirken de yoksula, muhtaca dağıta dağıta gel, yok gel demektedir.

AŞIK ÇÖLE SÖYLENİR

Be hey çöl, yolunu kaybedemeyen, kendini bulamayan, dağılamayan, dağıtamayan, sıratı olmayan çöl! Ancak aşık cesetlerine sığınak tanımaktasın!

Ne merhametin var, ne de insafın. Ne zalimliğin var ne de insafsızlığın. Sen sadece bir çölsün. Bir bahçe mezarlığısın. Ceylanlardan çok mecnunun, meczubun, kaybolmuşun, yolsuzun, izsizin var! Gömülenler, ayakta kalanlardan kat be kat fazla!

Nerde andelip, nerde gülistan, akbabalarla, çaylaklarla mı selamlamaktasın aradığını sende arayanı?

KISSA

Çöl akbabalarıyla, çaylaklarıyla, karıncalarıyla, sıcağıyla, soğuğuyla, rüzgarıyla temizler aşık kalıntılarını. Artık onlar da çöldür. Çöldedir.

Çölde gezende akıl ne gezer, olan, çölün bir parçası olur.

Çölden çıkan çölünü de içinde taşır. Aklı başına gelen aşık, sadece aklı başına gelmiş aşıktır.

Aşık yol sormaz. Dolaştığı her yerde kayıptır. Vaha, derdini unuttuğunda, susuzluk ya da açlıktan gözü döndüğünde karşısına çıkar, aklına gelir.

Serap, yanılma isteğidir, umuttur, geriye dönüş kapısından sızan ışıktır.

23 Haziran 2006 (Düzeltilmemiş metin)

....

KISSA

Eşek yavrusuna ağlarken, köylü derdini unutur, tuzun erimesine hayıflanmaz.

Kuzusuna ağlayan aşık, derdini unutur, yüküyle debelenirse, aşk aşk olmaktan çıkmaz da, suya karışır.

Ey yükü aşk olan, aşktan daha keskin bir acın, buluttan uçucu bir sevincin olsa ne gam.

Dik dur, durulacak yerde, durabilineceği kadar, aşkın bir katresi bile dökülüp saçılmasın.

Yükün sağlama alınınca, ister debelen, ister tepin, ister bir kaya gibi ölü dur.

Aşk vakur işi değil, hassas işleme.


DEVECİ DİLE GELDİ

Devenin yavrusuna hasreti değil, yavrusunu özleyen deveyle yola çıkış aşıkların kusuru. Aklı yavrusunda olan deveyle yola çıkarsan, fedakar kim? Aşık kim? Deve yavru acısına rağmen Aşığı yolunda tutup da yavrusuna dönseydi, hikaye Mecnunun mu hikayesi olurdu?

Bekleyen kuzuya hangi ana dönmez? Sırtında taşıdığı yükü diken yiyerek yoluna götüren devenin diken aşkı, gülün aşkına dikeni sevenden farklı mı?

Diken aşkına yollarda kalan aşıksa gül kokusunu da unutur, gül suyunu da.

(devam edecek)

14 Ağustos 2006

....


BEYİT

Aşktan yanıp tutuşur da yaprak bile kıpırdamaz teninde
Sevgili uyanmasın gölgede güneş gülümserken geceye

ÇÖL MECNUNA DÖNDÜ:

Öyle sırlar taşır ki kum, dile gelmemişliklerden ufalanır. Rüzgara kendini verir, taştan taşa savrulur.

Aşk susmaksa, dağı taşı inleten bir suskunluktur. Suskuna susmasını bilen inler.

Ey aşık, rüzgara haykırmasan da, derdinle gömülmektesin. Derdin artık çöldür. Gazeller derdinde gezinmektedir.

Yeşeren yamaçlara bir bak. Dalga dalga solmaktadır aşk sırrına kökler ulaştıkça.

Sorma ey Saki, sararıp solma ölüm müdür, aşk derdiyle tanışma mıdır? Susanlara karışmaktan mıdır?

15 Ağustos 2006

Kainatı Okuma


Gazalinin kervanının önünü haramiler kesmiş. Sırası gelip, yükünün ne olduğunu sorduklarında "defterler, risaleler, yılların emeği, tahsilim var, ilimler var" diyen Gazaliye Kervankesen "peki, bu yükü elinden aldığımda sen ilimsiz kalacaksan, ilim böyle çabuk elden gidecekse, ilim akılda değil de defterde kalacaksa bunca okuma niye?" latifesiyle karşılık vermiş.

Gazali, kendisine bağışlanan yükü bırakıp geri dönmüş. Anlatılana göre artık herşeyi ezbere almış. Anlayana göreyse, metin yorumlama, metinlerarası geçişliliği bulmaktan, düşünmeye geçmiş.

Dünyanın kendisi bir kitaptır, hikmete açılmış Gazalilere...

1 Mart 2006

29 Kasım 2006

Akıl, Duygu, Terbiye



Akılla karar vermiyorsak, neyle karar veriyoruz? Seçmiyorsak. Sorulduğunda söylemiyorsak.

Kendimizi birşeyin içinde bulmak, bir yolda bulmak başka, o yolda neden kaldığımızı bilmek başka.

Bir hayatta doğuyoruz. Bazı insanların içinde, dil, diller içinde, ufuklar içinde.

Seçmediğimiz, bize güzel geldiği için girdiğimiz kapıların güzelliği neden? Nedeni bilinmediğinde de bir nedeninin olması neden? Her nedenin gerçek neden değil sadece gerekçe olması neden? Her gerekçemizin itirazla, yeni bir soruyla biraz daha temellendirilmesi neden?

Bize iyi gelen? Bize ahlaklı gelen? Bize daha uygun gelen? Geleneğe uygun gelen? Atalarımızın yoluna uygun gelen? İçinde rahat ettiğimiz? İçinde çiçek açtığımız? içinde kendimizi, dünyayı ve ötesini bulduğumuz, hissettiğimiz hatta anladığımız?

Güzel de, iyi de, içinde çiçek açtığımız ya da hakikate açıldığımız da akıl dışı, fikir dışı, üzerine düşünülemezlerin ufukları dünyaları değil, içinde düşünülemezlerin dünyası değil.

Güzel de, iyi de, hoş da anlaşılamaz ve üzerine konuşulamaz değil. Üzerine konuşabildiğimiz zaten, üzerine akıl yürütülmüş, ve yürütülendir. Kelimesi varsa, kavramı varsa, bir konuşulmuştur, üzerine konuşulandır.

Karşısında iyi duygular içinde olduğumuz herşey, terbiyemize, geleneğimize, yetişmemize, bakışımıza uygundur. Yanıldığımız da olur. Fikir değiştirdiğimiz de. Hemen gerekçelendirme, açıklama durumuna girmemiz gerekez. itici geliyodur. Ürkütücü geliyordur.

Terbiye, gelenek, içinde yetiştiğimiz, hissettiğimiz dünya, içinde akıl yürütülebilmesinin de dünyasıdır. Akıl da, dille, kurumlarla, hayat tarzıyla, geleneklerle inşa edilir. Akılın bireysel olanı, kendi yolunu çizme, kendi başakasına devredilemez sorumluluğunu taşımadandır. O anda, ve o bedende şekillenmez. Diskur içindedir, dil içindedir, kamusaldır, terbiye işidir.

Duygular da, terbiye işidir, gelenek işidir, yetiştirilme işidir, bir vücuttan, bir bireyselliğin iç dünyasından fışkırsa, hatta ona ait görülse bile. Sosyalize olmuştur, sosyalize oluşun, kamusallaşmışlığın içinde bir farklılık, ayrıcalık, bir can oluştur.

Ana oluşun, taş kırmanın, beste yapmanın, semanın, taksimin bir duygusu, seyri, duygu seyri, tavır seyri vardır. Ama her yaptığımızın ille de doğru olmak zorunda olmayan bir açıklaması, izahati vardır. Taksimi de müzüsyen olmayana açıklayabiliriz. Daha sonra başka türlü de açıklanabilir. Bir şeyin hakikatine hakim olmak nasıl mümkün olabilir? Bildiğimiz kadarıyla, durduğumuz yerden, bize açıldığı, kendimizi açabileceğimiz kadar, zamanımız ve ufkumuz elverdiği kadar, emek verdiğimiz ya da nasip olduğu kadar anlıyor ya da konuşuyoruz. Anlamamız da bizim kadar sınırlı sonlu. ama hakikat yok demiyoruz!

Bir şeyi açıklamak ile anlamak arasında da fark var. Bu fark, bu ayrım akıl kavramının da hep yanlış anlaşılmasının alanını oluşturuyor. İlerde geliştirelim bu ayrımı. Ancak akletmek kavramı anlamak kavramına daha yakın, o kapsamın dünyasında düşünülmeli demekle yetineyim.

Ahlaki kararda duygu var mıdır? Eyleyen sorumlu insanın, ölçüp biçtiğinde önermelerinde duygu, bir duygu yok mudur ahlak felsefecilerinin bir zamanlar üzerine düşündükleri sorulardı.

Şimdilerde dilbilimin alanında, ister linguistik, ister sosyolinguistik olsun, duygu ifadeleriyle, dünyayı ifadeler, emirler, ahlaki yüklülükler bir kaynaşmışlık içinde ele alınıyorlar.

Müzisyenin "hissederek çal!" demesiyle, semazenin "hissederek eyle!" demesi arasında bir fark yok ve notaları, adımları, usulleri, bunların kuramlarını, anatomiyi, hareket geleneklerini, hareket geleneklerinin içindeki yön beklentilerini dışlamıyor.

Ahlaki bir duygumuz varsa ne güzel!

Hissettiğimiz aklımızı aşmışsa, önden gidiyorsa ne güzel.

Ama aklettiği, duygularıyla, hisleriyle bir gidenler de olur. bir gitmezse de bir gider gibi olanlar da. Onlar alimlerdir. Onlar okulsuz bile olsalar, öğrenmeye her daim açık olanlardır. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilen, bildiği için makam dilemez. Sorumluluğu, sorumluluğun cefasına asılır. Safasına? Nadiren. Birşeyi anlatabildiğinde. Anlayabildiğinde. Bir sorunu biraz çözebildiğinde. Bir yükü hafifletebildiğinde. Bir anlaşmayı mümkün kılabildiğinde.

Duygu gelişimimiz de, akıl gelişimimiz de aynı terbiye, toplumsallaşma sürecinde, süreçlerinde cereyan etmekte.

Duyguyla yakaladığımız, akıl mirasıyla yakalanabilen, akılla yakaladığımız, duygu mirasıyla yakalanan. Aynı şeyler, hakikat açısından. İnsan gibi bakıyoruz, insanların, zamanların, bir yerlerde olmanın ufuklarından. Olduğu gibi görmüyoruz, insan gibi, insanın sınırlılığından, sonluluğundan görüyoruz. Sonsuza sonlu açılıyoruz. Yapabildiğimiz bu. Yapabileceğimiz de bu: Kendimizi hakikatin üzerine çıkarmamak. Yanılabilir görmek.

Bir gün bize "bunu neden yaptın!" diye sorulduğunda, vereceğimiz cevap, akılla verilebilen bir cevap olacak, çünkü bir "çünkü"yü, açıklamayı, gerekçelendirmeyi, ya da hata kabulünü içerecek. Hata kabulleri de, anlama üzerine kurulu. O bana daha güzel geldi, içim onda rahat etti demek de bir terbiyeden, bir akıldan konuşmak ama.

Tavşanlar gibi hissetmiyoruz. Üzerine çalışılmış, terbiyelerden geçmiş, terbiyelere açık bir hissiyatımız var.

Terbiyeli ve terbiyeye açık insanın duygusu, ön hisleri insaniyetin gelmiş geçmiş tecrübesini, tavır birikimini de kullanıyor. Bilge insan, bilebileceği kadarını bilen, öğrenmeye açık insan duyguya kapanarak ilim kurmuyor.

Terbiyeyle duyan hisseden insan, olumsuz anlamda hesap kitapla düşünen insanın aklndan, daha akleder, daha akli, daha açık bir akıl. Hakikate, itiraza, yanlışlanmaya, düzeltilmeye açıklıktandır bu. Benim hakikatim bu demez. Kendini hakikatin üzerinde görmez. Hakikatlidir.

Pozitivizme giden aklı, teknik, araççı, çıkarcı aklı eleştirken, hakikate sadakat, hakikate açıklık, kendini her şeyin üzerine yerleştirmeme anlamındaki aklı da döküp saçmamak gerekiyor.

Akıl da duygu da sınırlıdır. İnsanidir. İnsan fanidir. Fani insan, fani olmayanı da kendi dünyasına indirgemediğinde ufuklar açar. Ufkunu açar. Sonsuzla buluşur. Sonsuz olana hakimiyet iddiasında bulunmadan, sonsuzu konuşur.

Ve sonsuz tevazuda konuşur. Tevazuda konuşulur. Bildiğim bu kadardır. İtiraza açıktır. Efendim.

25 Kasım 2006

Sevgili Sevgilinin Üzerine Kapanır




Sevgili, sevgilisinin cesedine bile kapanır da onun cesediyle dahi kapanmaz.

24 Kasım 2006

Devraldığımız Enkaz

AİLE. Bitti? Meşgul ve geceleri birlikte uyuyan insanlar, gerekliliği bin bir kere tartılmış çocuk. Doğumların yüzde doksanı sezaryen. Acısız, ağrısız, korkusuz, zahmetsiz. İlerde laboratuarlara devredilecek bu iş. Zoraki çocuk yarış atı hayatına da mahkum. Neden? Bir bilen açıklasın. Onca istenmeyen masraf, ama yapılıyor. Kimin için? Çocukla konuşmak, gerektiğinde kapışmaksa sanki bir gevezelik.


Sanıldığı gibi sanayileşme bireyselliğin fabrikası değil. Ailede yeşerecek olan, gereksiz sezeryanlarla sökülen bebeğin kendini algılayışı. Dünyaya açılışı, terbiyesi. Aile varken, yıkılmış ailelerin çocukları bile o dünyada yaşamaktaydı. O rollerden geçmekteydi. Aynı dünyada sosyalize olmaktaydı.

ACI. Acıdan kaçınma, korkma doğal olabilir. Bir ilkel toplumsal "bilinçaltı" palazlanıyor. Altına kaçırmaktan korkan yaşlılar: Bez bağlanır olur biter. Ömür uzadıkça, bunaklıklar da, inkontinens de artacak. Bunda ne var? Yalnızlıktan korkan solo ruhlar: Hayata açılırsın olur biter. Eski çözüm? "Hadi yavrum, sıkıldın, git arkadaş edin!", "gel yardım et!", oku, çalış, düşün, ilgilen!Çocuğu emzirmenin göğüsleri deforme edeceği inancından, kariyeri deforme edeceğine kayan okumuş ilkeller. Doğallığında anlaşılmıyor, bir veba salgınında sanki, ölümlü, ağrılı, sancılı, alta kaçırmalı dünyamız.

UMUTLAR SANKİ. Çaresizliğin, kaçışın, pısırıklığın, teslimiyetin halet-i ruhiyesine sarılıyoruz. İşte, okulda, fabrikada, mal mülk edinmede, malk mülkü idare etmedeyken dünyayı unutuyoruz, birbirimizi çiğniyoruz, acı ötekinin acısına çevriliyor, saldırganca bir ezip geçme turnesindeyiz. Mevkiler kapanın elinde. Soruları önceden verilmiş sınavlar. Değer vermediği değerlerin kurumuna oturtulmuş insanlar. Ebu Cehile kitap, Damat Feride işbirliği ve kardeşlik anlaşmaları, sübyancıya çocuk yuvası, züppeye kültür, hırsıza kasa, tavuğa arpa, yılana yumurta, Mari Antuanete ekmek emanet ediyoruz. "Hakeden" karşısında utanmıyoruz. Ezilmiyoruz. Emek, alınteri, eşitlik, adalet, hak, hukuk düsturlarımız değil! Kapılar insana kapalı! Umutsuz, çaresiz bir sokak. Değeri kavratılmayan bir vatandaşlık .

EĞLENCE. Turistlerin eğlence olmadığı için gelmediğine inandırılırdı okumuşlar. Hayat sahilimiz disko dunkadunkasıyla kirletildi. Maçlarda, güneş tutulmalarında, yılbaşlarında yalnız silah sıkan vahşilerce değil, fişek atan, havai rüyalarla kendinden geçmişlerce de balkonlar zıpkınlanıyor. Sessizlik, uyku, dinlenme çevresi kirletilmiş bir doğal dünya. Dinlenmeyen, uyumayan, sabrı bilmeyen nevrotikler trafikte, sokakta, masanın arkasında. Akşamdan kalmalığın romantize edilişi. Sarhoş tır şöförleri. Dansözlü kayıklar.

İÇKİ. Bir bira firması birahanelere kreş sponsorluğu yapacakmış. Genç anneler daha kolay birahanelerde buluşabilecekmiş! Boyalı basın göklere çıkarıyordu. Oysa o biracının ülkesi Danimarkada bunu hayal bile edemezler! Parklarda içki yasağı batı toplumlarında da konulabiliyor. Bizde laiklik meselesi halinde. Yasağı koyanın da, karşı çıkanın da kafası karışık. Bakkallar yaş sormadan içki sigara veriyor. Batıda bu mümkün değil. Ruhsat işleri çok sıkı denetime tabi. Sigara yasağı sokaklara kadar genişletiliyor. İçkili şöför hangi uygarlıkta "sen benim kim olduğumu biliyo musun, lan?" diyebiliyor ki! Biz nerelere geldik? İçkiyi isteyen içer, istemeyen içmez. Ancak, imalatının da, şişelemesinin de, içilmesinin de kuralları, sınırları olacaktır. Bunu da bir toplumsal olgunlukta belirleyeceğiz. Çocuklara içki sattırmayacağız. Odundan alkol yaptırmayacağız. Her parkta, sokakta da içilmesi gerekmeyecek. İçildiğinde de kimse kimseye saldırmayacak. Saldırganlık her alanda dışlanacak! İçmeyen içene bulaşmayacak! İçenler de ortalığa kusmayacak. Direksiyonunun başına geçip, teybi açmayacak!

MEYHANE. Babam Osmancık Kitabını yazarken, "içki içmenin her yerde hem genel hem de kendine özgü bir adabı vardı, kendi sofralarınızı da anlatır mısın? O farkındalık, o farklılık bir gün kaybolacak" demiştim, kaygıyla. Meyhane üzerine yazılan çok. Ama meyhane kültürü, adabını anlatan bilen az. Meyhaneden içkili lokantaya dönüşümünün nedenlerini anlatmak başka, insanların meyhane dünyasını anlatmak başka. İçki içiliyor ve içilecek. Nasıl sohbetin adabını bilmeyen sohbeti unufak ederse bir kurum olarak, içki adabını, meyhane geleneğini bilmeyenler de, meyhanenin rind havasını yele vermekte. Anlatmak yeter mi? Bir hayat dünyası manipüle ediliyor, global iddialarla, modern iddialarla. Yerine otomatik olarak medeniyet mi geçer? Ne konuşulurdu. Hava neydi. İçerisi neydi. Dışarısı neydi. Nasıl girilirdi. Nasıl oturulurdu. Nasıl bırakılırdı. Ne hoşgörülürdü. Nerde durdurulurdu insan?

SOHBET. Bileni yok olmakta. Ustalarını teker teker yitiriyoruz. İster dergâhta, ister meyhanede, ister sıragecesinde, ister kadın günlerinde, hamamda, handa, kıraathanede ruhların saati ayarlanırdı. Şimdi geyik yapıyoruz. Muhabbet dendi mi, "geyik muhabbeti"ndeki muhabbeti anlayan bir okumuş nesil var ortada. Çok yazık! Paylaşan, sırtı sıvazlayan, sinirleri yatıştıran, soruları, kuşkuları, sorunları rayına oturtan, tecrübeyi ortak tecrübe haline getiren bir kurumu düm düz ettik. Her başı sıkışan psikanalize, terapiye gitse ne yazar? Konuşmayı uzmanların okulda öğrenebildiği ne malum? Konuşma ki, artık bir gevezelik olarak görülüyor toplumda. Konuşma ki, anlaşmanın, koklaşmanın, sorunları belirlemenin, sorunları çözümlemenin, anlaşmanın, kapışmanın, sorumluluk almanın, sorumluluk deklerasyonlarının, uzlaşmanın, anlaşmazlık noktalarını bulabilmelerin dünyasını açar. Bilebilmenin, sorabilmenin, öğrenmenin, öğretmenin, itirazın, onayın ve paylaşmanın dünyasını.

CİNSELLİK. Cinsellikle ilgili, "düzeyli birliktelik" avukatları saldırgan bir propagandadalar. Televizyonlar, birine elektiriklenmiş ama başkasını seçmenin mantığını bulmuş elektirik dedektörü delikanlıları canlı yayınlıyor. Kaynanalar seçiyor. Kıvırtan köşeyi dönüyor. Jüriler hayat fukaralığını yayma cemiyetlerine dönüştürülüyor. Saldırgan cinsellik manifestoları. Cahillerin yazdığı cinsel bilgilendirme metinleri. İstatistikler maşabaşı uzmanlarına ya da kelebeklere ait. Aşk fizik, kimya, biyoloji sanılıyor. Cinsellik teknik bir bakışla kapitüle ediliyor. İnsanî olan, insanlararası olan unutuluyor. İhtimamın dünyası reddediliyor. İnsan elbette ki beden sahibidir, ama güdüleri, ihtiyaçları, ihtiyaçların giderilme tarzları ve bunlar üzerine olan bilinç sosyalizedir. Her aç insan yamyamlık yapmaz. Cinsellikte her akla gelen gerçekleşmez. Mutluluk cinsel tekniğin işi değildir! Birbirini tanımak, saygı, ilgi, şefkat, sorumluluk? Aşk aşksa üç dört yılda sönmez. Koku alışverişi olmadan da sever insanlar, bağlanır. Kokular, hormonlar müsaitken de ayrılırlar. Fikirler, düşünceler, hayat tarzları, maddi şartlar vardır! Hormonluluklar kadar! Genç çiftlere biteviye "fantezileriniz?" diyenler var. Nasıl? "Dasein"i kaydırmakla mı? Değilse, birbirine ulaşamayanların, başkalarının yerine geçmeleriyle mi? O halde bir rol oynama döneminin gelişmişliğinde/gelişmemişliğinde insanlar? Birbirlerine değil, başkalarında başkalarına ulaşacaklar? Karışmıyorum, ama, birbirlerine ulaşmaları bu kadar mı sakıncalı ve zor? İnsan sevdiğinden bıkar mı? Bıkarsa da hayat bıktırır, başka olaylar bıktırır olamaz mı? Bir sıkılma kültürünü hangi sıkılan fantezi kurtarabilir ki? Evet, bir başka sorun daha var. Aşk evlilikleri, aşka dayalı "seviyeli birliktelik"ler yok. Evet sorun burada. Eski görücü işinin sevgisizliğini, hoyratlıklarını özgür irademizle kat kat aratacak durumlardayız! Toplumsal dayanışma ilkellikmiş gibi rafa kaldırıldığından, en insani yanlarımızı köylülük, taşralılık, "kıroluk" gibi gördüğümüzden. Herkes herkesin "kıro"su, "köylü"sü. Herkes zanlı. Kurumlar yok. Kalıplar yok. Güldüğümüz kurum ve kalıplar. İnsaniyetin ömrü kadar katkı isteyen kurumlar, her aklı evvelin icadı olarak bireysellik olarak hayat şekillendirecek. Ama önce partnerler arası pazarlık ve dayatmalar, sonra gerçekçi ve pragmatik düzeltmelerle oradan buraya uçuşacağız. Özgünlük ve özel olmak mümkün. Ama kültür reddedildiğinde, eleştirmemek bile bir reddir, özgün olabilme imkanını da reddir, sırtdönüştür, beğenmediğimiz kültür değil, ilkellik bizi teslim alır.

BUGÜN. Hemen şimdi diyor şimdiki kuşak. Biz "yarınlar" bizim diyorduk. Hemen şimdilere geldik. Şimdiki kuşak da, "yarınlar" diyebilmeli. Biz başkaları için yaşıyorluktan kendimize yöneldik. Şimdikiler kendi dışlarında birşeylerin olduğunu kavramalı. Belki bana katılmayacaksınız, ama, bence, başkalarının yerine kendisini koyamayanlardan, kendini başkalarının yerine koymaya çalışırken kendi önceliklerini unutan insanlar daha medeni! Empati hem hipotetik hem de yeterli bir kavram değil. Kuramsal olarak eksikliği ise bir felaket belirtisi.

İNTİHARLAR. Yüksek okullar rezil bir durumda. Kaymak tabakamızda sözde "nihilist" ama özde zırcahil bir krizin içindeyiz. Bulaş bulaş. Sözde nihilist, çünkü bir eleştiri değil. Bir başkaldırı değil. Hayatı ve hayatının uzanımlarını ve sorumluluğunu sadece kendi vücudunda gören bir bakışla karşı karşıyayız. Siyah beyaz filmlerde onurunu koruma, çocuklarına iyi ad bırakma, ihanetini reddetme gibi diğerkâmlıklar, altruizmler vardı. Sembolik, değişememe ve değişememeyi reddin semboliğiydi. Çocuk intiharlarındaysa bir ilgi çekme, başkalarını suçlama, dayanamama belki daha hakimdi. Şimdi yetişkin intiharları çocuk intiharı karakteri gösteriyor! daha da korkunç bir şey bu! Birincisi, kişisel özdeşlik, kişisellik ve bireysellik süreçleri, sosyalizasyon süreçleri ile ilgili bir alarm bu, daha sonra ele almaya çalışırım, ikincisi, çocuk bencilliğinden patolojik bir egoistliğe kayış. Başka hayatları karatma isteği. Sorumsuzluğun en az sosyalize olmuş hali! Evet, bizler Camus'u sevdik. Bıçak sırtında bir hayat yaşadık. Hep karar verdik. Hayat bir seçimdi. Postmodern bir seçime de çevrilmiş olmalı bir yerlerde, bunu sorgulamadan aldık diyenler boşa konuşmazlar. Ama, evrenselliği bilen, evrenselleştiren, genel kavramları kullanan bir kuşaktık. Buradaki postmodern tavır, eğer gerçekten öyleyse, bir ayrıntıydı. Bir itirazdı, varolan, hakim olan/olduğumuz hayat tarzına. Onun içindeydi. Bir parçasıydı... İntihar her daim bir sorumsuzluktur! Kaçıştır! Sorumlu insanların intiharıysa bir toplumsal linçe karşı duruştur bazan. Sokrates? Diğerleri? Sabahattin Ali'nin "Öyle günler gördüm ki"sini bestelemişti devlet konservatuarında gitar öğrencisi Eren. Şakağımızda ısınan bir şiirdi, bir yiğitlik gibi gelirdi, öyle intiharlar, belki hâlâ öyledir, ama istisnalar asla kaideyi bozmaz! Biz işkencede, kazada, belada, başarısızlıkta, sürgünde, reddedilmelerde de inatla yaşadık. O kadar hayata bağlıydık. Hayat tarafından o kadar itilsek de... İmkansızlıklar bile bir imkandı.

YALNIZLIK. Benim için yalnızlık farklı bir kavram. Bir kişisel yalnız bırakılmalar, satılmalar, kopuşlar, itirazlar, yolundan dönmemeler tarihi. Şimdiki kuşak ilgisiz anababaların, kariyere belki de haklı olarak öncelik vermelerin, ihmallerin kuşağı. İlgi için zaman geçmiş değil. Yeni insanlar ithal edecek halimiz de yok! Yalnızlığın görüngübilgisini yapmaya çalışsam belki ilginç ya da şık olabilir. Ama bu yalnızlık, ihmallerin, kendi kendine büyümelerin, okullu, ilimli, bilimli büyümelerin, kariyere ve kariyerde büyümelerin yalnızlığı. Taşraya da yansıyan bir boşluk duygusu, popüler kültürel simgeler kasırgası söz konusu olsa da, taşra insana hâlâ daha çok zaman ayırıyor. Bireysellik gelişimi daha kapsamlı. Ama taşra da bu "lüks" sorunsaldan muaf değil. Töresel baskılardan kaçış, çaresizlik olarak intiharlarsa, cinayet kategorisinde de ele alınabilirlerse de bazan, intihar kapsamında tartışılmaları daha aydınlatıcı olabilir, ilerde üzerine düşünmeye çalışacağım.

YEME BOZUKLUKLARI. yiyeceğin silah olarak kullanıldığı yoksulluk yıllarından, yeme bozukluklarına. Vücut ideallerinin, popüler beklentilerin, yanılsamaların yönlendirdiği hayat tavırlarına. Yiyeceğe bakışın değişmesi. Diyet hokuspokusları. Modern hurafeler. Beslenmeyi bilmeyen insanlar. Hazır yemek kültürü. Gazlı içecekler. Bu konu daha fazla uzamasın.

ÇOCUKLAR İNTİHAR ETMESİN. Meyve de yiyebilsinler, su da içebilsinler. Diyerek susalım bari...

23 Kasım 2006

Leylayı Arayan Alemi Bulur


Dünya Padişahı yalnız bana, yalnız beni yazacaksın buyurdu.

Aşık Leyladan ibaret dünya dediğinde dünyada bulamadığı Leylaydı. Leylayı aramayan aşık, ya bulmuştur, ya da Leyladan geçmiştir.

Dünyanın bir önemi kalmadığında, Padişah da kalmaz. Gönülde kalan padişah hangi karıncanın darı yuvarladığını derisinde hisseder.

Cephede göğüs göğüse savaşan asker künye okumaz. Künye ya esarette, ya gölgede, ya da yoklamada okunur.

Mecnunun Leylasını yazan, kendi Leylasını susar. Kime ne?

İnsanlara konuşan kendini anlatmakla başlamaz. Onun kendini açışları da başkalarının dünyasını açıştır, dünyalara açılıştır.

Öyle yazma böyle yaz diyen, önce yazar. Olana, şöyle olma böyle ol diyen önce olma gayreti gösterir.

Her gösterdiği adres yanlış çıkan kılavuz, göstermediği adrese giden kervana küsmez. Bir kereliğine doğru çıkma şansı da olsa ne yazar, kervanda yolu develer bile bilir.

Aşık kendini ele vermez. İnsanlığını ele verir. Etrafını teşhir etmez. İnsaniyeti eder. Kimsenin bilmek istemediğini değil, kimseyi ilgilendirmeyeni anlatmaz.

Yazmak teşhirle iştigal değildir. Mahremiyeti, özeli, kendine ait olanı olmayan, her bildiğini, duyduğunu, gördüğünü, her sırrını, ve bildiği her söylentiyi anlatan kişinin söyleyebileceği bir şey, yani kendisi kalmamıştır.

Dünya padişahtan ibaret, dünyam padişahtan ibaret yazdığında, dünya da biter, dünya padişahı da.

Hakikate Kızan Derviş


Hakikati hakikatli bulmayan bir derviş, hakikate küsüvermiş.

Küsmüşse de derviş, hakikaten küsmüş.

Hakikat de hakikatlilik adına da olsa dervişin yüzünden hakikatliğinden geçememiş.

Yol Kesenin de Hakkı Haktır


Başkaları için verebileceği olanı yolundan alıkoymak yol kesmektir.

İstemek, başkaları için istemekle taçlanır.

Değer verdiği üzerine titrediği hayatını, aç aslanlara atan adam, ne aslan doyurmayı bilmiyordur, ne de hayattan bıkmıştır. Esareti red ediyordur.

Af dileyen padişah, ama bir şartım var derse, derviş boynunu kılıca uzatır.

Padişah başkaları için bir şey dilediğinde, gönlün de padişahıdır. Derviş onu tac eder de gezer.

Dünyanın bütün hazinelerini dağıtmak için istemek başka, kilit vurup üstüne oturmak başka.

Terkedilmiş hazineleri yılanlar bekler. Sahibi geldiğinde, kapılar açılır, yılanlar rakseder. Gelen bir hayatla gelir. Sönük kalır hazineler de. O'nun pırıltısıyla ışıldar.

Her ışıltı bir kaynaktan gelir. Karanlıkta ışıldayan mücevher molur?

Senin cevherin ne? Işığının kaynağı ne?

Misafire yalvarma. Yolcuyu kulene hapsetme.

Onların geldikleri ve döndükleri bahçelerin kokularını içine çek ve seslen:

Şükürler olsun ki, sizi sohbetiniz için dahi alıkoymadım. Önününüzü kesmedim. Yolunuzdan etmedim. Hayredin. Hakikata açık olun! İhtiyaç sahiplerinden başkasına uğramayın.

Onlar da sana şunu diyeceklerdir:

Şükürler olsun ki, en çok ihtiyacı olan sen olduğun halde kervanın yolunu kesmedin. Başkaları için istedin. sofradaki yerimiz senin yanında olsun, ey farklı insan!

Kendini Kurbağa Sanan İnek


Kantın dehası, aydınlanmıştı. aydındı. Kant'ın estetiğinin eleştirisi, dehanın yerine öznelerarasılığı kavramış bir usul, ölçü, tad, had, dur durak bilen bir şahsiyet, şahsiyetlilik getirecekse amenna!

Üniversitelerimiz, parlak sözler edebilen, hakikatle sınanmayan, hakikatle kendini ve düşüncesini sınamayan nesiller yetiştirmekle meşgul.

Parlak, şık, zarif entellektüel sanatlar hidayete ermiş kumrular gibi uçuşuyor.

Şık söz, pişirildiği mutfaktakilerin bazan gözünü kamaştırıyor olmalı. Bazan da tav tutmuyor, tava yanıyor. Ufuk tutuşuyor. Ufuksuzluktan konuşuluyor. Bazan? Yani çoğu zaman, zaman zaman.

Oysa tutuşan retorik, anlaşmanın, anlatmanın retoriği değil. Retorik hakikate bulaşanın, hakikate açılanın, düşünenin, dinleyenin, anlaşmaya, anlatmaya çalışanın ağzı, dili.

Kültüre, deneyime, hayata, insana, başkalarına kapalı bir deha ne söyleyebilir ki bize? Hangi itiraza açıktır? Hangi itirafa?

İtiraz, bir bozguncu unsur, bütünlüğü bozucu kirlilik olarak görülmek üzere!

Düşünceler, disiplinler, araştırma gelenekleri, ve araştırılan alanların bilgisi, alanlara gerekli ilgiler, tavır gelenekleri ya da birikimleri birbirine ulaşamıyor.

Derdi olmayan insanlar güzel konularda güzel güzel yazıyorlar. Ama ortada yazı yok! Konu yok! Fikir yok! Eleştiri yok! Yok ki yok!

Eleştireller eleştirel dergiler çıkarıyorlar. Hep tema dergileri. Özel sayılar. Bu şu demek oluyor yenilerde: Gelecek sayıda eleştirinizi yayınlayamayız. Geçen sayıdaki gaflar, açıklar geçmişte kalmıştır. Yeni bir sayfa açalım. Sen, ben, bizim oğlan.

Eskiden, kendine yönelik eleştiriyi kendi kapsamına alabilen, okul işlevi görmiş dergiler de tarikatlaşıyor. Tek seslilik. Yalnız "aykırı"ya değil, kendi mantığıyla bile kendisini eleştiriye kapalılık. Bu bir kapanma, gizlenme değil. Konuşanı kapatma, sesini kısma, gizleme eylemi.

İktidar sözcüğü çok kullanılırdı eskiden. Aydın çevreler, aydın gruplaşmaları kamuoyu oluşturma rollerini keşfedeli beri, iktidarsızlığın iktidarını kurar oldular. Söylem kısır olanı çevirip durmakta. Böyle iktidar olunuyor. İktidar yapan, iktidarı yeniden üreten, iktidarla kuşatan iktidar.

Bu arada, iktidar olmayan iktidarlar da, aydın iktidarlar. Bu hallerinin, iktidarlarını söndürmesi, asli rollerini öğütüyo olması yüzünden.

Kurum, gelenekler, bilgi, disiplinler arası eleştirel alışveriş bir kamuoyu oluşturma, proje satma ya da alma furyasına kurban edildi.

Eskiden türkler türke propaganda yapardı. Şimdilerde global köyden global köye mesaj şişesi gönderiliyor. Ciddiyet, araştırma, eleştirel duruş bu ve bu kadar!

Öğrenciden öğretim üyesine, projelerden, eserlere, dökülüyoruz!

Bu işin eskiden nasıl yapıldığını bilenler varsa bir taşra üniversitesi kurmalılar. İlgili, bilgili öğrenci gene hayat didişmesinde olan öğrencidir galiba.

Araştırmacı yetiştirmek yurdışına delege edilmiş durumda. Çık git. Ne yaparsan yap. Geri dön. İşimize gelirse. İşinize gelirse.

Sömürgeleştik! Meraklı öğrenciye kapalıyız! Bu okul halka kapalıdır! Yalnız üyelere açıktır!

Aklı başındalar, parlak akademisyenler yurtdışında mı? Hayır! Yurtdışında aydın neredeyse yok! Onları sefil eden de "yurt içi"nin olmayışı.

Kültürsüz, kendi diliyle yazamayan, yabancı dillere de diliyle ilişkisindeki lekeleri aktaran, derecelii parlak, hırslı gençlerimiz var. Proje zengini üniversitelerimiz. Beşik kertmesi kürsülerimiz. Yayın Kurulları asla değişmeyen dergilerimiz.

Ama düşünmeyi unuttuk. Okumayı, dinlemeyi, seyretmeyi, izlemeyi, sohbeti, konuşmayı, eleştirel sanatları unuttuk.

Bunları gene hayata dönerek, hayat dünyamıza dönerek, diğer entellektüel gelenekleri farkederek gündelik düşünme pragmatiğine taşıyacağız.

Kurumlarımızı, kitle iletişim devrimimizde kaybettik. Yerine yenilerini çıkarıp, tedavülden çıkarmayacaksak, bu iç boşaltmaya, teslimiyete, bu ihaleye karşı çıkalım!

Haydi Üniversiteye!

Haydi Dergilere!

Haydi, tevazuya. Kurbağa asla inek olamaz!

Belki bir de itiraz! "Biz hiç kurbağa olmadık ki?"

Evet. Kendini kurbağa sananlar, ya da kurbağa olup da şişerek çağ atlayacaklar değil de, şişkin kurbağaları bile inek sanıp, onlara benzemeye çalışan, kendini kurbağa sanan inek daha şaşırtıcı, daha şaşkın.

Deha önemsiz. Kendi başına deha daha da önemsiz. Sorumlu, saygın, kültürlü, mütevazı, çalışkan ve de düşünen insanlara ihtiyacımız var deseydik bir yerlerden çıkıp gelirler miydi acaba?

Cehennem Başkalarıydı


Başkası. Düşünürlere bakarsak cennetimiz, cehennemimiz.

Başkası. Kendisinin yerine asla kendimizi koymayı beceremeyeceğimiz bir oradalık. Yakınlığın bir kaynaşma olmadığı buradalık.

Başkası. Ne cehennemimiz. Ne de cennetimiz. Bir aradalık'ı paylaştığımız, biraradalığı değil. Araf başkasıyla aramda. Arada olan onunla aramda. Bir aralık. Arafı yoklayabilmem bir başkasının varlığının meyvası.

Başkasının varlığı olmadan kendi varlığımın farkında bile olamam. Evet kendimi hissederim. Diken batar. Taş keser. Çığlığım kuşları havalandırır. Ama farkındalık bir başkasını ister.

İlk insan ne düşündü? Ne zaman düşündü? Yalnız mıydı? İnsan fikri bir insan teki fikri midir? Yoklamak ne güzel. Ama ben bir adaya bırakılmış bebekten ötesinin dünyasını hayal edebilecek bir dünyada değilim. Ufkum da varolan insanın bilebileceği bulabileceği. Adem'i kutsal kitaplar hikaye ediyor. Oradan da öğreniyoruz. Bilimlerden de. Beşeri ilimlerden de. Dil köprüsü nasıl kurulur. Ben nasıl ben olur. Sen nedir. Ötekiyle aramda ne vardır. Başkalık bir itekleme midir, kendini ayırdedebilmeye mi işarettir? Ses nedir, söz nedir. Çocukta dil nasıl ortaya çıkar, gelişir. Toplumlarda dil nasıl ortaya çıkar gelişir. Akıl nasıl gelişir? Ahlak? Hukuk? Kurumlar? Alanlar? Ayrımlar?

Aslında yerine geçemeyeceğim bir başkasından kendime yönelirken de, ne kadar hakim olabildiğim bir bene geçiyorum ki? Ben'e hakim olmaya çalışırken, ne yalnız sen varsın bir başkası olarak dünyada, ne de o. Onlar. Biz. Sizler. Ve değişik biz, siz onlar kombinasyonları. Diller. Zamirler. Sıfatlar. Yüklemler. Dünyalar. Kültürler. Varlıklar. Yaratıklar. Eşya.

Ben dediğimde, toplum var arkamda. Dilim olduğu için. Sana yöneldiğimde bir yönelişim var. Söylediğimde söylenebilecekler. Eylediğimde eyleyeceklerim, eylenebilecekler.

Ben ve sen asla ben ve senin tüm çıplaklığıyla buluşamıyoruz. Arada dünya var. Dünyada da biz varız. Ben ve sen, aslında yakalandıkça elden kaçan, ama kovaladıkça, sorumluluğunu taşıdıkça kendini olabildiğince ele veren çehremiz, simamız, silüetimiz.

Benimle senin arasında varlığına alıştığım araf, iki o'nun arasında daha kavramsal. Soyut mu soğuk?

Araf'a araflarda kalarak gidiyoruz. Arada kalarak. Arada bırakılarak. Arada düşünerek. Benle senin arasında katettiğimiz yol ederek. Ufuklar arasında. Metinlerimiz arasında. Dille çiğneyerek. Düşüncede yoğurarak. Kararlarımızda eylediklerimize tereddütün ürpertisini yaşayarak. Ve biraz da oluruna bırakarak. Uzun ince bir yolda. Gidiyoruz. Gündüz gece. Ve yerimizi yenilere bırkarak. Sonlu bir dünyada. Sonsuzla sonlu haşır neşir...

Gevezelikle Konuşma Arasındaki Fark

Geveze boş konuşur. Boşa konuşur. Bağladığı, bağlandığı bir yer kendini bağladığı birşey yoktur. Konuşması bir sorumsuzluktur. Ama kim safi gevezedir ki?

Konuşan kendini, dünyayı konuşur. Bir dünyadan konuşur. Bağlar. Bağlanır. Bir sorumluluktan konuşur. Bir sorumluluğu konuşur.

Gevezeye katlanan, bir hakikati konuşan, bir hakikatten konuşan insana dayanamaz. Gevezeyle gevezeleşen, kendiyle konuşanı susturur hep. Gevezeliğe alışan, sorumluluk alışa, sorumluluk taşıyışa da yabancıdır.

Konuşan, söyleyeceği bir şey olduğuna inanır. Sözün bir taşıdığı değer olduğuna. Bir aktardığı olduğuna. Bir öznesi olduğuna.

Geveze aktarır. "Ben demedim sen demedin o demedi"ler komedyasıdır gevezelik. Sevimlisi, sanatlısı, kurusu, dikenlisi, envai çeşiti mevcuttur.

Konuşmanın, sohbetin, muhabbetin de çeşitleri, sanatları, hakimiyet dereceleri vardır. Gevezelik ustalık işi olduğunda dinlenir. Konuşma her daim dinlemeye değer.

Konuşan, kendini bağlar. Kendini sunar. Ben böyle bakıyorum, al iki gözümü, bir diyeceğin, bir vereceğin, bir itirazın varsa buyur der. Geveze zamanı bağlar. Eğlendirir. Karıştırır. Bıktırır. Sevindirir.

Konuşan kalbini orataya koyar da söyler: "Demek bir diyeceğin, bir anlayacağın, bir anlamışlığın yok, sen kendine yetmektesin, insana ihtiyacın yok".

İnsan susturarak sadece kendisini yalnız kılar. Susanın yalnızlığı nedir ki? Cebinde dil vardır. Muhabbetin pınarları. Ve sohbetin toplumu.

Çıkar yine de insan arar.

Bulduğunda bize de haber versin!

Gökten üç elma düştü. Gerisi dalında kalsın. Tohuma dursun.

22 Kasım 2006

İstila-yı Aşk


Aşk istila etmez. Talan etmez. Ordularla canevine dalmaz.

Aşk tehdit etmez. Can almaz. Can vermez. Kan dökmez.

Aşk kapmaktan çok vazgeçiştedir. Uzak duruştadır. İyiliğini isteyiştedir. Fedakarlıktadır.

Aşk rehin almaz. Üfler, uçurur. Kanatlandırır.

Aşık sadece aşkına sahiptir. Maşuka saman doldurup vitrine koymaz.

Aşk sadakattir. Karşılıksızdır. İhtimamdır.

Maşuk da aşıksa aşk da ne aşkdır: Aşıkların arasına, Aşk Kubbesine şeytan girse başı döner. Kendini kaybeder.

Ve aşk fetihde değildir. Yollardadır. Arayanı bulur. Yakar ama yıkmaz. Varlıkla yok eder.

İhanete Dair


Hainler ihanet etmez. İhanet güvenilenlere mahsustur. Güvenilmeze ne emanet edilir ki? İçeriyi bilen dışarıyı da bulur.

İçerisi? İçbahçe. Kafesin içi. Camın içi.

Önüne gelene "Hain!" diyene ihanet edilmemiştir hiç. Ya yanlış bir pusuladır, ya da evi yoktur. Aşk evinden vurulmamıştır. Bilmez, anlamaz, görmez. Zaten hep öyledir. Bilmeyen, anlamayan, görmeyen konuşur. Hakikatin kırıntısına vakıf kişi yedi dağdan kovulur.

Seni susturan, önünü kapatan, sözü balçıkla sıvayan hep dosttandır. İhanet, eleverilme, önüne gerilme dost'a mahsustur. Yolunu bilmeyen yol kesmez.

De ki hançerle oynayana: Hayatıma alacaklı Sevgilidir. Ben geldiğim yere giderim.

Sezarı düşüren bıçak, kendi mutfağından çıkar.

Ahlak ve Din


1. İlk defa inanacak bir insan düşündüğümüzde, bu gelenekle, korkuyla, aktarmayla değil de, bir değerlendirmeyle, aklı selimle, muhasebeyle olacaksa ahlak sahibi olmak gereklidir. Ahlak dine inanabilmek için ön koşuldur.

2. İnanmayan, henüz inanmayan, reddeden, reddetiğini sanan insanlara da vicdan yazılmıştır. Boğulana el uzatan, imdat edene kapı açan, merhameti esirgemeyen dinin dışında ya da karşısında yer almış ahlak sahibi, entegrite sahibi insanların hikayeleri doğu edebiyatında az nakledilmemiştir.

3. Ahlak duygusunu inciten bir toplumsal hayat dine yöneldiğinde, inceldiği, düzene girdiği kadar, din duygusunu, fikrini de incitme temayülü de gösterebilir. İnsanlararası, mesleki, insandan canlılara ve eşyaya yönelen ihtimamlı bakış ve düşünceli eyleyişin hüküm sürdüğü bir toplumun dine yönelişiyle cehaletin ve hoyratlığın hüküm sürdüğü toplumların dine yönelmesi farklı çiçeklenecektir.

4. Sonsuzu, sonlu ve belirli bir tarihte ve mekanda yerleşiklikten yorumluyoruz, anlıyoruz. Yorum o yüzden zamanına da zincirlidir. Zamanın zincirini kırmak, tüm zamanlar için, zamanın dışından konuşmak, bir kereliğine tüm yorumların yorumunu yapıp sözü kesmek mümkün olmadığı gibi, insanı, alimi putlaştırır. Hakikatin sonsuzluğuna ancak sonlu ve sınırlı çabamızla açılabiliyoruz. Bize ait herşey, bir mütevazı çabadır, gayrettir, kendimizi ilahlaştırmadıkça, ilahi olana da insanın yapabileceği kadarıyla açılıyoruz. Ahlakımız, hiç bir zaman olması gerekene eşit değildir. İnsanidir. Bir gayrettir. Her daim bir bakıma insanın hayat dünyasına da bağlıdır. sürekli üzerinde düşünmek ve uyanık olmak, inceleşmek, ahlakta da fikri ve eylemeyi ilerletmek gereklidir.

5. Dilde "evet" ya da "hayır"ın kullanabilmesi normatif bir filogenetiği ve ontogenetiği zorunlu kılmaktadır. Bir anlamıyla ahlak dilde yerleşmiştir. Kullanıp kullanmamaya karar vermek kolay değildir. Ama ahlakın kurumlaşması bundan ibaret değildir. "Hayır" dediğimizde sunduğumuz gerekçe, konuştuğumuda söylediğimizi kasdetme, kasdettiğimizi söyleme yükümlülüğünü istemesek bile aktive etmemiz, ahlakın toplum olabilmek, akıl sahibi olabilmek, konuşabilmek, anlaşabilmek için dahi gerektiğini işaret etmektedir. Ahlak, insanlararası iletişimin ve toplumsallaşmanın, terbiye ve öğrenmenin temellerindedir. Dine yöneldiğimizde, dinsiz dahi olsak, dinin reddetmediği, hatta (ya da belki) şart koştuğu bir ahlaksallığımız vardır. Söylediğini kasdetme gibi. Doğru söyleme gibi. Bunlar olmadığında akıl da akletmez. Din hakikatin bize nasıl dokunduğuna, hakikat içerisinde nasıl şekillendiğimize bir itiraz olmak durumunda değildir.

6. Her ahlaksız dinsiz midir? Daha da karışık bir soru sorarsak, her ahlaki yanlış, dinsizlik işi midir? Buna verdiğimiz cevap insanın irade ve vicdan özgürlüğü meselesinde de bir görüş beyanıdır. Bir görüş diyorum, çünkü bu konuda da son sözü söylemek hakikati bilme hakikate ve sonsuza sahip olma iddiasıdır. Fikir beyanı sonlu, ölümlü, fani halimizledir. Ve elbette, ilimle, irfanladır. Dindar bir insan, hatta bir alim doğru mu yanlış mı olduğunu bilemediği sınır durumlarıyla çok karşılaşır. Nefis muhasebesi diye güzel bir kavramımız vardı eskiden. Nefis meseleleriyle her daim karşılaşırız. Bir de eylemlerimizin sonuçları bazan başkalarının eylemlerine de bağlıdır. yanlışımız, ya da doğrumuz zamanla kendini gösterir. Eylediklerimizin doğruluğuna veya yanlışlığına mutlak olarak hakim olabileceğimiz bir ahlak için tarihin sonunu bilen bir bakışa sahip olmamız, insan olduğumuzu reddetmemiz, kıyamete ulaşmış olmamız gerekmektedir. Oysa, biz bir dürüst, içten gayret içerisindeyiz, ölçüyoruz, biçiyoruz, tartıyoruz da eyliyoruz. Ama yanılıyoruz da. Yanlıştan öğreniyoruz. Yanlışların avukatlığını yapmıyoruz. Ahlakımız hiç bir zaman olabileceği kadar mükemmel değildir. Bunu bir savunma olarak kullanmıyoruz. Tersine, yanlış da yapabilen, yanlış da anlayabilen bir insanım, haddimi ve sınırlı, sonlu, fani olduğumu biliyorum diyoruz.

7. Dindar bir insan hiç bir yalanının, yanlışının, hilesinin, hurdasının, sahtekarlığının gizli kalmayacağını, gizlenemeyeceğine inanıyor. Ama sahtekarlık, yalan, dolan talandan defalarca çöktük, çözüldük. Bundan ne din, ne ahlak sorumlu. İnsan olmak biteviye bir gayret istiyor. Bir kerede tüm zamanlar, tüm ömür için ahlaklı olmak mümkün değil. 70 yıl terazin doğru. Bir kere yanlış yapıyorsun sahtekarlar sınıfına giriyorsun. 90 yıl yanlış yapıyorsun, giderayak doğru bir adım seni doğrular arasında sayılmana yetiyor. Bunlar için neler denebilir? Çok şey. Ancak konu bu değil. Biz bu ayrıntılarla da uğraşalım, ama, insanın ahlakı, sürekli bir uyanıklık (mecazi anlamda değil tabii) gerektiriyor. Bir ahlakı kabul etmek yetmiyor. Ölene kadar karar vermek, sorumlu davranmak istiyor.

8. Son olarak. İnsan kendi eylemlerinin sorumlusudur. Bu sorumluluk devredilemez. Devralınamaz. Doğru karar vermenin garantili bir metodu yordamı, yolu yoktur. Karar vermek iyi ahlak sahipleri için de çetrefilli bir iştir. Ama bir terbiye de işidir, tamamen yetmese de. Bilgi işidir. İlgi işidir. Seçme işidir. Tecrübe işidir, tecrübenin de hep tecrübeye açıklık olduğu bilindiğinde, herşeye herzaman yetmediği bilindiğinde, sonsuz olmadığı, tecrübelerin tecrübesine hiç ulaşılamayacağı bilindiğinde.

9. İstisnalar? Çok. Ama temel bilinmeden istisnalar konuşulmaz.

21 Kasım 2006

Günaydın


Çektiğin çileye gülümse. İstilalara karşı koyarken can veren, kendi halinde insan, büyük asker dedelerine. Doğururken ölen bir büyükannene.

Sokakta annesini arayan bir kedi yavrusuna. Çöp kutusuna ulaşmaya çalışan iki haftalık köpeğe.

Çölde son mermisini de atmış, azığı suyu bitmiş ve akbabalara gülümseyen o askere. Dev gibi bir orduyu yenmiştir. Ve ülkesinin kaderi onu yalnız bırakmıştır. Bir ingiliz cerrah yaralarını dikecek, söktüğü bir avuç kurşunu kirli bir parça çadır bezine sarıp eline tutuşturacaktır. Mektuplarında ondan, esir kamplarından, futbol maçlarından, esirlerin tavuklarından, kedilerinden, ekip diktikleri bahçelerden, esir subayların yazdıkları oyunlardan, Kalkütadan karısına çocuklarına bahsedecektir.

O sabrı öğreten adamdı.

Akbabama gülümseyemediğimde, hayatıma gülümseyemiyorum. Beni bekleyen ölüme. Beni bekleyen çileye. Çöp tenekesini devirmemi bekleyen görbese.

Tenekeyi devirmiyorum. Kaynanalar kızmıyor. Sokak temiz. Mikropsuz. Simidimi boynuna geçiriyorum. Kendisiyle boğuşuyor. Yeleli, aslan gibi bir kangal olacak, velet. Simidi hep kendinden büyük bilecek.

Kediye selam veriyorum, kedi beni azarlıyor, "neredeydin her yerde aradık!". Cep telefonunda benimle konuşan kız kediye fıkırdıyor. "Ay ne tatlı şey!". Kedi ciddi. Sinirli. Kafasını çeviriyor. Uzaklaşınca biraz, yumuşak bir "güle güle insan! ihmalkar dost!". Dönüyorum, mahcupça çiçekleri kokluyor. Arıya kıç atıyor. Bir iki, üç, beş. Tehlikeli oyunlar. Arı ihtiyar. Kendi halinde. Çiçeğe ulaşmaya çalışıyor. Manevralar. Manevralar.

Dev dalgadan artakalanlarda iki serçe çimiyor. Bornoz tutmaya gidiyorum. Kafalarına minnacık havlular sarmaya.

Günaydın Türkiye.