30 Kasım 2011

İdamların Mantığı

Fakir fukaranın asılması ibret olsun, korku oluşsun diyedir. Kural, emir, istenilenin aciliyeti böylelikle vurgulanıyor sanılır.

Elitin asılması otoriteyi korumak, kurmak içindir. Yeni elit, yeni dokunabilir, yeni korunmuş, yeni dokunulmaz eski dokunulmazları ayaklar altına almakla başlar çoğu kez.

İktidar değişikliklerinin çoğu, ihtilaller bir ciddiyet deklarasyonu olarak idam uygularlar. Uygulamalarda seçicilik de rastgelelik de işlevseldir.

İdama nadiren adalet için başvurulur. İdamla otorite tesis edilmesi, idamla tepki kontrolü ve yönetimi adalet üzerinden gerekçe kuramaz. İdam idam edilene değil, edilmeyene bir mesajdır.

Zulme uğramışları, masumları idam edenlerin adaletten argümanı kuralların herkese karşı işlerliğidir. Evet, bazan kurallar kendileriine karşı da işler. Dışlandıklarında, elit kompozisyonu değiştiğinde. Herkese dokunurluk eski elite, eski önemliye, eski öndegelene dokunurluktur.

Yoksul masumun ölümünün efsaneye, menkıbeye, ağıta dönüşmesi; eski menkıbenin, efsanenin, kahramanın, gelenekteki masumiyetin temsilcisinin ölümünün yıllarda oluşmuş koruyucu narrasyonun, etrafında hikaye oluşturmanın da çözülmesi çabasıdır.

Her kimlik oluşumu kimlik hikayesinin yeniden oluşurulması, eskisinin tedavülden kaldırılması, paranteze alınması çabasını gerektiriyor görünür. Kimlik kuruluşundan sonra yeni ve eski efsaneler entegre olabilir, edilebilir. Bazan eski kimlik üzerinden yeniler kurgulanır.

İdam kötülüğün ortadan kaldırılması değil, dokunumaza, dokunana dokunabilirlik ilânıdır.

Ölçü kaçınca, daha geniş dönemlerdeki toplumsal tanımlamalar, menkîbeler, efsaneler harcanır.

Her "anıtsal idam"da idama taraftar, eski bir husumetin taraftarı olarak yeniye entegre olur, eski dili yeniye dönüştürür. "Anıtsal idam" dedim: Bir dönüm noktasının, şeklillenmenin nasıl şekilleneceği bilinemezlikte, aktör sınırlandırmasına, geriletilmesine, sindirilmesine köşe taşı, kavşak taşı, işaret taşı olarak kullanılır. Husumetler bazan doğrudan çatışması kesintiye uğramışlıkta yeni iktidarla uzlaşmış bir birine hasım çevre güçleri oluştururlar. Merkez bu gerilimde husumet dışı kalır, çevre güçlerine yakınlık uzaklık derecesinde husumette taraf olur.

İhtilalci dönemler anıtlarını dikmeden önce idamları ilk anıtları olarak kullandıklarında medeniyet iddialarını da modern, yeni üzerine değil arkaik, ilkel bir değişmez, temel üzerine kurarlar. Değişmez kuralları, idare etmenin söylenegelmiş kurallarıdır. Toplumun medeniyet etrafında şekillenmesi ilk nüvenin silikleşerek korunmasıyla söz konusu edilebilir. Her yeniden şekillenme, karanlık, vahşi çekirdeğe dönerek olur.

Her ihtilalde kan eşit ülçüde güdülmez. Kuruluşun medeniyet iddiası üzerinden değil de kalanı kurtarmak, hatalardan dönmek üzerinde şekillendiğinde, eldeki kapasite, çatışmanın şiideti belirleyici olur. Bilim, tecrübe eldekinin, gelenekselin meşrulaştırılması üzerinden insiyatif önerir çoğu kez.

İhtilallerin ciddi eleştiriler, tecrübeli kadrolar, eldekini kurtarma ve yeniden şekillendirme işlerindeki denge üzerinden yürümesi anıtsal idamlara ihtiyacı frenleyebileceği düşünülebilse de, her ihtilal toplumların kanlı ve korku üzerine kurulu dengelerine geri dönerler.

Gerçek marksizm ihtilali gündemden kaldıran ihtilalden bahsedecekse, vahşet üzerinden kuruluşu yadsıyarak bunu söz konusu edebilirdi. Reel sosyalizmlerin çözülüşü ile yine kanlı dönemlere girilmesi biraz da bundandır.

İnsaniyet medeniyetini çöplükleri, düşman cesetleri, ibret olsun cinayetleri, toplama kampları, teksesliliğin derin kurumları üzerinde yükselttikçe her çürüme döneminde temellerine çöküşleri de kaçınılmazdır.

Toplumlar mutlak bir vahşete geri dönmeseler de, vahşi dönemlerinin anayasasını da inatla ve sessizce yaşatırlar.

"Medeni ülkelerdeki" mafya cinayeti olarak örtbas edilen seri ırkçı cinayetler de idam mangalarının, ve medeniyetin savunucusu kendisini kutsayan teksesliliğin; kan ceset ve sömürü dağları üzerinde kurulu bahçelerinin çatlaklarından dışa vuran kanıdır.

Medeniyet gerçek anlamıyla yoktur. Medeniyet henüz çürük bir yapıdır.

Demokrasiler her dönem yaşatılamasa da, bazan toplumlar yeniden kurulma dönemlerine itilseler de (işgallerle, müdahalelerle, altüst oluşlarla), ne kadar vahşete ve kana itiraz ederlese etsinler, geçmişin kurallarına teslim olurlar.

İtiraz, tozpembe gözlüklerin, kötümserliklerin işi değildir. İtiraz medeniyet istencinin ta kendisi olarak temellenmelidir. Adalet içinde, hakkını vererek, verdiği sözü tutarak, ve kendisine bırakılandan daha geniş bir ufku insanlığa miras bırakarak ilerleme talebi kesintilere uğrayarak, sarsılarak yolunda tutulmalıdır.

Stabilite, oturaklılık değişmezde değil, felaketler, sarsıntılara, tepe taklak oluşlara rağmen toplumu medeniyete sevk edişlerdedir.

...

İdam, hapishanenin henüz icad edilmediği dönemlerin, savaş halinin, boğuşma halinin icadıdır. Habil ile Kabilin ilişkisinin travmatik ve dönüşümlü intikamı, karşı intikamıdır. Bazan bir rüzgâr eser, bazan öteki, nöbet değişim kuralları olmadan.

İdamla reel psikopatik şizofreni, takıntılı saldırganlık kontrol altına alınsa, gündelik korku dindirilebilse bile saldırganlıkları çözen yapılar yıkılmıyordu. İbret olsun diye parçaları dallara asılan, leşi köpeklere atılan, ciğeri dişlenen, kanı içilen insan zincire vurulmuş bir vahşetin gölgesinde medeniyet iddiasında buluuyordu.

İdamda keyfilik olmadığını düşündüğümüzde dahi idam usullerinde keyfilik, eziyet, gösteri, teşhir, dehşet mühendisliği söz konusudur.

Hakedilmiş idam üzerinden diskur yürütenler, idamı ayakta tutanın başkalarına mesaj için, bazan kan durdurma için kan kullanma tekniğinin ifadesi olarak idama, meydanlardaki kurtlanan cesetlere açıklama getiremeyeceklerdir.

Dünyanın en büyük insanı ihanet etseydi onu da asardık diye haykıran idam savunucusu adaletin herkese işlerliğine gönderme yapmıyor. Yeni gücün sınırsızlığına inanç oluşturmaya çalışıyor. Fırsat vermedikçe sıranın kendisine gelmeyeceğini, haklı veya güçlü tarafta olduğunu vurguluyor. Bir yeni dönemin yeni otoritenin, yeni yanılsamanın ilanını çınlatıyor kulaklarımızda.

...

Denizlerin idamı, türkiyenin en iyi yetişmiş kuşağını ölüme meydan okur yaptı. İdam etmeye kalksalardı beni iskemleme tekmeyi vururdum. Ölmeyi ne iyi biliyorduk, meydan okumayı, karşı durmayı, idam ilmeğini idama dolamayı. Yiğitçe ölmek hiç de zor değildir.

Hayat ise zor. Tecrübe yetmiyor. Bilgi yetmiyor. Dur durak bilmeyen bir insanlık çabasında dünyasını yoğurması gerekiyor insanın. Kepaze olmadan yaşamak ise kolay değil. Ama yine de insanlık vahşetten, insafsızlıktan zor değil.

Karıncanın karıncalıktan kaçışı yok. İnsan insanlığından kaçabiliyor. Bir özgürlük olarak insanlık, insanın ilkelliğinin de temeli, medeniyet kurma iddialarına temel olduğu kadar.


Medeniyetler lağım çukurları, çöplükler ve cesetler üzerindeki kaçak inşaatlar olduklarından çökerler çoğu kez.

28 Kasım 2011

Suriyeye Müdahalenin Etiği

Halka, insana hattâ doğaya yönelik zulüm söz konusu olduğunda her bir ülkeye, hükümete, topluma müdahale edilebileceğini düşünüyorum.

Temel ilke "ilk taşı günah işlemeden muaf olanlar atsın"dır idi oldum olası. Bu yeterince anlaşıldı ama gerekenden fazla susuldu: Zulmü eleştireceksin!  Eleştirirken, kendini eleştirmişlerden değil eleştirenlerden, kendi eleştirine izin verenlerden olacaksın!

İlk taşa sarılanlar hiç bir zaman ahlâken ciddiye alınmadılar. Ciddiye alınmamaları meşruiyet iddialarının geçerrsizliği, iki yüzlülükleri itibariyleoldu. Kullanabilecekleri zor ve şiddet dolayısı ile değil. Zor tekeli hep  içe sindirilir gerekçe oldu reel siyasette.

Kendi ülkesinde zulmü onaylayanlar, komşularına zulmedenler, sömürgeciler başka bir ülkeye müdahalede bildiğimiz en eski kurallardan birisini karşı tarafı şeytanlaştırarak, sonuçları istatistik, bilanço olarak kâra çevirmeyi umdurarak geniş kitlesel destekler de alabildiler bugüne kadar.

Savaşın gerekçesi olmaz demeyin. Oluyor. Olmak zorunda. İlk geçerli gerekçe yeterince güç sahibi oluş ve barışı etrafında şekillendiriştir de: "Buna müsaade etmezler!" demeye başlarsınız bir koro olarak.  İyi veya kötü her bağımsız adım için!

Bir başka gerekçe "sapma" üzerinedir. Meselâ düşman "ehl-i sünnet" olmamakla suçlanır. Hint'e "Hazreti Hint" diyebilenler yapar bunu üstelik. Ebu Sufyângilleri halife edinmekte ahlaken zorlanmayanlar Kerbelâ'dan kurtulup bize emanet edilmişlere "ehli sünnet değiller" diyebilirler. En ufak bir tartışma, konuşma, alışveriş zahmetine katlanmadan.

Bizde Ebu Hanifeye yapılan, Aqinolu Toma(s)'a yapılmaya çalışıldı, Campanella sapma dedektörlerince kazığa oturtuldu. Doğu Roma buradan gerekçelerle talan edildi.

Gerçek neden? İktisadidir son kertede, reelpolitiktir genellikle. Ama ezberiniz de sizi esir alır. Günahsız saldırgan olma, ve saldırıdan sonuç ne olursa olsun günahsız çıkma garantisini edinmişlik, ister insanı günahkar doğuran bir kültürden yola çıkarsın, ister tersinden kan kokusuna alışmış, kan kokusunu almış her evcil hayvan gibi saldırganlaştırır. Günahsızlık garantisi, hesap vermezlik asıl ve gizli bir dinin, bir savaş dininin yeryüzü cenneti, ihsanıdır.

Bizde hesap vermezlik yoktur. Bu garanti kimseye gümüş tepside sunulmaz. Gazalî'nin "Ey Oğul"u iktidar-aydın ilişkisi üzerine uyarının okul örneğidir.

...

Malatyadaki füze kalkanı İran'ın Dünyaya saldırılarını durdurmak için değil de savunmasını kesmek için kullanıldığında haksız gerekçe ile kullanılacak olsa da, İran'ın son tehditi ile Malatyayı hedef alması, masum sivillerin canını yakma olasılığı İranı olası bir saldırısında haklı kılmayacaktır. O füzeleri oraya yerleştirenler, bu olasılığı bilerek yerleştirmişlerse saldırıyı yapanla birlikte masum canların vebalini paylaşacaklardır. Meşru tek gerekçe nükleer bir saldırıyı kesmek, engellemektir. İrana saldırıyı kolaylaştırmak, İran savunmasını kırmak olası bir saldırıyı üzerimize çekmemize meşruiyet sağlamaz.

İranın saldırganlığını engeleme gerekçesi, etraftaki ülkelerin de saldırganlığını engelleyebilecek bir sistem ve denetim kurulabildiğinde meşrulaştırılabilir.

...

Suriye Scudlarını sınırımız yerleştirdi. Bu tehdit yalnız işgal ve müdahale tehditine karşı bir tehdit değil, sivil halka ve sivil hedeflere de bir tehdittir.

Suriye karşısındaki ittifak tümden haksız dahi olsa, bu füzelerden herhangi birisinin vurabileceği bir hedefte açabileceği yaraları meşru gösteremeyecektir.

...

Ben, hak ve hukuk ihlallerinde müdahaleye olumlu bakan bir insanım. Ancak varolan neredeyse tüm müdahalelerin başka hak ve hukuk ihlalleri olduğunu da düşünüyorum.

Çocuğunu öldüren bir baba ve anneye nasıl müdahale ediyorsak, aile içi sorun görmüyorsak, herhangi bir ülkedeki zulme de itiraz etmemiz anlamsız değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken şudur:

Müdahalenin gerekçesi müdahale için bahane olmamalıdır.


Müdahale vesayet götürmek, kendi uygarlığını bir başka uygarlığa dayatmak olmamalıdır. Çoğu zulüm kültürler ve geleneklerarası düzeyde eleştirilebilir. Kültürleri geçişsiz hale getirmek, eleştirel diskuru yok ederek eleştiri ve medeniyet götürme iddası sömürgeciliktir.


Müdahalenin şiddeti, müdahil olunan şiddet kullanımını aşmamalıdır. Bu tesadüfi bir iş değildir. Planlanan bir şiddettir çoğu kez.


Siyasi barışcıl gelenekleri cinayet ve provakasyonla dönüştüren toplum mühendisliği geleneği müdahil ülkelerde devre dışı bırakılmış, hukuk dışı ilan edilmiş olmalıdır.


Bir ülkenin çoğunluğu müdahaleye davet etse dahi, bu bir referandumla yapılmış olsaydı dahi, müdahale uluslarası hukukun işletilmesi, kurumlaşmışlığı ile ve "en sonunda" söz konusu edilebilir. Yerleşmemiş bir hukuk, savaşta ve savaşla kurulmaz.


Zulme müdahale ilk elde muhalifleri, aydınları, azınlıkta kalanları hayatta tutmak için olmalıdır. Mülteci statüsü bu bağlamda önemli ve hayatta tutucudur. 1958 anlaşması yıpratılmamalıdır.


Azınlıkları, muhalifleri, hatta çoğunluğu proveke edip müdahil olma geleneği hukuka ve insan haklarına sözcü olan kesimlerce insanlık suçu olarak tanımlanmalıdır.
...

Haklı veya haksız gerekçelerle hiç bir ülkenin ülkemize saldırmasını onaylamayacağımızı, saldırıda bulunanların, bir çatışma ortamında dahi, meşru savunmayı aşmaları halinde gerekçeleri ve niyetleri ne olursa olsun "saldırgan" konumuna düşeceklerini bilmeleri gerekir.

Füzeleri ailelerimize, çoluk çocuğumuza yönlendirilmiş olarak algıladığımızı da düşünmelidirler.

..

Yabancı üsler? Bizim topraklarımız değilmiş gibi algılansa da topraklarımızdır. Oralardan ne yapıldığı ve yapılacağı, oralara yönelik ne yapıldığı ve yapılacağı bizi ilgilendirdiği, ilgilendireceği için, izin vermeyeceğimiz bir şiddeti kullanmak veya çekmek için yönetilmemelidirler.

Ve yine komşu ülkeler sınırlarımızın içinde olan ama denetleyemediğimiz her hangi bir alana yönelik büyük bir felakete dönüşebilecek hiç bir saldırıyı haklılık gerekçesi ile meşru kılamazlar. Velev ki üslerin durumu ve donatımları, kullanımları gayrımeşru olsun, memleketimizi dümdüz edecek bir sorumsuzluğa sorumluluk yazmak durumunda olacağımızı vurgulamamız gerekmektedir.

...

Bağımsızlık, sorumluluktan kaçmak mümkün olmadığı için elzemdir!

Ülkemize ne yerleştirilmişse, ülkemizden diğer ülkelere ne yönlendiriliyorsa vebali bazan kısmen dahi olsa üzerimizdedir. "Kısmen" dedik. Muz cumhuriyetlerine özenmiyorsak, bir hukuk devleti isek, iç ve dış "müktesebata" uyacaksak "kısmen" demememiz gerekecektir!

Almadığımız risklerin ve sorumlulukların gölgesi, aldığımız risk ve sorumlulukların çok çok ötesindedir.

26 Kasım 2011

Gündemin Kıyısında: Kasım 2011

TOKER RÖPORTAJI. Sürgünden de olumlu bir şeyler çıkacağı vurgusu gereksiz, anlamsız, incitici. Şerden hayır çıkar, çıkarılır da bu şerrin öznesinden gelmez, şerre uğrayanın gayretinden, insanlığından gelir.

Yeni bir sayfa açabilmek, acıdan insanlık çıkarmak acıya uğrayanın insanlık temellerinin derin oluşundan.

Sözlerinde önceliklerinden kaynaklanan bir anlayışsızlık, anlayışa kapalılık gördüm.

Röportajdaki diplomatik bir vurgu bu yüzden kayboluyor: İsmet Paşanın başvekaletten çekilmeden evvel "Dersim meselesi çözülmüştür!" demesi, askeri operasyonu sonlandırma kararlılığı ve yerine Celal Bayar'ın getirilmesinden sonra şiddetin yükseltilmesi.

Toker, Celal Bayarın tavrının da tartışılmasını diplomatik bir dille öneriyor.

Yapılanlar ağır bir yanlışa, zulme işaret ediyor. Zulme uğrayanların derdi "kim yaptı?"dan önce aşağılanmanın, inkârın bir gereklilik iddiası ve propagandayla sürüdürülüyor oluşudur. Maraş, Çorum ve Sivas bu ruhla kanatılmıştır. Tuncelinin sonunda eğitim düzeyi ortalaması en yüksek il olması mevzuuna girildiğinde insanlıktan iz kalmaz, bunlara dikkat etmek lazım. İsmet Paşanın torunu, Celal Bayara karşı gösterdiği diplomatik inceliği ve nezaketi halka karşı da göstermelidir. Diplomasi kibar söyleme sanatı değildir. Karşı tarafın ufkunu kavramışlıktan nezakettir.

SEYYİT RIZA'nın celladı yana itişi ve kendi taburesine tekme atışı bana Deniz Gezmiş ve arkadalarının idamını hatırlattı. Burada ilgi çekmesi gereken fütüvvetin, erenler geleneğinin de izleridir. Kürt Ayaklanması olarak gösterilen (ki doğruysa doğrudur, olgular kanıtlanırsa bir itirazım olmaz) olayın eski melametin, fütüvvetin de itirazı olarak okunması gerekmektedir. Bu itirazda türklerin kurucu tavrının ve ahiliğin arkasındaki gücün de bulunduğunu görebildiğimi not etmek istiyorum.

Seyyit Rıza haklıdır haksızdır ayrı konu. Bağımsız bir mahkemede yargılansa bu dercede canım yanmazdı. Gece yarısı, yaşıyla ilgili kıstaslar çiğnenerek idam edildi. 60 ihtilâlinde Celal Bayar için ise yaş sınırı uygulandı. Bir hukuk devletinde bunlar olmaz. Olmamalıydı. Yanlış olan Celal Bayarın asılmaması değil, kuralların ayrıcalık olarak uygulanmasıdır. Kurallar doğru uygulansa da idamlar hakkani mi olur? Hayır! Öncelikle bir ders, korku verme iddiasını ve birilerini susturma telaşını içerdiği için. Kan üzerinden otorite kurulacağına inanıldığı için.

Seyyid Rıza asılmazsa yeterince gözdağı veremeyeceklerini düşünmüş olmalı "birileri". O birileri kimilerini korumayı bildiler; Adnan Menderesleri, Deniz Gezmişleri astırıp, Kızıldereyi yerle yeksan ettiler; 1 Mayıs, Çorum, Maraş Katliamlarının arkasındaydılar. O birileri 12 Eylül döneminde sadece Ankara Dal Grubunda 30 küsür genç kıza tecavüz edilmesinin sorumlularıdırlar!

Evlad-ı Kerbelâ'nın dokunulmazlığı, ayrıcalığı yoktur. Bunu talep de etmediler. Ancak kendilerine karşı bir borcumuz vardı: Bize emanettiler! Barış içinde bir arada yaşayamadık, yaşatamadık.

HATAY.  Kimileri Dersim ile o yıllarda Hatay Cumhuriyetinde yapılacak halkoylaması arasında bağ kurarlar. Bugün yine Suriye ile ilişkiler gerginleşirken özür ile de olsa yine Dersim gündemde. Alâka nedir, dinliyoruz, anlamaya çalışıyoruz.

Gündem ile oynamayı yüzeysel, sığ buluyoruz, ters tepebileceğini düşünürken insanlarımızın ne kadar olgun ve iyi niyetli olduklarına yeniden, yeniden tanık oluyoruz.

Mazlumları olgun bir ülke, medenî bir ülkedir!

24 Kasım 2011

Birilerinde CHP’nin Altın Hisseleri, Kontenjan Üyelikleri, Ayrıcalıklılık Sertifikaları Falan mı Var?

"CHP’li isen atatürkçü olmak zorundasın!" diye bir şey yok. CHP’nin ilk yıllarından bu yana böyle bir kural olmadı! Kaldı ki Sadi Irmak, Nihat Erim, 12 Martın ”Beyin Kabinesi"ndekiler, hattâ Turgut Sunalp, Kenan Evren, Bülent Ulusu, Haydar Saltık kendilerince atatürkçü idiler.

"Atatürkçülük" ne doğrudan CHP’ye üye olma kriteri, ne de CHP’li olmamanın. "İyi insan" olmak, hakîkatli olmak, hakkanî olmak, kendisini ve fikirlerini hakikatle düzeltir olmak çoğu pozisyon için yeterli ancak, bu kadar "kâmil insan" da nerede bulunur, bilemiyorum. 

Bizim ”kemalizm” dediğimiz bağımsızlıkçı, muasır medeniyetten yana tavır almış, çalışanların haklarını gözeten sol çizgi ”Kadro”culuktan çok Doğan Avcıoğlu döneminin antiemperyalist çizgisi idi. Bu çizgi 12 Eylül öncesinde demokrat, (asker-sivil) bürokrasinin önceliklerinden uzaklaşmış, kemalizmin belki de en kitlesel ifâdesi olan ve darbede doğrudan hedef alınan bir eğilim idi.

Atatürkçülüğün elitist olan ya da olmayan; demokrasiyi önceleyen ya da öncelemeyen; çalışanların hak ve hukukunu önceleyen ya da öncelemeyen bir çok versiyonu var. Hangisi haklıdır, doğrudur bilemem, daha doğrusu ahkâm kesemem.

Hatırladığım bir şey var sadece: Bizim nesilden kemalistlerin yakalarında ”ya istiklal ya ölüm” yazılı Mustafa Kemal Paşa rozetleri yüzünden seksen öncesinde karakollara çekilip dayak yemeleri. Kemalizmi ezmeyi vazife edinen aynı soğuksavaşçı devlet ve Halkevleri'ne savaş açmış derin kadrolar "görülen ihtiyaç üzerine" birdenbire ”atatürkçü” oluverdiler.

Bir çilekeş, ömrünü öğrencilerine adamış köy enstitülü öğretmeninin atatürkçü olmasından başka bir şey anlamaktayım, bir ara dönem bürokratının yanardöner ideolojisinden başka bir şey.

Kimse "atatürkçü olduğu" iddiasıyla CHP’de hesap vermezlik, yanlışsızlık iddiasında bulunamayacağı gibi kimse de kimseyi atatürkçü olduğu için antidemokratlıkla, "tek parti zihniyeti"yle, sağcılıkla, solculukla suçlayamaz.

Atatürkçülük iddiası bir milletvekili tarafından CHP’de ayrıcalıklılık, hesap vermezlik iddiasına dönüştürüldüğünde ve yine bu milletvekili kendi zihniyetinin elvermediği ama gerçekten meşru siyasetlere ”CHP geleneği çiğneniyor!" diyebilirken tek parti döneminin tartışılır uygulamalarını CHP’ye gelenek olarak biçiyorsa, ona: "CHP’liliğin tek particilik, pozitivistlik, ikna odacılığı olmadığını" hatırlatmamız gerekir.

CHP, 12 Martta asker sivil bürokratik siyasî çizgiyle hesaplaşmasını yapmış bir partidir. Parti tabanının demokrat coşkusunu o zor zamanda hatırlamayanlar, "CHP’nin geleneği"nden bahsetmesinler!

Tek parti dönemi kuruluş dönemidir, yanlışlar da doğrular da, gri alanda kalan uygulamalar da söz konusu edilebilecektir. Vali Nevzat Tandoğan’ın değişim anlayışı bugün espirilere konu oluyor da, dün olmuyor mu idi? Dün yapılan yanlışlar Cumhuriyetin arkasında duranlarca onaylanıyor muydu?

DP de tek parti döneminin CHF’sının bir parçasıdır bir anlamıyla. CHF’nın sorumluluğundan kaçınma çabası anlaşılır bir olaydır. DP bir kopuş dahi olsa, cumhuriyetin politikalarını temelde yadsımış bir duruşun partisi de olmamıştır. Bugünün ideolojik atatürkçülüğün temellerinin DP döneminde İnönü'ye karşı canlandırıldığını da unutmamak gerekir.

Türkiyede çoğu parti, bırakın CHF’nı İttihat Terakki kökenli kadrolarca kurulmuştur. Atatürk ve İnönü bireysel olarak İttihat Terakki’ye tek partiden kopuşun kadrolarından daha mesafeli bile görülebilirler. Yine de Cumhuriyet Halk Fırkası’nı İttihat Terakki'den esinlenmiş bir parti olarak görmek isteyenler az değildir. Oysa, rekâbet, çatışma ve tasfiye Cumhuriyetin ilk yıllarında olanca yoğunluğu ile süregitmiştir.

İttihatçılık karşısındaki ”liberal demokrat” çizginin mirascısı hiç bir siyasi partimiz yoktur. Liberal ya da demokratların olmadığı anlamına gelmez bu. Kökenleri ittihat içi, CHF içi kapışmalardır.

Ecevit’in çizgisi fevri ve kendisine özgü değildi. Varolan bir eleştirinin üzerine kurdu Ecevit çizgisini. Yeni yollar, imkânlar, dengeler, açmazlar, alternatifler elbette her siyasi çizgiyi etkiler. Etkiye kapalı parti, topluma ve hakîkate kapalı dar ideoloji partileridirler. CHP böyle olmadığını yetmişlerde cesaretle gösterdi.

Oniki eylülcü müdahaleden geçmiş bir CHP’yi yeni nesillere tek parti zihniyetinin devamı olarak göstermek zor olmazdı, CHP içindeki atatürkçü olduğunu iddia eden çizginin kanlı pazarlarda soğuksavaş yeşilkuşakçılığı tarafından katledilen kemalistlerle benzerliklerinin olmadığını bilenler olmasaydı.

Kemalizm kendi demokrat yolunu sınadı, başardı ve ağır bir diyet ödedi 12 Eylülde. Demokrat, yurtsever kemalizm ikna odaları kemalizmi değildi. Gerçekten halkçıydı, devletçiliği siyasî değil iktisadî idi. İktisâden yeni liberal devletçi çizginin atatürkçülüğü eski CHP'nin demokrat çizgisi ile örtüşmemektedir.

Kemalizm yanılmazlık ideolojisi değildi. Antiemperyalist, tartışmaya açık, demokrat çizgiyi açıkça benimsemiş, halkçı bir tavır idi.

Dersim üzerinden tartışılmazlık çağrısı CHP’nin demokrat, antiemperyalist, yurtsever çizgisine ters düşecektir. Dersim aydınlatılmalıdır.

CHP Maraş ve Çorum katliamlarında Dersim’de üzerine yüklenmeye çalışılan yaftada iddia edilenin tersini yapmış, halkı savunmuştur! Bugün CHP’yi suçlayanlar o günlerde nerelerde idiler? Sivasta kimin avukatlarından kadro oluşturdular?

Bugün Suriyede olası içsavaşın ağır faturasını dengeleyebilmek için yapılan manevra değilse siyasi dindarlık Kanlı Pazar ve Sivas Madımak Yangınında yanlışsızlığından dem vurarak, derin devlet ve soğuksavaşın kurumlarıyla alakasını unutarak Dersimin yaralarını saramaz!

Kanlı Pazara karşı çıkan tek tük aydınıyla, iç savaş çığırtkanı basınıyla; Çorum Maraşta yokluklarıyla, Sivasta müsebbip olmasalar da galeyana gelmeye gönüllülükleriyle, mazlumları değil saldırı karelerinde resim verenleri savunmuşluklarıyla eleştirilebilecek kadrolar önce kendi adlarına dilenecek özürleri dilemeliler, öncelikle de kendilerine demokrasi ve kardeşlik açılımı için oy veren seçmenlerine. Zarar verdiklerine. Savunmadıklarına.

CHP ise yanılmaz, yanlışsız, ceberrut, hep haklı, hep sığ, 12 Eylül atatürkçülüğünü çokbilmişliklerine kalkan ve payanda yapan kontenjandan kadroları dışlamalıdır. Seçim ve referandum öncesi her milletvekiline, parti üyesine yeni bir şans verilmesini, ideoloji üzerinden tasfiyenin yanlış olacağını, insanların eylemleri, icraatları, tavırları üzerinden değerlendirilmeleri gerektiğini vurgulayanlardanım.

CHP yönetimine beğenmediğim kadrolar da gelse, seçimle gelip seçimle gidebilecek kadroları çokbilmiş ve yanılmaz, antidemokrat yurtseverliğe tercih ettiğimi de defalarca vurguladım. CHP’de öncelik demokrat bir çizgiye hayatiyet kazandırmak, parti içi demokrasinin önünü açmaktır.

Tartışılmaz, savunulamaz, tabucu, yasakçı zihniyet insanüstülük, düzeltilemezlik iddiasındadır. Bu sorumluluğun, dinlerliğin, hakikatle kendini düzeltirliğin yoluna aykırıdır.

Yol ayrımı zamanı gelmiştir. Gündem şu anda CHP’nin demokratik çizgisinin savunulmasıdır.

Demokratik çizgi içinde kalanların arasındaki rekabet parti içi demokrasinin önü açılmadıkça verimli olamayacaktır.

Dersimli bir CHP Genel Başkanı seçmek yerinde olmuştur. Gündem aceleye getirilmeden, soğukkanlılıkla ve demokrasiden taviz vermeden belirlenmelidir.

22 Kasım 2011

Uluslararası Durum: ”Normalleş(tilril)mişler” Kimlerdir?

Suriye ve Irak bir terazinin iki kefesi değiller.
Irakta şiî çoğunluğun sünnî azınlık tarafından yönetilmesi ile Suriye’deki sünnî çoğunluğun nusayrî azınlıkça yönetilmesi olgusu simetrik ve bire bir geçişli bir ilişkinin ifâdesi değildi. Bu iddialarda Baaz Partisi’nin çözülmüşlüğü varsayılıyor; Suriye’nin jeopolitiği, komşu ülkelerle ve ülke içlerindeki kesimlerle dengeleri, o ülkelerin kendi iç dengeleri ihmâl ediliyor. Suriye üzerine düşünürken terazînin bir kefesindeki değişikliğin öbür kefeyi de oynatmasından bahsedeceksek, ikiden çok kefeli bir terâzî düşünebilmemiz gerekirdi.
Suriye’nin nusayrîler tarafından yönetildiği iddiası Baaz Partisi’nin ve arap milliyetçiliği’nin nusayrîlerce temsil edildiği düşüncesine götürmemeli. Arap milliyetçiliği’nin erken döneminde öncelikle hristiyan araplar tarafından temsil edildiğini; geleneksel Baaz Partileri'nde sünnî, şiî, nusayrî, hristiyan kökenli arapların yer aldığını unutmamak lâzım gelir. Bu çoğul yapıyı Suriye’de yok saymak mümkün değildir. İttifak yapılarının gerçeği Esad Klanı’nın dayatmasıyla ortaya çıkmadığı gibi, iç çatışmalarla veya Esad’ın iktidarı terketmesiyle de derhal tarihten çekilmeyecektir. Suriye demokratikleşmeye öncelenmiş bir ”normalleş(tiril)me” süreciyle muhataptır.
Uluslararası gelişmeleri daha iyi anlamak için ”normalleşme hareketleri”ne paralel götürülen sistem içindeki ülkelerdeki ”kriz atlatma” politikalarına da dikkat etmek gereklidir. Avrupadaki gelişmeler bir çok ülkede "ara rejim" siyâsetlerinin uygulanacağını göstermekte. Avrupadaki krizden çıkış siyaseti bize hep darbeyle dikte edilmiş olan radikal yeniliberal programlardan ibaret görünüyor.
”Normalleştirme” süreçleri pazarların birbirlerine entegre olması; kaynakların talan ve üzerine çökme yerine pazar ekonomisi bağlamında açık tutulması; toplumların şekillenmelerinin finans ve askerî güçlerle dayatmalar üzerinden götürülmemesi gibi özellikler taşıyor. Sıkı yeniliberal politikaların ”ara rejim” görüntüsü verebilmesi ”mali disiplin” kaybedilmeden iktisadî işleyişi ”kurallarına” geri döndürme, kaynaklara göre harcama veya yönlendirme politikalarının arkasındaki ”kararlılık”tan geliyor. Politikalara kaynak sağlayanların ”görünen”i rahatlıkla askıya alabilmeleri her daim hesaplara katılması gereken bir ”veri”dir! Avrupa Birliği de bir süredir iktisadî durumu vahim görüyor ve ”demokratize edicilik” etiketinden ”fedakârlıklarda bulunuyor”: İktisat sıfata önceleniyor! Olası bir çöküşte demokrasi diye bir şeyin kalmayacağı ya da var olan popüler politikalarla gerekli tedbirlerin alınamayacağından fazlası düşünülüyor olmalı. Kurucu dinamiklerin demokratik tarihinin yeni bir geriye doğru hikâye edişte (narrasyonda) bütünleştirileceğini, ”Avrupa’nın kendisini anlayışı”nın (tabiîleşme olarak anlaşılabilse de) değişim geçireceğini ileri sürebiliriz!
Avrupa, ”kendisi üzerine ezber”den çıkarılıp ”fabrika ayarlarına döndürülme” operasyonundan geçmekte. İktisâden, Birlik açısından ”normal” kabul ettirilebilecek işleyiş ilişkilerine geri çekilmedeler. ”Normalleştirme”de üç analitik olarak ayrıştırılabilir hareket tarzı ya da türü gözlemlemekteyiz:
İlkinde uluslarüstü finansın siyâsetle ilişkisi eski araçlar şimdilik terkedilmeyip kullanılsa da (liberal) iktisâdın mantığına uygun bir çerçeveye çekiliyor ; iktisâdın buyruklarının siyaseti öncelemesi ”garanti altına alınıyor” ve kurumlar dönüştürülüyor.
İkincisinde pazarlar ve kaynaklar açılıp sisteme/dünyâ iktisâdına entegre ediliyor, kapışma kuralları liberalize ediliyor, el koyma ve üzerine çökmelerin siyâseti sistemik buyruklara uygun bulunmuyor.
Üçüncüsünde entegre olmuş ekonomilerdeki krizlere müdahalelerde siyâsetin ekonominin gerekirliklerinden koparak yürütülmesini engelleyecek liberal-yeniliberal, yerel-sistemik düzenlemeler dayatılırken, hasar tespit ediliyor, kriz yönetimlerinin ”uluslararası iktisadın normlarına” tutarlılıkla ters düşmeleri hâlinde krizlere alenen el konuluyor.
Kısacası, ”normalleş(tir)me hareketleri”nde (özellikle makro düzeyde) bir liberal ekonomi demokrasiyi öncelemektedir. Klasik ”demokrasi bayraktarları”nın da bu konuda ”ittifak halinde” olduklarını gözlemlemekteyiz.

18 Kasım 2011

Ondört Bin Yılın Kardeşliği Ayaklar Altına Alınırken: Haydar Haydar

Ondört bin yıl gezdim pervanelikte

Sıdk-ı ismin duydum divanelikte

İçtim şarabını mestanelikte

Kırkların ceminde dara düş oldum

Güruh-u naciye özümü kattım

İnsan sıfatından çok geldim gittim

Bülbül oldum firdevs bağında öttüm

Bir zamanlar gül için dara düş oldum


15 Kasım 2011

Esin Afşar: Sesinde Aşkın Rengi Vardı



Evet, aşk vardı. Sadakat vardı.
Düşlediğimiz sosyalizm yoksulların sosyalizmiydi.
Aç, açıkta kimse kalmayacaktı.

Fikret Kızılok Aşık Veyselin dizinin dibinde "Kuzuya Sordum"u hecelerdi.
Cem Karaca Muharrem Ertaştan Dadaloğlunu öğrenirdi.
Uzun İce Bir Yoldaydık. Taburelerimize tekme atıyorduk.
Şairlerimiz hapisteydi.
Kitaplar yakılıyordu.

Ve aşıklarımız hayattaydılar:

Kekliğin kayadan sektiği sekiş
Gül ile bülbülün ettiği çekiş
Yarin iğnesiylen dikilen dikiş
Kıyamete dek sökülmez imiş

Karakucak güreşlerinin peşrevi, Cumhuriyet Bayramlarında oynanan sinsin, çayırlarımızda otlayan, sokaklarda bizimle oynayan tayların yarıştıkları güz günleri. Kına geceleri. İlahilerle güveyileri gerdeğe götürdüğümüz yıldızlı geceler.

Esin Afşar sevginin, fedakârlığın, aşkın, umudun ve acının günlerinde gül dalında şakıyan maviş bir kuştu.

Bir gün uçacaktı onca acısıyla. Uçtu. Aşka can verdiği narin bedeniyle.

Ardında bıraktıkları bize yadigar.

O Kul Ahmet'in, Emrah'ın; katledilen, asılan arkadaşlarımızın; mayınlanan gül bahçelerimizin bize emanetiydi.

Seni yetiştiren halk sağolsun!

Bugün doğacak bir kızımızın adı Esin Afşar olsun!

Başımız sağolsun.

5 Kasım 2011

Bayram Başkalarını Hatırlama Günüdür!

Hatırlanmada bir sorun yok.
Aslolan ise hatırlamak.

"Bayram da ne imiş!" demek "insanlık da ne imiş!" türünden bir çıkış.
Bireyciliğin, başkalarıyla birarada yaşarlığı unutmasıdır.

Dünyaya gülümseyemez hale gelmiş olabiliriz. Bunun için bir de özür dileyecek değiliz kimseden.
Ama bayram, benim başkalarını hatırlama günüm. Başkaları beni farketse de edemese de.

Toplumun dayanışmasını, kardeşliğini merkeze alma günleridir bayramlar.

Birbirini arama sormanın, birbirinin kapısını çalma günleridir bayramlar.

Uzun yolculuklarla bir araya gelmiş nesillerin keyiflerinin dediğini aşma günleridir bayramlar.

Barışmanın ve barışın duruşunu yakalama günleridir bayramlar.

4 Kasım 2011

Nohutlu Pilav Yapmaya Kalkışan Çift'e Tombul Bir Nohut Saldırdı!

Nohutlu pilav pişiren çift'e, açık unuttukları balkon kapısından içeri dalan bir nohut saldırdı.

Saldırgan nohut müşahade altına alındı.

Ele geçirilen nohutun gdo kategorisinde olup olmadığı araştırılıyor.

Her nohut gibi sarı, yuvarlak ve tombul olan bu nohutun gözlemlenen ilk öfkeli nohut olduğu iddiası infiale yol açtı.

Dişhekimleri Odası Nohut Yarkurulu dişkıran nohutların gayet sık gözlemlendiğini, nohutun kamışla üflenen mermi olarak kullanılabildiğini, binanaleyh bu nohutun aktif saldırı yapan ilk nohut olduğunun kabul edilebileceğini basına açıklamasıyla Leblebiciler Odası Arge Kurulunun, o halde, bu yeni nohut türünden leblebi değil kebap ustası yapılabileceği ileri sürmesine yol açması ve bunun üzerine Felsefî Seferberlik Derneğinin de bu yeni nohut çeşidinin nesne değil özne olduğunu, ambar nohutu olarak yapabileceği mecburi hizmetten kaçamamaması için kanun teklifinde bulunacaklarını bildirmesi ile ülke gündemini daha da karıştırdı.

Muhalefet Partileri bu yeni nohutun gdolu olmaması kaydıyla tutuksuz olarak yargılanmasını anayasa komisyonuna katılmaları için önşart koşarken, muhalefete muhalif basın da nohutun damda keman gıcırdatan, vatandaşlara kiremit atan bozguncu görüntülerinin rasathane gözlemlerine takıldığını imâ etmeye başladı.

Gelişmeleri an be an sunmaya devam edeceğiz.