9 Kasım 2007

Sözünü Tutmak

Sözünü tutma, bir karakterin ifadesinden çok, karar vermişlik, karar verebilirlik, karar alabilirlik ifadesi.

Karar veren an'da, anında karar veriyor, ama hesaba kattığı şey çok. Hem de hesaba kattığı bir şey yok. Kararında kendini bilmenin yüklediği bir dünyayı bilirlik, dünyaya hakim olamazlık, kendi gayretinin bilgisi, kendi niyet bildirgesi yüklü.

Bir karara zorlanan insan, hızlı karar veren insan, sözünü tutabiliyor. Hesap yapmasına gerek yok. Dünya omuzlarında zaten.

Karar verebilirlik, karar vermişlik sorumluluklar üstlenmişlik, kararsız kalmışlıklar, üzerine düşünmüşlükler, hayata kapılmışlıklar, karşı koymuşlukların ufkuyla, hikâyesiyle giyindiriliyor.

Hızlı ya da yavaş karar veren, ama hesabında karşı taraf olmayan, dünya olmayan insanlara bazan diyorum ki "bu dediklerinizin arkasında iki sene sonra durmayacaksınız, verdiğiniz söz hesaba katılacak sözden değil!", "ve verdiğim söz, sözümden öncesini de sonrasını da kapsıyor!"

Özentiler, hayaller, takıntılar, kolay işler gelip geçiyor. İnsan bazan kararlarını diğer insanların da hayatları, rüyaları olduğunu düşünerek alıyor. Bazan bundan mahrum oluyor. Tesadüfle gelen, geldiği gibi gidebiliyor da. İnsanda bir açıklık yoksa uğrayan güzel tesadüfler neyler? "Dibi delik kaba aşkın suyunu, boşuna uğraşma dolduramazsın!" derdi Taşra'da Aşık buna. Duyan kim? O taşradan gelenler de artık şimdilerdeki global ikâmetleriyle tanıtmaktalar kendilerini. Populer mahalde, aşksızlar apartımanında mukim.

Üzerimizde alınmış çoğu kararda hayatımız yok, yapacaklarımız, yapmak istediklerimiz, yaptıklarımız yok. Şarkılarımız yok.

İnsan karşısındakini tanımayabilir. Ama rüyasını tanımalı. Bizi "en iyi tanıyan kim" bunlara, yapmaya çalıştığımıza, olabileceğimize önem veriyor? Kim içimizdeki melâli ciddiye alıyor?

Evinde ciddiye alınan kim? Kim kendi derdiyle kavranıyor?

Geçenlerde güzel bir site gördüm son büyük bir düşünürlerimizden birisi üzerine. Yoğun yazışmalar, büyük bir ilgi. Peki kendisi yani hayaleti uğrasaydı o siteye? Kim dinlerdi? Kim aldırırdı? Kim okurdu. Orada onu farkedebilecek olanlar kaç kişi olabilir sizce?

Bir gün üzerinize çokbilmişlik endüstrisi kurulabileceğini, hızlı tezler yazılabileceğini düşünün de tırsımayın bakalım. Neler derler, geçmişte kalan için. O "şanlı" entellektüel geçmişin bugünde devam edenine de neler neler reva görürler. İnsan bu. İnsansız da olmaz, insandan uzak durmadan da. Ariflere değer verecek olursak.

Kim dostunu, sevdiğini, çocuğunu tanıyor, yani tanıma derdinde? Kim tanınma derdinde?

Bizi sevgiyle karşılayanlar hep, bizlerden belli şeyleri belli şekilde yapmamızı, ne kadar sığ olursa olsun bizden istediklerini söylememi,zi hayatımızla ilgili kararları sadece onların hesaplarına göre yapmamızı beklemedeler.

Ortada dünya var, yapılması gerekenler var, gösterilmesi gereken duruşlar, alınması gereken tavırlar var.

Kimimiz için hayatı bir verilmiş söz, ki söz verişler araya iki oda bir salon açışlar, ya da araya sokulacak bir yeni sorumluluk. Kimileri sorumluluktan azad, her yönde dalgalanan bir hayatın peşinde.

Sorumluluk içinde insanın bin bir çekinceyle alınmış kararı gerçek bir karardır da, hiç bir yükümlülüğü olmayan insanın kararı her gün yeniden pazarlıktan, modifikasyondan, çekincelerden, ilavelerden geçen bir kararsızlıktır.

İnsan hayatı zamanla şekillenir yön bulur. Zaman neleri, neleri değiştirir. Bu değişimde, değişimlerde hep "aynı" kalışın sırrı nedir, hep konuştuğumuz bu idi, konuşacağımız da bu.

Sorumlu insanın kararları, kararsızlığı hep bir sözün tutulması, sözde durmanın, sözünde durmanın kıvranışları, acısı, neşesi, kendini sunuşlarıdır.

Sorumsuz insan, masum bir insanın elini sımsıkı tutup da, günaha estetik yazan şaşkınların günahsızlığındadır, duyanlar gereğini yapar, o işgal ettiği elde kusur arar, neyi davet ettiğini bilmeyenlerin masumiyetiyle. Evet, herkes masum. Günahseverler de. Günahsızlar da. Kendini herkesten günahkâr görüp, başkalarının ölçüsüzlüğüne özenmeyenler de.

Yanlış kararlar? Hayatın akışı? Köprüden geçen sular? "Köprüden geçemiyom"lar. Evet, hikaye edilişi bitmez hayatın. Hayat biraz da hayat hikayeleri. Hikayesi olan hayat, hayatımız, hikayelendirilebilir hayat. Ve hikayeden bir işmiş gibi yaşanır gider hayat. Mahkumiyetimiz burada başlıyor, arzeylerim, halimizden, Efendim.

İncinmek


Hassas olmayan incinebilir mi?
İncinmeyecek kadar sağlam basmak için dünya kadar incinmiş olmak, direnmiş olmak, dayanmış olmak, sürünmüş olmak gerekmez mi?

Kim manda derisiyle insanlık taslayacak, olgunlaşacak? Mandalar bile sineğe dayanamayıp çamura bulanır, bataklıkta debelenirken.

Ölmeden ölen insanın öldürdüğü duyarlılığı, inceliği, hisli oluşu değil. Farklılığı, dışarıdan, konunun üzerinden de bakışı. Bu bakış varsayımsal değil, bir arşimedci başlangıç noktası da değil. Normatif bir duruş.

Hayat hikayesini kurgulatan, kendi hikayesini bütünleştiren gelecek anda yerleşikliklerden koparak, kuramsal bir yarınsızlıktan, bugünsüz oluştan, ansız ve ansızın bakıştan, aşkın'ı yoklamakta oluşu.

İncinmemek bilgelik ister, gön'le kaplı oluşu değil. İncinmemiş bilge olsun diyen bulunamadığına göre.

8 Kasım 2007

Haketmediğini Haketmek


İnsanın haketmediğini hakettiğini düşünüşe itirazı, bir geleceğe, bir rüyâya yönelişindendir.

Sevgiliye ancak cömertliği, lütfu yakıştırışındandır.

Haketmediğini hakettiğini düşünen insan ise zamanın çocuğudur. An'dan kaçmaz. An'a esir de olmaz. Haketmediğinde bir hikmet bulur. Haketmediğinden öğrenir. Hakedilmemişi dağıtmaz.

Hakedilmemişi hakedilmiş bir hayata tabi kılar, dost kılar.

Haykırıştan sonrasına da bak. Canı yanan derdini unutup, seni dinlemekte. Sana gülümsemekte.

O beni eğlendirmese, bana hoş vakit sunmasa da olur. Derdimi omuzlamakta.
Dert Omuzlayan bizi rüzgara hafif bıraksa, olgunluğun meyvesinden aslan payını alsa da bir adımın bile ne kadar ağır olabileceği, ne kadar zor atılabileceği unutulur şey değil.

Hakedilmişi, hakedilmemişi göğüsleyemeyen feryad etse ne çıkar, etmese ne?

7 Kasım 2007

Muhafazakârlık Üzerine


Muhafaza edilecek ne var? Ne kaldı? Muhafaza edeceğimiz şey o şeyin kendisi mi, bir yorumu, bir sureti, katılmadığımız bir şekillenişi mi? Yahut da, katıldığımız, zamanında sınırlanarak katıldığımız bir şekillenişi mi?

Bir kültürün içinde oluşumuzu kültürün aktarılır oluşunu, insan tekinin ömrü boyunca sorun çözümü ve gündelik hayat pragmatiği için gereken tecrübeyi asla edinemeyeceğini bilmek söylemek mi muhafazakârlık?

"Özel hayatım, yaparım ederim"ciliğin de bir yaşama tarzı, bir kültür olduğunu söylemek mi muhafazakarlık?

Bir hayat tarzı, hayat kalıpları, kurumlar, davranma kılavuzları bizi altından kalkamayacağımız kadar karmaşık sorunlarla, psikolojik ve toplumsal bir çığın altında kalmalardan koruyabiliyor. Fırtınalarda gezinme klavuzu sunabiliyor. Binlerce yılın deneyimi, sınaması, sınanmasıyla oluşmuş kurumlarla yüzyüzeyiz. Gerekçeleri, savunulma nedenleri, güncel temellendirilişleri "fonksiyonlarıyla" örtüşmeyebiliyor.

İnsanın kendi kararıyla, kendi deneyimiyle alabildiği kararlardan daha karmaşıkları insanlığın kurumlarından yola çıkarak aynı donanıma sahip olmayanlarca alınabiliyor.

Yemekten önce el yıkama tabu olarak da görülebilir, bir sağlık kuralı olarak da, ikisi de. El yıkayan mikrobiyolog olmak zorunda değil. Gerekekçeleri de eyleminin doğru açıklaması olmak zorunda değil.

İnsanlararası çatışmayı engelleyen, bir çocuğun sosyalizasyonunu kolaylaştıran, bir hastanın bakımını tereddütsüzce yapılabilir hale getiren kurallarımız var. İki toplum kuramcısının bile bir çocuğu yetiştirmede zorlanacakları yerde gelenek devreye girebiliyor, en sıradan ufuklara bile hizmetini sunabiliyor.

İki aklı başında toplum kuramcısı geleneğin sunduğunun da üzerine düşünerek yetiştirebildiklerinde kendilerini kendi yollarını çizen insanlar olarak görmeleri biraz daha kabul edilebilir. Başarıda kapıcılarını geçmelerinin garantisini veren bir sözleşme yok ellerinde. Hem hayat açık, hem de etkiler çok yönlü. Bilmek, düşünmek, bildiğini sanmak yeterli değil. Yetiştimenin sabrını bilmek dahi çoğu kez bir çıkarsamadan çok terbiye işi. Hayat tarzı işi. İçinde yaşadığı kültürle ilişki işi.

Kültür edinilir olduğu kadar, taşınılır, aktarılır bir kurum. Kamusal alan burası, özel hayat, kimselere hesap vermeyeceğim, bildiğimi okuyacağım diyemeyeceğimiz bir hayattayız, hayatlayız. Özgürlük sorumluluğun söz konusu olabildiği alanlarda tartışılabiliyor maalesef. Bunu bilen siyaset kuramcısı, toplumbilimci, felsefeci var mı? Yaptıkları hakikatsiz bir şeyse, bu hakikatsiz bilimlerin aktarılması bırakın muhafazakarlığı, tutuculuğu, ilericiliği, gericiliği, vandallık değil de ne?

Akademiye, yazına, şiire, sinemaya bakalım. Kurumların ortadan kalkmasından sonraki (aydınımızın özgürleşmesi de bu!) tahlilleri, orataya koyabildikleri, eleştirebildikleri toplumun daha örgütlü olduğu dönemlerden daha mı derin? Topluma toplumsal kurumlarla da bakabilen, kendince terketse de bir terbiyeyi, bir aktarılanı bir zamanlar almış olan kadar bakabilen aydınımız var mı?

İçinde yetiştiğimiz gelenek bir kerede tanımlanır, sınırlandırılır ve eleştirilip bir duvara asılabilir bir şey değil ki. Bir tanımla kurtulduğumuz sadece kişiliğimiz belki. O da bireyselliğimizi frenleyecek bir adım. Başkalarıyla ortak ve başkalarıyla ayrıştığımız yanlarımızın arasında bizim biz olma evimiz.

Gelenek var demek, içinde ölçüp biçtiğimiz, düşündüğümüz, reddettiğimiz ya da kabullendiğimiz dinamik, yaygın, karmakarışık bir yerleşiklik hikayesi. Anda değil, geçmişteki değil, gelecekteki belirsiz hali hiç değil.

Gelenek var demek, gelenekçilik değil! Tersine, bir kereliğine tüm zamanlar için tanımlanmış bir gelenek yok demek. Sürekli ufuk kaynaşmalarında, düşünmelerde, anlama çabalarında, zamanlarda, şurada burada oluşlarda geziniyoruz demektir. Bir insanın tüm insanlığın kurumlaşmasının tek hakimi, açıklayıcısı, sınırlandırıcısı olma şansı yoktur demektir. Sınırlı sonlu insanın, sınırsız sonsuz karşısında bile bir duruşunun olacağını düşünmektir. İnsanın hakikatin sahibi olmadığını bilmektir, insan hakikatliliği.

İnsan zamanın çocuğudur. Düşünme, anlama, eyleme, karar verme, bir yerden, bir yerleşiklikten yapılır. Bir ezberden değil.

Gelenek var vurgusu, özel hayat bir kültür ifadesidir, bir kültürdedir vurgusu vandallığı, kültürsüzlüğü, benim aktarma, alma verme sorumluluğum yok demeyi getirmez. Tersine, sorumluluğu, inceliği, karar verirliği, insiyatifi getirir. Keyfilik, "özel hayatımdır, kime ne"lerde dir.

Özel hayat basit bir ayrıntı. insanlar ne kültürlü olduklarında kültive kararlar alıyorlar, sublim'in vucutlandırılmışı oluyorlar, ne de sana ne ben bildiğimi okurum diyenler kültürü sarsabiliyorlar.

Kültür ya da kültürsüzlük dediğimiz de aynı kültürel naivite içerisinde meşrulaşan işler çoğu kez.

Gelenekten benim gibilere "muhafazakar" diyenler kaçamıyor aslında. Acı olan da bu. İlericilikleri, değiştiricilikleri tuzağın içinde peynirini saklayan farenin kıstırılmış özgürlüğünün telaşesi.

Ben muhafazakar değilim. Gelecek şekillenmemiş. Görüyorum. Sorumluluğumu da üstleniyorum. Akıntıdayım, aktığımı görüyorum, çarpacağım yerleri de. Gücüm ne kadarına yeter? Bir insanın gücü neye yeterse o kadarına.

Ben, bana aktarılmışı da okuyorum, alıyorum, kendimin ediyorum, üzerlerine düşünüyorum. Benim işim hayat. Benim işim hakikat. Akademik metinleri birbirine bağlamak, şık laflar etmek değil işim.

Ve öğrendiğimi, dersimi aktarıyorum. Benim yapamadığımı başkaları yapacak. O akıntıya düşseler de düşmeseler de. Kendi tecrübelerine ihtiyaçları olacak. Ama her belayı da ille de kendi gözleriyle görmüş olmayacaklar. Geç kalmayışları kendinden önce gelmiş insanları dinlemelerinden olacak.

Bilim de bir gelenek. İsyan da. Sendikacılık. Aile. Hatta delilik. İtiraz. Eleştiri.

Yemek içmek gelenek. Yediğini içtiğini bilmek kafası karışık diyetisyenlere bile imkansız. Bir yemek kültüründe doğmaksa ne büyük bir imkân.

Soyut'un içinde, kilimin üzerinde doğmak. Şiirle atışanların ülkesinden gelmek.

Ve reddetmek. Kendi yolumu kendim çizeceğim demek.

İmkanları değil, imkansızlıkları, yol açan kurumları değil en karanlık yanlarını beslemek, farkında olmadığına, farkında olmayışa, lafza, rüyaya değil hayalete teslim oluş.

Yalanla yaşamamayı seçtiğinde insan, kendisine ne denileceğine bakmaz. Hakikate ve hakikatine bakar.

Dünyanın hakimi değilim. bunu biliyorum. Kültürün de mühendisi değilim, reddediyorum. Bu beni özgür kılan. Geleceklerden gelecekler beğendirebilen.

İnsanların arasında yaşıyoruz. Birlikte varoluyoruz. Bir tarihte bir yerleşiklikte. Ve bir tarihle. Oluşumuzla kucaklaşıyoruz, o kadar.

Siyasi muhafazakarlık,kiltirel muhafazakarlık, ilericilik, gericilik, ihtilalcilik sığ bir modernizmin sorunsalı. İsteyen ona tabi olur da düşünür. İsteyen Düşünür.


(Ağ'da sorun çıktı, okunmamış verisyonu yükledim, hatalar var yazıda, düzeltilecek.)

6 Kasım 2007

Dibe Vurmamız Yakındır! Dibe Vurmamız Şarttır!


Dibe giden sakin olmak, çırpınmamak, nefesini tutmak, soğukkanlı olmak, aklını başında tutmak, aklının başına gelmesini ummak durumundadır.

Dibe gideceksek, gidilebilecek en derin dibe gidelim. En derin uçurumlara, sulara umut bağlayalım.

Madem düşeceğimiz en derin çukuru görmek bizim elimizde, dalalım o çukura da bakalım, içinden çıkılamayacak hangi çukur varmış?


Aydın, bin adım önde giderse aydındır. Kuyuya ilk o düşerse. Kuyudan ilk o konuşursa.


Dostumuzun dost, düşmanımızın düşman olmadığı, misafirin ancak talan için uğradığı, soframıza insanlığın uğramadığı bir koaservattayız. Ve aldırmıyoruz!


Aldırmıyoruz bu sulu, pis kokulu, çürük çorbaya! Güzel kokuyor gülyaprağımız! Şiirle süpürüyoruz! Aşkla konuşuyoruz! Aşkı sususuyoruz!


Ey Celâl'e şaşıran! Öfke dokunduğunu yeşertiyorsa yakınman niye? Sen halden mi anladın? Aşkdan mı? Aşıkdan mı? İnsandan mı? Hayattan mı? Gül yaprağıyla dokunandan mı? Başkalık hakkından mı?


Dibe vuran insanın, aklı başına yürümüş, aşkı başına yürümüş insanın celâli sessizdir. Sadece bir kararlılıktır, kopuştur, koparıştır, yaradanına sığınıştır. Hakla, haklılıkla, hukukla, aşkla, ahlâkla, işin dibini görmüşlükle eyleyiştir.


Sabrı taşıran, halkı, insanlığı sahipsiz sanan, aç gözlülükte haddi hududu olmayanın korku zamanıdır dibe vuruşun yaklaşması.


Kendisini insanlık adına koruyan, bin yıldır, karşılıksızca dostluk elini uzatmış olan ona sırt dönecektir!


Kendisine uzatılmış dost elini kopardığını sanan, o el bir cesedin elidir! Sığınağından oldun!


Hiç bir güç kalıcı değildir. Hiç bir hesap çarşıya uymak zorunda değildir. Yanıldığını acıyla seyretmekteyim!


İnsanlığın en iyi yanlarına boş verdin. Kardeşliğe boş verdin. Sana uzanan eli kaptın. Serbestçe dolaşabildiğin sokaklarda, sana sürgülenmemiş her kapıyı açtın, hakkını, hukukunu, açlığının sınırlarını aştın.


Senin iktidarınla, senin hırsınla, senin açgözlülüğünle nerelere gidebileceğimiz daha ne kadar ortaya dökülebilir?


Buyur devam et! Biz nefesimizi tutmuş girdapta dönmekteyiz. Kullanabilecek ne bir kuvvetimiz, ne de sabırdan başka bir irademiz var.


Kıyıya çıkacağız, ama bu sel köprüleri de yıkacak. Suda olanın kaybı ne? Sudan yeni çıkanın, ıslanmış olanın kaybı ne?


Bundan sonra sorgulanacak olan sensin! Sadece sensin!


Ne yaparsan yap, nasıl manipule edersen et!


Derinlerin en derinini, çukurların en çukurunu beklemekteyiz ve artık dibe vurmak üzereyiz!


Kapılarımızı söküp gitmeye kalkanlara kapılarını verip göndermekteyiz!


Ve artık açıkta yaşamaktayız!


Rüzgârda, güneşde, suda! Tuzda kavrulmaktayız!


Yeniden insan olmaktayız!


Yeniden konulacak sınırlar, eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı esir etmemek için, bir defa daha!



Mevlevî Olmak Zorunda mısınız?


Budizm başta olmak üzere doğu öğreti ve dinleri ahlâklarından, bağlamlarından, dünyalarından yani hakikatlerinden koparılıp bir kaçışın, hemen şimdiciliğin, diğerini (şimdilerde "başkası", "öteki") unutan, yıpratılmış bir diğerkâmlığın yerine kendiciliğin oturtulmasından başka bir şey olmayan klonlarıyla "bir sömürge olarak gündelik hayatımız"ın resmi dinselliği olarak kendilerini gösteriyorlar.

"Doğucu" hedonist, doğunun hedonizminden, hazdan anladığından hazzetmiyor. Zevk, ölçü, kıstas, dur durak anlayışının toplumsallığını red içinde herşeyden önce. Yeni yorumun geçerli olmasının kriteri tüketimci ve kendini ve kendi imkanlarını tüketmeye kurulmuş bir bireycilik. Fedakarlığı, başkalarının hakkını, başkalarına verilen öncelikleri reddeden bir başkalıkçılıkla, kendi başkalık hakkını savunuşun, başkalık vurgusuyla dünyayı değiştirmeye soyunuş.

Başkalarının mutluluğu başkalarının mutluluğunu öne çıkararak değil, kendi mutluluğunun silahşörü bir dünya kurtarıcılığıyla sağlanmak isteniyor gibi. Klasik hedonist utilitarianizm toplam mutluluğu artırma derdindeydi. Ya da acıyı azaltma. Bu "doğucu", kurtulmuş, kurtarıcı gündelik hayat sömürgeciliği kültür ve kültürlerarasılık lafzıyla, kendince ders vererek, kuzular gibi masum ve tepeden bakarak sürüye dalıyor.

Bu tip bir ufku ufkumuza bulaştırma derdinde olanlar, kendi doğuculuklarını bir eğreti hırka gibi giymekteler. Kendilerinde değişen bir şey yok. Kimlikleri aynı. Nesillerce devam edecek kendini tanımlama ve kimliklendirme süreçleri gücünü yitirmeden, saldırganlığını yitirmeden, sömürgeci hırsını terkeylemeden arka planda devam ettiriliyor. Sorgulamadan. Ama sorgulayana da aman vermeden.

Bizim aklı evvellerimiz, şimdilerde "Mevlevilik neden kapılarını dindar olmayanlara açmıyor?" sorusunu sormaktalar. Mevlevilik gerçekten devam etmekte mi, gerçekten Mevleviliği bilen eden, devam ettiren kaldı mı sorusunu bizzat geleneğin içinden gelenler sormakta. Bence, evet, bir adabı bilen, mevleviliğin kültürünü bilen insanlar var. Ancak onun içinden değil, dışından konuşanlar işitiliyor. Bu durumun adını koymayalım. Ama başkalarının söz hakkını, başkalarının bakışlarını kendi ufkundan, kendi(ne) bakışından bile daha çok sunan bir konumda Mevlevilik.

Mevlevilik sömürgeleştirilmiş doğu dini; meditasyon, gevşeme rahatlama dini; hazcı dinler jeneratörlerinden de nasibi almış durumda. Çoğu "Rumi" çevirisi, alıntısı vurgusu Mevlana'dan çıkarılabilecek en sıradan bir bilgeliği bile yadsır, dümdüz eder durumda.

Mevlana ve Şemsin reddettiği bir Vahdet-i Vücud yorumu, hattâ mevleviliğin temellerini oluşturan bir aşk, birlik kavramının politeizasyonu zaten var olan, kendini dayatan, önü açılmış olan, çığ gibi büyüyen bir silme süpürme işi.

Buna aşkla karşı koyan üç beş kişi sabırla köklerinden kopmadan, dünyaya nefret kusmadan, kimseleri silkelemeden, isyan etmeden, kovalamadan, kışkırtmadan, sabırla, sabırda, birlikte, birliğe teslim oluşta, insandan umut kesmemede yaşıyorlar.

Din olmasa tasavvuf ne güzel olurdu diyenler, sömürgeci hoşgörücülüğü değil, hoşgörmüşü, sabretmişi, katlananı, itilip kakılan ama itip kakmayanı ortadan kaldırma derdindeler. Onlar, anlayanın, sabredenin, sevenin, inananın eşiği. Onlar olsa da olmasa da siz de değişen ne olur? Onlar gitse, size ne kalır? Onların evi de işgal edilse size aşktan ne kalır?

Son mevlevi de teslim olmadan mevlevi olamayacağını düşünüş. Din olmasaydı tasavvuf ne güzel olurdu diyebiliş. Bizi aranıza alabilmeniz için bize benzeyin diyebilmenin " başkalık" hakkı ve hukuku? Başkalığa bakışın ahlakı?

Mevleviler adına konuşabilseydim, şunu söylerdim: Size Mesnevi okumayın diyen mi var? İstediğiniz kadar okuyun. Buyrun, istediğiniz gibi de yorumlayın, gerekçelerinizi vererek, ve söylediğinizi eleştiriye açarak. Ama inanmadan inanç sahibi olmak, sevmeden aşk konuşmak, olmadığını görünmek, göründüğünden olmamak iki yüzlülüktür. İki yüzlülük bizim işimiz değildir. Kapılar açık, ama misafirin yalanı yalancısını değil, ev sahibini, muhatabını mahcup eder. Utandırmak istememekteyiz, bundan mahcubiyetimiz.

Gönül evinde çizmeyle dolaşılmaz. İnsan inanmadan da sevebilir. Evi fethetmeden de evdeki güzele, güzelliğe tutulabilir.

Bizler de kaybolursak, istediğiniz olursa, o bina ne işinize yarayacak?

Biz biliyoruz ki, dibe vuracağız. Aşka geldiğimiz kadar, aklımız da başımıza gelene kadar. Akıl başa gelince, ne bir kin kalır, ne öfke. Sabrımızı beklemekteyiz. Sabıra beklemekteyiz.

İçinde çizmelerle dolaşılan bir bina. İçinde dolaşılan sikke, kavuk, cübbe, tennure. Biz hakikatimizde, hakikatimizle dolaşmaktayız. Onun bende olduğuna bendeyiz. Onun yolunun tozuyum dediğinin yolunun tozuyuz. Tersini iddia edenlerden de elbette şikayetçiyiz.

Öğretiden ibaret olan dahi hikmetle değiş tokuş edilmeye çalışılıyor. Hikmeti bırak, doğunun yüzeyseline bak. Evlerdeki bakırı talan eden naylon tabak satıcıları, naylon tabak, alüminyum tencere değiş tokuşcuları gene ev halkınca buyur edilmekteler. Kendilerini ne kadar eşit ya da kurtulmuş görseler de, naylon tabak devrini kapatamamaktalar. Kensisini evin sahibi göremeyen, kapkacağı talan ettiren bir hatun nasıl eşitliğin sözcüsü olabilir? Evinden çıktığında ev halkı evi yağmalıyorsa, yağmalatıyorsa o adam nasıl ev sahibi olduğunu düşünebilir?

Eşitlik, adalet, farkılığın zenginliğinde yaşamak, dayanışma, hak hukuk, ne ver kurtul işidir, ne kaç kurtul işi, ne de unut kurtul. İçinde yaşadığın dünyayı okumak, birlikte yaşadığın insanın, insanların derdini dert edinmektir. Dertte kaybolmakta değil, derdi tanımaktadır vurgu.

Senin derdini dert etmişlerle bir alıp veremediğin varsa, kimin ayakkabılarını giymişsin, kimin gözlüklerinden bakıyorsun, kime neyi kimi sunuyorsun bir bak! Yıktığın ev kendi evin.

Evet dışına çıkabilmektesin. Şimdilik. Çıkamaz durumda olduğunda, çıkmazda olduğunda, tavrını tüm dünyaya önerdiğinde ne olacak, bir kural olarak, bu senin ayrıcalığın değilse?

4 Kasım 2007

"Düştü"


"Kimi terk-i nam u şane kimi i'tibare düştü" diye bitirir o güzel gazelini Şeyh Galip.

Aydın olmak bir kapkaççılık sanılmakta ne zamanlardır. Bir ses bul yakala, ses getiren ya da ses kestiren bir ufuk yakala. Üzerinde oynayıp kendinin yapmaya yakın eserler bul ustası bir kenarda oturan. Metinleri biribirine bağlamanın, zarif laflar etmenin gizli ezberlerini keşfet. Akademinin kolaycı rituallerini, hakikatsiz ukalalığını edin. Anlamanın metodunu bulamayınca, anlamamanın şık metodiğine kalebent ol: Akademik kariyer yap. Gerisi şov, defile, imaj, ilişkiler kurma, zaaflar yakalama işi. Yapmadan yaşayabileceklerimizin telaşe müdürlüğü. Ve sadece ihtiyacın ve tesadüflerin dümdüz edemediği, varlıklarının başkalarının asalaklığına meşruiyet kazandırdığı tek tük bilim adamı, birikim sahibi, haysiyet sahibi düşünür yada hiç olmazsa düşünenisever insan.

Bir ustanın bilinen, ezberlenmiş sözüyle oynayan, hakikatle, hakikatiyle altüst eden, tepetakla eden, aydınlatan, bir başka söylenmemişe aynayı tutan göndermesiz, kaynak belirtmeyen, kaynakları birbirine düğümleyen dolaştırmanın ince lafzıyla gölgede kalmışı, bilinmeyeni, susturulmuşu, varlığı inkâr edilmişi yağmalamanın lafzı bir tutulmamalı, tutulmamalıydı.

Varlığı inkâr edilmişin yokluğuna taziyedir de eserlerinin, çilesinin, çabasının, kafasını taşlardan taşlara vurabilmesinin, her yaşta öğrenebilmesinin, öğrenebilmek için, anlayabilmek için her kolaylık ve nimetten vazgeçebilmesinin meyveye duran ağacının talanı. Ukalâlık sınır tanımaz. Beğenilme, beğendirme, etrafını ezme, üzerine emek vermediğiyle pohpohlanma güdüsü. Pohpohlanacaktır. Aslını kalbinden ayırd edebilme üzerine mi kurulu entellektüel ahlak? Hakikatseverlik üzerine? Vefa ya da kadirşinaslık üzerine?

Ben her talanı sükunetle karşıladım. Ama emeği yağmalanmış her insanın burukluğunu da çektim: Daha fazlası vardı, asıl alabileceğinizi almadınız ama, o şamdanlar para etmez, değerli olanlar sizin için çuvala konmuştu, kapının arkasındaydı.

Kimselere bildiklerimi aktaramadan gitmenin acısıyla yandım hep. Kimse hepsini istemedi. Parlamaları için yetecek kadarı yetti. Öğrenci de, dersini alan da hep biz mişiz. Bir tartışmadan, bir buluşmadan bir ufuk karşılaşmasıyla, genişlemesiyle çıkacak olan da.

Ustalarımızı hangimiz talan etmedik ki? Ben aceleci yanlarını aşmalarına, başkalarıyla buluşmalarına, bir çiçeğin başka bir çiçekle buluşmasına yol açmaya çalışarak dolaştım fikirler, eserler, bir fikir kurmak için sarfedilmiş unufak olmalar arasında. Bazan parlak bir nükteye, bir ustalık pırıltısı da sunup teveccüh kazanmaya çalışmışlığım da az değil.

Eserleri eserlere bağlarken şık, oldu bitti, ben yaptım oldu demedim ama. Hakikat kaygısını, hakkani olma kaygısını asla terketmedim. Taksi sürdüm, bulaşık yıkadım, yerleri süpürdüm, yaşlıların altını değiştirerek geçimimi sağladım. Ama, düşünceyi, okunmayı, okutmayı, anlamayı, anlaşılmayı, hatta rezil olmayı aceleye getirmedim.

Yapayalnız kalmayı, sevdiklerimin rahata kaçmasını göze alabilmeyi, aç uyuyabilmeyi göze alarak yaşadım.

Okunduğum da oldu. Ne alıp da gidebileceğini düşünenlerce çoğu kez. Bulamayacakları eserlerin kapılarını araladım yine de. Alamayacakları eleştirilerin kapılarını. Yeni ahırı alıp gittiler. Yumruklarını içinden çıkarmak istemedikleri nadide vazoyu kırıp gittiler, avuçlarındaki iki kuruşluk hazineyle.

Hakikatin testisi kırılır da çiçek açar. Kırdığın kendi hakikatin, Ey Hakikatsiz!

Bizi yanıltmayan insan kapımızı çalacak mı bir gün? Biz onun kapısını çalabilecek miyiz? Bir gün?

Ona istediği her hazineyi verince, ama "yine de tevazuyla yaşa!" diyince, "eyvallah" diyen birileri çıkacak mı karşımıza?

Şeyh Galip "Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü" ile başlar gazeline. Kim anlar, binlerce yıllık çilemizi? Kim anlar, kendi ilk öğrencilerimizin yine kendimiz olduğunu? Talandan kalanın bakî olduğunu, bakî olana gülümsediğini.

Dünyada daha latif ne var ki tevazudan başka? Arif'in de yakınacağını görüp ona göz kırpmalardan başka.

Dede Efendimiz! Mektubunuz yıllarca dolaştı durdu, durdu da, bu fakir hayattaki,yani bir fakirin hayatındaki adresini bile buldu. Hep bizlerden sonrakilerin sofralarında susmaktayız, sofralarına susmaktayız.

Soframıza bir gazel daha düştü. Soframızdan bir gazel daha düştü.

Bir gazel daha yola "Düştü!" Efendim.

1 Kasım 2007

Leyla, Mecnun, Çöl ve Ben Divanı 1


1)

Kız Oğlana dedi ki:
Bahçelerde sabahlamadık, günün doğuşunu seyredemedik, goncanın açışını yaşayamadık, işte ondan.

Oğlan Kıza Dedi ki:
İlk gülümsemeni bekledim başucunda, hastayken, kaybettim, kayboldun sanırken. Kainat gonca olup açıldı, sen uyanıp da bana gülümserken. Gün seninle doğdu, ay teninde parladı. Bahçeler hayat kokunla bahçemize aktı. Sabahımız akşamımız kalmadı.

Kız Oğlana dedi ki:
Seni daha fazla bekleyemezdim. Hasretine dayanamadım. Nerelerde olduğunu düşünmeye dayanamadım. Yandım. Çöl içime aktı. Daha kolay olmalı, daha serin, daha ferah olmalı aşk.

Oğlan Boynunu Eğdi:
Seni hayat boyu bekledim. Daha fazla beklemeliymişim, O sen idiysen. Az beklemişim. Daha derin, daha yakıcı olmalı aşk. Yine de sana bir gölge sunamadım, seni koruyup kollayamadım, divane oldum, eve ekmek derdinde bir divane oldum, sana koşturacağıma, avlandım, sana yemiş topladım, geciktim. Heybem kapında. Evim artık dışarda.

Kız Oğlana dedi ki:
Senden başka kimsem yok. İmdadıma gel. İmdadını duyurma artık. Git. Ama benim için varol. Benim yerim başkalarının yanında olacaktır artık.

Oğlan Kıza dedi ki:
Bu bir rüya, bir kabus. Kolayına kaçmadım demektesin. Kaçmadım demektesin. İmdadına geldim. Heybemi evine sokmamaktasın. Onlar kaybettiğimin yerine, kaybettiğime topladığım yemişler. Kaybetmek değil, kaybettiğini bilmek, solacak olan değil, soluşu görüş beklediğim. Çığlıklarına geleceğim, ama bir daha beni göremeyeceksin. Bunu kabul ettiğini kabul ettiğimde hayalinde bile kalmayacağım.

Kız Oğlana dediki:
Kırık aynayı yapıştırma Ey Yere Göğe Koyamadığım! Ayna yere düştü. Alâkasız konuşmakta. Söylediklerimde sakın bir bütünlük arama. Artık senin değilim!

Oğlan Kıza dedi ki:
Ne desen, ne hissetsen de bilsem bile, aramıza aynadan da olsa bir paramparça eden, ışığı bin bir yöne kıran, bütünü ufalayan bir şey girdi. Ama yüzünün aynası, gözlerinin aynası olduğu yerden bakar.

Kız Oğlana dedi ki:
Git artık. Heybendeki çürük yemişleri de bir başka kıza götür. Bana sen gerektin. Şimdi sensizlik gerek.

Oğlan Kıza dedi ki:
Yolum açık olsun. Ne sen, ne de sensizlik beni yollara düşürürdü. Sendeki bensizlik. Ben sende kaldım gibi, ama bu kapı önündeki bendi seni seven ben. Benden kalan herşey senindir. Hakkım senindir. Geçen günüm senindir. Ufkum senindir. Aradığında benim yüzüme bakabilecek olacağını biliyorum!
Kız Oğlana buz gibi:
Öyleyse aramayacağım!

Oğlan acıyla:
Yüzüme bakamayacak bile olduğunda ara…

Kız Oğlana gülümsedi. İçi kaynadı, vücudunda hayat dolaştı, sesi berraklaştı. Güzelleşti.

Görmemezlikten gelen Oğlan, seçebileceği en kısa yolu mu, bitirilemeyecek, uzunluğu tahayyül edilemez bir yolu mu seçti bilemiyorum.

"Aşıkların sonu hayırlı olsun ve bize onlara kol kanat germek nasip olsun diyelim!" dedi ve soğumuş kahvesini eline aldı, alnı kırıştı, çevirdi, çevirdi, sümbül işlemelerini köklerine kadar takip etti....

2)

Askeri darbeden iki yıl sonra, kaldığım ormanla, selamlaştığım ayı ve tilkilerle, kucağımda büyüttüğüm ceylan ve kirpilerle vedalaşarak yola çıktım. Tahsilime devam etmem, dillerimi unutmamam bir gün bize kapılarını açacak üniversiteyi çaresiz bırakmamam gerekiyordu. Hayal bu ya. Türkiyeye yazabileceğim, O’nunla mektuplaşabileceğim, hatta telefonla görüşebileceğim bir yerlere ulaşabilmeyi bile ümit ediyordum, içten içe. Ne hayatını kurtarabileceğim insan kalmıştı, ne yolu yoluma uğrayan birisi. Yapayalnızdım. Dünyadan haberim, çöplüklere inerek topladığım gazete, kağıt, defter, mektup parçalarıylaydı.

Üstüm başım paramparçaydı, şehirlere kaçak bile inemiyordum. Çamaşır çalmak? O kadar az şeyleri vardı ki insanların. Bir de benim üzerimde görürlerse. Kendime yediremedim. Yeterince eşyam vardı. Zaten taşıyabildiğimden fazlasını uzak yerlerde saklıyordum.

Okuldan arkadaşım Ammar”ın yanına gitmeye karar vermem zaman aldı. Ailesinin Şatira Mülteci kampında kaldığını biliyordum, belki ondan arkadaşlarımdan, okuldan, dostlarımdan ve geride bıraktıklarımdan haber alabilirdim. Belki bir caddede yeniden yürüyebilirdim, ona benzeyen kızlar görebilirdim. Kenardan geçebilirdim.

Ormanda tanıştığım, bana dilendiği ekmekleri, bayramlarda kendisine verilen sinirli etleri getiren, bazan üstümü başımı kendisiyle değiştiğim, civar köylerin delisi Ömer beni kataraktlı bir balıkçıyla tanıştırmıştı. Karısının mezarının başında bir kulübede yaşayan bu adamın ne bir radyosu, ne zaman duygusu, ne de konuşmak istediği bir mevzuu vardı. Balığa çıkıyor. Ne tuttuğunu biliyor ama. Temizleyip çalı çırpıda pişiriyor, gerisini kedilere bırakıyordu. Yazın dışarda kenarları örülmüş üstü açık bir ocakta, kışın içeride.

Keşfe çıktığım vakitler kulübesine de uğrar, eğer elimde varsa ocağın üzerindeki göze kibrit, yoksa ocağın yanına çalı çırpı bırakır giderdim. Bazan közde pişmekte olan bir balık olurdu, bana, gelene gidene bırakıldığını anlar karnımı doyurur, ortalığı toplar giderdim.

O akşam, alacakaranlıkta Kataraktlı Balıkçının klübesine geldik. Teknesine brandadan yapılmış, yıllardır kullanılmadığı belli olan bir yelken yüklüyordu. Pişmiş balıkları bir sepete koydu, tıkıya benzer bir fıçıyla ve naylon bidonlarla su yerleştirdi kıç tarafındaki kapağa.

Ömerle kucaklaştık ve küreklerle yola çıktık. Hava kararana kadar kürek çektik. Yanımda ne bir kimliğim ne de bir fotoğraf vardı. Onun pasosundan söktüğüm şipşak fotoğraf hariç.

Yakalanırsak tekneyi kaçırdığımı söyleyecektik, daha doğrusu ben söyleyecektim, Sefer Dayı konuşmazdı. Tek kelime etmezdi. Karısı ölene kadar onunla tek kelime konuşmamış. Onu bulduğu koya gömmüş. Ve kulübesini de oraya kondurmuş. Ne bir mirascısı, ne arayanı, ne de soranı vardı. Başını belaya sokmadan, durdurulma tehlikesini yaşamadan teknesiyle yola çıkabilinecek tek adamdı. Yolu bulabilecek miydi? Kimbilir?

Önemli olan yola çıkmak, kaderimi çizmekti, teslim olmamaktı gözümde. "O"nun başını belaya sokmamak için fotoğrafını ezberledim, ruhuma aktardım, unufak ederek suya saldım. Kağıt, yine de gönlümle beraber eridi gitti.

Rüzgar vardı, mazotu dönüşe bıraktık. Çıt çıkarmadan.

"O gün bugün çöllerdeyim. " dedi ve sırtını dönüp uyudu. Ayılara ad vermiş miydi? Ceylanına ne olmuştur? Kirpiler ne kadar yaşar diye soramadım. Böcek istilasına uğramış kaput bezlerine sarınarak ve muşmula mı yeni dünya mı olduğunu anlayamadığım şeyin çekirdeklerinden yapılmış çayın şekerli kokusuyla tütsülenerek uyumak için kıvranmaya başladık.

Neden bir ayrıntı yok? Neden konuşmaz bu adamlar sevdikleriyle, ama mezarını bile beklerler? Hangi orman? Toroslarda olmalı.

Böceklerin vücudumu kemirişlerini hissederek sabahı beklemek ve en uyunmayacak saatlerde derin bir uykuya dalacak olmamın cansıkıntısına kendimi bıraktım. Çölün uğultusuyla iç çekiyordu yere kıvrılan hareketsiz adam. Bunlar nasıl uyuyordu? Uykuları susma haklarını mı kullanmaktan ibaretti?


3)

ay çöreğiydi yarim
herkese gülümser
ama bana ters döner

yine de gülümserse
bir başka gülümser



iki yıldız bir ay çöreğiydi yüzü
bir gülümsemeye konmuş
çıtır çıtır iki nokta

evet evet evet yanlış yerleştirilmiş
bir ay çöreği gülümsememesi bana



insan alnı kırışarak insan oluyor
rüyasıyla kuyuya düşerek



beni uykusuz bıraktığında
kapımı yıktığında
sevdim
en huysuz halinde
başucunda oturup
terini sildim
gözyaşı ezberledim
dirsek yedim
yorganımı çekti aldı hep

ben üstü açık uyudum

dişlerini teker teker fırçaladım, parlattım
burnunda çıkan sivilceyle savaştım
kardeşlik paktını kabul edemeyince o güzel kusuruyla

eski bulaşıklarını yıkadım homurdanarak
yemek yakmamayı öğrettim utanarak

kahvaltıda ne yediğini sordum uzaklardan
her sabah
topuklarını nemlendirip nemlendirmediğini



o beni dinler miydi?
hatırlamıyorum evet, evet evet!
ama o
şirin bir ay çöreğiydi!



yazılarını
mırıltılarını
pırpır eden kalbini okudum
sessizliğini dinledim haftalarca
bir kelimesini kaçırmadım dili çözüldüğünde
ah bir hatırlasa hülyasını ama nerdeeee
ay çöreği benim yarim
tabii ki sıfır hafıza



çaylar karıştırdım
kafamı karıştırdım
hayat karıştırdım işime gücüme
yazılar yazdım bıraktım okumadı
evet evet evet en iyilerini
ya başka hatunlar da beğense n'aparmış
söylenmemiş saydı hep sözümü



bağırdım çağırdım, hoplattım katlandı da
kucağına yaslanıp ağlamamı
kabul edemedi

bir yiğit adam
ay çöreğinin peşinde tin tin tin
sanki ben tini mini, o hanım



uzak yoldan geldiğinde
ayağını öper
boynunu koklar
yanaklarını okşar
yemeğini yedirir
yıkayıp kurular
saçlarını örer ay çöreğinin
alnı kırışan adam



ne zaman kapıya yaklaşsam
ne zaman düşünsem
ne zaman birisini arasam
ne zaman kıvransam
ay çöreği yerlere düşer
unufak olur, dağılır



ayyy çöreğinden bir kadın gülümsemesi yapmaya çalışmam
bir delilik evet, evet evet
ama başarıyorum, başarıyorum eveeeeeeeet de
ay çöreğim her sabah fırından çıkar
ve yine el yakar



ay çöreği büyür
büyüyen ay çöreği gülümsemesiyle
sahillerde dolaşırım
hızıma kızar
selamlaştıklarıma,
akşam yemeğine bekleyenleri hatırlatışıma
ters döner



akdenizin en mavi noktasında öperim
ol mercandan, kalp dudaktan, heyecandan
deniz ve mehtap, dalgalar, ve aşkın en derin aksi
ama burnuna su kaçar
ters döner çöreğim



bir şiir bırakırım avuçlarına
sevinir ama gerilir
kızlar seni ararrr
hayranların peşine düşerrr
ters döner ay çöreği

korkma ay çöreği
beni kimse yayınlamaz
beni kimse sevmez
beni kimse
okumaz okutmaz
anlamaz anlatmaz
kelimelerimi değiştirmeden
kırmızı kalemlerle
kanatmadan
uçurmazlar alemlerine



bana uykun
gülümsemen
açık yolun
pürüzsüz sesin
ışıltınla
gelmedin

yüzünü güldürdüm, yüzüm güldü
gülümsememden verdim, yüzünde yüzüm
adımı verdim
düşüncemi
bakışımı
gözlerimi
ve ruhumdan bir nevresimi

sana siper oldum
emek verdim
didindim
çırpındım

ama sen
cıvıl cıvıl
yaramaz mı yaramaz bir ay çöreği oldun
yollarda zıpladın
merdivenlerden yuvarlandın da
kulağından tutup
tabağına koydum, afedersin



bıraksan seni seçerdim bin kere yüzbin kere
korktuğunda cebime girdin saklandın
korktuğumda cebimde miydin? nerelerdeydin?
hiç sırtımı örtmüş müydün?
çoraplarımı yıkayıp asmış mıydın?

evet evet evet
bana yemekler yaptın bekledin
sonra yıllarca küstün
yorucu, zalim, beklentisi yüksek bir adam
ben sana hizmet edemem
kaşı çatık, alnı kırışık, rüyalarında inliyor
inliyor muyum? o halde ambulans çağır



rüyalarında ay çöreklerine el uzatıyorsa
düşünen adam
ya seni severlerse
pehlivan
hapisaneleri
meyhaneleri
kerhaneleri
kutupları
çölleri
kör kuyuları bilen ciddi adam
ay çöreğin kızar, kızarır, dağılır
unufak olur

ay çöreklerinin derdini alıyorum ayçöreği
kırık ay çöreklerinden gülümseyen çörekler yapıyorum
ve evlerine gönderiyorum
alnım kırışarak
yemeğimi unutarak
işime geç kalarak
kitap sayfalarına ay çöreği sararak
kızma bana
ben buyum
bu kadarım



insanlık ağır, çetin bir meslek
bir kuyudan seyreylemek rüyayı ne güzel
yusuuuuuuuuuf
ne güzel şey insan olmak ay çöreği

sen iç çekerken sana gülümserdim
sen gülümserken iç çekiyorum
insanlık zor zenaat, insanlık bir delilik
alnı kırışık bir adamın avuçlarında
daha rahat gülümsese de bir ay çöreği



gördüm
baktım
duydum
yetiştim
sağa sola
evet memleketi senden fazla özlerdim bazan, özür dilerim
ülkemle arama girme n'olur derdim, çok özür dilerim
sen benim ülkemdin de, sana yurdummmm derdim
avucumda çıtır çıtır yeni doğmuş bir ay çöreği
gururla yolumda giderdim



şimdi bir ay çöreğim yok
kalmadı
yuvarlanııııııp gitti

bu hikaye de anlatılamadan bitti



gökten üç elma düştü
ve bir şairin omuzları

omuzlar yolda kalsın
elmaların ilki ay çöreğinin başına, incitmeden
diğeri mutluluk arayanların
üçüncüsü bu satırları okuyanların



ve
dev gibi yollara azık bile olamaz
minnacık bir ay çöreği

ona nasıl kıyılır ki?
ona nasıl kıyılır

4)

Suskun Balıkçı dile geldi:

Ayrılıkta kavuşma ummaktasın genç adam. Ayrılıkta kavuşma beklemektesin. Oysa kavuşmalar bile ayrılıktır çoğu kez. Çoğu kavuşma ayrılıktan ibarettir.

Aşıksan boyun eğeceksin. Aşıksan yere göğe sığdıramayacaksın. Aşıksan herşeyin üstünde göreceksin onu. Göremiyorsan aşık değilsin.

Ben güzeller güzeli karıma aşkla bakamadım. Gururlu bir insandım. Gidişini dönüşünü gurur meselesi yaptım. Onunla bir daha hiç konuşmadım.

Bugün mezarının başında yaşıyorum. Ölüsünün dahi ayakucunda. Bugün yokluğuna dahi aşığım. Yokluğunda aşığım.

Aşık, gözünde perde varsa aşıktır. Gördüğü her yerde aşkı görüyorsa aşıktır. Eğer hakikati görüyorsan, eğer bir yanılsaman yoksa, eğer gördüğüne duyduğuna baktığına ettiğine kapanmıyorsan aşık değilsin.

O suya yırtıp attığın fotoğraf için bütün bu suları içip bitireceksin bir gün. Bu seni daha da susatacak. İçtikçe susuzluğun daha da artacak.

Yırtıp attığın bir suret. Aşksa sende genç adam. Aşk sende

Ben karım yaşarken hiç konuşmadım. Şimdiyse insanlıkla konuşmuyorum. artık içimden ne geçiyorsa, ne söylüyorsam kendi kendime, onunla sohbetten ibaret. Suskunluğum sohbetten ibaret. Artık ondaki güzeli buldum. Sonunda onu güzel buldum, onu olduğu gibi kabul ettim ve kendimi affettim.

Seni neden buralara getirdim? Belki çilemin bitmesine vesile olabilir diye, göremediğini de gör diye. Ben artık o kadar yoruldum ki, buralara yolda ölmek için geldim, bir aşığı yoluna bırakırken ölmeye geldim. Ama bu bendede o talih ne gezer! Ne gezer?

Sen başkalarını dinleyerek de öğrenebilen bir çocuksun, söylenmeyeni bile işitebiliyorsun ama senin kaderin yaşamak görmek dersini almak.

Yolun açık olsun. bir kere yola çıktın bir daha geri dönemeyeceksin. Dönmeye kalkarsan, hatta dönersen daha da uzaklaşmış olacaksın.

Bunları göze alabilecek kadar gözü kara, ama yarin dizi dibinde oturmayı dileyebilecek kadar da yufka yüreklisin, işin ne zor aşık, aşk ne zor iş, yolun açık olsun!

Yolun açık olsun!

Sur'un ışıkları, şafağın yakınlaşmasıyla taçlanıyor, suya vuruyor, ateş böcekleri telaşeyle geçişiyorlardı. Kıyıda ne işiniz var, neden dikkat çekiyorsunuz ateşböcekleri.

Ne güzel bir gecenin sabahı, boğucu bir sıcağın önü sıra gelen bir telaşe doğada. Tuz gözlerimi yaktı, burnumu ağzımı hissedemiyorum. Bir taşa oturup balık tutar gibi yapabileceğim bir yer kestirmeye çalışıyorum. Kumu yağmalanmış taşlı bir yere ayak bastığımda dizlerim titriyor, topuklarım kanıyordu. Aç ve susuzdum. Kalan sudan içmek istemedim. Suskun balıkçının daha bir de dönüşü var.

Bıcağıyla elindeki bir kesik ya da yaranın nasırlanmış izini kazımaya başladı. Bakamadım. Acı duymuyor gibiydi. Sayıklar gibi konuştuğuna göre anlattıklarından artık etkilenmiyordu. Bir itiraf, kendini gizlememe, yarasını açıp gösterme, bozgunlarını saklamama halindeydi sanki.

Yaşlı bedevi mırrasını doldurdu. Şükürler ederek, şükranlarını mırıldanarak yuttu. Yüzünü buruşturdu. Gözlerini kıstı. Balıkçının suskunluğunu bir nefeste verdi.

5)

Aşığın dünyası yok. Maşuğun bir sığınağı yok. Aşk neyleye?

Aşk için yola çıkacağına, kadehi atsaydın ya elinden. Dünyayı aşık etseydin. Dünyayı aşkla tanıştırsaydın.

Sırtını döndüğünde dalgalar alacak kumdan kaleyi, Ey Çocuk! Sadece kale kurmayı ve kaybetmeyi öğrenmektesin.

Senin gayretin, sevgilinin gayreti neye yeter? Dalgalar ve rüzgar, sahilde safaya çıkan çıplak ayaklar üzerinize titremedikten sonra.

Bekleyen bekler de, nerde beklemenin dünyası? Ki seni yola çıkarana mı dönmektesin? Dönüşün sebebine!

Sevgiliyi üzseydin, aşkın üzerine titreyen sen olsaydın, Ey Mecnun!

Duvara çarpsaydın tennurene dökülen şarabı. Dünyayı harap etseydin.

Tabip sendin, aşık sen oldun. Aşk derdiyle yanana kim sunar su?

Medet et ey tabip, yara sar, göz kulak ol, şişeyi gülün dibine dök, azar işit sevgiliden!

Nedir yoksa, bunu çaresi?

Eller arif değilken.

6)

Yaşlı bedevi ellerini dizlerine kenetlemiş oturan boynu öne eğik, bukleleri yüzünü kapatan şahısa daha alçakta oturmaya özen göstererek ve gözlerini yere sabitleyerek sordu: Şeytan bile aşık olsa, aşk ehlinden olur, şeytanlığından eser kalmaz deniyorken, neden insanlar aşık olduklarında insanlıktan, yoldan, çığırdan çıkıyorlar? Neden şeytanın yapabileceğini insandan bekleyemez hale geliyoruz?

Cevap vermek için doğruldu, alnı kırıştı, elleri parladı. Yüzüne baktım, suretindeki toztoprağı sildim attım aklımdan, kala kala ayışığı kaldı. Mercan dudaklı, sedef yanaklı, sürmeli, zeytin gözlü, kalem kaşlı, sırma saçlı, hissettiği derisinde dolaşan, şeffaf tenli, şeffaf ruhlu, mahcup gülücüklü bir kız. Bu güzelliğin o kadar insan tarafından farkedilmemesine şaşırdım.

Yaşlı Bedevî cevabı beklemeden kulak kabarttığı bir sese doğru sessizce kaydı gitti.

"Sevgili buraya gelirken benim bir yanımı da getirdi. Ondan ayrılış bir yanımı da götürdü. Bir yanım burada, kaldı bir yanım orada. Buradaki yanım yarin izinden gider. Öteki yanım yari ezer de geçer".

"Beni güzel buldunuz!" kıpırdayıp sönen bir ses tonuyla, ve bakışıyla yeri delerek. Rüzgarın getirdiği yasemin kokusu. Yıldız yağmuru. Yine uçuşan ateşböcekleri. Uzaktaki bir düğünden uğultular.

"Ama kimse farketmiyor sizi".

"Herkes sadece kendi sevgilisini görür". " Sizin sevdiğiniz yok mu?"

"Hayır" dedim "var". Ne diyebilirdim? "Onunla hiç konuşmadım" mı?

Yine gülümsedi. "Sevgililer aynıdır. Bende onu gördünüz."

"Sizdeki sevgiliyi gördüm, ama onu göremedim".

"Bende gördünüz. Aşık yarinden başkasını görmez"



Gece karanlık, adını bilmediğim böceklerin uğultusu, buğulu, rutubetli, boğucu bir hava. Bu rutubet nereden geliyor, bu yapış yapışlık vücudumuzun ermesinden mi oluşan bir hal, bilemiyorum.

Bir taşın üzerine oturan yabancı, çöle bizlerden de yabancı, şakaklarındaki saçları avuçlamış düşünüyor. Sokuldum. Daha alçak oturdum. Eteklerimi topladım.

"Kaçırıldığımda karımı terketmek üzereydim. Ve Sevgilimin karıştırdığı herşeye bulaşabilirdim . Ne bu memleket, ne de dünya, hiç bir şey umurumda değildi. Sadece o kadının, daha ben kaçırılır kaçırılmaz bir başka adamla kaybolan o kadının her günahına girmek, her girip çıktığı belayı paylaşmak için yanıp tutuşuyordum. O kadın için yanıp tutuşuyordum."

"Buradaki kadar hiç bir yerde itilip kapılmadım. Yemeklerimin içinde çırpınarak boğulan böcekler, sıcak, hücremde buharlaşan, genzime kaçan sidik. Serbest bırakıldığımda, kaçırılmamın nedenini nasılını, neden esaretten kovulduğumu hiç önemsemedim. Karım benden çoktan ayrılmıştı. Nasıl becerdi, üzerinde durmadım, itiraz da etmedim. Çocuklarım benim kabullenemeyeceğim insanlar olmaya yetiştirilmekteydi. İnsanlar ne çabuk değiştiriliyor oysa ben kendimi, evdeki kediyi, karımın en kurtulmak istediği halini bile bundan kat be kat uzun bir sürede değiştiremedim. Zerre kadar."

"Gidecek yerim yoktu, sokakta kalmıştım . Ne tazminat derdindeydim. Ne alabileceğim birikmiş paralar umurumdaydı. Hesap sormyı düşünebileceğim kimse de yoktu. Eşyalarımı geri almam, aramam için verdikleri gidiş dönüş bileti cebimdeydi".

"Çöl beni çekti çölün uğultusu. Çöldeki yalnızlık. Giderken küçük çocuklarca taşlandım. Su veren olmadı. İtildim kakıldım. Düştüğüm yerde taşlandığım oldu. Döndüğümde daha beteriyle , bir kayıtsızlıkla karşılaştım. Beni adeta görmüyorlardı. Yüzüm, duruşum farklılaşmıştı galiba. artık bir görünmez adamlık kazanmıştım, bir dokunmazlık. Kimse yüzüme gülümsemiyordu . Kimse nefretle bakmıyordu. Bu bana başta daha acı geldi. Şimdi bazan bunun tadını çıkarıyorum. Bu mecnunlar vadisine, bu unutulmuş yere uğrayacakların bulabilecekleri tek şey delilik, çılgınlık, aşk derdi, kaybolmuşluk, yolunu kaybetmişlik. Bela aramayan kim gelir?"

"Çölde ne buldum? Ne kendimi küçük buldum, ne de çölü büyük. Ne aşkımı buldum, ne de aşka kendimde bir düşmanlık. Sadece bu dünyanın çocuğu olduğumu buldum . Ve bu insanlara, bu kızdığım, dünyayı başlarına yıkmak istediğim insanlara tuhaf bir biçimde aidiyet duyduğumu ."

"Bütün dünyanın delileri buraya geliyorlar ve dünyanın en ulaşılmaz bilgeleri oluyorlar. Bunu yapan şey ne? "

"Ben burada yalnızlığıma kavuştum, ya da yalnızlığımı yendim. ne yaptığımı bilmiyorum, ama buradayım. Ne savaş beni ilgilendiriyor ne de barış".

Yaşlı bedevi dünyaları onararak bakan kıza bir kaç damla mırra sundu, uykusuz bırakmamak ve düşüncesinden alıkoymamak için. Geriye kalanı kendisi içti. Tekrar. Tekrar. Tekrar doldurdu. Doğrulurken ikrama teşekkür etti.

"Bizim yerimize içti, bizim kahvemizi içti" dedi Abdülcorç. "Adım Abdülcorç,
neden böyle oldum, neden Abdülcorc oldum bilemiyorum, insanlar bana Abdülcorç demekte.
Bu çölün yabancısıyım. Yabancının yerlisiyim. Bu çölün yabancı çocuğuyum."

Develeri kaşağılarken Marcelin son şarkısının melodisinden hiç bilmediğim bir makama geçki yapan, develeri rüyadan rüyaya sokan sultan heybetindeki seyisin, gönüllü hizmetkârın yanında yere çömeldim, benden daha yüksekte olmasından başka bir çare bırakmadım. "Adınızı bağışlar mısınız?"

"Cüneyd idi" dedi. Bağdat Bağdatken.