15 Ağustos 2011

Kaçsam Bırakıp Senden Uzak Yollara Gitsem



Makam: Nihavent
Usul: Semaî
Beste: Mehveş Hanım
Güfte: Mehveş Hanım

Parmak kadarken büyüklerimin mırıldandığı şarkılardandı. Denizkızı Eftelya güzel söylerdi. Halam da. Ah, Halamın sesi!

Ses aralığının genişlediği kısımlar bir duyarlılık paylaşması duygusu verirdi hep bana. Nakaratlara doğru (üçüncü mısralara girerken) çocuk kalbim pıtpıt atardı. Şimdilerde neredeyse farketmeden geçeceğim. Belki de dayanışmasız bir dünyayı verili kabul etmeye başladığım için beste tekniğine, akışa, dinamiğe dikkatimi veremez oldum. İnsanlık kaybı, insanlığımı kaybım.

Parça bana her zamankinden daha hüzünlü geliyor artık, eski icralarını düşündüğümde bile, o an için değil, ama bu an için. Canım yanıyor, kıvranıyorum dinlerken.

Can yakıcı, acıtıcı olan kimseyi avutamayışımız, kucaklayamayışımızdan. İnsan kurdu olduk, yıkıntıların altından insan çıkaracağımıza yağmalıyoruz artık. Aman vermiyoruz birbirimize. Aman vermiyoruz birbirimizin iyi yanına, güzel yanına, duyarlı yanına. Yaralı yanına.

Çakalsız bir ormanda yaralanır yiğit sanmaktaydık, güzel bir yanılsama imiş.

İncesazdan aynı parçanın bir başka yorumu:



Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem
Derdinle ufuklarda sönen gün gibi bitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem

Gönlüm o kadar aşkınla yanmış ki ezelden
Bir lahza unutmak seni bak gelmiyor elden
N'olurdu ölüm zehrini içseydim ecelden
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem

12 Ağustos 2011

Soğuk Savaşta Tecavüz Devlet Politikası İdi!

12 Eylülde işkencehanelerde tecavüze uğrayanlar genellikle kimselerden destek göremediler. Çevreleri zaten darmadağınıktı. Ummadıkları insanlarca terkedilebildiler ve yine ummadıkları insanları yanlarında gördüler.

Tecavüze uğrayanın çevresinin de uğradığı bir travma var,çevredeki insanların aklıbaşında davranamayışları, içe kapanışları; kendilerini, etraflarını ya da dünyayı suçlamaları; bazı davranış bozuklukları gösterebilmeleri kimselere şaşırtıcı gelmemeli.

Bizler işkenceye uğrayanlara ve onların yakınlarına yönelik yapılması gerekenlere hazırlıklı değildik. Evet, dayanışma içinde bir toplum, sarıp sarmalayan bir arkadaşlık kültürü vardı. Ancak işkence sonrası ve daha da önemlisi tecavüz sonrası travmalara karşı bir bilinç, terapi geleneği, anlayış da yoktu.

Sosyalistlere, devrimcilere tecavüz edilmesini onaylayan soğuk savaşçılar içerisinde bugün kendilerini modern hayat tarzının militanı gibi gösterenler de var; muhafazakar, maneviyatçı, liberal takılan insanlar da. Bu çevreler birbirleriyle bazan demokrasi, insanlık, hayat tarzı üzerinden kapışıyorlar da.

Tecavüzün yaygın bir sindirme, ele geçirme, yıldırma, aşağılama aracı olarak kullanılmışlığına karşı çıkmış hiç bir devlet ya da kamu kurumumuz yok. Kimse mağdurlardan bir özür dilemiş değil. Kimse bunun bir devlet politikası olmasının hesabını vermiş değil!

Tecavüze uğrayıp herkes tarafından terkedilmiş bir genç kızın, bugünün orta yaşlı, torun sahibi insanının, eğer halâ yalnız değilse, halâ bir kenarda geçmişinin yükünden kurtulmanın çırpınışı içinde değilse, nasıl ortaya çıkmasını ve geçmişi yeniden yaşamasını, şikayetçi olmasını isteyeceğiz, bekleyeceğiz kendisinden?

Halâ geçmişinin çilesini çekiyorsa, hangi yüzle yeniden yüzleştireceğiz onu yalnız bırakılma, satılma, terkedilme tarihiyle?

Tecavüzün bir devlet politikası olmaktan çıkarılması için, öncelikle devletin, darbeyi yapan güçlerin, güvenlik kuvvetlerinin, milli güvenlik politikasının sözcülerinin özür dilemesi lazım. Geç de olsa travma merkezleri, terapi kültürleri, bilimsel platformlar oluşturma çabalarının gösterilmesi lazım.

Tecavüz mağdurları için uzun vadeli politikalar, ciddi maddi ve toplumsal kaynaklar, sosyal dayanışmanın zayıflamasının gerektireceği destek ağları bir an önce hayata geçirilmeli. Amatör ruhla yapılanlar, insan hayatınındaki kırılmış, ezilmiş, yanlış yönlenebilmiş mekanizmaları sadece ve sadece altüst edecektir. Terapi kararlılık, süreklilik ve farkındalık gerektirmektedir.

Tecavüzü bir kurum olarak ortadan kaldırmaktan bir mağduru rehabilite etmek daha uzun zaman alabilmektedir. Mağdurlara bir borcumuz vardır. Onların yaralarını sarmadan bir halk olmamız, ortada insan diye dolaşmamız anlamsızdır.

İşkencenin yasaklanması yeterli bir adım olamaz, işkencenin mağdurlarının da yaralarının sarılması gerekir. Önce resmi bir özür şarttır. Soğuk savaş politikalarının yerle yeksan edilmesi, ondan nemalanmış modernizmin ya da muhafazakarlığın kendilerini eleştiriye açmaları şarttır.

Tecavüz mağdurlarının yaralarının sarılması, yol açılabilecek davranış bozukluklarının çözülmesi amatör terapi ya da geçici müdahalelerle, dost eliyle hayata geçirilemeyecek kadar ciddi ve organize süreçler gerektirmektedir.

Bugün halledilmiş görünen sorunlar dahi, konu tartışmaya açılınca, tek tek konular üzerinde konuşulmaya başlanınca kapanmamış yaraları da açabilecektir. Korkum budur.  Suskunluğum buradandır.

Konuyu bilen, kararlı ve uzun vadeli, iletişim ortaklarını zorlayabilecek terapi politikalarının bireysel ya da özel planda yürümesi de imkansız hale gelmiştir. Libertaryan, hiç zorlanamayan hayat tarzları içinde terapeftik iletişim dayanak ve destek bulamayacaktır. Liberal çok bilmişlik zorlayıcı ve çileli yolu bloke edecektir. Yeni hayat tarzlarının bir konuda avantaj sağladığı ise aşikar: Mağdur cinsel istismar, taciz ve tecavüzden kendisini daha az suçluyor. Tecavüz kadının kendi başına göğüsleyeceği bir acı olmaktan çıkıyor. Ancak insan ilişkilerinin uzun emeklerle oturtulması fikrinin kalkması, gereğinden uzun gelebilecek terapi süreçlerini de devre dışı bırakıyor.

Özel hayat içerisindeki "terapeftik" faaliyete ben terapi özüyle bakmıyorum. Anlaşılabilmesi için analojik gelebilecek bir temel sunmaya çalıştım. Çoğu sorunun aşılması hayat süreçleri içinde de mümkün. Teknik destek, hayat tarzlarının ve kalıplarının oturmuşluğu içindeki esneklikte daha kolay. Uzman bakışı her ortamda bir gereklilik. Hayat tarzlarının olmadığı, belirsizleştiği konjunktürlerde ise terapi ve rehabilitasyon faaliyetinin imkanları bilgi alanından daha dar.

Kırılmış, ezilmiş, bükülmüş bir anlama anlaşma sürecini yeniden kurmak, aşk, sevgi, inat, kapışmayı göze alabilirlik dahil çok şey istiyor. Profesyonellerin yapamayacaklarını göze almak, konuyu insanlar bir ucundan yakalamış olsalar bile zor. Öncelikle terapeftik süreçler dayatmalar olarak algılanacaktır etraftan, başarı imkansızdır neredeyse. Karşı çıkış, karşı koyuş ve karşı duruşun zaten kendisi yıpratıcıdır. Vazgeçilemez bir otorite oluşturma, bir başka bağımlılık yaratma durumuna düşmeyi özendirirsiniz.

Kimyasalların bu kadar ağırlıklı kullanımı rehabilitasyonun sosyal ve doğal cevresindeki kayıplar ile de ilgilidir. Oturmuş bir paradigmadan hareket edilememesi kadar.

Bugüne kadar hiç bir ülkede ciddi bir tecavüz mağduru rehabilitazsyonu yapılabilmiş değil. Mağdurluğun korunma gereksinimini karşılamak iyi ama yeterli değil. Ortaya çıkabilecek davranış bozukluklarının tutarlı ve kararlı bir biçimde aşılabilmesi için hem mağdurun isteği, hem mağdurun çevresinin dayanışması, hem de sürece mağdurun zor ve uzun süreçlere müdahalelerine mağdurdan yana çıkma adına  bir zahmetsizlik kültürünün çok bilmişlikleriyle kesintiye uğratılmaması şart olduğu için. Böylesi bir dayanışma ve oraganizasyon kendiliğinden olmaz. Mağdurların sonsuz sabrı da söz konusu olamaz. İnsanın çoğu sürecinin zorlayıcılığının, bıktırabileceğinin bilincini yerleştirebilmenin bir yolu var mıdır, bilemiyorum.

Tecavüzü hem mahkum etmek, hem de mağdurları şikayet edebilir, rahabilitasyonu göze alabilir hale getirmemiz lazım. Mağdur yakınlarının hem değer yargılarını hiç olmazsa paranteze almalarını sağlamamız, hem de onların da davranış bozuklukları gösterebileceklerine, bir biçimde etkilenmiş olduklarına dikkat etmemiz, onları da incitmeden angaje edebilmemiz lazım. Sadece mağdur için değil, kendi hayatlarının anlamı için de.

Zaman yaraları sarar, ama zaman her yarayı her zaman için sarmaz. Gelgitler olur. Herkes için. Yarasız insan varsa beri gelsin. Daha basit bir mevzunun daha kolay atlatılacağı diye bir şey yok. Bazı sorunların bir arada oluşu daha değişik şekillenmelere yol açar. İnsan insana benzer. Ancak, hal hale, tepki tepkiye, çözüm yolu çözüm yoluna benzemez.

İnsanlara karşı sorumluluk aldıkça her daim yanlışlar yapacağız. Hata yıkmaz. Hoyratlık yıkar.

Otoritesinden bir biçimde yararlanmayacak bir rehabilitasyon gücü, anlayışı ütopik de gelse şekillendirilmek, sunulmak, hayata geçirilmek zorunda.

İnsanın zulmü dostun, terapinin, rehabilitasyonun, dayanışma lafzının, otoritenin, sığınılan yerin zulmüne dönüşmemeli, yani öyle algılanmamalı.

Mağduru sorunlu mu gösterdim bilemiyorum. İşte bu yüzden de konuşmak istemiyorum! Sorun büyük. Hiç bir şey sanıldığı gibi değil. Otuz yıldır vicdanımı kemiren bir şey yapamamışlık azabı işkenceci ve mütecavizleri mahkum ettirmenin dışında bir çaresizliği besledi ve büyüttü. Mağdurların, mağdurların dünyalarının sessiz çığlığını, küskünlük ve kırgınlıklarını, bazılarının halâ boğuştukları varoluş çırpınmalarını işitebilerek yaşamak kolay bir iş değil.

8 Ağustos 2011

Fâize Ergin: Kime Hâlim Diyeyim, Kime Feryâd Edeyim, Kime Rüsvay Olayım, Kime Şekva Edeyim



Uzun yıllar, aralar sonrası eve uğradığımda pek fazla konuşamazdık. Doğrudan konuşamazdık.

Sofra sonrası geçilen şarkılarda Faize Ergin'in "Kime Hâlim Diyeyim Kime Feryâd Edeyim"i muhakkak icra edilirdi. Görmememiz gerekeni görecek, duymamamız gerekeni duyacaksak; görmüş ve duymuşsak, görme ve duyma ihtimalimiz varsa ve susulacaksa Annem de katılırdı ayakta, mutfaktan, meşguliyetinden.

Artık susmadan susmayı öğrendik. Sofra yok. Geri dönüş noktalarımız gitgide siliniyor. Bir zamandan sonra, asıl, ileriye bakmak şart oluyor. Enver Paşa'nın ölümü bu hali hatırlatır bana. Şarkıyla alakası yok.

Şarkıyı bir başka söyleyen ağırbaşlı bir köpekti. Aralarına dönülebilir insanların bakî olduğu zamanlarda. Yeni bir insan önerilmemesi gerektiği günlerde.

Beste: Fâize Ergin. (Tanburî ve bestekâr Fâize Hanım, Fahire Fersan'ın kızkardeşi ve Refik Fersan'ın baldızıdır.)
Usûl: Düyek
Makam: Acemaşîrân
Güfte: ?
Yorumlayan: Melihat Gülses
Ney Taksimi: Murat Aytekin
İcra Üzerine: Sabite Tur yoğunluğunda, ama bana hitap edemedi. Musikî meclislerinde bir haleti, söylenemezi, dile gelemezi paylaşırken pırıldayan; ortak ruhu çağıran, bir ruh ortaklığı bildirisine dönüşen şarkılardan idi, bir başka icra edilirdi, ondandır. "Dağ-ı derûn"da Şeyh Galibe de bir gönderme var, sanırım.

Kime hâlim diyeyim kime feryâd edeyim
Kime rüsvây olayım kime şekvâ edeyim
Kime bu dağ-ı derûnum kime ifhâm edeyim
Gülerek gel güleyim kendimi handân bileyim


(Dil aynasızlarına soru: "Aralarına dönülebilir insanların bakî olduğu günler" mi, yoksa "aralarına dönülebilir insanların bakî oldukları" günler mi? İkisi de mi? Bir üçüncüsü mü? Ne zamandan bu yana? Hangi dönemde? "Seyh Galibe" mi "Galipe" mi? Gaalip ya da Gaalib mi? Yoksa Gâlib ya da Gâlip mi? Hangi kurala, dile, dil dünyasına, dil zamanına göre?)



7 Ağustos 2011

İyi ki Kapımı Çaldın










Geldin, insanlığımın hesaplaşamadığım yanları ile boğuşmama vesile oldun.

Henüz ele alabilmek için yeterince olgunlaşamadığım konuları rafından indirip önüme koydun.

Hayatım ellerimde. Yoğuruyorum ne olup ne olmayacağımın hamurunu.

Hisarlı Ahmet, Yağmur Yağar




Yitirdiklerimiz için ağlamayacaktık. İnsanlık devam edecekti. Ama etmiyor.

Neden bu talancı güruh, çok bilmişler, mezar yağmacıları sizlerin devamı, eleştiricisi, mirasyedisi.

Neden en namuslularımız, en aydınlarımız, en yiğitlerimiz kayıp?

Sizlersiz hayat dayanılacak gibi değil!

Sizler bu halkın, bu toprakların arif tavrının temsilcileri idiniz.

Toprak, hava, rüzgar, su, kan ve ter kokmuyor bu insanlar, bu ezber, bu çok bilmişlik, bu ot bitirmezlik.

Hava kurşun gibi ağır. Hava kısır. İnsanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakamıyorlar artık. İnsanların gözü birbirlerinin elindeki acıda, emekte, çilede.

Sizlersiz ne meyhane hoş bir yer, ne dost meclisi şen, ne saki havada, ne de sokaklar koşuşturmada.

Ya sizler geri gelin, ya da beni alıp götürün, dünyada hasrete değer bir şey kalmadı gibi.

Umut yoksa insan da yok!

4 Ağustos 2011

İnsan Ecinnilerini de Sevdiklerine Benzetir


İnsan sevdiklerini, en yakınındakileri, pisipisine kaybettiklerini şeytanlaştırır.

Kaybetme korkusu korkuların en büyüğüdür. Kaybetme korkusunu yenmek için ya korkusuz olmaya kalkışacaksın, ki onun da hala can çekişse de devam eden bir geleneği var, ya da ufkunu, duruşunu değiştireceksin.

Eskilerde bir çocuğun terbiyesine sıradan bir şey imiş gibi yerleştirilen fanilik, geçmiş, gelecek, rıza, karşıkoyma ve insanlık anlayışını bugün edinebilmek, erişimi bir ömür gerektiren uzaklıklarda.

Hazcı kurtulmuşluk steril, zamansız, geleceksiz ve geçmişsiz bir an’a esir bir bilmişlikten buyurup duruyor.

Mesafelilik, ölçülülük ve rıza kaçış değildi. Nietzsche’nin hayattan kaçış olarak eleştirisi aynı zamanda "emansipe"msi söylemin cıkış noktalarına karşı idi.

Kurtulmuşluk, kurtulmuşluktan konuşmama inceliğinde olmalıydı.

İnsan bazan hayat acısıyla, kendisine hayat gücü vereni besleyen damarları söküp atmaya kalkar. Bu anlaşılır işi aydın yaptığında ne diyeceğimizi bilemez oluyoruz bazan.

Kendine zor zamanda kucak açan, kaderini daha kötü bir kadere benzeyen bir kadere açan dayanışma; yalnız bırakmamanın, sadakatin, kendini vermişliğin ya da adamışlığın bazan yapışıp kalacakmış, tutsak alacakmış gibi gelebilen sarıp sarmalayıcılığı ne kadar boğucu gelebilir, açıkta kalmışlığı, itilip kakılmışlığı artık unutmaya başlamış birilerine.

Yeni Hayat sığınma kapıları açıyor güne, an’a. Gününde olmayana ah ne yazık!

Ne yazık tedevülden kalkana, hastaya, yolda düşene, artık beğenilecek bir şey sunamayana!

Çocuğumuz okulun en güzeli, en akıllısı, sağlıklısı olmasa da evin sultanı. Daha akıllısını, güzelini, kibarını, sakinini, üstününü aramıyoruz bağrımıza basmak için. Huysuz kedimiz bile evin kedisi, daha iyi kediye başkaları için bakıyoruz. Sıradanlaşmış, rutinleşerek gündelikte kaybolmuş veya çözünmüş, üzerine tartışılması akla gelmeyen bir vefa, gündelik bir arada olabilişin olmazsa olmazlarından idi.

Daha işimize geleni söyleyenle, daha kolayıyla, daha güzeli, rahatı veya akıllısıyla değiştirmiyoruz elimizde olanı, en azındından hepimiz, her daim.

Rahat kendisinden kötü değil. Bunayan eşimiz, dengesini yitiren çocuğumuzun verdiği rahatsızlık ise hayat tercihi mevzusu değil çoğu kez. Her yoklukta, hastalıkta, kafa karışıklığında, yoksunlukta, zorda, darda evden kaçmıyoruz.

Kolayı varken zorunu yapmak, rahat edebilecekken rahatsızlığı aramak başka bir şey, her şeyi inceliğinde yapmanın toplumunda oluşta ve insanı ayakta tutmanın çırpınışları içinde kan ter içinde kalmamız başka.

Çocuklarımızın, geleceğimizin temellerini zamansız, mirassız, tecrübe aktarımsız bir insanlık anlayışına zorlamanın bir göstergesi de insanlararası ilişkinin haz sömürgelerine dönüştürülmesine izin vermemizde. Haz kötü bir şey değildir. Hazzı derinliğinden koparmak ise zulümdür.

Hakikatlilik acıtır, ama geleceğe miras bırakır. Günü atlatan ise çocuklarını bile sokakta bırakır: Yine bizim sevmedikleri beğenmedikleri hayat anlayışımızın, niyazlarımızın, derimizle giyindirip koruyuşlarımızın, ama azarlayabilişlerimizin, karşı çıkabilişlerimizin, isyan edebilişlerimizin zevrak-ı derûnunda hayat bulup, serpilip, neonlara ve itibara koşarak…

Bizim gibi olmayı istemeyiş, insanî bir korku. Çileden kaçış, hayata sarılma da. Bizi bilenlerin, evimizdeki insanlara "tatlı hayat"ı göstermesi ise anlaşılır değil: Sokaklar acılı, yolunu kaybetmiş insan kaynarken, yolunu kaybettirecek başka insan mı yok?

Sezarın sırtındaki hançer öncelikle kendi mutfağından çıkar.

Acı çeken kaçacak, içine kapanmayacaksa, işine bakmayacaksa. Bundan doğal ne var?

Eger gelecek nesiller olmasaydı, kaynaklar sonsuz olsaydı, hayat boyu güzel, yakışıklı, zengin ve insan olabilseydik dayanışmaya ihtiyaç kalmazdı belki.

Yarım çocukluklar yaşayacak artık insanlar, kendilerinden vazgeçilemezlikten vazgeçemezken, onun kültürüne, terbiyesine meydan okuyarak.

Meydan okumalar, daha iyi bir argümana, temele, söze de kapı açsa insanlığın sözcüleri kendi yollarını bulmada aciz kalıyor, çıkış yapamıyorlar. Mezar talanı gibi geliyor, bu yüzden, insanların acıdan, yalnızlıktan çıkış için, yollarını ararken, yüklerinden kurtulmak için yaptıkları.

Meydan okumalar değil mesele. Şeytanlaştırılışlarımız, aradan çıkarılıverişlerimiz, emeklerimizin süpürülmesi, ihtimamın zulüm diline çevrilmesi olağan işler. Asıl söylenecek şeyleri olanların ayağa kalkamaması, yalnız kalmalardan konuşmanın zehirinin bize de bulaşmış olması fena.

Yanlışımız, iyi olanın bekçiliğini de yapmaya kalkışımız. Sonuç almaya çalışmamız. Yenilmeyi, dikiş tutturamamayı kabullenip, uzaklaşmayı beceremememiz.

Dayatılan güzel, şeklen güzeldir. O anlayışı bir ihtiyaçtan, arayıştan savunamadıka insanlar, bir elbiseyi çıkarır öbürünü giyerler.

Elbiselerden birisi Hallacın derisi, diğeri ipek. Elbette ipek evladır, giyinmek için.

Çıplaklık, moderenlik, doğallık karşıtı gibi mi görünüyorum/görülüyorum bazan bilemiyorum, ifade edeyim kendimi yeniden: Benim gözümde çıplak Hallaçtır!

”Derin yüzülmesin ey insan!” diyorum; rüzgardan, şakiden, tecessüsden sakın, perdelerini çekmesini bil. Sözünü tüm çıplaklığıyla/çıplaklığında söyleyeceksen kendi idam sehpana tekme atabileceksen, "derimi halâ yüzmediniz!" diye zulmü kışkırtabileceksen yap!

Kültürü eleştireceksen, ”Deccal”ı yazacak kadar ileri git, kendini sars! Sarsıl!

Mıymıylığın modernizminden, populer kultüründen, aşksız aşk lafzından bıktık, usandık, yorulduk!

Vazgeçemeyen, eleştiremez!

3 Ağustos 2011

Kuyruğumuz Dik Ölemeyeceğiz Artık!










”Cıbıldaklar kampında tek giyiniktim
Batı felsefesinde üryan gezdim
Çocuklar sevindirdim
İtlerimi atıma bindirdim”

diye başlayan şiirim vardı.

”Kuyruğum dimdik ölecek”tim, ”farketseler de edemeseler” de.

An geldi, ne kuyruğumuz kaldı geride, ne de dik duruşumuz.

Omuzlar düştü, tüyler döküldü, süklüm püklümüz.

Değer verdiğimiz, savunduğumuz her şey ayaklar altında. Yetiştirdiklerimiz bize düşman. Emek verdiklerimiz ürettiğimiz her seyden nefret ediyor.

Zemin ayağımızın altından kayalı çok oldu ve ”biz” halâ nerede hata yaptığımızı arıyoruz.

Birbirini sansürleyen, birbirinin kurdu, birbirinin yaptığını bozan, yağmalayan, yamultan, çarpırtan, karartan bir ya da bir çok ”biz”.

Doğru zamanda, doğru insanlarla, doğru yerde olmuşluğumuz bir hikaye. Halkta ne varsa onunla bir yerlere gelebildik. Deniz tükendi. Arkamızda ne fütüvvet var artık, ne irfan, ne de incelik! Kesyapıştırcılığın entellektüalizminin, kurtulmuşluğunun hakikati olduğunda hakikatliliği yok.

”Tatlı Hayat”ın buyrukları, buyurdukları üzerine kurulacak bir praksis gülünç olduğu kadar iğrenç de.

Yalnız kalışın apaçıklığı, ömrün törpülenmişliği, yeterince zaman kaybetmişlik duygusu dersimizi toparlamanın zamanında, yani sabrın zamanında olduğumuza işaret.

En haklı iddiam, keşfim, hapishanem en iyi öğrencimizin yine kendimiz oluşu idi: Öğrettiğimizi sanarken dersimizi almada, öğrenmekteyiz!