16 Mart 2012

"Gündoğdu Hep Uyandık"

1968'de TED Ankara Kolejinde hazırlık sınıfındaydım. Uzun saçlı parkalı postallı gençleri Kızılayda  şimdiki Varan yazıhanesi civarında inzibatların kovaladığına tanık olurdum. Ellerinde makaslarla. O yıllarda saç, favori kesmek halkın alaya aldığı bir asayiş, "mazbutlaştırma" eylemiydi.

Vietnam savaşı derinleştikçe astronot fotoğraflarını falan aldığımız Amerikan Neşriyat Bürosu tel örgülere büründü, her yaklaşan şüpheli şahıs muamelesi gördü. Astronomi ile ilgili hiç bir gelişmeyi kaçırmıyordum. Bazan gösterici, bildiri dağıtan üniversiteliler, bazan da gerekçelerime "fesüp" çeken polisler, sivil korumacılar güç yetiremezlerdi. Bazan, taşların molotof kokteyllerinin arasından geçer, basın bültenini alırdım. Yolunu kaybetmiş bir köylü, hamile bir kadın, mavi kaşmir ceketli gri pantolon ve papyonlu bir velet gidene kadar ateşkes ilan edilirdi o yılların çatışmalarında.

Her uzay aracının, gelişmenin fotoğrafını isterdim. Tel örgülerin arasından bayat fotoğrafların atılmasıyla, "Ne işin var burada, bizi gişeye çıkarıyorsun lüzumsuz işler için!" vurgulu  sessiz tafrayla o zamanların ofset de olsa flu çamurlaşmış gazete fotoğraflarıyla yetinmeyi öğrendim. Uzay çalışmalarının tarihini yazıyordum kendimce. Laika'nın güzel bir fotoğrafı için SSCB neşriyat bürosuna falan gidilemiyordu o yıllarda. Küçük Amerikaydık.

Hacettepedeki mahalle ile hastahane arasındaki araziler gerçekten hacet yerleriydi. Yeşil sinekler uçuşurdu. Hastahane ziyaretlerinden sonra Üniversitenin kurulduğu yerlerden geçerek gecekondulara doğru yürümeyi severdim. Tuhaf işler dönerdi, ancak benim gibiler, kediler, bunaklar, işportacılar, hamallar geçene kadar yol açık tutulur, kimse kararlı adımlarla hedeflerine giden papyonlu, papyonsuz veletlere bulaşmazdı.

Tokatlı akrabalarımın yanında kalıyordum, Annemin halasının kızı Saadet Teyzede. Emek mahallesinde. Hastahane işleri çok yavaştı. Önce yer bulunur, yatılırdı. Bütün hastahaneler de o yıllarda birbirine yakındı. Hastahane ziyaretleri, hemşehrilerin olmazsa olmazlarıydı. İhtiyaçlar görülür, sohbet edilir, çeşitli konularda yardımda bulunulurdu. Hastahane ziyaretlerinden sonra keşif gezilerim başlardı.

Hacettepe, Gençlerbirliği, Ankaragücü gibi birinci lig takımları vardı bir zamanlar, Ankaranın. Hacettepeye ilgim futbol klübünden geliyor olmalıydı. Yıkıntılardan rengarenk bir mahalleye geçiş heyecan verici idi.

Ho Ho Ho Şi Minh
İki üç daha fazla Vietnam
Ernestoya bin Selâm!

yazardı bir duvarda. Kızılayda Amerikan Neşriyat Bürosunun önünde işittiğim.

Yıllar sonra, aslında o kadar yıl da geçmemiş, lise bitip üniversiteye başladıktan sonra Hacettepe Yurdunda kalan Kızkardeşimi ziyerete giderken o sloganın hala yerinde durduğunu gördüğümde kalbim çarpmıştı. Heyecan verici bir şeydi.

Gençlik Hareketinde bu sloganları hatırlamama şaşıranlar çoktu. Bir dünya akıp gitmişti ve farketmemişlerdi. Benim bilimi aradığım yıllarda etrafımda bir fon gibi dönüp duran dünya kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalmıştı.

Gençlik Parkında semaver söyleyip fizikokimya çalıtışğım kahvenin lavobosunun kapısına kurşun kalemle yazılmış bir marşı gördüğümde duyduğum heyecan, 12 Martta kaybolan ve grileşen fonun yeraltında, tanıklıklarda yaşadığına, hayatımızı kuşatan fonun kaybolmadığına dair bir devamlılık duygusunun uyanmasına idi:

Gündoğdu hep uyandık
Siperlere dayandık
Bağımsızlık uğruna
Al kanlara boyandık

Yolumuz devrim yolu
Gelin kardaşlar gelin
Yurdumuza yanki dolmuş
Vurun kardaşlar vurun

İşçi köylü hazırız
Bozuk düzene karşı
Halk savaşı vereceğiz
Emperyalizme karşı

Yankiler, benim astronot fotoğrafları aldığım adamlardı. Astronot fotoğraflarım için orada durduklarına inanır ve oraya dokunulmamasını rica etmek isterdim antiemperyalist abilerden. Ancak antiemperyalist abilere dokunuldu. Çok gözyaşı döktük o yıllarda.

Ailelerinin gelen gidenleri azdı. Vebalı gibi hissederlerdi kendilerini, karşılarında insanların sessizliği, suskunluğu. Saygıyla, kaybolanların kardeşleri, anaları babaları işaret edilirdi oysa.

6. filoya karşı tavır bir halk hareketiydi. Destek büyüktü. Sol marjinal falan değildi. Hafızasızlık ve soğuksavaşçılık konuşuyor hep.

Maraş katliamıyla "yanki"nin yerini daha çok "faşist" aldı. Ben "yanki" olarak dinledim, söyledim, uzun saçlı, makastan kaçan parkalı abilere döktüğüm gözyaşlarına hürmeten.

Folklor, folklorik dedğimiz zaman bindallılar giymiş insanların mumlarla dans etmelerini düşünmemiz düşünülür. "Gündoğdu" marşı da, spor klübümüz de, parkalı uzun saçlı abiler, mercedes madalyalı tünikli, güneş gözlüklü ablalar da folkloriğimin kayıtlarında.

Folklor yargılanamaz. Folklor cansız, ölü anlamına da gelmez.

Bir halk, bir gençlik, bir rüya böyle yaşadı, böyle öldü, böyle susturuldu ey Halkım. Ben güneş gözlüklerini bile ablaların unutmuyorum.

Halk Hayatı müzesi oldu zihnimiz.

Geriye kalan mahkemelerde, iddianamelerde.

Ve bu ülke hep yarım, yarım ruh, yarım kalp.

Üsler yerinde. Filolar da.

Amerikan Neşriyat Bürosunun tel örgülü gişesine çapraz, çimlerin oradan kaldırımların ortalarına balmumu heykellerini serpiştirecektik uzun saçlı parkalı abilerin, güneş gözlüklü, tünikli, kazaklı, eşek kulağı yakalı bluzlu, barış madalyonlu, fularlı, saçları diademli ablaların.... Bir gün ülkeyi biz yönettiğimizde...

Üç çocuk. Biri TED'de. Öteki, yeşiltepede bir apartımanın kapıcısının oğlu, bir daha hiç göremedim, okuyamayabileceğini düşünüyordu, okuyamazsa rüyaları bana emanetti. Bir diğeri sokaklarda, inşaatlarda yatan bir kimsesiz. Kolkola. Umut içinde... Kardeştik. Bir halktık.