25 Nisan 2012

Köprü













Aşk okuldur bir rinde
yaralar buhurdan gibi tüter

Seninle salınan
kendi ferah ufkun


sıratın

22 Nisan 2012

"Cuma" Sorunumuz

İlk ve ikinci kuşak cumhuriyetçilerdi bana Ahmet Haşim'in düz yazılarını okumamı öneren. Gurabaayı Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi ve Özellikle Müslüman Saatlerini okumam salık verilirdi. Müslüman Saatleri takvim, zaman, gün kavramlarımızı değiştirmenin yarattığı boşluğa geleneğin şiiriyle dokunuşudur Haşim'in.

Müslüman Saatlerinin içeriği 12 saatlik gün üzerine teknik, heyecanlı ayrıntı konuşmalarıyla geçiştirilirdi. "Güzel bir deneme değil mi Evlâdım", "Haşim Nesri dilimizin, ruhumuzun doruk noktasıdır, evet Evlâdım!"larla içeriğine de katıldıklarını anlardık.

Cumhuriyetin tartışılması, sarsılması kâbusları idi. Bazı düzeltmelerin yapılmasının sorumluluğunu ise geleceğin aydınları olarak bizlere devretmek isterlerdi.

Tek Parti İdeolojisi olarak bilinen çoğu şeyin tartışılır mevzular olduğunu anlamamızı, Cumhuriyetin stabilize oduğu, bağımsızlığımızı pekiştirdiğimiz günlerde ele alıp düzeltmemizi beklediklerini hissettirmek isterlerdi. Bunun için de geleneği aktarmaya, insanlık yolculuğumuzun ruhunu kavratmaya diplomatik bir dil ile dikkat ederlerdi.

Eski saatlere geri dönmemizi beklemezlerdi aslında. Bir başka zamanın bir başka gündelik hayatı şekillendirdiğini anlamamızı, terk edilenin yenisinden kötü olmayabileceğini bilmemizi isterlerdi. Onlar için öncelikli olan, zamanı gelince, bir takım iade-yi itibar meselesini ele almamızı beklerlerdi. Zamanının gelmesi aktüel kapışma, çatışma alanlarını kapatmış yeni bir ufuktan geçmiş ile olan alâkanın normalize edilmesi idi. Bu yanlış bir düşünce değildi ancak bir beklenti olarak doğru da çıkmadı. Türkiye büyük çatışma ve kapışmalardan, yeniden şekillendirmelerden geçti. Üzerimize düşeni yapamadık.

Tarihte boşluk kalmaz.  Bizlerin devrede olmayışıyla "iyi ki olmadı!" diyenleri daha da rahatsız edecek hesaplar başkalarınca görülür. Toplum mühendislerinin zamanla irkilmemeleri istisnadır.

Tarihin farklı yazdığı çoğu olay, gelişme, tavır, kurumlaşma onlar oluşurken tanık olmuş ağızlardan gerekçeleri, dengeleri, yanlışları ve doğruları ile ele alınır konuşulurdu. Sorduğum hiç bir sorunun cevapsız kaldığına şahit olmadım. Bazı mevzuları sessiz kalarak, bazı şahısları övmeyerek, sadece başka bir alandaki iyi yanlarını öne çıkararak, iç çekerek, o konunun etrafındaki ayrıntıları hikaye ederek anlatırlardı.

Hazırlık sınıfını ve üniversiteyi Ankarada okumam, Anadolu Eşrafının halet-i ruhiyesini öncesinden iyi kötü tanımam benim için büyük bir şans idi.

El kitabı olmayan çoğu konuyu, ayrıntıyı sorgulama fırsatım oldu.

Çürüdüğünü düşündükleri her hangi bir kurumumuzun çürümemiş halini de onlardan, gözleri pırıl pırıl olurken öğrenebiliyorduk. Geçmiş ile bir sorunumuz olmamasını istiyorlardı. Gelecekten vazgeçmememizi, batı ülkelerini mühendislikte, düşüncede geçmemizi.

Savaş görmüş kuşaklar savaş romantizmi yapmazlar. Eldekini tahkim etmemizi, ülkeyi yaşanılır hale getirmemizi istiyorlardı. Bin bir bahaneyle onca emeği boşa çıkarabilecek kapışmalara sebebiyet ve izin vermeme derdinde idiler.

Sokaklarında korkusuzca yürünebilir bir ülke, işgal altında olmayış, çocukların okuması, hekim ve mühendis sayısının artması onlar için sevinç kaynağı idi. Salgın hastalıklar halâ devam ediyordu. Sıtma, verem gibi.

Batı edebiyatı ve düşüncesine hakim olmamızı isterken doğu klasiklerine sürekli bağlayarak konuyu Hafızsız, Fuzulisiz, Mesnevîsiz de bırakmamaya çalışırlardı. Doğu klasiklerini okumaya asla zorlanmadım. En güzel sohbet anları onların üzerine büyüklerin konuştuğu günlerden kalma. Yemeli içmeli, ikrâmlı, şakalı, hatır gönüllü sohbet akşamları. Fırınlı sobada cızırdayan bir çaydanlık, külde cezveler, soba tahtasında haklarını iyi bilen aksi bir kedi. Altmışlı yıllar umudun, gelişmeye güvenin yılları idi. Onca hesaplaşmaya kapışmaya rağmen bir halk idik.

"Cuma" sorununu açanlar bugünün tavizsiz aydınları, yani cumhuriyetin ikinci kuşağı idi. O yıllarda kafalarının karışık olduğunu hatırlarım. Şimdikinden karışık olduğunu. O yılların Cumhuriyet Gazetesinde ramazan sayfaları vardı. Ramazanlarda, bayramlarda meselâ, Abdülbaki Hocayı dinlememek ayıptı. İlk kuşak, yani Çanakkale, Kuttülammare, Kurtuluş Savaşı Kuşağı bağımsızlığı kurtarabildiğimize şükrederler, bu sorunlar üzerinden gündem yürütülmesini istemezler, konunun hakikatini de kapatmazlardı. Taşralı bir toplumduk. Cuma sorun olmuyordu. Taşrada bir biçimde pratik çözümler bulunuyordu. O yıllarda cumartesi günleri okullar yarım gündü. Memurlar da yanlış hatırlamıyorsam, yarım mesai yaparlardı.

Cumartesinin tatil olması ile neden Cuma'nın tatil olmadığı tartışması gündem oluşturdu. Biz çocuklar halimizden memnunduk. Okullar ağırdı. sabah gidip akşam dönülürdü. Köy Enstitülü öğretmenler işlerini ciddiye alırlar, ülkeyi abad edecek kuşağı yetiştirdiklerini düşünürlerdi. Sanıldığından daha muhafazakâr olduklarını, geleneği ve eski kültürümüzü iyi bildiklerini, onlardan iyi bir temel aldığımızı düşünüyorum. Öncelikleri farklıydı, ülke ayağa kaldırılacaktı, mühendislere, hekimlere ihtiyaç vardı.

Yaz tatillerinde eski yazı okur, hatim indirirdik. Helvalı hatim duaları, mevlit, mukabeleler.

Sibopsuz, dikişleri ve içlastikleri iki de bir patlayan futbol topları. Ayakkabılarımızdaki çiviler. Alışverişlere, davet çağrılarına koşturuluşlarımız. Biraz bir buz için sıcak günlerde taşrada hastanelere, büyük şehirlerde buzculara koşturuluşlarımız. Buz(lar) biz getirene kadar nerede ise erirdi. Bisiklet lüks olmasa da büyüklerimizin almaya kıyamadıkları, bir havuçtu. Büyüklere hayal kırıklıkları ve güven kaybı söz verilip de alınmamış bisiklet hikayeleri idi bizim nesil için.

Cumaları esnaf bir sandalyenin sırt kısmını kapıya yönelterek bırakır, kepenkleri yarım kapatarak namaza giderlerdi. Bir acil ihtiyacı olan içeri girebilsin diye açık tutulurdu kapılar. Kapatmak saygısızlıktı işine, müşterisine. Kapatılan dükkanın bereketi de kapanırdı sanırım, o yıllarda.

Lokantalar, eczaneler açık kalırdı. Şimdiki gibi görünme kaygısıyla değildi, Cuma bir araya gelme günüydü büyüklerimiz için. Daha şık giyinirler, namazdan sonra çırağı, yardımcısı olmayanlar bekleyenlerine koşturarak dönerler, diğerleri bir birlerine uğrayarak, görüşerek, birlikte yürüyerek dönerlerdi işlerine.

Cumaları okulu tatil olan bir torun, oğul ya da kız çocuğu dükkanı bekler, istemese de mükafaatını alır yoluna giderdi.

Şehir hayatı taşradan zordu hayat tarzımızı devam ettirebilmek için. Esnaf telaşlı, stresli de olsa geleneğini sürdürebildi. Memurlar ve işçiler için emekliliği beklemekten başka bir yol yoktu.

Batıda kırk saatlik iş günü bazan yaşla orantılı olarak daha da düşse de altı saatlik iş günü söz konusu olamadı. Yarım mesai, üç çeyrek mesai olsa da tam ücret sağlayacak verimlilikte görülmedi sanırım.

Muhafazakâr taşranın çalışma saatlerinin daha esnek olması Cuma konusundaki tartışmaları bir ölçüde frenledi sanırım. Şahir hengamesi, ulaşım, işsizlik de şehirlerde Cumayı gündeme getirmedi gibi görünüyor. Ancak cumartesilerin tatil olmasıyla oluşan kırgın tartışmayı, kendi ülkesinde ayrıma uğramışlık olarak görenlerin acısını da unutamıyorum.

Bugün belli bir refah seviyesine ulaşıldığında (Fakirlik, açlık var ama eskisiyle kıyaslanamaz, zengin çocuklarına babalarının tersyüz edilmiş pantolonlarından pantolon dikilirdi. Fakirlerin bin bir yamalıklı pantolonları ters yüz dahi edilemezdi. Gömleklerin yakası sökülür, tersten dikilirdi.) bu konular yeniden tartışılmaya başlayacak. Gelenek kaybına uğrasak, çoğu meselenin nasılını nedenini unutsak, en güzelini yaşayanları aramızda bulamasak da, insanlar deneye sınaya Türkiyenin Ruhunu yakalamaya çalışacaklar.

Türkiye tek bir mezhep, din, dilden oluşmuyor. Herkese saygı, demokratik bir gelenek çoğunluğun değerlerin sonralanması, ötelenmesiyle sağlanmıyor, hiç bir zaman için sağlanamayacak.

Sorunlar yaratılıp erteleniyor. Ertelemelerin kabul görmesi, toplumda infial uyanmaması toplumun olgunluğunun sonucudur. Mühendislik sevdasının başarı öyküsü değil. İnsanlar, vatandaşlarımızın çoğunluğu hayatlarına anlam veren hayat tarzını da arayacaklar, sorgulayacaklar. hem kendilerine buyurulanı yerine getirme, hem kendine gelme, hem de köksüz kalmama, şehirsiz kalmama için.

Onca mimari, külliye sanki terk-i dünya eylemiş bir kuşak için yapılmış ve metruk, ısssız kalmış gibi. Hayatla bağı kopmuş mekânların şehirlerinde, insanların ruh incelikleri binalara, binalardaki estetik incelik insanların hayatına nasıl yansıyabilir?

Enderûn teravihini, hat sanatını eleştiren ilahiyat profesörünün asketik tarzında da bir hakikat var, var ama, Hafız Kemal, Hafız Osman, Hafız Burhan, Hafız Saadettinli enderûn teravihleriyle kültürümüz bütünleşiyordu. Güvercin evleri köşkleri hiç olmazsa bayram sabahlarında paylaştığımız mekanların zevkiyle yapılmıştı, sahiplenilebiliyordu.

Oratoryoları iyi bilmek hayat tarzlarına bağlamadıkça vücut bulabilmiş olmuyor. Batı müziği de güzel, orkestrasyon, ses dağıtım teknikleri bizden şimdilik  ileri. Ama bizde de bir zamanlar ayin denilen senfonik kompozit/bileşik formlar, saz eserleri, ruhumuzu ifade eden şiir seslendirmeleri vardı. Evrenseldir müzik evet, ama lokaldir de, somuttur da en soyut halinde dahi bir ufkun terlemesi, ritmi, (kendini, geleceğini, damarlarını) aramasıdır da. Enderûn musikisine çok geniş bir anlamda lokal diyebiliriz. Bir dünyada kültürde lokalize olmuşluğun ifadeliliğinde, ifadesinde.

Cuma belki bugün mahalle baskısıyla ayakta duruyor görünebilir. Bence bu doğru değil. Mahalle baskısı iç boşaltır, zahiri kurtarırken ruhunu soldurur. Mahalle baskısına rağmen ruhunu koruyabilen, ayakta durabilen, derinliğini sürekli hayata yeni bir şeyler söyleyerek hitap eden bir kültür hayatlıdır, dinamiktir, ayaktadır, ayakta tutmaktadır.

Hayatımızın anlamı sorun olmaya başladıkça, yani karnımız doyup, boşluktan, kültürsüzlükten, her bıcağını alanın hekim kovalamasından, kaynana dizilerinden, yemekteyizlerden usandıkça mekanımızı, bahçemizi, dayanışmamızı, cumamızı arayacağız.

Cumanın sahiplenilişi kültürün de canlanışıdır. Enderûn musikîsinin mevlevihanelerden, teravihlerden nükseden tesellisi idi Münir Nureddinler, Şerif Muhiddin Targanlar, Safiye Aylalar.

Sanat ille de tekkeden gelmez. Ama geldiğinde de inkar edilmez. Ait olmadığı yerde bir musiki, şiir, düşünce, zikir, fikir kısaltılır, dinamiğinden koparılır. Komprime hale getirilir. Birilerinin bu kadarını alabilmesi için bile hayat tarzlarına ihtiyacımız var. Teavihsiz, Cumasız, Bayramsız, Ayinsiz kültürümüz dilini, biçimlerini yeniden üretemiyor.  Yeni kanalların gelişmesi eskilerin varlığından bağımsız değil. Popüler kültür bile klasik kalıpları kullanıyor. Rock mozart-armonisiz düşünülebilir mi? Uzun havasız, taksimsiz, nefessiz, deyişsiz, bozlaksız, makamsız ve ayaksız bir Cem Karaca?

Cuma sorunu nasıl çözülür bilmem. Finansmanı, planlaması, sevk ve idaresi karmaşık olabilir. Hele hele turizmden gelen yeni iş saatleri anlayışı işi daha da kolaylaştırmayabilir. Üzerinde düşünmekle başlayalım. Bu konuda diğer ülkelerde ne yapılıyor, eski çözümler nelerdi düşünmemiz, tartışmamız, iktisaden göze alabilecek kadar sorun çözümüne odaklı olabilmemiz lazım.

Kimsenin yeni bir sorun çıkarttığımızı düşünmeye hakkı yoktur. Cumaların tatil olmaması için güçlü gerekçeler (uluslararası takvim birliği gibi), iktisadi gerıekçeler vb. sıralanır, üzerine düşünürüz. Cuma'lı yaşayanların görüşleri alınır ve bir yol bulunur. Gizli yasaklar varsa ya da yoksa, sahipleri kimlerse öğreniriz.

Laiklikle alâka? Dünyanın tek laik ülkesi isek, standartları belirliyorsak var. Diğer laik ülkelerin normlarını düşündüğümüzde tavrımız tutarsız. Yine de tartışmaya devam etmemiz gerekir.


.....

"Solcu Abiler" neden konuşuyor mu demelerini tercih ediyorum? Tabii ki:)
Zamanım bu kadarına yetti. Düzeltilmedi, online yazıldı.
















21 Nisan 2012

Uluslararası Durum Hakkındaki Notlarıma Gelen İki Eleştiri

İlk eleştiri, 28 Şubat tutuklamalarını İranla ilişkilerimizle alâkalandırmadığıma dair.

28 Şubatçıları İran ve Rusyayı tehdit olmaktan çıkaran anlayış, karar çerçeveleri ve çevrelerle yani resmî avrasyacılık olayı ile alâkandırmıyorum, çünkü, avrasyacılık modernizmi muasır medeniyet seviyesini  yakalama olarak gören, varolan ittifak dengelerini bozmayı göze alabilen bağımsızlıkçı bir tavırdı. 28 Şubatçılık "ittifalarımıza, anlaşmalarımıza ve hattâ meşru olmayan gizli anlaşmalarımıza sadığız!" intibaını verdi. 28 Şubat avrasyacılardan ne çlçüde destek aldı, iki kesimin iddiaları ne kadar kemikleşmiş, kesinleşmiş tavırlardı bugün ölçebilme şansına sahip değiliz. Araya epeyce propaganda, söylendiler, karartma girdi. Yargı, en mükemmel şekliyle dahi ideoloji, duruş kategorizasyonuna imkan sağlamayacaktır. Bu süreç sona erdiğinde hukukî ve meslekî anlamdaki yanlış uygulamaların, meşru olmadığı addedilen fiillerin üzerinde hüküm verebilme, değerlendirme imkânımız belki olacak.

Bağımsızlıkçı addedilenlerin bir kısmının "şu ülke buna izin vermez, bu ülke bunu cezalandırır" türü lafzlarına az şahit olmadık. Durum/hâl belirten/betimleyen söz edimlerinden (aktlarından) ibaret değildi bu ifade türü, bir daveti de içeriyordu. Her bağımsızlıkçı lafzını bağımsız, her ittifak çağıran ifadeyi de "müttefik" görmememiz lâzım. Olumsuz anlamıyla pragmatizmden çok makyavelizmlerden söz ediyoruz burada.

28 Şubatın yargılaması hukukî meşruiyet alanından çıkarılır ve gerçekten komşularla savaşa engel görünebilen çevrelere yönelirse zaten hukukî platformda tartışma konusu edilir. Bu uluslararası bir toplum mühendisliği biçiminde şekillenirse zaten yargılamadan bahsedilemez. Müttefiklerimizin imkânlarını ve tarzlarını geçmişlerinden biliyoruz. Bugün ne yaptıklarından değil. Burada iddia edilen İran üzerine baskı kurmak için yapılmış bir hareket olduğunda mevzunun tartışılacak kadar açık bir ihtimal olmadığını düşünmek durumundayız. Biz ne olup bittiğini bilerek değil, eldeki verilerle nasıl değerlendirileceğinden yola çıkıyor ve özellikle kendimiz için eleştirilip, aşılacak, düzeltilecek varsayımsal yargılarda bulunuyoruz.

Türkiyede İran'ın baskı görmelerinde geri adım atacak kadar müttefik gördüğü çevreler hemen hemen yoktur.

Ya İrana karşı bir savaşa gözü kapalı onay verebilecek çevreler enterne/tasfiye edilirlerse? Bu ihtimali de unutmamamız lâzımdır. Bu tip ihtimallerin geçerlilikleri sınırlı olacaktır. Avrasyacıların kendileri bazan içerde fikirleri iktidardadır, bazan fikirleri de bastırılmaktadır. Müttefik bağımlıları da bir ölçüde tasfiye  tasfiye olmuş intibaı bırakmaktadırlar. Bunun neoconların görünürdeki tasfiyesi vb. ile de alakası verdır.

Manevralar konuların somutlaşma hikayeleri içerisindedir, sebep sonuç ilişkilerinde değil.

Ben İranla savaşın ne ABD ne de Türkiye tarafından istenmediğini düşünüyorum. Savaşın içine çekilebilirler. Bu çekilişte İran da insiyatif sahibi olabilecektir, özellikle Türkiyenin rolü açısından. İran'ın saldırıya uğraması halinde Türkiyeyi savaşa çekip çekmeyeceğini henüz okuyamamaktayız. Bir ölçüde savaş dışı kalmak ancak bize "bahşedilebilir". Savaşa girmemiz de insiyatifimiz dışında olacaktır. Dış politik başarılardan çok potansiyelimiz, gelecekteki rolümüz, bize karşı tavrın yüzyıllar sürecek etkisi bir ölçüde hesaba girecektir. İran bir muz cumhuriyeti değildir. Beklenen tepkileri vermemesine şaşırmamamız gereklidir.

İkinci eleştiri Suriye ile İranın tehdit edildiği, İranın taviz vererek Suriyeyi kurtarmasının istendiği, benim Suriye meselesine İranın bulaştırılması meselesi üzerinden tartışmamın anlamının olmayabileceğinden yola çıkıyor.

Suriye ile İranın tehdit edildiği doğrudur. Suriye konusunda İran lokal güçler aracılığı ile (Irak, Suriye, Lübnan) taraftır. Suriyedeki ayrışma İranın etkisinin de ayrışmasıdır. Iraktaki kazanımlar üzerinden nötralize de ediliyor olabilir. Meseleyi denge bozmadan çok yeni dengeler kurma meselesi olarak görebiliriz.

Suriyeye her türlü müdahale Lübnanın, Filistinin de şekillenmeleri içerisindendir. Mısır seçimleri dahi bu kapsamdadır. İttifak yapıları değişmekte, pragmatize edilmektedir. Tasarruflu olmayacak, kendi dinamikleriyle işleri yürütemeyecek hiç bir ittifak düşünülmemektir kanaatindeyiz, verileri okuyarak ve elbette şimdilik.

İran Irakta aslan payını almıştır. Suriyedeki ayrışma bölgedeki ayrışmaya hizmet ediyor düşünülse bile müdahil güçlere yeterli gelebilir. Asıl mesele arap baharı ile yeniden biçimlenen ülke yönetimlerinin bir dünya sistemine entegre edilmesidir. İhvan akp'lileştirilecektir. Hamasın konum değiştirmesi beklenecektir vs.

İrandan beklenen nükleer güç olmaktan vazgeçmesi, savaşın ertelenmesidir. Ertelemelerden kârlı çıkacak olan hem sistem hem de türkiyedir.

Suriye Kürdistanının Suriyeden kopması türkiyede dış siyaseti yürüten kadroyu ürkütmemektedir. Bunun bölgedeki insiyatifin ve etkinliğin gelişeceği hesabı üzerinden olduğunu düşünüyorum. Yeni Osmanlılık hesabını sorgulamayı getirebilecek bir ayrışma ve şekillenme içinde Türkiye pazar, kaynak ve etkinlik alanlarını genişletecek adımları atmakla meşguldür.

İçeride tutuklu sayısının azaltılması, tutuklu milletvekillerinin durumu, yeni açılım paketleri beklememiz yerindedir.

İrana doğrudan saldırı ile Suriye anlaşmazlığında taraf olması, hatta olsaı bir savaşta taraf olması arasında fark vardır.

Suriyedeki değişiklikler bölgedeki gelişmelerin, etkinlik alanlarının değişmesinin İrana da sağladığı yararlar üzerinden melrulaştırılabiliyor. İran konuyu nasıl okur bilemem, ancak, Lübnanda lokal müttefiklerini korur, Suriyedeki gelişmeleri kabullenmeye zorlanır, Irak üzerinden.

İrana ne olursa olsun mutlaka saldırmayı düşünen çevreleri heseba kattığımızda hem bölgenin şekillendirilmesi sorunları karmaşıklaşıyor hem de çatışma sonrası dünyanın şekillenmesinin yönü. uzun vadede "masraflı", "dayatma" her çözüm çökecek, bölge dinamiklerine bırakılarak sisteme entegre edilecek. Evdeki hesap çarşıya uğrar mı bilemem. Ancak son ekonomik kriz başka dilden anlamıyor.

Üçüncü eleştiri ise sonuçlar üzerinden gelebilir: Türkiye'nin ağır bir savaşa bulaşması, deprem gibi felaketlerle karşılaşması kombinasyonunun hesabını yapıp yapmadığımız.

Kısa vadede Türkiyenin elini kolunu bağlayabilecek çok şey var. Ancak ekonomik kriz büyük imkan sahiplerinin imkanlarını da yutuyor. Dinamik bir Türkiye sorunlarını çözer ama kendisiyle meşgul olmak durumnda kalarak kısa-orta vadede insiyatif kaybedebilir. Karşılaşabileceğimiz en zor durumlar dahi aşılması mümkün zorluklar çıkaracak karşımıza. Orta-uzun vadede revanşçı bir duruma düşmazsek yeniden insiyatif kazanabilecek gibi görünüyoruz elde olan gelişmelerden, dinamiklerden yola çıkarsak.

Türkiyenin zayıf karnı kendi iç dayanışmasını zayıflatmış olmasıdır. Çoğu bölge ülkesinden daha stabil olmak büyük iddialar için yeterli değildir.


20 Nisan 2012

Can Yücel Olsa Derdi ki












Mağruriyetin oğlunun
bir mağduriyeti olmuş

17 Nisan 2012

İlâve Gündem: Nisan 2012

SURİYE. BOP'un dönüşebileceği, uzun vadede şekillendirenlerin şekillendirilebileceğini yazdık. Bunu savaşa özendirmek için yazmadığımızdan gelişmelerin iki aşamalı bir dünya savaşına gidebileceğini de belirttik. Dünyanın yaşadığı en büyük ekonomik kriz sadece finansal bir kriz değil, dünya iktisadi sisteminin entegrasyonunun yönünün de belirlenmesi ile alakalı bir süreç. Krizin boyutları üzerine "derinlerdeki" konsensus çözümlerin realist, dinamiklere uygun, "hayali model ihracaatçılığı" olmamasını da gerektiriyor. Dediklerimin tersinin çıkması, müdahillerin hayat tarafından ağır bir büçümde düzeltilmeleri ile sonuçlanacaktır.

Türkiyenin elindeki imkanlar hem bir eğilime, hem bir ihtiyaca, hem de bir konjonktüre işaret ediyor. Kısa vadeli iktisadi sorunlar kadar toplumsal uzlaşmasını sağlamamış bir demokrasi olmamız, toplumsal uzlaşmanın muhalefetin, eleştirinin şeytanlaştırılması ile kanallarını yitirmesi gibi sorunlarla karşı karşıyayız. Muhalefetin tavrının yapıcı olup olaması işin bu boyutunda hikayeden bir mevzudur. İktidar mağduru olduğunu iddia ve ifade ettiği iktidar araçlarına sıkı sıkı sarılmaktadır. Bu araçlar aradan kaldırılmadan demokrasi sadece muhafazakar-ihtilalci bir modernizmin projesinden ibaret kalır.

Suriyede çıkabilecek bir savaş dış güçlerce kısa tutulmaya kalkışılmadığı taktirde varolan imkan ve birikimlerimizi yutacaktır. Mesele üç koy onbeş al meselesine dönüşmüştür, oynanan kumardır. Savaşın büyütülmeyeceğinin göstergeleri de var, ama bunun dengelerini kurabilecek bir dış politik ufuk yok. Burada Suriyeye müdahale meşru mudur sorusunu tartışmadık: Cevap nettir ve müdahale meşru değildir, iç gelişmeler manipule edilmiştir. Esad'ı onaylayabilir miyiz? Hayır. Uluslararası hukuk ülkelerin iç işlerine karışmama teranesine indirgenemez. İç hukuk da bildiğini okuma, özel hukuk oluşturma işi değildir.

Esad seçimle gelinip, seçimle gidilebilen bir sisteme geçiş için gayret etmeliydi. Bunun önünü açtığında demokratik açılımın Suriyeyi darmadağın etmek için kullanılmayacağının garantisini de demokrasinin "hamisi" herhangi bir güç verebilmeli idi. Türkiye bu garantiyi en aklı başında siyasetlei uyguladığında verebilir miydi? Hayır. Bu gücü yoktu, bu ufkunun da olmadığı kanaati güçleniyor.

Başka müdahalelerin önünü almak için müdahale edilebilir mi? Hayır. Müdahaleleri yönlendirebilecek imkanlar çok uzun vadelidir. Kim müdahale edecek olursa olsun müdahalesini ayaklarına dolaştıracak dışpolitik çelmeler atılması kolaydır. Bir yığın blöf, gerçek tehdit ve sınanmamış dinamik serbest bırakılacak, devreye girecektir. Bunları okuyup engelleyebilecek dengelerin oluşumuna nefesimiz yetmemektedir.

İranın gücü ise lokal güçlerle ittifakındadır. Reel politik yolları tercih eden Trkiyenin lokal dostları pek yoktur. Genel sempatiler, etkiler yanlış okunuyor.

Politikalarımıza müdahale edcekler hem uzun vadeli ittifaklarımızla oynuyorlar hem de bizi İranla karşı karşıya bırakacaklar. İran bize karşı sorumlu davranabilir, bu başka bir mevzudur. Bizim başarılı ve ince dengeler kurmamızdan bağımsızdır.

Suriye ile ilgili komplikasyonları gören insan çok ancak yeterince formüle etmemekteler. Bazı konuları dile getirmek, gerçekleştirmek ya da engellemektir de.

28 ŞUBAT'IN YARGILANMASI. Kimi eski Cumhurbaşkanlarının, MGK üyelerinın, kamuoyu oluşturanların yargılanmasını öneriyor, kimi de bunun arkasındaki gücün, güçlerin sorgulanması, yargılamalarda ifşa edilmesine gayret edilmesini.

İlk elde alınan kararları hukuka uygun olmayan bir biçimde uygulayanların yargılanması doğrudur. Alınan kararların hukuken yanlış olması halinde de uygulama bire bir uygulama dahi olsa hukuka uygun olmadığında "hkuksuz uygulama"dır. Bu konuda içtihat ve tartışma gerekiyor. Tavsiye kararlarının mahiyeti, özelliği, öncelenme hiyerarşisi hukukî olarak gözden geçirilecektir.

Cumhurbaşkanığı, MGK gibi kurumların eleştirilmesinde, uygulamalarının hukuken gözden geçirilmesinde bir sorun yoktur. Hataları temelendirici kanun, içtihat, alışkanlık ve uygulamaların demokratize edilmesinde sorun yaşanmadıkça, yargının hukuka yöne gösterici bir praksis izlemesi, konu hukuka uygun şekillenecek, müdahalelere uğramayacaksa beklenebilir.

NATO, ABD ve diğer müttefiklerin katliamlara varan girişimlerde bulundukları, ülkemizde gizli örgütler kurdukları, siyasi partilere adam yerleştirdikleri konuşuluyor. Bir çok siyasi cinayet, saldırı, parti kapatma veya kurma, kadrolaşma veya tasfiyede adları geçiyor. Bu davaya/davalara da bulaştırılmaları gereklidir diye mi düşüneceğiz? Şimdilik hayır! Nedeni, eldeki veriler, yanlış uygulamalardan başlamak zorundayız. Davayı ideolojik ya da siyasi bir tartışmaya sokmamak durumundayız. Veriler ister uluslararası müttefiklerin kendilerinden, ister yerli temsilcilerinden gelsin elde veriler, kanıtlar ve yeterince irade olmadan yargılamaya geçemeyiz. Şu anda süre giden davalar yeterlidir. Aklananlar aklanır, hukuksuzluk yapanlar özellikle hukuksuzluk kanallarını kapatacak bir hukukun önünü açacak bir kendini gözden geçirme sürecinde yargılanırlar. İntikam, şiddetli ceza değil müdahale hukuku, anlayışı, ufku hukuken gözden geçecek, içtihatlar oluşacaktır. Bu hedeflenmemiş midir? Sanırım hayır! Ancak gidilecek yön budur! Hukukun da bir mantığı var. Bir biçimde işlediğinde açılan kapılar buralara götürür. Açık bırakılan kapılar süreçler yarım kalsa da hukukî uygulamayı davet ederler.

28 Şubatın dış desteği var mı? Evet. Bunda destek daveti mi var, dış müdahale mi var dikkat etmek lâzım. Bazı dış müdahaleler palavra. Adamlar bildiklerini okuyor, ona da müttefik buluyorlar. Bazı açılardan bakıldığında sanıldığı kadar bağımlı değilmişiz. Bazı açılardan bakılırsa insiyatif kullanabilecek insanımızın olmadığı dönemlerden de geçmişiz.

MÜTTEFİKLERİMİZ TÜRKİYEDE CİNAYET İŞLEMEYE, PARTİ KURDURMAYA, KADRO OLUŞTURMAYA DEVAM EDECEkLER Mİ? "Mütttefiklerin" kendi içlerinde bu konularda bir rahatsızlık var. Kendi iç hukukumuzu demokratize ettikten sonra ya da ederken, bu rahatsızlığın bir özeleştiriye dönüşmesini de zorlamak durumundayız. Durumumuzdaki ülkelerle işbirliği yapmak geniş bir platform kurabilmek durumundayız.

Müttefiklerimiz her ülkede aynı biçimde örgütlenmedi. Sağ sol partilerin, ordu, polis ve sendikaların temsilci vererek yönettiği komitelerle soğuk savaşkurumunu kurdukları ülkeler oldu. Bu kuruluşlar sanıldığı gibi tasfiye edilmediler. Bir çok bireysel şiddet gibi görülen katliam denetimi bırakılan bazı yapıların kontrolü üzerinden gidiyor görünüyor. İlişkilerin kesiştiği yerler, ülkeler her daim ilginç. Bilinen biliniyor. Suskunluk demokratik tepkilere umulmadık destekler olarak patlak verebiliyor.

Zamanlama meselesinden bahsetmiyorum. Bu konularda duyarlılık canlı tutulmazsa asla demokratikleşmamizi tamamlayamayız. Hukuki süreçleri sınırlarında tutmaktan zarar görmeyiz. Dış müdahaleler konusunda ise hem yoğun bir diplomasi hem de halklar arası ilişkiler kurmak, kamuoyu oluşturmak durumundayız.

Batıda bir çok siyasi de bizdeki cinayetlere paralel olarak tasfiye edildi gibi görünüyor. Gelişmiş ülkelerdeki bir çok kukla yönetici de aradönem yöneticilerine benziyor nedense. Buna iktisaden müdahale edilmiş avrupa ülkelerinin yönetimlerini karıştırmıyorum.

Bir başka noktaya da dikkat etmek lazım: Ülkemizdeki soğuksavaş kurumlaşmasının kısmen yargılanması sürecine hem destek veren ve dış bileyen dış güçler varsa, topyekün suçlamalarla günah keçileri buluruz sadece. Hem tekil olayları hukuken yargılamak, hem de zamanla uluslararası hukukun gediklerini tamir etmek insanileştirmemiz lazım. Bu mümkün. Zamanla muhakkak olacak!

Dış destek işleri daha girift. Gitgide ayrışan, yeni kümelenmeler, rekabetler ve geçişlilikler oluşturan ilişkileri şematize etmek komplo teorisi yaklaşımlarını aşar.

Öncelikle siyaset mühendislerimizin neyi niçin yaptıklarını anlamak, nerede bulaştırıldılar, nerede kendileri bulaştılar görmemiz lazım eğer dış kontrolden bahsedeceksek. Sanıldığından daha bağımsız da olduğumuzu keşfedebiliriz. Tersini de. Gizli işgal teorileri de palavradan ibaret değildi. Teori başka, hakikat başkadır. Verilerle, hakikatle sınanmalı, önce hukuken darbeciliğin önü tıkanmalı, müdahalecilik mahkum edilmelidir. Gerisi kolay gelecektir.

MUHALİF, GAZETECİ, ELEŞTİREN SESLERİN TASFİYESİ. Cadı avlarına dikkat, avların yıkıcılığını da farketmedendir. Bazı gazeteciler darbelere, 28 şubata ve sonrasına karşı çıktıkları halde işlerinden ediliyorlar. Yazılmamış, bitmemiş kitaplar toplatılıyor, basılmamış değil. Hukuk sistemimiz yeterli değil. Düzeltilmeye çalışılandan daha fazlasını yıkıp geçebilecek eğilimler güvenlik kuvvetlerinde kendisini gösteriyor, kimyasal müdahaleler, orantısız güç kullanımlarında. Çevreciler terörize ediliyor, parasız eğitim isteyenler teröristmiş gibi yargılanıyor. Bu yargılamalarda hukuk sistemimiz de yargılanıyor.

HUKUK SİSTEMİNİN YETERSİZLİĞİ yargılamaları gayrı meşru ilan etmek için yetersizdir. Yargılamalarda sistem de yargılanıyor, gözden geçiyor. Mağdurlara toplumsal dayanışma hukuksuzluktan kurtarmak için dikkat göstermek zorunda. Davaların uçsuz bucaksız genişleme ihtimallerine karşı uyanık olmak, mahşeri kapışmalardan kaçınmak, toplumu sakinleştirmek zorundayız. Uluslararası soğuksavaş terör örgtünü yargılamak için ise hem henüz erken, hem de biraz geç kalındı. Erken, uluslararası farkındalık bastırıldı, satın alındı, sindirildi, şaşırtıldı. Geç, çünkü ittifaklar, düşmalıklar, gruplaşmalar sanıldığından daha dinamik. Uluslararası yargılamalar, suç duyuruları, hukuki işbirlikleri konusunda yetkin ve birikimli kadrolarımız yeni yeni oluşmakta. Uluslararası mevzuat da adım adım hazırlanmalı, kurcalanmalı. Ülkemizde cinayet işlemiş ve işletmiş ülkelerin, uluslarüstü kuruluşlara yönelik suç duyurularının içtihadını da oluşturacak basit girişimlerde bulunmak, hukukun imkanlarını açık tutmak lazım.

Yargı eleştirel tavır almış, mesafe almış soğuk savaşçılara yöneltilecektir ilk elde. Cadı avı değil, hakikat komisyonları gerekiyor, ulusal ve uluslararası düzeylerde! Hakikatin ortaya çıkmasını özendirici bir biçimde davranmak, bir kanadın diğerini tasfiyesine alet olmalardan daha temelli bir itirazın önünü açacaktır.

Başımızı daha fazla belaya sokmayalım Sayın Seyirciler:) Biz zaten bilinenleri tekrarladık. Fısıltıyla konuşulan şeyler farklı dış politik hamlelerde radikal değişiklikler olarak ülkelerde ve halklarda kendisini gösteriyor zaten. Balon daha fazla hava götürür gibi görünüyor, ancak. Tarih akışına müdahale edip, motorlarını ısıtan parazit düşünceyi sırtından atacaktır bir gün. Şikayetçi olmayan kim kaldı?

14 Nisan 2012

13 Nisan 2012

Ölüm Korkusunu Yenmek

Ölüme hazır yaşamayı bilmek ne stres işi ne de korku.
Ne geleceğe yönelmeyi bırakmak, ne de herşeyi yarına bırakmak.
Adam gibi ölmek talebi fütüvvetin diliyle "Hayatlanın!" buyruğudur.
Gelip geçici olanla, olanlarla ilişkimizde bir sorumluluk işidir, kenara çekilme değil.
Unu eleyip eleği duvara asma işi değildir. Artık un elemeyi, elek yapmayı ya da asmayı öğretme işidir. Bilinebildiği kadarıyla.

Ölümü, yaşlılığı, olgunlaşma ve hayata karşı sorumluluğu unutmanın kültürü ölümü bile ölümden kaçışa çeviriyor.
Eskiden hayatı devam ettirebilmek, haklıyı yaşatabilmek, zulüm etmemek, insan olarak ayakta kalınamayacaksa ad olarak kalabilmek içindi. Yiğidin ölüp adının kalması isim yapma, şöhret sağlama değil, adıyla dik durma, insanlığın yanında durma işiydi.
İnsanın adının insanlıkla anılması kendi rüyâsının da nesillerde süregitmesi ile alâkalıydı. İnsanlık projeleri nesillerarasıydı.

Bana yarım bırakılmış eserleri tamamlamakla uğraşmam bitirilebilecekleri için değil, emeğini işçiliğini, hayatlılığını, duruşlarını öğrenebilmek, hayatta tutabilmek için olurdu.

Merhamet!

Merhamet eyleme gözlerimin yaşına. Spinozanın derdi folklorümüzün de derdi. "Benden nefret et ama bana acıma!" üzerine versiyonlar ne acımayı, merhameti yerin dibine geçiriyor ne de nefrete methiye düzüyor.

Aşkım ve Gururum. Acınası bir sürüngen olarak görülme korkusu aşığın kabusu. Gözyaşı, keder, iç çekişi iyi, şerefli ve haysiyetli oluşun ifadesi olmak zorunda. Maşukun gözünde dilenci olmakta tasavvuf devreye giriyor. Kibirin kırılması, kendine daha yüksek bir noktadan, insanlıktan bakabilme vazifesini de ediniş. Garantisi ve diploması olmayan, becerilerini en ufak bir duraklama veya duraksamada yitirebilecek olan, yitirişlerin kayba değil tecrübeye dönüşebildiği bir dünya.

Merhametten Maraz Doğar. Yerli kapitalizmin sloganıydı, toplum mühendisliğinin sol ya da sağ tüm kanatlarının ortak şiarı. Haksız da değil bir yerde. Merhamet hukuku da devreden çıkarır görünür. Hatanın tekrarlanma riskine suçsuz ama günahlı ortak oluş olarak da biçimlenebilir. Merhametin yadsınması merhametsizliğe övgü olduğunda ahlakın ve hukukun affedebilirlikten başlatılması imkansız kılınır, haklılık acımasızlığa, tarih yazımı tarihin şaşmaz akışı önermesinin teraneleşmesine kadar gider.

Tarihin Şaşmaz Akışı diye bir şey, evet hakikaten vardır. Ne akışın ruhban sınıfını, ne ezbercilerini şakşakçılarını tanır. Praksis dışında bir eyleme düşünme tarzı dışında hiç bir duruşa, iyiniyetli tembelliğe, ezbere acımaz. Praksisin de durum değerlendirmelere, hükümde acelesizliğe, eylemede tevazu içinde olmak, zamanı ve hayatı zorlamama kaydıyla kararsız kalmamalara ihitiyacı vardır. Karar'ın tecrübe ve hatadan dönebilirlik kapılarını tanımaya ihtiyacı, yatkınlığı vardır. Ezber düzelmeye açıklık olma kaydıyla taşınır.

Teorik Antihümanizm Olarak Acımasızlık Kıyamet Mühendisliğidir. Kıyametlerinin arafı olduğunu düşünmemek, sorumlulukları hafifletici gerekçelere ölesiye sarılmak egoistlik de değildir. Günah keçisi oluşlara katlanabilen bir soyluluk, fedakarlık, diğerkâmlık hayatların bütünlüğü, hakikatin kapsayıcılığı ve geleceğin herkese açıklığı anlamında bir tarihin şaşmaz akışına teslim olur. Tarihin şaşmaz akışı, tarihin o an sahibi gibi olanları da sırtından atacaktır. Bu intikamcı bir duygu da değildir çoğu kez, herşeyin yerli yerine oturacağını, temellerini bulacağını, yanlışların bağdatlardan döneceğini bilen bir düşünce geleneğine çekiliştir. Zıtların birliği ile de alâkası var  ama, uzatmayalım.

Merhamet eden Açısından Merhametlilik ölçü, had, hudud biliştir. Merhamet bilmeyen durmayı bilmez, frensiz, dizginsiz arabasını duvara sürer. Ulaşılmaz uzaklıkta ya da iki adım ötede siste saklı duvara. Merhamet kararını değerlendirmenin, sonucu görmenin, insana ve insanlığa şans vermenin olduğu kadar tereddütün de işidir. Tereddüt bazan korkaktır, bazan cesaretin, hakikate açık durabilmenin, eyleme ile doğruluk, hakikat, yerindelik, adaletin anlamı ve gerçekleşmesi arasındaki açıkların bilinciyledir.

Merhamete Uğrayan bir şans daha bulur. Hayatı söz konusuysa, bilinmezden korkmuyorsa bir şansı, bir şanssızlığı daha vardır. Hayatın ucu açıklığının bilinci sanıldığından yorucudur. Oflayan puflayan, yeni şans istemeyen hayat kaçağı değildir çoğu kez. Merhamet maşuktan geliyorsa bir lütufsa tabiyet ilişkisi daha ağır gelir. Aşkla tabi oluş, lütufun buyurganlığı ve tepeden bakışıyla zedelenir, incinir, tehdit altında kalır. Kendi yanlışıyla dahi bağımsızlığını yani gönüllülüğünü yitiren aşık gönül de yitirir.

Merhamet edenle edilenin birbirlerine yakın duruşları sorunludur. Tekrarlara da merhameti zorlar, tabilikle ömür boyu hatırlatıcılığı ile de...

Uzaklaşma Benden Öyle. Bir anlamıyla karşısında dik duramayacağından uzaklaşma, mesafe merhameti daha işlevsel kılar ama sınanmasını engeller. Merhametinin sınandığı insanlardan olmak, merhamet edilişle yaşamanın sınanması kadar güçtür.

Onu Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzelidir çoğu Kez.


12 Nisan 2012

Kötü İhtimal: Dünya Savaşı

Bugüne kadar olabileceklerin beklenenden kötü olmayabileceğini yazdım. Bunun için insiyatif ve imkan sahibi olmak gerekliydi.

Yazmamaya dikkat ettiğim, Azerbeycan'ın tercihi gibi konulardı.

Azerbeycanın kendi tercihi ile cendereye girişi ilginç. Savaşa bir biçimde bulaşırsa türkiyenin türk dünyasıyla ilişkisi tamamen kopacak.

Kendimizi Azerbeycen'ın yanında bulursak, hesaplanmış yeni müttefiklerimiz olacak.

Azerbeycanın karşısında yer alma gibi bir tavır söz konusu olmaz. Sessiz kalmamız halinde taş üzerine taş bırakılmamasına seyirci olabileceğiz.

Bir diğer senaryo İranın bize de cevap vererek hangi cenahta bulunacağımızı belirlemesi, bilerek ya da kontrollü olarak bizimle karşı karşıya gelmesi.

Amerika Birleşik Devletlerinin Lübnanın işgali dönemindeki faal genç bürokrasisinin emekliliği seçmemesi, yeniden devreye girmesi de ilginç.

Çok şey değişebilir. Ancak insiyatifimz zayıf. İç dayanışma sıfır. Rezervlerimiz yetersiz. Rehin alınmak üzereyiz.

Tartışılmaya başlanan onlarca senaryonun sonunda epey kayıp görerek ama yine de  güçlenerek çıkacağımızın tartışıldığını düşünüyorum. Revanşcı ve gelişme yönü yüzyıllar için belirlenmiş, zenginleşen ama kıstırılmış, halini kabul etmeyecek bir Türkiye söz konusu.

Bir çıkış avrasyacılıkla dış politikayı dengelemek olabilirdi, ancak bu geçerli bir alternatif değil. Bir diğer çıkış klasik dışpolitikamız, müdahalelerin dışında kalmak: Bu da tercihen dışlanıyor, İsmet Paşaya yönelik kampanya savaş dışı kalma politikalarımızın mimarı olmasa da temsilcisine saldırı mahiyetinde.

Güçlü rezervler, kısa vadede enerji sorunu yaşamamak, pazar kaybetmemiş olmamız halinde dış politikayı şu anki yönelimleriyle ayakta tutabilmemiz, rehin bırakmamamız mümkün. Bu da pek mümkün görülmüyor.

Hangi pazarlıklar yapıldı? Bölgedeki mazlum halklara güvenebilir miyiz? Onlar bize güvenebilir mi?

Savaşı hızlandrıcı faaliyetler Obamanın kaybedebileceği üzerinden mi, kazanabileceği üzerinden mi planlanıyor?

Bağımsız halk hareketlerinin olmayışı, mazlum halkların örgütsüz oluşu her müdahaleyi, karambolü kolaylaştırıyor. Halk önderlikleri son otuz yılda yok edildi, uysallaştırıldı, kısırlaştırıldı.

Azerbeycan üzerinden İrana müdahale ihtimali en karmaşık çatışma modelini oluşturuyor. Acaba Azerbeycan da mı yağmalanacak? Rusya neden sessiz? Bölgeyi çöküntü sonrası düzenlemeyi planlıyor olabilir mi?

Rusyanın savaşa katılmasa dahi kaybeden taraf olmayacağını düşünüyorum. Çin iktisadî sisteme entegre oldu. Sistemi çökertmez, daralsa dahi.

BOP gelmiş geçmiş en büyük dünya savaşıyla kurulabilir, stabil olmaz. Türkiye iktisaden büyür, askeri anlamda zayıflatılır, revanşçı bir döneme girer. Çin'in kendisini stabilizasyon imkanları zayıflar, endüstrisini askerileştirmek durumda kalır. Japonya durgunluğa doğru gider, Kore ve Türkiye ile iktisaden yakınlaşabilir. AB ile ilişkilerimiz yeniden dengelenmek durumunda kalır. Rusya yıkıntıları toparlar, Kafkasyada kendi düzenini pekiştirir. Azerbeycan kaybeder. Azerbeycanın müttefikleri bir biçimde kazanır, ancak kazançlarını stabilize edemezler.

Hindistan bu savaşta kullanılmamayı seçti. Bedelini de ödedi, ödüyor.

İran yıkılırsa, savaş taktik bir savaşta dondurulmazsa kukla bir rejim, sömürge bir İran söz konusu olamaz. Kaynayan bir yara haline gelir ancak direnir. İranda kukla bir rejimin bugünkü rejime göre Batı açışından hiç bir faydası olamaz. Kolay çöker, ayakta olduğu sürede de destabilize eder, şiddet dengesini teryüz eder.

Bu büyük savaş, daha sonra gelecek daha da acımasız bir savaşın saflarını açığa çıkartır.

Savaş Ağaları kararlı, ancak güçsüzler. Kanayan yara çok, savaş çıkarmak eskisinden daha kolay.

Türkiye yeni ve adil bir dünyadan yana tavır almalıydı. Reelpolirtikaya gömülmekte inat edersek, monşer politikalarını mumla arayabiliriz.

Türkiye barışı savunmalı, direnmeli, toplumsal uzlaşmasından kaçmamalıdır!




Nisan 2012: Uluslararası Durum

Kore ve Çindeki görüşmelerde pazar çeşitlemesi ve enerji konusunda bazı adımlar atıldı. Kısa vadeli pazar ve enerji açığımız nasıl kapatılacak pek belli olmasa da para açığı bir biçimde kapatılacak gibi görünüyor.

Toptan gayrı menkul almalar, ilginç ziyaretler bir miktar paranın orta vadeli değerlendirilmeye bırakılacağı intibaını uyandırıyor. Acaba bu paralar savaşa mı endeksli diye sormadan geçemiyoruz. Yardım veya tazminat değil, değerlendirilen, orta vadeli nakit aktarımı söz konusu ettiğimiz. Değer kaybetmeyecek alanlara kaydırılsa da sermaye girişi uzun vadede kaybedecekler arasında sayılmadığımıza işaret ediyor.

İranla köprülerin atılmasına ne ticareten ne de enerji nakli açısından hazır olmadığımızı gözlemliyorum. Azerbeycanın tavrı ilginç. Orta vadede nasıl davranacağını kestirememekteyiz. İrana saldırıda üs ya da taraf olması halindeki belirsizlikleri kestirmek, olabileceklerin spektrumunu kestirmekten daha kolay.

Belirsizliğin politika haline gelmesinin etkileri üzerine düşünmek büyük bir bölgesel savaşla genişleyebilecek çatışma alanlarının zincirleme etkilerini tahayyül etmekten daha iç açıcı.

Türkiye bölgesel aktör mü, bölgesel taşerona mı dönüştürülmek isteniyor? Bu soruya cevap vermek kolay değil. Kim ne hesap yaparsa yapsın kolay bozulabileceğini ve sonunda BOP'un dönüşmesine yol açabileceğinin işaretlerini gözlemliyorum. Belirsizlik kaynak, imkân ve insiyatif tükettirme için kullanılırsa Türkiye dahil aktör sayısının bir dönem için azalabileceğini de düşünüyorum. İddialı olan tasarruflu yani ölçülü davranır.

Suriyede iş provakasyonlara, kolay tahriklere, kamuoyunu gerektiğinde galeyena getirebilecek soğuksavaş yöntemlerine başvurulmasına kadar düştü. Türkiye gerçekten soğuk savaş örgütüyle hesaplaştı mı? İçeride soğuksavaş mühendisliği yoksa provakasyonla yönlendirilen siyaset tipinden çekinmemize gerek yok. Provakasyonla ikram edilene itibar etmememiz, basını soğuksavaş taşeronluğundan kurtarmamız gerekiyor. Bunun için de hür basın gerekiyor: Var mı?

Türkiyenin şu anda ittifak kurduğu güçlerin fırsat bulduklarında paramiliter yöntemleri içeride de kullanmak isteyeceklerine dair kuşkum yok. Bu konuda net olmamız gerek!

Uluslararası siyasi ittifakların Maraş, Çorum tipi yargılanmamış çatışma mühendisliklerine son vermemiş olmalarını düşünmekle başlamamız gerekiyor. 12 Eylülün yargılanmasını yönünde oluşturulan kamuoyunda bu hususta tedbirliliğin etkisi de var mı acaba demekten de kendimi alıkoyamıyorum.

Demokrasisini tahkim etmiş, güçlendirmiş, pazar ve enerji konusunda strese sokulmamış bir Türkiye Suriye Krizini hakkanîyetle yönlendirebilir. Demokrasimiz muhalefetin şeytanlaştırılmasıyla kırılgan tutuluyor. Ciddi pazar açıkları, cari sorunlar ve enerji alanında belirsizliklerle karşı karşıyayız. Konjonktürün verdiği imkânlar ve başkalarının bizden daha kırılgan zeminlerde siyaset yapmaları nedeniyle uluslararası siyasi gelişmelere müdahalede barutumuzu ucu ucuna yetiştirebilme ihtimalimizin olmasına karşılık gelişmelere parya edilme riskini de görmemezlikten gelemiyoruz.

Sorun "Suriye Krizi nasıl çözülebilirdi?" değildir. Rasyonel çözümler baştan dışlanmıştır, şekilvericilik Lübnan ve Ürdünü de kapsayan bir entegrasyon projesidir. Bir yere kadar proje bir yerden sonra lokal dinamiklerle hareket edecek tasarruflu, kendi yağıyla kavrulması gereken bir müdahaledir.

Müdahale ileri zamanlara aktarılmak istenmemektedir. Obama döneminde hayata geçirilmek istenmektedir. Gözlemliyor, not ediyoruz! Eski bir projenin revizyonundan çok, toplumsal ve tarihi dinamiklerine az çok dikkat edilen, bir anlamıyla açık bir proje olarak düşünüldüğünü, nihai hedeflerinin olmadığının çıkarılamayacağını, nihai hedeflerin hedeften çok ideal olarak okunduğunu düşünüyoruz.

Amerikan yönetiminin eski yönlendirici bürokratlarının yeniden gün ışığına çıkmaları ve kendilerini göstermeleri de ilginç. "Taşın altına daha çok el" girecek sanırım. Eski yeni usuller bir süre birbirine karışacak. Yeni ittifaklar, bileşimler, anlayış ve tarz koalisyonları var gibi görünüyor.

Öyle ya da böyle olsa da Türkiye uzun vadede iktisaden güçlenerek çıkacaktır. Orta vadede ağır bir siyasi krize girip girmeyeceğimiz elinde hiç bir kart olmadan oyuna sokulan açgözlü ve uyanık oyuncunun insiyatifine bağlı.

Kısa vadede iç gerilim artırımında inat BOP'un dönüşümünün varolan siyasi insiyatifçe hedeflenmediğine, soğuksavaş kurumlarının sınırötesinde aktif tutulmaya çalışılacağına işaret ediyor olabilecek.

Bir hükümet veya yönetim krizinden kimse medet ummamalıdır. Yarışan bir insiyatif olarak muhalefet yoktur. Muhalefet eksikliği ilk elde demokraside açılmış bir gediktir. En fazla iktidarı zorlayacaktır. Otoriter bir tarz bölgesel gerilimin içinden çıkartabilecek dayanışmayı sağlamayacağından muhalefetsizlik iktidarın zayıf topuğudur! Muhalefetle konsensus sağlamamış, uluslararası politikada ortak (iyi tartışılmış!) bir anlayıştan yola çıkmayan bir iktidar krizlerde zayıf kalacaktır.

Bölgesel gerilim marjinallerine çekilmese dahi ülkenin geleceği üzerine aktif bir konsensus da demek olan demokratik destek eksikliği en iyi niyetli insiyatifi dahi rehin bırakabileceğini devre dışı kalmaya yatkın olacağını hatırlatarak konuyu şimdilik kapatalım.

5 Nisan 2012

12 Eylülün Yargılanması: Aldatmaca, Kandırmaca, Yutturmaca Değil Geleceğimizi Rehin Ettirmeme Davası

Adalet duygusunu tatmin edebilecek yeterlilikte bir mahşerî mizansen, yeryüzü sıratı, acıları dengeleyecek keskinlikte kılıç kullanımı yok.

Mağdurluğa sığınmamak, acıyı bal eylemek, affetmek tek çıkış yolu. Bunun için ise cunta avukatlığının, zulüm savunuculuğunun mahkum edilmesi yeterli.

Affediş maalesef bir kereliğine karar kılış imkanı verecek bir kararperdesi değil. Gardroptaki hayalet rahat durmayacak, tekrar, tekrar, tekrar sabrı sınanacak insanın. Ta ki affettiğin senin için karar veren merci olarak değil de, senin onun üzerine karar verdiğin olarak karşına çıksın.

12 Eylülün Yargılanması mahkeme değil, muhakeme işi. Yüzleşilmesi gereken ile yüzleşme meselesi. Hakikatle yüzleşmenin toplumsallaşmamızdaki kelepçeleri çözmesi.

12 Eylül ile yüzleşmeden rant sağlayacak kimse yok. Herkesin kolaycılıklarından kaybedeceği çok şey var, tersine.

Yeni siyasi söylem soğuksavaş yıllarından ödünç, cepheci, gerici, gerilimci. Siyasi partiler yasası halkın insiyatifini yok sayıcı. Polititacı tipi bir tipleme, karikatür. Yüzleşmede kendisine demokrat diyen herkes bir şeyler kaybedecek, kaybedecek ama, hakikatine, yaptığının daha hakikatlisine açılan kapılarla yüzleşerek.

İnsanlık eşiğinden geçip geçmemeye karar veriş aslında en büyük, en ciddi yüzleşme. Bu yüzleşmeyi yaşamışlık bile bir insanlık eşiğini geçiş.

12 Eylül ile hesaplaşmadan bir demokrasi olma şansımız yoktu. Genç kızlarına "derin araştırma laboratuarlarında" tecavüz ettirmiş asker-sivil bürokrasinin modernliği, muhafazakarlığı, iki yüzlü sömürgeciliği ile yüzleşilmeden ne modern ne de muhafazakar olabilmemiz mümkün.

Çalışanların haklarını savunanları katlederek, iktisadı monetarize ederek, kültürün içini boşaltarak, sosyalizasyonun doğal akışını örseleyerek "kazanılmış" istatistikî yükselişimizin anlamsızlığını, kofluğunu kavramadan dünyada yerimizi aramamızın imkanı yok.

Gıdamızın doğallığı, bireyselleşmemizin toplumsal-geleneksel çerçevesi, ahireti olan ve başkalarına dünyayı cehennem etmeden savunulan hayat tarzları ters yüz edildi.

Düşüncesiz, hikmetsiz, birey ömrünü aşan her olayı bireyin kârı zararından hesaplayan bir popüler kültür gündelik hayatımızı esir aldı.

12 Eylülün yargılanması, bu çorbadan, herkesin yargılanmaktan ve yargılamaktan payını alacağı bir dönem. Mahkemede ne olup biteceğinin hiç bir önemi yok.

Darbenin Başını kafeslerde, hasta, yaşlı ve bitap haliyle duruşmalara sürüklemeyecek bir olgunluktayız. Hukuk yargı işi değil, yorumbirliği işi. Gelecekte karar kılma, geçmişe takılıp kaldığımız noktalardan hikmet çıkarma, yönelim çıkarma işi.

Arkadaşlarımıza işkence, tecavüz edenlerin çocukları da demokrasi talep ediyorsa üzülmemek lazım. Hakiki adalet vahşetin olumsuzlanmasıyladır. Medeniyet adalet talebi üzerinde kurulur, yükselir.

Yüzyüze olduğumuz hâl sopaların, zulüm imkanlarının eldeğiştirmesi hâli değildir. Bir dönemi kapatma, o dönemin buyruklarının, bakışının hakimiyetinin kırılması dönemidir.

12 Eylül benim gibiler için devam edecek olsa da artık eski 12 Eylül olamayacak. Üniversitelerde ders veremememiz, gündelik basında yayınlanmamamız, yazdığımız kitapların dağıtılmaması, satılmaması yokluğumuzda bir yerleri kapmış başka "12 Eylülzede"lerin uyanıklığı, krampı, karanlık yanı değil miydi?

Bu sel her sansürü, uyanıklığı, zulmü süpürür. Mağdurdan zalim üreten ufuksuzluktan kim nasibini almadı ki? Hesaplaşma iyileştiricidir.

Hesaplaşılamıyorsa susmak bazan en iyisi: "Anlayışlılık" dile geldiğinde zulümden daha incitici ve acıtıcı olabilir. Hakikatle zulüm diye bir şey var, sanırım.

Affedeceksin, affettiğin şeylerin başkalarına yapılmasına engel olacaksın ve başka türlü yaşayan, düşünen insanların yetişmesi için çırpınacaksın! Gerektiğinden fazla da konuşmayacaksın.

Kendisine saygısını bir dönem için bile olsa yitirmiş insanın zulme, intikama dönüşen mağduriyetini telafi etmenin imkanı yok. Yeni bir ufuk sunmak, yani insanlığın geleneğinde gömülü olan kolay, basit ama asla ilkel olmayan ufkunu yeniden, yeniden, yeniden sunmak lazım insanlığından vazgeçmeye itilmiş insana.

Başka bir yerden bakmak, başka bir yerden bakabilecek duruma gelmek gerek bazan.

Halkın, acılı halkın yapabildiğini aydına da hatırlatmak lazım. Aydın kinin hafızası oldukça, halkın hafızası olamaz!