20 Mayıs 2008

Zehra Hanım


Hükümet dairelerine kolay giren çıkan bir çocuktum. Bir haksızlıkta dilekçe yazabilir, kesilen suyu açtırabilir, halktan birisinin arsasını belediyenin sorgusuz sualsiz kullandırmasına itiraz edebilir, vermediği bir kredi için banka müdürünü ziyaret edip nedenini sorabilirdim. Yolda kalandan para alan hancıya teessüf edebilirdim. Paranın geri verilmesine hayret eden hancının oğulları babalarından futbol için izin almamı rica ederlerdi, nice aksi adamla çocukları arasında elçiydim, "Selami Amca oğlunuzun evlenme yaşı geldi artık, çıraklık için artık çok büyük, dükkanı teslim edemeyecekseniz bıraksanız bir işe girse?" En kızgın köpekleri azarlar, iki ayak üzerinde durmadan sıcacık ekmeğin kulaklarını havada kaptırmazdım. Şaşırılması ne kadar şaşırtıcıydı. Bir vatandaştım kimsenin henüz kendisini vatandaş hissedemediği yıllarda, cumhuriyetin tadını çıkaran, zincirlerini kırmış bir maraba gibi davranıyordum. Bana haklarımı cumhuriyet verse de her dönem kapıyı çalıp içeri girmiş bir çevreden geldiğimi ayırdedemiyordum. İçimden geleni yapıyordum. Ben bu halk için yanıp tutuşuyordum. Ayırtettiğimde, hiç bir kapıyı çalamaz hale geldim. Ayrıcalıklarımı terkettim ve köleleştim. Ve kölelikten, küllerimden yeniden yükselmeye çalıştım hep. Olmadı.

Zehra Hanımın kapısında ezilen büzülen içeri giremeyenlere aldırmadan kapıyı tıkladım, gel demeden içeri daldım, gel demek zorunda kaldı, tıklamanın tonu, açmanın kararlılığı, hayır denemeyecek birisi olduğuma işaretti. Ürkek sekreter bile kararlı adımlarım, topuk seslerim karşısında görmemezlikten gelmeyi tercih etti. Zehra Hanım gözlüğünü çıkardı masadaki kağıt yığınının üzerine attı. Kamil! Kâmile ne kadar benziyorsun. İmparatorluk, beylik bitti, ne bu hava, bu kurum evladım. Ne kadar da efendi çocuksun. Bakıyım ayakkabılara, Altınçizme Kemal mi yaptı, süvari işi adeta. Ata mı biniyorsun? Dur bileyim! Cirit oynuyorsun. Sinsin de oynuyosun. Güreşemezsin, kolların bacakların uzun. Ama atlarla beraber büyüdün, seni arkadaşları sanıyorlar. Evet, Zehra Hanım Teyze. Teyze değilim çocuğum, Hocam. Zehra Teyze Hocam. Teyze nerden oluyom lan? Kâmile gönül verdik bir zamanlar diye mi bütün bunlar? Gönüllü gitti beni bırakıp bozkırın ortasında. Bozkır değil, Efendim. Sus, sen mi bileceksin. Ot bile bitmiyordu o yıllarda. Bir kuzu kesilse yağı olmazdı, eciş bücüş, aç kuzular. Tavukları kaynat kaynat yenmez. Kıtlık açlık. Ve Kâmil Bey gönüllü savaşçı. Mimar oldu, Viyanalara gitti geldi. Sonra savaşa, ilk denk gelen savaşa. Mekkeyi müdafaa ediyormuş. Kime karşı? Sonunda hançerlediler savundukları trende onu. Hançerlemediler Efendim. Sen de arapların dostusun yani. Hıh demiş burnnudan düşmüş. Şeyh Sadunla fotoğrafı vardı burada. Çekmeceleri karıştırdı. Yok. Birşeyin yerini bulamıyorum artık. Kızım, sekreter içeri şıpıdık koşturdu, kapı aralığından kelebek gözlüğü ve tiffanyde kahvaltı yapan saçının topuzuyla gösterebildi kendisini. Çekmecelerimi kimse düzeltmesin. Fotoğraflarım nerde? Torununuz kolaj yaptı efendim, dün bugün müsameresi için. Zehra Hanım morardı. Sekreter çekildi.

Bu fotoğraf trende ölmedi diyor. Düşünmedim. O kadar kızdım ki. Fotoğrafını parçalayacak haldeydim. Bir merhum harp tarihçisi dostumuz, Zehra Evladım şu askeri çıkarabildiniz mi, Osmancık Taburundan demez mi. Yanındaki? Şeyh Sadun. Meclisteydi Babamla beraber, onu çıkarması zor değildi. Tanımıyorum dedim, yanındaki kılıksız askeri. Gösterebilir miyim başkalarına? Öyle kaldı. Er kılığında bir zabit. Kıtlıktandır sandım.

Ne? Bakma öyle. Tamam. Yakışıklıydı yine, canı yanmıştı, kulakları kavrulmuştu, yüzü yaralarından berelerinden, kırıklarından, çıkıklarından gergindi. Ama yine de ferah duruyordu, Kamil dedim bunu bana nasıl yaparsın Kamil, eşşek Kamil, beni nasıl bırakır gidersin, beni nasıl bırakır gidersin? Alıp da gitsene, kaçırıp da gitsene.

O zaman profesör olamazdınız Hocam. Beklerseniz olamazdınız. Divane olurdunuz. Önce nasıl hitap ettiysen öyle et çocuk. Olmazdım. İlk defa aşık olur gibi oldum, bey adayıydı, beni ondan kaçırmazlardı, verirlerdi. Bir uzlaşma evliliği. İşleri kolaylaştırma evliliği. Neyse ne evliliği. Ömrüm boyunca kimseyi sevmedim. Kamili de sevmedim. Sadece kızdım durdum. Viyanalardan gel, çaldığım valse rast semai de.

Konaklarında seyisleri uzunhavalarına ne yaptığına aldırmayanların rahatlığıyla Puccini fragmentleri ekler, ressam halaları korkunç fırça darbeleriyle yastıklara yağlı boya gül yapar, ipek halı dokuyamadığına hayıflanır, Büyük Beyi bahçede koyunlara kaval çalarken yakalarsınız, sihirli flüt tanrım, adamların hepsi kaçıktı.

Aldıkları her kitabı kendileri ciltlerler, ağırlıklar koyarlar, cilt iplerini kendileri yaparlar, bıçakları kendileri yaparlar, bana ebrularla zarflanmış defterler hediye ederler. Su damgalı kağıtlara hatırladıkları beyitleri yazıp hediye ederler.

Kocakafalı Kamilin ben ata binmesine vuruldum. Sentor. Yaysız, mızraklı, ciritli sentor. Büyük Beyin bunayıp damda zurna çaldığı günler. Eline kimi ney kimi klarinet tutuşturur, ama o koca yörük, dama çıkar zurna çalar, kartallar evin üzerinde uçuşur.

O bozkırda, o tozlu yerde, o bazan, tamam, sulak yerde, harpsikord çalan bir genç kıza, kızım neden tuşların hepsine birden vuruyorsun demez mi Koca Yörük. Kızma, evladım, tamam, adama basit geldi. İki ayrı ezgiyi bir biriyle atıştır evladım dedi. Kopar birleştir, durakları, güçlüleri kaydır. Ama bu adam, bu adamlar medeniyeti ciddiye bile almayan bir medeniyettiler, fosildiler. Bir rüya gibiydiler. Büyük Bey doksanında bile yakışıklıydı. Kemal Paşa ziyaretine geliyordu, çardağın altına sofra kurulmuş kuzu dolmaları çevriliyordu. Yolu çeteler kesmiş. Büyük Bey gergindi, beline silah takmıştı. Akşama kadar nargile içti. Kimse çıt çıkaramadı. Beni gördü, kızım tuşların hepsine birden bas dedi. Gece yarısına kadar marş çaldım.

Gözlerini kurulamak için mendil aradı. Dudaklarının kenarındaki boyayı ipek beyaz mendilin ucuyla düzeltti. Çok güzeldi. Halâ. Kâmil Amca yüzünden mi kimseleri sevemedi? Evlendim, çocuk yaptım. İhtiyar kocaya biraz baktım. Sonra eziyetten kurtulduk. Kız Operadan emekli. Oğlan mimar. Aşksız bir mimar. Kâmil bir ev yapacağım sana derdi. Şehrazadın evi diyecekler. Sadece konuşur, kuma kağıda çizerdi. Konakta oturmaktan bile utanırdı. Kaşmir giyinemezdi. Mavi donluydu, memlekete geldiğinde, herkes gibi.

Muallim mektebine aldılar. Evde ders almıştım. Sınıf atlaya atlaya gittik. Kâmil köprüler yapacaktı. kamil kaleler yapacaktı. Kâmil bahçeler yapacaktı. Kâmil Bemerkand, Buharadaki eski bahçeleri anlatırdı. Oraları kurtarmaya gitti. Sen de doğudan doğuyor güneş diyeceksin. Güneş batıdan doğuyor, batıda güneş evlâdım.

Muzip bir kadındı, ama, Kâmil Amca sağ desem, onu bulur parçalardı. Sustum. Kamilin çenesi. Burnu, ağzı. Şiirden anlıyor musun Çocuğum? Ahmet Gazali okuyoruz, Efendim. Yahya Kemalin yeni şiirlerini de takip ediyoruz Osmancıkta. Dante yok, ama Mesnevî okutuyorlardır? Okuyoruz Efendim. Danteyi sizden öğrenmemi istediler sanırım. Latin dillerini ne yapacaksın? Efendim, sizi tanımamı istemiş olabilirler. Ya da benim seni tanımamı istemiş olabilirler Çocuk. Diyorlar ki bana, yıkılmadık, ayaktayız Cadı Avrat! Estağfirullah Efendim. Evet. Radyodan dante konuşmama içerliyorlardır. Ahmet Gazaliyi okuyan, okutan yokken. Onlar okutuyorlar Efendim. Gülmsedi. Onlar farkında bile değiller yenik düştüklerinin değil mi Çocuk? Onlar yenilmezler ki Efendim. Kahkaha attı. Hiç kahve içtin mi ömründe çocuk? Hayır Efendim. Sana bir sade kahve, kakuleli olacak, Kâmil hayırsızına yapardım. Kızım!

Sekreter sade kahvelerle geldi. Sigara? Filtressiz bahar sigarası uzattı. Kullanmıyorum Efendim! Azarladı. Yak! Yaktım. Öksürerek, duman perdesi arkasına saklanışını izledim Zehra Hanımın.

Kızlar önünü kesecekler, beni almazsan canıma kıyarım diyecekler Çocuk. Demezler artık Efendim, taşra öldü. Ölmez çocuk, ölmez. Sen geçerken, ağaçlara çarpacak kızlar, çukurlara düşecekler. Ben bilim adamı olacağım Efendim. Korkunç bir kahkaha çınladı. Bir patlamadan önce boşalan hava gibiydi kahkaha öncesinin esintisi. Koridorlardaki hayatı, şaşkınlığı, sıkıntıyı, beklemeyi, zaman geçirmeyi okutan her işaret kesildi.

Ne istiyorsun çocuk? Sizden latin dilleri ile cermen dillerini kıyaslamanızı istiyorum. Ve dilimizle olan olmayan alakalarını. Anlatmam ve sizden öğrenileceği öğrendiğimi göstermem lazım. Asıl onlar seni bana gösteriyorlar, bak yetiştirdik bir tane daha diye. Efendim? Bir şey yok evladım. Bu adamlar asla teslim olmazlar. Efendim sonra kızınıza gidip senfoni ile mevlevi ayini arasındaki farkı soracağım. O ne bilir? Ayin mi dinlemiş? Efendim senfoniyi bilir. Ayini ben biliyorum. Çocuk sen adamı hasta edersin. O sosyete senle türkçe konuştuğuna bile utanır. Anlat bakiim bana.

Aah, alaturka evladım, ah.

Elimden sımsıkı tuttu. Meşrutiyet Caddesine kadar koştururcasına yürüdük. Maraş dondurması aldık yine koşturarak yürüdük. Akşam bende kalacaksın, itiraz yok. Hiç konyak içtin mi? Hayır Efendim. Ben içirsem kızmazlar değil mi? Hayır Efendim, bir hikmeti vardır derler. Baban? Evden kovar. Kendisi içer değil mi? Evet. Güldü. Evde güzel bir Martell var dedi. Ben içmesem Efendim? Seni bana gönderirler ha, görürler dedi. Yoldan çıkmaktan korkmuyorsun çocuk? Nasipse Efendim herkes çıkar dedim. Şimdilik istesem de çıkamayacağımı biliyorum, velayet altındayım. Burada velin kim? Siz efendim. Düşüp,bayılıyordu. Konyak kalsın, dedi. Ama içeceksen bir gün, ilk kadehi benle kaldıracaksın.

Yorulduk. Bir apartmanın duvarına oturduk. Nahivci mi olacaksın Evlâdım büyüyünce? Hayır efendim, fizik okumayı düşünüyorum, maddeyi merak ediyorum, nedir ne değildir. Ruhtan vaz mı geçtin? Ümidini kestin yani? Hayır efendim, ben ruh madde ayrımı yapmıyorum, maddi manevi ayrımı yapıyorum.

Ben aşksızlar yetiştiriyorum Evladım. Ben aşksızlar yetiştiriyorum. Kucakladı. saçlarımı kokladı. Memleket kokuyosun, toz, toprak. Çayır, çimen dedim. Kuzu koyun dedi. Meleşe meleşe dedim. Konuşa koklaşa büyürdük dedi. Kamil yaşıyormuymuş tren faciasından sonra? Ses çıkaramadım. Peki çocuk dedi.

Benden öğreneceğin herşeyi öğrendin mi? Evet dedim. Gelmeyecek misin? İmzanızı taklit edebilir miyim dedim. Fesüp dedi. Et lan göbel dedi. Çocuğa göbel diyen başka bir yer biliyo musun dedi. Erkek çocuk dedim. Seni görmeye dayanamayacağım çocuk. Kâmilin kabahati değildi onca harp. Değildi efendim, o savaşı sevmiyordu, sizleri seviyordu, korumak istedi o kadar. İyi ki savaş yok, sen de giderdin. Evet efendim, giderdim. Bunca emeği, bu ince eğitimi çöllere salıvermek, sizlere mahsus. İç çekti.

"Dünyaya karşı hiç bir aşağılık duyguları yok ihtiyarların değil mi?" dedi. Gülümsedim. Kâmili çöle saldılar. Seni de salarlar. Bana bunu gösteriyorlar. Bizi küçümseme diyorlar. Anlamadım Efendim. Senin gibi bir öğrencim olmadı, olmayacak. Ama, sen belki marangozlukla geçineceksin, belki bir çölde kalıntılarını sırtlanlar paylaşacak. Ama, isterdim ki, yanında olayım çocuk. Ama bizleri ayırdılar. İki yakamız birbirinden ayrıldı, Kamil çöldeyken oldu herşey. Kâmilim çöldeyken.

Ellerimle göz yaşını sildim. İki dünyayı sizler birleştiriyorsunuz Evlâdım. Kucakladı, ayrıldık. Cebimde para yoktu. Nereye gideceğimi bilemedim.

Kâmiiiil diye seslendi gözlerine inanamayarak, Zehra hanımın apartmanının kapıcısının hanımı Hanife Abla. Teyzemlerin ortakçısının kızı. Tarhana çorbası hafızamı sardı, sarmaladı.

18 Mayıs 2008

Bülbüle Terlemez Gül


Saki de, akşamda baki de, ol bahçe de güne cevap vermede, yeşermede. Bülbül yorgun, dal yorgun. Gül, kokusunu terlemede.

Ey Aşık, sen çırpındıkça dağılmakta gülün.

Gel bezmimize ki, unutulanlardan ol, sözü kalmayanlardan, kendinden başka uçacağı yer kalmayanlardan.

Bize yar selam vermez, biz artık gönüllere giremeyecek kadar küçüldük, ufaldık, unufak olduk.

Bizi rüzgâr neşe meclisine sürükleyemez, biz rüzgârın dahi sürükleyemediklerindeniz. Yok gibiyiz.

Yar bizim bir parçamız kadar olmak ister, yine de bizi bedel olarak almaz. Biz paha biçilemeyecek kadar değersiz olanlardanız.

Yare senin için canım feda deseydim, sen de can mı kaldı derdi. Yare dahi sözümüz yoktur.

Artık kendimizi başkalarının yerine koyamayız. Başkaları bizim kabımıza sığmaz.

Yine de dokuz kıtadan kovulduk, kanımız her yerde aktı Ey Farabî. Kanımız tükenmiştir, bizde renk kalmamıştır. Söyleyeceğimiz bir kırıntıdır. Yükümüz ne hafiftir. Ama kıymetsizliğimizi tartacak bir terazi bulamadık. Bize kapısımı açacak kadar küçük bir okul, bir yazımızın sığabileceği kadar küçük bir kağıt, içinde yuğrulabileceğimiz kadar dar bir tekne, içine sığabileceğimiz kadar küçük bir yurt, bizi itip kakmayan bir ülke bulamadık halâ.

Dünyamızı beklememize neden gücenir insanlar? Yok'u beklemek her yere, hiç bir yere aitlikse bize ne?

Bülbül çırpınır, yine de çizmelerin altına bırakır yapraklarını gül.

Çizme gül kokusundan mest ya da değil. Ezen, ezer geçer. Küçücük bir oluş ezilişten gül kokusu duyar da gülümser.

Ol vefasızlığa, ol ezilişe, çaresizliğe çare olmayışa ağlamıyor da gülümsüyorsa neden taşlansın bülbül?

Ezilir şarap olur her harap bağçe, kadehini arar neşe, can-ı cemle dolar çınlar bu kurumuş gövde, ülkeniz benim, ülkeniz benim ey kovulduklarım, Ey Yoksayan Sevgili, dokunamayan rüzgâr, görseniz de, göremeseniz de.

16 Mayıs 2008

Mayıs 2008/2

Mesnevîyi Okumak ana blogdan ayırılmış durumda.

Medya Eleştirisi sadece Eleştiri adı altında "yayınlanacak". Yeterince eleştiri ya da öneri alamadık, ama gidişat bu yöne işeret etmede. Yemek eleştirisi dahi yazmak durumundayız, en azından yemek kitapları eleştirisi. Estetlik, gurmelik gibi kavramları gözden geçireceğiz oburluktan çok.

Yorumbilgisi de kısa zamanda aktiflenecek.

Blogların alanlarında daha geniş bağlantı hatları sunacağız.

Diğer bloglara da geçici olarak "maille abonelik imkanı" sunacağız, sadece ilgiyi "ölçmek", tamamen ayrı çevrelere hitap edip etmediğimize dikkat edeceğiz.

Fikrimizi, kavrayışımızı değişik alanlardaki uzanımlarıyla sınamak, dar bir alana sıkışmamak, okuyucuyu ilgi alanının dışında yazılarla zorlamamak durumundayız.

Posta kutunuza daha az yazı göndermeyi başarabileceğimizi düşünüyoruz Sayın Okuyucu. Bunaldığıının farkındayız.

13 Mayıs 2008

Mayıs 2008'de Blog'da Durum


BLOG'LA İÇİN KARAR VERMEM GEREKİYOR. Okur artırıcı yöntemlere uzak durduğumuz halde günde ortalama 100 tıklama sınırına yaklaştık. Bu ay okunmada yüzde yüzlük artış beni şaşırtmayacak. 100de stabilize olduğunda ya blog sadece üyelere açık kalacak, ya da tamamlanıp biten yazılar herkese açık bloglara aktarılacak. Kapalı olması halinde yorum ve forum açabiliriz.


4 YENİ BLOG AÇILDI: Yorumbilgisi, Medya Eleştirisi, Mesneviyi Okumak ve Geliştirilen Metin. Herkese her yazıyı okutmamak, istediği tip yazıyı takip etme imkanını vermek daha makul görünüyor. Yeni bloglara henüz yazı yüklemiyorum. Bir de yedekleme sitesi hazırlıyorum. Her hangi bir teknik sorun çıktığında devreye sokulabilecek bir site. Yorumbilgisi bir başvuru sştesi haline getirilebilir ileride. Mesneviyi Okumak da yorumbilgisi sitesi olsa da bir Mesnevi Okuması da. Hazirana kadar bu konuda erkene alınmış bir online kitap yazma çabası ise hüsrana uğradı. Hızlı başladık, ama soğuk karşılandı. Bizden bir ezber, eleştirisiz bir estetik, toplumsuz bir insan bekleniyor sanıyorum. İhtiyaç olmadığına göre, kendi ihtiyaç, imkan ve hazırlığımız belirleyecek neyi nasıl yazacağımızı. Medya sözcüğü yerine basın diyebilmeyi istiyorum. Şimdilik devam edelim kullanmaya. Ya da sadece eleştiri diyebilir, aydın eleştirisi de yapabilirim. Yahya Kemal, Tanpınar, Haşim, Cemil Meriç, Doğan Avcıoğlu, Oğuz Atay, Yalçın Küçük, Murat Belge değerlendirmeleri yapmayı istiyorum. Güncel siyasi konulardan çok aydın, toplum, bilim, kültür üzerine düşüncelerini değerlendirmem ilginç olabilir.


GELİŞTİRİLEN METİN'de şu anda "Seni Seviyorum"a öncelik verilecek. Paralel bazı hikayeler, zaman dizgisi vesaire sınanacak. Örneğin tarihi sıralama yanlış da olsa aynı anda hem oarada hem burada olması imkansız mekanlar ve olaylar sınanacak, imkanlar yoklanacak, gereken malzeme, eksik olan bilgi ya da kavramamdaki zayıflıklar ortaya çıkarılacak. Tarih bağıyla tarihçi arkadaşlarımın, dil linkiyle dilbilimci arkadaşlarımın öneride bulunabilmeleri kolaylaşacak. Metin kimsenin yardımı olmadan da yazılabilir. Ancak, o dönemleri çalışanlar o insanların hayat anlayışını, hayat dünyalarını merak etmekteler sanırım, ben bugüne yansıyan kısmını, bağlayabildiğim kısmını konuşuyorum. Tarihi roman yazma düşüncem yok. Yazdıklarımda Osmancık, çöller, savaş, esir kampları, göçler, kuruluş sorunu ve sancısı arkaplanda da olsa sık sık gündeme gelecek. Tarihe tanıklık değil, insana, insanın rüyasına tanıklık söz konusudur sadece, aşkı, ayrılığı, fedakarlığı, itilip kakılmayı, yüksek sesli de olsa bazan bir tevazuyu kurcalamaya çalışacağım. Bu bloğ kapalı olacak, hem gözönünde yazıp kurgulayacağım, hem de ruhunu bilip tarihini, coğrafyasını, gündelik hayatını yeterince bilmediğimi düşündüğüm bir dünyayı henüz tanıkları yaşarken sınayıp fikirlerini almaya çalışacağım. Bu eleştiri yazdıklarıma yansımayacaktır, yazmadıklarıma, anlayışıma kazınacaktır. Öğrenmenin, biraz daha anlamanın bir yolunu bulacağız.


MAİLLE ABONE OLANLAR. Çok fazla yazdığımda şikayetçi olan arkadaşlarımı üyelikten peyderpey çıkardım. Kazara üye olan, nezaketen üyelikten çıkamayan arkadaşlarımı da ya maille takibi kaldırarak, ya da bu bloga yazılanları sınırlayarak rahatlatmaya çalışacağım. Mail listesine düzeltilmemiş metin gidiyor. Ama okuyucuyu tanımam, yazarken onların ufkunu da ihmal etmememe de neden olabiliyor.



ARAMA MOTORLARI. Bu ay en çok "komşusuzluk" sözcüğüyle girildi siteye. Araştıranların işini kolaylaştırmak için hem bir "komşusuzluk" bağı koymak, hem de kısa ve derli toplu bir açış yazısı kaleme almayı düşündüm. Bu duruma göre siteye girenlerin çoğu ortaokul öğretmeni. Bismilden Tekirdağa, Trabzondan Antakya Arsuz'a.


Dertli, aşık, anlamaya yeminli çilekârlar her daim misafirimiz. Neşeyle girş de arttı. Demek eskisi kadar tek yönü değiliz. Her meşrebe uygun yazmak işimiz bile olsa, zaman ve hal çeşitliliği istiyor.


KONULAR. Felsefe orta vadede biraz daha hakim olabilir. Tasavvufu Okumam ya da üzerine düşünmem, Mesneviyi Okuma konusuna kayacak. Her alanı ilgilendiren kavramları ele almaya devam etsem de, düşünen, tartışan, düşünceye önem veren, düşüncenin önünü açan bir sufi gelenekle karşılaşma ümidimi yitirmiş durumdayım. Tasavvufa ve tassavvuf tarihine öncelikle kendi düşünce geleneğimizi ve hayat dünyamızın temellerini kavramak için eğildim. Gereksiz görmesem de, daha sessiz okuma, öncelik vermeme durumundayım.


Arzeyleriz, halimizden.

12 Mayıs 2008

Cevapsızlık


Cevapsız olmak, hakikatli olmanın, hakikate açık durmanın hallerinden birisi.


Cevapsız olmayı göze almayanın söylediğinde, gördüğünde, işittiğinde ne hikmet olabilir?


Hikmet ezberin, idare etmenin, yalanı devam ettirmenin, aldanmanın, aldatmanın, onca kurnazlığın içinde en çok kendini kandırmanın dünyasında ve dünyasından değil. Hikmet hayatla, tecrübeyle, açıklıkla, sarsılmayı göze alabilirlikle, hakikatle yüzyüze gelmekten korkmayışla konuşan düşünce, kayıp giden hakikatten elimizde kalan bir inci, bir tohum, kokusunu terleyen gül yaprağı.


Etrafımız her şeye cevabı olan insanlarla dolu. Hiç bir şeye cevapları olmayan, herşeye cevapları olan hep bu insanlar. Ne bir tereddütleri var, ne de göze alabildikleri bir azap.

Gözlerinde hakikat, hakikatlilik zor, karmaşık, imkânsız. Hakikat, hakikat kapılarını çaldığında bile beğendiklerini söylemezse açmazlar, açılmazlar, hakikate kapı olamaz, kapılanamazlar. Eşikte oluşları ayağa takılmaktır, dostlukları olanı inkâr, olmayanı dayatmadır. Düşmanlıkları küçümseyici bir hoşgörüdür. ellerinde olmayanı, ellerinden kayıp gideni, sokakta bıraktıklarını büyültür, küçültürler.


Hakikate sırt dönenler, hakikate kendilerince efendidirler. Hakikatle düzeltilmezler. Kapalılık, ipeğe dönüşmeyen bir kozadır. Akla, fikre, hakikati zikre, insaniyete, aşka, düşünceye kapanma değildir.


Sokakta kal. Cevapsız ol. Cevabını bulduğun her şey yeni bir soruyla cevapsız kalana kadar cevaplı ol. Cevepsızlığın, yanılırlığın, insanlığın, hatanı düzeltirliğin, dediğini düzeltirliğin cevabındır.


Cevap, anlamın, anlamanın açıklığıdır, açıkta oluşudur, açık duruşa açılıştır.


Kainatı toplumu yani sohbet divanı yapamayanın cevabı yoktur, onca cevapların çöplüğünde.


Cevapsız olarak cevapsız kalmıyoruz, kendisiyle kendimizi düzeltebileceğimiz bir hakikatimiz var, Efendim.

10 Mayıs 2008

Kâmil Bey


Kandiber Kalesinin en uç noktasına uçarcasına ulaştığımda, Kâmil Bey ramazanda fişek atılan kayanın en uç noktasında sırtına vuran rüzgarla denge kurmuş yaylanıyordu. Parmak uçlarındaydı, kolları açık, gözleri kısıktı, işliği rüzgârını almış bir bayrak gibi direğini dövüyordu.


Paçasından, kemeri ya da uçkurundan, işliğinin ucundan tutmayı düşündüm, berceste mısraı bulamamış bir şair gibi aranıyordum, kaldıraçın, levyenin, dengenin eteğini bulmak imkânsızdı.


Çenesini oynatsa, gözünü kırpsa boşluğa uçacak gibiydi. Kısık bir sesle "rüzgârı kesme çocuk!" dedi.


Kâmil Beyle tanışmamız ırmakta buzun en ince yerine uzanıp bilmediğim bir dilde ezgi söylerken oldu. Ay ışığıydı. Rakı almaya göndermişler, ırmak kenarında tek açık büfenin sahibi Karabet Abinin yatsı namazından dönmesini bekliyordum. Karabet Abi her dine inananlardandı. Babası şarap fabrikalarını satıp batıya doğru gitmiş. O buralarda kalmış. Tekel bayiliği yapardı.


Küle basmak, küle işemek uğursuzluk sayılırdı. Cin, dede çarpardı. Başka yerlerin dedeleri canlı, bizim dedelerimiz ölüydü nedense. Dükkân sahipleri mangallarının küllerini ırmak kenarına belki çukurları doldurmak, belki de buzdan kaymamak için döktüklerinden ayetelkürsi okuyarak geziniyordum.


Buz üzerinde çarmıha gerilmişcesine uzanmış bir adam kuzuların hopladığı, rüzgarların şarkıları uzak illere götürdüğü, çayırlarda tayların kıç atarak koşmayı öğrendiği, annelerin ot biçtiği, babaların avda sessizce beklediği bir ezgiyi mırıldanıyordu. Bilmediğim, hiç işitmediğim bir dilde. Steplerden, dağlardan, ormanlardan, yıllarca yürüyüp ulaşılabilecek diyarlardan birisinin dili.


Irmağa indim. Yanına yürüdüm. Buzun çatladığını, suya doğru çöktüğünü hissettim. yapabilceğim tek şey buza her an dibe çökme korkusuna rağmen uzanmak oldu. Uzandım. Ve buzun tekrar donmasını bekledim. Buzu mu biliyordum? Buzda çok mu gezmiştim? Yok, hayır. Vahşi her hayvan gibi, yaralı bir hayvan gibi ne yapacağım beni yönetiyordu.


Kâmil Bey hiç kıpırdamadı. Bana bakamadı. Buzun nefes alışına, kıpırdanışına, suyun kabarışına uyarak, benim buzu sessizce dalgalandıran hareketime aldırarak ezgisine devam etti.


Korkma çocuk. Fısıltıyla. Konuşup buzu sarsmaktan korkarak bekledim. Büyük bir balık ya da hava boşluğu geçti altımdan. Gözlerimi kapadım. kollarımı açtım. Ayazdı. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Misafirlerini rakısız bırakmama sinirlenecek olan babamı, ben gelmedikçe ızgarayı yapıp mutfaktan kurtulamayacak olan annemi, kendimi, kedimi unuttum. Gözlerimi kapadım. Bir rüya, hayal, düş adı neyse, ondan gördüm, dünya devam ediyordu, ben bir buz parçasında suların altında üstünde üşümeden, balıkları kayaları, köprü kazıklarını, değirmen dolaplarını teğet geçiyordum. Suda uçan bir kuştum.


Buzun daha az dalgalandığını hissettiğimde kazağımın kollarını ellerime doğru çekip uzatarak buzda yüzdüm ya da süründüm. Topuklarımı oynatmam, buza dayamam halinde dibi boylayacakmışım gibi bir his vardı içimde.


Sahile ulaştığımda, tekel büfesinin kapanmış olabileceği aklıma geldi, nefesim kesildi, içimi ateşler bastı, ağzıma acı sular geldi. Fırladım. Karabet Abiyi büfesini kapatırken buldum. Cebinden çıkardığı otuzbeşliği gülümseyerek uzattı. Damla sakızlı, ağır kokulu bir rakıydı, belki yaz günlerinde ağır kokardı. Sizde misafir var. Geleceğini düşündüm. Yolda karşılaşırız diye kayadibine doğru gitmeyi düşündüm. Hesaba yaz Abi. Gülümsedi. Sanki unutacakmış gibi düşünmeme, Sanki unutulacakmış gibi. Unutmazdı, çünkü, borcu olan hatırlatırdı iki de bir alacağını. Parası olanlar da pek parayla dolaşmazdı. Kimsede cüzdan yoktu, aynalı cüzdanlar çıkana değin. Horozlu ayna ve tarak vardı erkeklerin arka ceplerinde. Bozuk para için kullanılan kesif meşin kokulu cüzdanlar bayramlarda ortaya çıkardı. Yazın rakılar ne fena konardı. Şişeleri satardım. Sinemaya giderdik arkadaşlarla.
Kimse buzdaki adama, uzakların dilini bilen bir adama inanmazdı. Anlatamadım. Babam geç kaldığım, dalgın bir mankafa olduğum için bisiklet almaktan vazgeçtiğini söyledi, misafirler kestaneli hindi dolmasıyla kendilerinden geçmişlerdi. Amcalarım olan bitenden, yemekten, rakıdan bihaber Rahmi Beyin bir şarkısını geçmekteydiler. Sofranın öbür ucunda. Malumatlı br çocuk olduğumu düşündüm. Gülümsedim. Büyüyünce, mankafa çocuklara bisiklet alacaktım. Öcünü almış her çocuk gibi sekeleyerek dolaştım evin içinde.

Hükümetin damında, fişekçi kayasında, minarelerde rüzgarı dinleyen, şerefelerde kuşlarla oturan bir Dedenin varlığından bahsedenleri Babam haşladı durdu. Öyle bir his vardı. Ancak memlekette Babamın inanmadığına inanılmazdı, hakikat Babamdan sorulurdu. Babam masalın dünyasına karışmazdı, bu alanda özgürdük, kuşlar gibi.

Hükümetin damında, müftünün bacasında, kaymakamın kümesinin üstünde oturan Dede, Babamın yine bir Osmancık Taburuyla gönüllü gitmiş şair, hafız, gazelhan, mimarlığı bırakıp kunduracılığa başlamış, uysal zevklerin ehli, cirit ve sinsin ustası Amcası olamazdı. Öldüğü kayıtlıydı, şahitliydi. Madalyasızdı, beratsızdı, icazetsizdi, iki devlet arası bir kahramandı, es geçilmişti, ama zeten memleket es geçilmiş savaş kahraman ile doluydu, sessiz sakin insanlardı, sessizlik sakinlik için yaratılmışlardı, evlerini konaklarını demir yumrukla yöneten teyzelerin gölgesinde, birşeye karışmadan, birşeylerine karışılmadan sessizce kayar giderlerdi.

Bir Dedenin Osmancığı ziyerette olduğu söylentisi yayılıyordu. Ne olur ne olmaz düşüncesiyle, yaşıma uygun olmasa da, henüz öğrenme yaşım gelmese de, arkadaşlarıma sahip çıkabilmek, onları yatıştırabilmek için ayetelkürsiyi öğrendim. Artık sokağa çıkabilir, kazara da olsa küle basabilirdik karanlıkta.
.....
Babamın bir sözünden cayması halinde yapılacak hamle kesin, net ve apaçıktı. Baba, az daha unutuyordum, Hacı Durmuş Efendi Enişte yarın bizleri saat altıda bekliyor. Babam rakısından acı bir yudum aldı. Yoksa ferahça kayardı rakı boğazdan. Yarın çağırmadıklarını anlar, ama birşey diyemez, karıncalanırdı. Ne sorsa, doğrusunu Kâmil Evlâdımız bilir, ne demiştik sana evlâdım? Ben ne dersem oydu, Babamın yanında.

Babam aslında alaturka bir adamdı. Bu büyük adamların yanında ne demişse yapar, söylediklerini her daim hatırlar, ayak kitler, kıpırdamadan oturur, lafı bölmez, mecliste her söyleneni ciddiye alırdı. Benim söylediklerim hariç tabii ki. Ama elinden ne gelir?

Yemekten sonra meclis kurulur, Ben divanın duvarla kesişme noktasına, şah minderine, kapıya ve ocağa bakan köşesine oturtulurdum. Ben olmadığımda burası Hacı Durmuş Efendi Eniştenin yeriydi. ölümünden sonra bile buraya kimse oturmaya cesaret edemedi. Tabii ki ben de.

Hacı Durmuş Efendi Enişte kelâm alimiydi. Yanılmıyorsam, mesnevihandı. Bazan divanda mı yer de mi nerde hatırlayamıyorum pek, posta oturur, etrafını dinleyen insanlar insanlar sarar, ben odaya girince toparlanır, ciddi ifadeyi yüzünden siler, beni mutlaka başköşeye oturtur ve sorular sorardı. Meclis maşallah çeker aralıksız, her cevabıma, sonra baş keserek kapıdan geri geri çıkarlardı. Ekvatorun yarıçapı nedir? Güneydekiler neden dünyadan düşmüyor? İklim mi insanları değişik yapar? Sirke haram mıdır? Yemek neden pişirilir? Ömür daha uzun mu olsa iyi olurdu. Bir insanda kaç saç teli olduğu nasıl hesaplanır, tahminimce kaç saç telim vardır? Hangi dilin lugatı daha geniştir? Hangi dili öğrenmek bu zamanda elzemdir? Hangi ilimlerle meşgul olmaklığım gerekir? Isanaklı kıymalı yumurtalı böreği daha çok sevmemin ilmi nedenleri var mıdır? Gündelik meseleleri konuşurken kaç kelime yeterlidir? Bir dilde söylenilebilecek her şey söylenmiş olabilir mi, bir gün? Kunut Duası neden okunur? Fatiha okumak neden önemlidir? dede Efendi mi büyüktür, Bach mı? Opera günah mıdır?

Belediye Encümenine göre çiftçi idi. Encümen azası, çiftçi. Hacı Durmuş Efendi enişte siz çiftçi misiniz? Bana çift sürmeyi öğretir misiniz? Babam, elinde olsa bir kaplan gibi üstüme atlayacak, ama arada Hacı Durmuş efendi Enişte var, kaş göz işaretine fena bir kaş göz işareti alabilir hacı Durmuş Efendi Enişteden. Babam, çaresiz, öfkeli, sinirli, üstelik eve gidince hesap soramaz. Hacı Durmuş efendi eniştenin meclisindeki bir lafza karışamaz. Sözünün üstüne söz söyleyemez. Ama ben söyleyebilirim. Hayat ne güzel. Ne kadar adil, eşit ve hoş.

Hacı Alâaddin Efendi Enişte ise, Ramazanlarda Kadirilere ait olabilecek metinler okutur, dinler, araya yorumlarla, hikayelerle, şiirlerle girerdi. Evi daha modern döşeliydi. Koltuk ve sandalyede oturulur, plâk dinlenir, o çarşıya çıktığında genç kızlar çarliston yapabilirdi. Hacı Durmuş efendi enişte kadar sert ve otoriter değildi. O yüzden, ana daha fazla söz hakkı koparamazdı babamdan. ama Hacı durmuş efendi eniştenin yanında öyle sorular bulurdu ki beni konulturacak, Babam asla ikisinin bir araya gelmesini istemezdi. Onlar ben ve babam.

Ortak mevzuları Gazali ve Ahmet Gazalinin şiirleri idi. Bana şiir yorumlatırlar, şiir sever babam, o şiirden ne anlar, bu rezil herifi nasıl şiir meclisine alırlar diye homurdanır dururdu.
Ahmet Gazali okumalarımıza, yataklara düşmemek, utancından yerin dibine girmemek için gelemez, bin bir bahane bulurdu. Babam olmadan meclis kurmak için mi Gazali okuturlardı? Kim bilir?

Evet Kâmil Bey, bu gece neye dua ettiniz? Neden omuz silktiniz? Kendiniz için mi bir şey istediniz? Ayıp değil ki, tabii ki isteyeceksiniz bazan, söyleyin lutfedip? A olur mu bilelim, bu duanız da kabul olacak mı? Şefik Bey, Mahdumunuz diye söylemiyorum, Kâmil Beyin kalbi temizdir ki ne için dua etse kabul olur, rüyaları çıkar, keşke bizler için de duacı olsa öbür dünya için, keşke bize de anlatsa da kendisi için dilediğini biz yerine getirip sevaba girsek. babam kıpırdanır, kıvranır. Hadi söyle evladım. Babam homurdanır sonunda: Hadi söyle neyse artık. kırmızı bir bisiklet diledim. A ne kadar kolay bişey evladım, Şefik Bey için. Şefik Bey bu sevaba girer. Tabii tabii der meclis, marka tartışılır, zil mi, boru mu, pilli zil mi yine bana danışılır, Babam kan ter içinde kalır. Eve gidince ben çarşıya çıkıyorum diye gider. artık br kaç gün yüzüme bakmaz.

Bu asla yalan söylemeyen, etraflarından çok şey bekleyen, babamı bile hazırolda tutan insanlar neden bana kol kanat gererlerdi, neden bunu kendi torunlarına, çocuklarına yapmadılar, başkaları da onlara onların yaptığı gibi yapsın diye mi beklediler bir bilen asla bulamadım. Babam? Bilir ama, ben ne söylesem tersidir, onun için, halâ.

Hacı Durmuş Efendi Enişte bir gün emekli olup memlekete yerleştiğimde, arabi ve farsi öğretecekti. Hacı Alâddin enişte de eski şiirimizi. Ama önce batı dillerini öğrenecek, ecnebi adet ve hayatlarını öğrenecek onlara iyi kötü yanlarını anlatacaktım. Döndüğümde, evleri, divanları. sedirleri, ambarları. Oymalı, kakmalı dolapları, gömüldükleri koltukları. Anıları, anlatanları yoktu.

Adınızı lutfeder misiniz dedi Kâmil Bey. Kâmil. Benim de Kâmil. Biliyorum, Büyükamcasınız siz.


Beni taşıyamadılar, adımı mı taşıtacaklar?


Bilmek nedir? Kendini bilmedeki bilme mi Büyükamca? Gülümsedi. Balık tutuyor musun? Hayır, canlıları yemekten hoşlanmıyorum. Buğdayın gönlü, canı, kanı, duygusu yok mu sence? Ispanaklı börek seviyorum? Pancarlı börek mi? Evet. Kıymalı, yumurtalı, ıspanaklı halâ iyi yapıyorlar mı evde? Sanırım. Annem müthiş aşçı. Ama Babana herşeyi beğendiremez. Nerden biliyorsunuz Büyükamca? Siz şehit olduğunuzda o daha doğmamışmış. Bey takımını iyi biliriz evlâdım. Şehit mi olmuşum evlâdım? Ölmek istedim sadece. Evet bir harp kahramanıydım, ama hayat kahramanı değildim. Zehramı başkasına verdiklerini duyunca eşi nüzul olan bir arkadaşıma tezkeremi verdim, kimlik değiştirdim. Herkes de buna göz yumdu. Çöldeydik. Ağır ateş altındaydık. Kalmak, ölene kadar orda kalmak istedim. Kahramansam öncesinde kahramandım, ondan sonra derin bir acı içindeydim, savaşa rağmen, ben yenilgimi almıştım, ne yaptımsa dalgınca yaptım, ne yaptımsa hayatta kaldım, yaşadım. Benle yer değiştiren arkadaşım trende pusuya düşürüldü. Benim yerime öldü. Ben Medine kuşatmasında kaldım. Hacı Durmuş Efendiyle karşılaştık Medinede, mühimmat aktardılar. Ama yine de ölü kaldık, gözlerinde.


Çocuk, herkes bana kurtulmak, ruhunu kurtarmak için gelir, sen beni kurtarmaya geldin, kurtarmak için etrafımda dolaştın. Sence çok mu vahim dururmum? Sizce çok mu vahim yaptığım, Efendim? Elini omzuma koydu. Sakayı da cebime. Giderken burada bırak. Annen istemez, hanım kızıdır. Ya da kafese koyar. Ya da kedi kapar. evet annem hanımkızı, ama hizmetçilere bile hizmet ettiği için evde yalnız, bütün yük omzunda, kömürü bile o taşır. Beyler kömür taşımaz, evet. Yok ben taşıyorum, ama, yok, evet ben bey değilim, olmayacağım. Baban sana adam olmazsın sen diyor herhalde. Evet, nerden bildiniz? Adam olmazsınız, adam doğmuşsunuz. Estağfirullah Efendim, adamlıktan çıkmamak daha zor olsa gerek. Kahkaha attı, gözünden yaşlar geldi. Ağlama mıydı, nasıl bir neşeydi bu anlayamadım. Büyükamca, sadece bir dosttu. Yaralı bir kuş gibi. Yumurtadan çıkmış bir civciv gibi. Yaşı olmayan bir insan. Yarın çelik çomak oynayalım, bana hatırlat dedi. Peki Efendim, dedim.

9 Mayıs 2008

Bileni Bilen Kılan Bilmediğidir


Bilen bilmediğini bilen, bilmediğinin olduğunu bilendir.

Cahil, bir şey bilmeyen değil, çok şey dahi bilse bildiğine sarılandır.

Bilen az şey bilir, eksik konuşur, ama tamamlar, tamamlanır.

Bilen yanlış söyler, ama eleştiriye açık durur.

Cahil doğru konuşur, istisna, alaka, bağlam, bağ bilmez hakikati düşüncesiyle zorlar.

Bilen eksiğini olacağını baştan kabullenir, hakikatle tartar bildiğini, yani bildiğin hakikate çarpar.

Cahil, hakikati bildiğiyle sınar, bilen kendisini. Bilen, tüm sınanmalardan geçilemeyeceğini bilir tevazudan her dalgaya kendisini vermez. Cahil ya korkak ya da deli doludur, ya hiç rezil olur ya da hep.


Bizi güçlü kılan, bilmediğimizle dost oluşumuz. Bilmediğimize meydan okumayışımız. Bu bize öğretir, öğrenmeye açık kılar.


Cahil, ne çok şey bilir, ne güzel söyler, ne güzel allar pullar ama söylediğine bineni duvara çarpar.


Cahil kendini kurtarmayı hep bilir. İşine geldiğinde, işine geldiğince öğrenir. Felâketi ürkekliği değil, cesaretindedir.


Cahilin cehaletiyle açtığı kapıyı, bilmeye açık olan göremeyebilir bile.


Bilgi üstündür, ama bilen bildiğini bir cahilden fazla bilmeyebilir de. Bir üstünlüğü varsa bildiğinden çok, bilebileceğindedir.


Cahilin malumatlısı malumatsızı olduğu gibi bilenin de malumatı kıt olanı olur. Malumatı kıttır ama, kendine sunulanı zerafetiyle yakalar.


Şimdiye kadar ne bildiğin ne bildiğin değil, değişen dünyada değişerek kendine sadık kalışta dünyayı okuman ne bildiğin. Yeni bir şey söylemeyen, söylemiyordur. Söylenmişi söylemek yeni bir şey söylemek değildir, söylenmekte olan söylenmişteki söylenmiş söylenen yeni bir şeydir. Bilgiyi yaşatmadır, geleceğe de bir mektuptur. Ezberde bile bir söylenen vardır. Cahil tekrarlar, Arif okur, değişir.

Kümes


Fay hattı çatırdıyor.


Kendimize kümes arıyoruz. Sığınacak. Kümes sıcak. Kapısı dar. Yağmura, tipiye çatı. Kovalayana zahmetli bir giriş. Tünek, duvardaki küfe, bulaşacağı pislik tilkiye, aç köpeklere duvar.


Kümes arıyoruz kendimize, omuz omuza olmak depremlere dahi dayanıklı kılıyor ruhumuzu.


Yıldızlı bir gök yüzünün altına sığınmak, sanki sığınmak değilmiş gibi kaçışıyoruz bir omuz omuzalıktan başkasına, daha darına, daha kapalısına, daha kolay ısıtabildiğimize, vücudumuz ve nefesimizle.


Rüyamı ve ufkumu hangi kümese sokabilirim? Gök gürültüsünün altında, sağnağın, fırtınanın, bazan soğuk da olabilen yıldızların altında kalabilsem, gelene geçene yoldaş bir deniz feneri olabilsem, insanlığını arayan sorana göz kırpabilsem.


Acımı ve hasretimi bir an unutabilsem. Kendisini kucaklayan bir dünyaya, kainatıma kanat çırpabilsem.

Arayış


"Arayış" eskiden hakikati arayış, hakikatini arayış idi. Şimdilerde biteviye yalpalayışa, tutarsızca yön ve tavır değişikliklerine arayış deniliyor.


Arayan, yarın ne diyeceği , nerede duracağı belli olmayan haline getirilmiş.


Arayış, derdiyle/derdinden çöllere düşmek, ummanlara açılmaktı. O anlamı yeniden çağırmak zorundayız.


Arayan, tavrını, duruşunu daha hakikisine, daha iyi gerekçeye, daha sağlam temellere sahip olana açmakta. Arayan ilk akla yatkın olana sarılan değil, onu da terkisine alan, duruşunu terkedip kaçmayan, sorumluluklarına devam eden insan.


Şimdi katılmadığınız ve eleştirdiğiniz bir fikriniz için cefa çekmekteyseniz, ağlayıp sızlamayacaksınız, onu bunu suçlamayacaksınız, şerefli duracaksınız. Evet şimdiler de "şeref" sözcüğü de mütareke basınının hayat sayfalarınca alay edilen ve fonlanmış, kondurulmuş, iliştirilmiş, onaylanmış aydının sinirlerini geren bir sözcük.


Arayışın bir ahlâkı var. Belâ, macera peşindelik değil, anlamanın ahlâkıyla giyinmek, açıklık, yanılırlık, fanilik, insanlık gerektirmekte. Arayan insan, son sözü söyleyebilecek bir yerden konuşamadığının bilincinde. Söyleneni, sunulanı, binlerce yılın kafa patlatmasıyla ortaya konulmuş olanı reddetme, kelebekleşme, daldan dala konma derdiyle değil, kendi anlamasının, ufkunun, perspektifinin geçiciliğinin, uçuculuğunun, bir yerde oluşu, bir konumdan konuşuşunun farkında olarak daha derin olana, daha kapsamlı olana, daha karmaşık, daha insanî olana açılış.


Arayan insan, her dönemeçte kılık, fikir değiştirmez. Yokladığı, sınadığı düşünceleri, hattâ uğruna savaştığı, kapıştığı idealleri iki de bir sağda solda unutmaz.


Arayan insan, kolay ideal değiştirmez. Kolay ufuk değiştirmez. O, genişler, genişletir, aşar, yeniden yorumlar.


İnsan olmaktan vazgeçmez, insandan insanlıktan umudunu da kesse. Hakikat ondan kaçsa da hakikatsizliğe, ezbere kaçmaz. Komşusunu derdinde bırakıp kaçmaz.


Arayan insan, duruşu olan insandır. Ahlâkı olan insandır. Toplumu, derdi tasası, düşündüğü, hesaba kattığı olan insandır. Lokmasını bölüşebilen insandır. Yanında kimse olmasa, en ıssız adaya düşse de insanlığı ve kainatı yanında taşıyan insandır. İnsanlığa komşu yaşayan insandır.


İnsanın yalnızlığı, çölün yalnızlığı da bir dalgınlıktır, ortada kalıştır. Ama bu ortada kalış, ortada duruştur da, arada kalmayı göze alıştır da, ortada kalmayı, ufalanmayı, arafın ta kendisi olmayı göze alıştır da.


Arayış ne yiğitliktir ne kaçaklık. Arayış, ahlâkın, ahlâkla eylemenin sürdürülmesidir. Dünyayı, düşünceyi sabana vurmak, ruhunu çapalanmaya, tırmıklanmaya, tekrar tekrar yeşeriş ve soluşlara açmaktır.


Aramak yaşamayı kabullenmektendir. Sorumluluğunu üstlenmektendir. İnsanlığını terketmemektendir. Yükümlülükleriyle giyinmektendir.


Arayan, ne yol arkadaşlarını ortada bırakır, ne hakikati satar, ne de yalana, ezbere kul olur. Yanlışının, eğrisinin, doğrusunun sorumluluğunu asla terketmeden yaşar. Söz, tutulur. Söz tutma, dünyayı dümdüz eden bir ezbercilik değildir ki zaten. Daha iyisini yapmaya açık olana yönelmişliktir. Hatadan ise dönülür. Şerefli İnsan, Haysiyetli İnsan, vereceği zarardan dönen insandır. Bir sözümüz varsa, ne kadar değişirsek değişelim, tutacağız. Söz tutarken de, daha iyisine, düzgününe, daha az zarar verenine, daha incelikli olanına yöneleceğiz.


Arayan insan ne sözünden vazgeçebilir, ne sorumuluklarından, ne de insanlığından.


Yeni anlamıyla arayış sadece ve sadece "şark dansözlüğü"dür.


1 Mayıs 2008

Bir Mayıs 2008: Gaz Kokusu, Cop, Boyalı Su


Limanlarımız, alanlarımız, topraklarımız, tohumlarımız talan ediliyor.

Sadece halkımıza, çalışanlara geçit yok.

Bu meydandan iç savaş başlatmaya yönelik bir müdahalede bulunuldu 1977'de. Bunu kitlesel bir biçimde kınama hakkı yok.

Her taraf gaz kokuyor. Alman Hastanesinin önü. 1 Mayıs Meydanı. Şişli Etfal Hastanesinin Acil Servisine gaz bombası atılıyor. Disk Genel Merkezine de. Disk Genel Merkezinin önünde toplananlara boyalı su sıkılıyor. Hangi kinle? "Bu akşam ailemin yanında olabilirdim, çalışma saatlerim insanca düzenlenebilirdi ne fena!" diyenlerin öfkesiyle?

20 senedir 1 Mayısların kenarından bile geçmiyorum. "Neyi protesto ettiğinizin değil, neyi istediğinizin altını çizin artık" dediğimden.

Gelecek sene ben de 1977 1 Mayısında ülkemizi kan gölüne çevirenleri protesto edeceğim. Gelecek sene ben de meydandayım. İlân ediyorum.

Bu işgal, bu saldırganlık, bu sivil kılıklı örfî idarecilik tadını kaçırdı.

1 Mayıs'a karşı tavır, sömürgecilerimizin bu ülkede karıştırdıklarını savunmaya dönüştü.

1 Mayıs 2009'da bağımsızlığımızı savunmak için yürüyeceğim. İşgalci çeteleri lanetlemek için.

Hastanelerini sokaklarını bombalayan bir iktidara karşı çıkmak için.

Bu hükümet bir 1 Mayısı bile yönetememiştir. Halkına karşı bir önceliği olmadığını göstermiştir.

Alınterinden, alınteriyle kazançtan daha değerli neyi vardır insanın?

Hazineleriyle, talan ettikleri topraklarla, açgözlülüğün zevkiyle, düğünlerde takılan tonlarca altınla yeryüzü cenneti mi kuracak birileri?

Hiç bir şey bize ait değil, eylediğimizden, yaptığımızdan, olduğumuzdan, insanlığımızdan başka. Olduğumuz bile akıp giden, üzerinde her daim söz söyleyemediğimiz bir şey.

Hastanelerine bomba attırabilenlerin insanlıkları bitmiştir!

Öbür dünya konuşmaları, din, hukuk ahlâk lafzı gevezeliktir. Efendileri Vicdanların Efendisi değildir!

İnsanlığı ayakta tutacağız! Çalışanları satmayacağız! Vicdan sahibi olmayı bırakmayacağız!

Bu ülke için, bu ülkenin insanları kadar, söyleyebileceği insanca bir şey olan herkes konuşabilir. Ama sadece İnterkontinentalden işçileri, öğrencileri tarayanların borusu çınlıyor topraklarımızda, insanlığın topraklarında.

Reddediyorum. Bu ülke şiddetin, hiddetin, sosyal mühendisliğin değil insanlığın ülkesidir!

Gelecek sene İstanbulda, 1 Mayıstayım. Sendikalar neredeyse, ben de oradayım.

İlân ediyorum, Efendim.

Ömer Hayyam'dan Gündemin ve Günün Anlamına Dair Rübaî

İnciyi isteyen dalgıç olacak;
Varı yoğu dosta verip dalacak.
Canı avucunda, nefesi göğsünde:
Ayağı baş olacak, başı ayak