11 Eylül 2007

Aşkın Ahlâkı Üzerine Geçici Notlar


HÂKİKATİN SONSUZLUĞUNU, VE KENDİ SONLULUĞUMUZU DİLE GETİRMEKLE BAŞLAYALIM

1. Kitapları, kavramları, ustaları, birbirine bağlamaya ara verip, aşkın kendisini konu edinelim.

2. Aşk üzerine söylenmişin mânâ alanında gezinebilmek için aşkın kendisine, bir kavramdan ötedeki aşka yönelmek gerek.

3. Önceden söylenmiş, yazılmış, yaşanmış, aktarılmış yok sayılırsa geriye hiç bir kavram, tarihi olan, kurumu olan, terbiyesi olan, hayatı olan bir şey bırakılmaz. Bu mümkün mü? Hayır! O halde, sadece ve sadece, geleneği yok saymak mümkün. Geleneği yok etmek, bir hayatı ve onun tüm izlerini silmekten de derin. Çiçekleri adalara kuşlar taşırken. Arılar hayatı buluştururken.

4. Hans Georg Gadamer, o kadar eleştirdiğimiz, naif bulduğumuz, kaba aydınlanmadan ayırt edemediğimiz hümanist gelenekte dahi, aydınlanmanın en köklü eleştirisini bulabildi.

5. Bakan görür, arayan bulur. Neyi? Olmayanı? Hayır! Olanı? Olgunca cesaret, kendini sarsmayı göze alabildiği ölçüde, kendini değişmeye sarsılmaya açık tutabildiği ölçüde.

6. Kendini sunmayanın, kendisini açığa koymayanın üzerine konuşmak bilgi olarak düşünülemez. Çiçek her mevsim açmaz. Kötü kokusu da, binbir kokunun içinde kendini sunmamış olabilir. Çirkin ördek yavrusunun, kuğu olacağını görmek, tahmin etmek, bilmek ayırd edebilmenin tecrübesini, farkına varararak bakmayı seçmişin işidir.

7. Boşboğaz hakikati söyleyemez mi? Söyler. Olacağı da, olmayacağı da. Öngörü ve bilgece önyargı, gördüğünü söyleme değil, gördüğü üzerine düşünmedir. Soru sorar. Gelecek soruyu bulur.

8. Taksi şöförünü yaşatan önyargısıdır. Kimin ne olabileceğini kestirebilen bir tecrübeden. Yanılmayı kolay kaldırmayacak bir hayatla bakar. Önyargısı boşsa, sevinir.

9. Önyargısı boşa çıkınca hakikati reddedenle hakikat alışverişimiz yoktur. Dostluk, terbiyeyle susmak, karşılıklı susmakta anlaşmışlıktadır.

10. Hakikati hakikatten değil, hakikatli de olsak bir zamandan söyleriz. İnsan, anlayan, yorumlayan, konuşan insan zamanın çocuğudur. Bir tarihsellikten konuşur. Söylediği, söylediği andan itibaren eksiktir, perspektiflidir, bilgi kırıntısıdır, ama bir hakikate açıklıktır.

11. Hakikate açıklık, hakikati yakalamakla değil, ki avuçtaki uçar gider, söylediğini eleştiriye açmakta, kendini düzeltebilmekte, yanılabilirliğini bilmekte, sınırlarını kabul edebilmektedir.

12. İnsanı ne sınırlar? Bunu bilmek, bilineceği kadar bilmek imkânsızdır. Bu kulağımıza fısıldansaydı dahi, bilmediğimizi, hakkında bir haberimiz olmayanı bilemezdik yine de.

13. İnsan olmanın sınırlarını kabul etmeyen, ki bu sınırlar tamamıyla tanımlanmış, tamamlanmış değildir, insanî bilgiye de kapalıdır.

14. Cahillik adeta halimiz. Halini bilen halden anlamakla başlar.

AHLÂK AŞKIN NERESİNDEDİR?

15. Aşkın duruşu ahlâkın duruşudur. Ahlâklı duruştur. Karşı taraf sevmese de sevmektir. Karşı tarafa önceliktir. “Ödülüm ne?” dememektir. Tek yanlılıktır. Yol kesmez, yol açar. Hakkını istemez, hakkını verir. Hakkaniliktir.

16. Kendini beğenmişlik değildir, karşı tarafı önemsemektir.

17. Aşk yalan üzerine kurulmaz. Sevilmeyeceği sevmek, onda sevilecek bir şeyler bulmaktır.

18. Kendisi ortada olmayanın, aşkı da sabah rüzgarıyla dağılan bir sistir. Ne buluttur, yağar, ne pesengidir çöker, ne kırağıdır ağar. Aşıklık kişilik ister. Mecnun olan sermayesini dağıttı, insanlığını, hayatını.

19. İnsanlık dağıtmakla bitmez. Hayat dokununca çöl yeşerir. Mecnunun göz yaşıydı çölü yeşerten. Deve, aşık’ın dikenini yer de, çöle bilgece bakar.

20. Aşk adaletsizlik işi değildir. Ama aşkı teraziye koymaz aşık. İhtimam maşuktan da önce, aşkın varlığınadır. Maşuka ihtimam, ahlâktandır. Aşka ihtimam, oluştandır. Aşk kaybettirir. Aşk, aşkı kazandırır. Kendi kaybettiği sırada, insanlığın kaybettiğini bulur. Aşkla bulunan birlikte, aşk değil Maşuk adildir. Cömerttir. Cömert olmasaydı da, en talepsiz haliyle boyun eğmeyecek miydi aşık?

21. Doğruyu zangoçta söyler, kahin de, sarhoş da. Aşık, aşıkların çeşmesinden içmez. Birikintilerden, sızıntılardan, dökülüp saçılmıştan da alır gıdasını. Kenardan geçer. Kendisine su vermeyeceğini düşündüğü yabancıdan utanır da onda konaklar.

22. Yabancılık? Kendisine de yabancıyken, bu yabancılıkta kendini bulmuşken, yabancılıktan yaban ne anlar Aşık?

(YAVAŞ YAVAŞ DEVAM EDECEK. ONLİNE YAZILDI. HATALAR OLABİLİR. DÜZELTİLİR. AKLIMIZ BAŞIMIZDA KALIRSA.)

7 Eylül 2007

Sınırlı Sorumlu Bir Özgürlük Denemesi


-Hans Georg Gadamer’e-

Her anlama bir ge(n)ç anlama ki
Gidenler biraz da kalanların çocukları:

Gelecekler de kaçınılmaz.

I.

Diyelim ki hastayız, hem de ağır, ateşli. Yatağımızdan kalkıp gidilecek yere gidemiyoruz. Gidebiliriz belki, ama gitmemiz yanlış olacak, gücümüz yetmeyecek, kullandığımız insiyatif insiyatifin gerisini getirmemize engel olacak.

Diyelim ki konuşmak istediğimiz, hattâ belki de bizi dinlemeye gönülden hevesli birisi var. Ama birbirimizin dilini bilmiyoruz. İyi ki dil var. Ne kötü ki dil var.Yardım edecek kimse de yok, her zamanki gibi, ve gerektiği zamanda.

Yola çıkmak istiyoruz, hattâ yola çıkıyoruz, yollar kapanıyor, çığ, yerkayması, sel, buz, kar... Her yerde kar var.

Anlamak istiyoruz, anlamanın donanımına sahip değiliz. Sahibiz, ama o insan, o metin, o buluşma çok uzaklarda. Hayır, belki de yanı başımızda, ama nerede olduğunu bilemiyoruz. Onu aramayı bile bilemiyoruz.

Diyelim ki hekimiz, hastamız için çırpınıyoruz, ama hastalığının ne olduğunu bile bilemiyoruz. Ya da, ne yapacağımızı biliyoruz bilmesine ama, ‘ben onsuz yasayamam’ dediğimiz insan da aynı acil servise getiriliyor ve ikisine birden yetemiyoruz. Seçim, birinden birini seçme hali oluveriyor: Öncekini, daha çok ihtiyacı olanı. Elbette ‘en çok sevdiğimize’ değil öncelik, belki de onun yardıma daha çok ihtiyacı olsa da. İkisini de kurtaramıyoruz. İkisini de kurtarıyoruz. Onu kurtarıyoruz, olası iltimasımız yüzünden bizi terkediyor. İltimasımız yüzünden bize bağlanıyor, artık sevemiyoruz, ne kadar ağlasak boş, bütün kabahat bizim. Başkasına öncelik verdiğimiz için bizimle gurur duyuyor, buruk bir gurur duyuyoruz. Gurur duyamıyor, duyamıyoruz, duyamıyorlar, çünkü o artık yok.

Sorumluluk kurulları, meslekî disiplin veya etik komiteleri değil çocuklarınız en zayıf anınızda size onu niçin ölüme terkettiğinizi soruyorlar[1]. Cevap bulamıyorsunuz. Suçlular gibi susuyorsunuz. Ya da herhangi bir rasyonel aktör gibi cevap yetiştiriyor, ‘başka sorunuz yoksa, odama çekiliyorum!’ falan diyebiliyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, ne kadar kendinize saygı duyarsanız duyun, onun eksikliği bir çığ gibi, bir kara delik gibi büyüyor içinizde ve tırmalanmamış hiç bir anlam alanı kalmıyor hayatınızda.

Diyelim ki ‘evren büyük, biz minnacığız’. Veyahut da emeklerimiz, çabalarımız yeni baştan başlamalarla bitiyor. Yuvarladığımız taş nesillerden nesillere emanet ediliyor.

Diyelim ki hayatınızla ilgili en önemli, en özgürleştirici adımı attınız, karşınızdaki sizi işitmedi, işitir gibi yaptı, ya da yanlış anladı. Belki söylediğinizi unutturacak bir şeyler yaşadı. Siz bir adım attınız, ama atılan adım, anlamını bulamadı. Ya da az daha buluyordu, ama haşmetmaaplarının ulakları da insiyatif kullandı, yolları kesen bir haramî gibi, kar gibi, çığ gibi insafsız, amansız ve masum davrandı.

Çok oyunculu bir oyunda, elinizden geleni yaptınız, ama yanlış yaptınız. Belki de doğru yaptınız ama ‘doğru’ hamleyi bilen yoktu. Diyelim ki her denemeniz, sizin değil de başkalarının sosyal yetersizliğinden muallâkta kaldı.

Zamanlamanız yanlıştı, ya da doğruydu da küçük tesadüfler her şeyi birbirine karıştırdı. Küçük aksilikler, hayatı, hayatları, gemileri, trenleri, dostlukları, eylemleri, sözleri, siyasetleri, savaşları, barışları rayından çıkardı.

Bunlar mümkün. İnsiyatif kullanmamız, kullanmamamız, kullanamamamız mümkün. İnsiyatif kullanıp kullanmamanın herhangi bir gerçekleşme için bir öneminin olmaması da (irrelevans).

Diyelim ki hakikaten özgür birer aktörüz, eylemciyiz, oyuncuyuz. Ama dünyada yalnız da değiliz. Başkaları da var. Başkalarının da adımları, insiyatifleri, planları, hedefleri, istençleri, ayakbağları, ufukları, hesapları var. Dünyada ayrıca dünyanın kendisi var, doğa var, hayat dünyaları var; açık, ölçülüp biçilemeyecek, hiç bir zaman bir kesinlikle kestirilemeyecek, yakalanamayacak bir akış var. Hep geç kalıyoruz, istediğimiz kararkuramsal modelleri uygulasak da, onları reddetsek de, en güvenilir pragmatik davranış kalıplarına, ‘kılavuz’lara başvursak da, vurmasak da.

II.

Özgür olmamamızın kanıtları (ne mutlu ki, genellikle) dünyada yalnız olmayışımızın, tek belirleyici olmayışımızın, dünyanın bizim irademize tabî olmayışının, (aslında) dünyanın bizden ibaret olmayışının da kanıtları. Bazan da işaret edilen, zamandaki asimetri, gelecek, geçmiş, bugün, gelenek, tarihsellik, tarihte yerleşiklik gibi sorunlar... Hiç bir taş(ıman)ın nihaî bir taş(ıma) olmaması: En son, sonlandırıcı, boşaltıcı, iş bitirici bir anlama, çözüm, eylem, açıklama, nokta koymaların olmaması.

Özgür olmama bildirgeleri (sanki, genellikle), tek başına olmamaya; tek karar veren, tek eyleyen, tek bilen, gören, duyan, anlayan, seyreden olamamaya; yitik bir solus ipse’ye ağıt çeşitlemeleri... Solo, özel bir varoluş değil ki özgürlüğün dünyası, sosyalize, kamusal bir oluşum, kamusallıkta bir oluşum. Bu dünya denilen karmaşada, kargaşada, çok yönlü eylemelerin arasında eylemeler bizlerin özgür eylemeleri, eğer özgürlük varsa. Yoksa da, bu yokluğun kanıtlanması ‘yalnız olmayış’a sığınmakla sağlanamaz. Oluş, bir birlikte oluş, başkalarıyla birlikte oluş ve oluşum. Her anlama bir anlaşma. Her eyleme bir birlikte eyleme. Her özgür addedilen (hattâ addedilmeyen) aktör, sosyalize olmuş, öylesine bir terbiyeyi almış aktör.

Özgür olmayabiliriz, bu bir yanılsama olabilir, ancak özgür olmayışa addedilenlerden ne daha geniş ve büyük, ne de daha küçük veya dar özgürlüğün alanı. Bir sürü iradenin kesiştiği, çakıştığı, örtüştüğü ve yalnız iradeden ibaret olmayan, dünyayı dünya yapan her şeyin etkisine açık, ve belki bu yüzden bizim için geçmişi de olan, geçmişini arayan bir alan, bir dünya.

Dünyalılığı sorun etmedikten sonra, daha doğrusu dünyasız bir özgürlük aramadıktan sonra, iş daha kolay olmasa da, daha anlaşılır: Yapabileceğimizi yaptığımız, yaptıklarımızı takip edebildiğimiz, serbest olabildiğimiz ölçüde sorumluluğunu taşıyabileceğimiz bir dünyadayız.

Sorumluluk hem ahlâkî bir duruş, hem de bir deneyim olarak ‘elimden gelen buydu’ deme hakkımızdan vazgeçme(lerin) yaşantısı. ‘Daha iyi’sinin her zaman için mümkün olduğu ve tek seçenekli olarak düşünülemeyen bir çoğul eylemeler/imkânlar dünyasında, tecrübeyle, öğrenmeyle, yani bir geçmiş sahibi oluşla gelişen ve yeni tecrübelere, geleceğe açıklığı içeren bir tutum[2].

Başkalarının eylemlerinden biz kendimizi ne kadar sorumlu tutarsak tutalım, ahlâkî deneyimde bulunan bireyin kendini algıladığı kadar özgür değiliz: Bu algılama sömürgeci bir tavır değil, bir özgürlük olarak bireyin ötekine karşı sorumluluk duygusu[3]. Yani karşı tarafın da bir özgürlük oluşunu ihmal değil, kendi özgür oluşunu bir sorumluluk olarak yaşama hali. Karşı taraftan çok kendi davranışımız üzerine eğiliyor ve ‘daha iyisini yapabilirdim’ diyoruz. ‘Doğru ya da eğri, bu benim eylemim, eylemem!’ diyoruz. Vicdanımızdan, yargı gücümüzden daha büyük bir yargıç yok bize hitap eden. Yargıda bulunurken, başkalarıyla ortaklığımızın ifadesi kişisellikle, ona karşı duruşun, itirazın, ayrışmanın ifadesi bireysellik karşılaşıyor, buluşuyor, birbiri içinde eriyor ve bütünlüğümüz, entegre olmamız süregetiriliyor, yeniden üretiliyor.[4]

Elbette başkaları için de ‘öyle değil böyle yapabilirdi/yapmalıydı’ diyebiliyoruz. Burada konu edilen, başkalarının sorumluluğunu doğrudan sorgulamadan çok, genel anlamda (dışarıdan?) konu ediniş, akıl yürütme, anlama, öğrenme, davranışı inceltme çabası.

Adaletin alanında, yani hukukî deneyim alanında, başkalarının sorumluluğundan daha rahat bahsedebiliyoruz. Bu bir anlamda kanun önünde, hukukun önünde bir sorumluluk. ‘Aklı başında’ hiç bir kimse, kimseden daha az ya da çok sorumlu değil. Eşitiz. Sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz eşit. Biz taşıyamasak bile sorumluluklar ve sorumluluğa tekâbül eden özgürlük bize yazılıyor/yükleniyor. Bir vicdan sorunu yapsak da yapmasak da, karşılıklılık düşüncesi bizi arayıp buluyor: İyiliğimize, hattâ aşkımıza bile ‘karşılık verilmemesi’ halinde, ‘adil değil bu!’ diyebiliyoruz, deme hakkını kendimizde görebiliyoruz[5]. Adalet deneyimi, herkes için geçerliliğin ve keyfîlikten uzaklığın, üzerinde bir kurumsallaşmanın yükseldiği alanda yaşanıyor. Karşılıklılık bir herkes için geçerlilik, yükümlülük ilişkisi, (olumsuz anlamda) karşılık vermelerin değil![6]

Ahlâkî deneyim alanı (da) keyfî değil. Ama bu benim kararını verdiğim, elbette başkalarına danışabildiğim, tartışabildiğim, gerekçelendirebildiğim, açıklayabildiğim, üzerine düşünebildiğim, eleştirebildiğim, eleştiri alabildiğim bir alan[7]. Hukukta kararı veren (son yargılayan) ben değilim. Ben eylemimin anlaşılmasına yardımcı olabiliyor, itirazda bulunup, aydınlatabiliyorum. Beni bağlayan (katılmasam da) karar, doğrudan/tamamen benden yola çıkmıyor. Adil olup olmama, bir şeyin adil olup olmaması, hattâ hukukî anlamda meşru olup olmaması son tahlilde karşılıklılık yani simetri ya da karşılıklı geçerlilik ilkesine bağlı.

Ahlâkî deneyim alanında son sözü söyleyen (isterse bu bir yanılsama olsun!), (zorunlu olarak?) benim. Adaletin alanında, kendi dışımdaki otoriteye tabiyim. Bu tabî oluş, sorunsuz olmasa da, bir kapitülasyon değil. Özgür insanların, yani yaptıklarının sorumluluğunu taşıyanların, kendi yargı güçlerinin üzerinde bir otoriteye tabî oluşları söz konusu. Özgür insanlar, eleştirebilecekleri, karşı çıkabilecekleri, muhalefet edebilecekleri bir yargıya tabîler. Başkalarıyla birlikte yaşamanın gerektirdiği bu kurumlaşma, kölece bir tabîyeti değil, rasyonel bir aidiyeti, eski tabirle sosyal kontratı gerekli kılıyor.

Adaletin alanı gibi ahlâkî deneyimin alanı da öznel değil. Kendi eylemlerimin öznesi olarak hem hukukî hem de ahlâkî düzeyde sorumluluklar üstleniyorum. Burada sorumluluk, nihaî bir eylemenin sorumluluğu değil. Daha yolun başındayız, yapılabilenler yapılabileceklerin nihaî hali değiller. Her eylem hem bir eylem denemesi ve tecrübe, hem de bitmiş, geriye dönüşsüz eylemler. Geriye dönüşsüzlük, eylemlerin geçmişte kalmışlığının, tekrarlanamazlığının sonucu[8]. Her zaman için geçerli bir davranışı bulma, en iyisini, doğrusunu, anlamlısını yapma anlamında da nihaî eylem değiller. Geçmişte kalmışlığına rağmen hiç bir eylem de tam anlamıyla bitmiş değil. Gelecek varyasyonları, gelecek şekillenmeleri, geçmişi anlamlandırıyor da.

Bir eylemde bulunuyorum. Aynı anda eylem ahlâken doğru, ama adil olmayabiliyor. Kimseye yardım etmeyen birine yardım edişim, adalet duygusunu incitse de, pek sorunlu değil. Kimseye yardım etmemeyi seçerken, yardım beklememin adil olmayışı daha sorunlu. Neden? Birincisinde ahlâkın alanında tek yanlı olarak davranmayı seçiyorum. Bana karşı adil olup olunmaması sorun değil, ama üçüncü şahıslardan bunu beklemek (yardım etmeyene yardım etmeleri) hem adil değil, hem de ahlâkî değil! İkinci durum da hem ahlâk hem de adalet açısından sorunlu[9].

!?Hangi adil olmama halleri hukukî yargılamanın alanına girer[10]? Ayırdetmesi gerçekten çok güç. Modern uygulamalı hukukta, adil olmayan dünyanın adil hale getirilmesi sosyal eylemin ve siyasetin alanına, gündelik ilişkilerdeki adaletsizlikler de haklı olabilecek nedenlerle ahrete, ya da (örneğin, ihtilâlci) bir (son) hesap gününe bırakılmış gibi görünüyor[11]. (Gündelik hayata müdahale etmekten kaçınır ‘hukuk’, bu yalnız ihtilâl hukuklarında böyle değildir: Teorik olarak her müdahale biraz aşırıdır, konjunktureldir; her müdahale bir alan dışına çıkıştır, potansiyel bir yetki, meşruiyet, ölçü, alan ve sınır aşımıdır.)

Distrubutif/pratik/uygulamalı hukuk, kurumlarıyla bir adalet dağıtımı yapıyor, belirli bir hayat dünyasında. Bu, adalet istencinin de önünü/ufkunu daraltabiliyor bazı durumlarda: Adalet sanatı, uygulamalı hukuk dünyasının imperatiflerinin dışında, paradigma dışında bir adalet arayışını, gündelik ‘adalet duygusunu’, değişim arayışını kabullenemiyor. Hattâ engelleyebiliyor. Bu, özgür addedilen bireyin, yani hukukî anlamda eyleyen aktörün de özgürlüğünün kapitülasyonu olabiliyor. Yargılanabilecek kadar özgür, ama yargı gücüne sahip olabilecek kadar değil. O halde, uygulamalı/pratik hukukun suç-ceza bağlamında içerik kazandırdığı özgürlük, her zaman bir yetkin özgürlük de değil.

Ahlâkî deneyimin gerektirdiği, varsaydığı özgürlük de (burada olumsuz anlamıyla da) tek yanlı, ‘dengesiz’ bir özgürlük haline gelebilir. Ancak ahlâkî deneyimdeki özgürlük, özgür bireyin çaresizlik ifadesi olarak algılanmamalı, bu tek yanlılığın bir zorunluluk değil tercih olduğu unutularak[12]. Adalet düşüncesiyle birleştiğinde, başkaları devreye girdiğinde, bu tek yanlılık aşılabilir hale geliyor. Oysa hukukun temel tavrının ya da felsefesinin gerektirdiği bir karşılıklı özgürlük, uygulamalı hukukî sistemlerde gereksiz görülebiliyor. Hukuk, elbette hukuk düşüncesinden kopmayarak anlam hayatını yitirmeyebilir!



Cezaî yetkinlik, bir özgürlük önkabulünden yola çıksa da, özgür oluş, ceza görmek için oluş (postulatı?iddiası?savı?)değil. Özgür oluş, mutlak bir özgür oluş da değil, çünkü o zaman, başkalarının özgürlüğü kayboluyor, fizikî dünya kayboluyor (kaybolmasa da,’eşyalar dünyası’ bile olamıyor).

Adalet ve ahlâkın varsaydığı rasyonel ve özgür birey (zaten) hem başkalarıyla bir arada bir tarihselliği, bir hayat dünyasını paylaşan bir birey, hem de fizikî dünyada ‘konuşlanmış’ bir varlık. Sorumluluk, özgür oluşun bir açılımı. Sorumluluk, mutlak olmayan, ama ahlâkî anlamda kaçınılamaz, (uygulamalı?) hukuktaki anlamıyla da başkalarıyla biraradalığı tescil eden/ettiren bir kabulleniş. Sorumluluk, örneğin psikososyal ‘hastalıklılık’ benzeştirmeleriyle veya başka anlamlarda mutlaklaştırılabilir görünse de, hiç bir anlamıyla mutlak değil. Üstelik dünya olup bitmiş değil. Yapılabilecekler bitmiş değil. Öğrenebildiğimiz, bilebildiğimiz, becerebildiğimiz kadarını yapıyoruz ve bunu yine de keyfîliğe bırakmak istemiyoruz. ‘Yapabileceğimi yaptım’ demiyoruz, diyemiyoruz. ‘Başka ne yapılabilirdi?’ diyoruz, ve yapılabilecek en iyi şeyi yakalayabilecek bir gelecek perspektiften asla konuşamıyoruz. Bu bizi hem hoşgörülü (kendimize de karşı!), hem de alçakgönüllü yapıyor. Kesinlikten uzak bir anlamlandırma eyleminde, tecrübeye açıklık tecrübesiyle konuşuyoruz sorumluluklarımızı.

Vicdan azabı, özgür bireyin, özgürleşen bireyin, ‘geçmiş, bitmiş, geriye gelemez’le, geleceğin tükenmezliği, boşaltılamazlığı arasında yerleşme çabası içerisinde yer alıyor. Ahlâkî eylemde bulunan insan, ne ‘kendisiyle barışık’ olabilir, ne de kendisine, geleneğine ve geleceğine düşman.

Ahlâkî eylem(e) ne kadar tekyanlıysa, ahlâkın üzerine düşünme o kadar çok yanlı. Eğer analitik bir ayrıştırmadan öte bir ayrıştırma mümkün olsaydı, güzelim ahlâk düşüncesi, dünyanın olduğu gibi kabulüne kadar gidebilirdi, ahlâkî eylemin (tek yanlı, talepsiz, şartsız) karakterinden ve bu karakteri meşrulaştırma operasyonlarından dolayı.
Statükocu sanılan adalet düşüncesi sanıldığının tersine, değişimin, yeniden şekillenmelerin cesaretle formule edilebildiği ilk alan: Yaptıklarımın bana da yapılmasını istediğim tek alan. Üstelik yalnız yaptığım kötülüklerin bana yansımasını kabul edişim değil, zaten bu o kadar ilginç de değil, yaptığım iyiliği birilerinin de bana yapabilmesini ümit edebilme hakkımın olduğu tek alan. Aşkı, sevgiyi, anlaşılmayı, hüsnükabulü ümit edebildiğim alan. Ötekine seslenebileceğim, egoist olmadığım için egoistliği kabullenmem gibi bir komplikasyonu engelleyen alan.

Ahlâkî deneyimde beni serbest kılan, olduğumdan daha da serbest kılan, hayat dünyaları ve insanlararası ilişkiler üzerindeki sınırlı da olsa bilgim ve tecrübem. Beni özgür kılan hem tecrübeye açılan bir tecrübeden yola çıkabilişim; hem de eski tecrübeye, eskiyen tecrübeye rağmen yola çıkabilişim. Burada bir dünyanın varlığı, bir dünya içinde oluşum, serbestliğimin prangası değil güvencesi: Çok yönlü etkenlerin, eylemlerin, kuvvetlerin içinde kestirilemez, kesinlenemez, belirlenemez ve etkileri hemen okunamaz bir eylemde bulunuyorum. ‘Yapılacak tek şey var’ diyemeyişim, bunu yalıtamayışım, yaptıklarımın etkilerini anında okuyamayışım, beni özgür kılıyor, bana bir ‘manevra alanı’ bırakıyor. Çoğul imkânların dünyasında düşünüyor ve eyliyorum!

III.

Kâinatın büyüklüğü, bizim küçüklüğümüz, kırılganlığımız, evrenin olanca kalabalığında çabalarımızın ol hengâmeye karışması, sonluluğumuz, tecrübenin dibinin olmaması, yalnız olmamamız, dünyanın kontrol edilebilir olmaması, dünyanın şu ya da bu anlamlarda determin(iz)e ya da indetermin(iz)e (edilmiş?) bir dünya olması aslında (her zaman için) insanın özgür olmayışıyla doğrudan alâkalı değil. İnsanın özgürlüğü, insanın yaşadığı dünya reddedilmeden tartışılabilmeli. Bir yanımız kaos, mikro düzeyde indetermine?, bir yanımız neredeyse geçmişte belirlenmişe benzeyen bir biçimde ve bir başka anlamda determine? olabilir. Olmayabilir de[13].

Kimbilir, belki de yalnız bir kaderi, hikâyesi, misyonu, hapishanesi olan insan özgür: Öhem özgürlük (artık) onun can alıcı sorunu, onun gerçek sorunu[14]. Özgürlüğü sorun edinen insan, özgür olmayabilir de, bu aşıklardan aşkın kaçması gibi bir şey ama: Aşkın terbiyesi olduktan sonra gerisi laf ü güzaf.


İnsan oluş, sosyalize bir oluşum. Özgür oluşun bir terbiyeden kaçınabilmesi mümkün değil. Sorumlu insanın önünde, kendisini inceltmesinden, ‘başkalarıyla birarada varoluş’u kavramasından, sorumlu eyleyebilmesinden/eylemde bulunabilmesinden (sorumsuzlar dünyayı değiştirirken özgürce mü değiştiriyorlar?); tecrübeyi bir tecrübeye açıklık olarak bilmesinden; söylenebilecek son sözü söyleyenin asla kendisi olmayacağından (bu son dediğim tipte bir cümleyse son söz, son söz söylenebilir!); eleştiriye açıklıktan; katkısının önemi veya önemsizliğini alçakgönüllüce bilişten, tesadüflere zorunluluk yüklemeden; her şeyin başka türlü de olabildiğini, oluşabildiğini inkâr etmeden; yalansız, dolansız, ancak o anlamda hesapsız kitapsız yaşamaktan başka ne yol var ki? İnsanın özgürlüğü, ancak insanî bir özgürlük olur, tanrısal değil. İlâhlarına bile sorumluluk yükleyen dünyalılar, sorumluluğu aşan bir insanî özgürlük istiyor gibi görünüyorlar, bazan.

Kimine göre, sorumluluk (mutlak bir) kontrolün ifadesiyken, kimine göre de sorumluluk bir tutsaklık. Bana kalırsa, sorumluluk iddiası bir özgürlük ilânı. Sanki özgür oluşumuz bizi sorumlu kılmıyor da, sorumluluk duygumuzla özgürlüklerimizi buluyoruz, özgürlükle buluşuyoruz; bulurken kaybeder gibi oluyoruz, kaybeder gibi olurken, bir başka tecrübeden, olgunluktan konuşmaya başlıyoruz. Hiç bir zaman olacağımız son şey olamıyoruz. Ama oluş da bu, oluşum da.

‘Sorumluluk duygusu olmasaydı özgürlük arayışı olur muydu?’ demek isterdim ama, bazıları da söz gelimi,‘egoizm olmasaydı özgürlük arayışı olur muydu?’ diye karşı çıkabilir. Kendini başkalarının yerine koyabilen, anlayabilen bir egoizm mümkün olsaydı haklı olurlardı belki[15]. Konunun sınırlarında gezinmek yerine: Sorumluluk bir anlama/anlaşma kapasitesiyle (de) alâkalı. Teorik bir egoizm zorunlu olarak insanın toplumsallığına, toplumsal interaksiyona karşı çıkmıyor, sonraki bir yerde araya giriyor: ‘Bizi ilerleten ne?’ gibi sorularda. Oysa, ‘bizi biz yapan ne?’ gibisinden sorular benim sorularım, ama, felsefede ‘özgürlük’ tartışması ne ontogenetik ne de filogenetik bilincini gerektiriyor, ilk elde.

‘Bir özgürlük olarak insan ne kadar özgür?’ sorusuyla karşılaşsaydım bir gün, ‘bir insan kadar özgür, bir insan kadar, bu kadar insanın ve eşyanın içinde, dünyanın içinde(ki) bir insan kadar özgür ya da değil!’ diyebilirdim, sanıyorum, felsefî terbiyem elverseydi. Maalesef semantik-sokratik bir soruyla cevaba başlamayı seçmem gerekecek hep: ‘‘Özgürlük’ ve ‘özgür’ kavramlarıyla neyi kastediyoruz ya da ettik bu zamana kadar, isterseniz önce onları incelemekle, tasnif etmekle, eleştirmekle başlayalım işe!’

(6-7 Ocak, 2003)

Yazının biraz düzeltilmiş hali vardı sanırım. Bulursam değiştiririm. Felsefe Dergisi için yazıldı. Okuttuğum arkadaşlar beğenmedikleri, "arabesk", "şizofrenik" vb. buldukları için tamamlanıp gönderilmedi. Bir tartışmada bu yazıdan ve bazı gerekçelerimden bahsedildiği için, soranlar oluyor, ilerde düzeltmek kaydıyla, (şimdilik) okunmaya açıyorum.

SINIR NOTLARI/ZORAKÎ NOTLAR

[1] Etikle felsefenin kesiştiği kuşakta ’operatif’ olan meslekî ahlak/disiplin komiteleri v.b. bir çeşit ’ilkel’ mahkeme, ön mahkeme, mahkeme kapısı, eşik bekçiliği özelliği gösterebiliyorlar. Yargılamadan çok, ’temize çıkarma’, ’konuyu kapatma’, ya da ’ileri gönderme’, ’havale etme’ işlevlerini üstlenmeleri, yargıya sunma ya da sunmamanın merciiymiş gibi davranmaları ya da gerçekten öyle olmaları sözkonusu. Temize çıkarmakla konu ’kamu vicdanında’ kalıyor, ileri gönderildiğinde ahlakî sınır hukukun alanına doğru kayıyor.
Bu yazıda kaçınmak istediğim, ’etik’le ’hukuk’ arasındaki ’ara bölge denilen’i tanımlamak durumunda kalmak. ’Adalet’ ile ’hukuk’ arasında stipulatif bir ayrım yapmayı, en azından şimdilik gerekli görmüyorum. Kavramları mümkün olduğunca gündelik çağrışımlarıyla kullanmaya, anlam kaymalarını mümkün olduğunca bağlam değişikliklerine bağlamaya çalıştım. Bu deneme etik-hukuk ayrı(şı)mını açımlayan ’müdahil’ bir makale değil, ’özgürlüğün’ kimi sınırlarında mütevazı ve kısa bir gezinti. (Dipnotlar yazıya sonradan eklendi).
[2] ’Deneyim’ ve ’tecrübe’ kavramlarını genellikle farklı nüanslarla kullansam da, örtüşmeleri durumunda bir gelişigüzellik duygusu uyanabilir. Şimdilik burada net bir ayrım peşinde olmadığımı, içerikleri doldurularak eş anlamlı ya da ’değişimli’ olarak kullanılabileceklerini vurgulamakla yetineceğim, geçici olarak. ’Deneyim’/’tecrübe kavramlarına ilişkin toparlayıcı bir kaç sayfa Georgia Warnke’nin …’da bulunabilir.
[3] Başkalarının yaptıklarından da, meselâ, vicdan azabı çekilmez mi? Elbette çekilebilir, ama bu her zaman başkalarının eylemelerindeki sorumluluk payımızla ilintili değil, başkalarının deneyimlerinden de öğrenme, deneyimlerini anlama çabası daha çok. Maalesef, başkalarının sorumluluğunu hissetmek, bizi/başkalarını onların yerine sorumlu kılmıyor. Ahlâkî anlamda sorumluluk (dış bir zorlama değil) bir terbiyeden, sosyalizasyondan geçmiş bireyin ahlâkî hissiyatı, deneyimi, özgürlük yaşantısı.
[4] Narrativite, hayat hikâyesini bütünleme gibi konuları denemeyi aşmamak için geçici olarak unutursak! Bireysellik-kişisellik ayrıştırmasının da ancak kağıt üzerinde mümkün olacağını, gerçeklikte onlara denk düşen şematik yapılar aramamak gerektiğini de vurgulamak zorundayım. Bireysellik ve kişisellik kavramlarıyla ilgili kapsamlı çalışmalardan birisi de Jürgen Habermas’ın Theorie des Kommunikativen Handelns’inde toparlanıyor. İkinci Ciltin başında yer alan 118 sayfalık V. Bölüm, gözden geçirmeye değer. Türkçe kaynak sıkıntısının giderilmesine katkıda bulunabillmek için Habermas’ın İntersubjektivite Kuramını eleştirdiğim bir eski metni yakın bir gelecekte yayınlamayı umuyorum.
[5] Beni çok seven birisini sev(e)memem gerçekten adil değil belki de. Bu bir yargılamayı, adalet sanatını, uygulamalı hukuğu gerektirmeyen (aktive etmeyen), ya alan dışı bir özgürlük kullanımı (ya da kullanılmaması) ya da ‘adil olup olmama’ hali bile gerekçelere, duygulara, nedenlere, durumlara vs. bağlı: konuşuyoruz, soruyoruz....??
[6] Bir şeyin hakka, hukuka sığıp sığmadığını tartabiliyorum: Kendimi savunmam, savunmamı gerektirecek bir eylemle orantılı; karşıtepkim tepkiye orantısız; hareketim tek başına meşru değil ama, bir hukuku var! (Orantı, ölçü vesaire dediğim anda bunların içeriğini dolduran değil, yorumlayanım.)
[7] “Tek yanlılık’, yardım talebi veya eleştiri gelmeyecek anlamında değil. Karşı taraf bana yardım etmeyecek olsa da benim ona yardım edişimden, karşılık beklemememden, kendi eylemlerimden sorumlu olmamdan.
[8] Yoksa atılan bir taş halâ hedefini arıyor, anlamaya yöneltilmiş bir hareket halâ yorumcusunu bekliyor, bir mektubun okuyucusu henüz doğmamış olabiliyor. Taş vurduğu yerden sıçrıyor, sıçrattıkları da, sıçrayan taş da yollarına devam edebiliyor. ‘Okuyucu’, doğsa da, ne anlaşılacağı, ne anlaşıldığı hep açık kalıyor. O hareketin, yazının, sözün bütün zamanlar için yorumunu yapacak tarihin sonunu yaşamış, tarih dışı bir yorumcu yok, öylesi bir yorum zaten hiç yok, tarihin sonundaki yorumcunun ufku, bütün ufukların ufku değil! Bir insanı, nihaî olarak yargılamak, yaptıklarının/yapılanın anlamını tüm zamanlar için ortaya koymak imkânsız. Savaş başladığında ‘Cihan Harbi/Dünya Savaşı’ denilemiyor. İkincisi olmadan I. Dünya Savaşı demek mümkün değil. Tarih bitmeden, bazı şeyler hakkında son söylenebilecekleri ortaya koymak da. Tarihselliğimiz, tarihte yerleşikliğimiz anlama çerçevemizi oluşturuyor... Krş. Gadamer, Dilthey, Schleıermacher...
[9] Krş. Levinas, ‘Yüzün Ahlâkı’ ...
[10] ‘Öbür Dünya’, ‘Ahret’ kavramları, (pratik hukukun konu edinmediği) gündelik adaletsizliklerin yargılanacağına işaret ederken, bunlar pratik hukukun nesnesini oluşturmuyorlar. Bu hukukun laikleşmesi olgusuna bağlanabilse de, zaman zaman ortaya çıkan adalet boşlukları yüzünden, açıklayıcılığı yetersiz kalabilecektir. Bu duruş, hem haklı bir alan, yetki, meşruiyet, sınır kaygısıyla hem de ‘differensiasyon’ sorunuyla, sosyal kontratla, oturmuş hayat tarzlarının ‘davranış’larıyla, farklılığa toplumsal tavırla ilişkili, ilintili. Ayrıca, tüm hukuk sistemlerini gözönünde tutarak vurgulamak gerekir ki, etik ile hukuk arasındaki analitik örtüşmedeki ‘gri bölge’nin varlığı, hukukun etiği yutmasını da engellemektedir (tersi de geçerli).
[11] İstisnasız tüm ülkelerde kadın; çocuk; (etnik, siyasi, sosyal) azınlık hakları vb. bazı dönemlerde selektif olarak pratik hukukun gündemine selektif olarak alınırlar. İster kısıtlayıcı, ister genişletici, ister defensif, ister pragmatik bir gündemle ele alınsınlar, uygulamalı hukukun pragmatiği bir kaçınma, uzak durmayı, muhafazakar bir dispozisyonu tercih eder gibidir...

[12] ‘Tercih özgürlüğü’nden de önce, özgürlük, zaten ahlâkî davranışca öngörülüyor/varsayılıyor . Tercihi var eden, bir dayatmanın olmaması.

Karşılıklılık da ne dayatılabilir, ne de ahlâkî eylemin ayırdedici bir özelliği olarak beklenilebilir. (Levinas gibi düşünürler sanırım bunu işaret ediyorlar, ama burada ele alamayacağım!)
[13] Hans Mathlein
[14] ‘Kaderimiz özgürlük, özgür olmak’ derse birileri (ki diyenler var!), bu her zaman için olumsuz anlamda bir ‘kadercilik’ ifadesi değil. Bir masalı olan (Tanpınar), bir hikâyesi olan, hayatı olan, kaderini arayan insan, bir özgürlükten kaçışın ya da kaçınışın öznesi? değil, dünyadaki ‘yer’leşiminin farkında olan, farkındalığa açık (duran) insan.

[15] Empati, ‘kendini başkalarının yerine koyma’, intersubjektivite kuramlarında her kapıyı açan bir sihirli kavram değil. ( İngiliz ....... .... ... ) Sosyal İnteraksiyon tartışmalarına başvurmadan ben-öteki ilişkilerinde bir ilerleme kaydetmek pek mümkün değil. Bkz. Habermas, Mead, Joas, Theunissen... (Empati<-> Gadamer?)

Din Araç mıdır?


Başbakan ’din araçtır’ buyuruyor. İnsanlığın mutluluğu ve huzuru için? Söylediğinde, söylemek istediğinde bir incelik olsa da, yanlış. Din ne araç ne de amaç. Bunu dindarlar, dini eleştirenler, din felsefesiyle uğraşanlar ya da diplomatların farklı anlamlardaki formule etseler de, farketmez.. Araçsa, ’her şey araçtır’lı genellemelere doğru kayarız. Din bir ’yol’dur, felsefesi, kültürü vardır. Hedefleri, hakikati, mantığı vardır, değişmeden kalır. Hedeflerin, hakikatin, mantığın her anlaşılması zamanda, dünyada yerleşiktir, yorum, tercüme bitmez, dinamiktir. Ritualleri, ayinleri, kutsallık kubbesi vardır. Terbiyesi, eğitimi, toplumsallaşma/toplumsallaştırma kanalları vardır. Metinleri, metin analogları gelenektir. Geleceğe açıktır, biteviye yorum, anlama, anlaşma, akla ve insana ulaşma çabasıdır. Fikir alışverişidir, eleştirel bir diskurdur, hürdür, (zamanda) ilerler (yani zamanına ilerler. Anatemaya, metinlere dönüştür, muhafazakardır. Kitap, söz, çekirdek aynı kalır. Anlama hep bir anlama çabasıdır: Zamanını, kendini ve anladığını. Yalnız anlama, yorum, zamanının kendi, diline, kapasitesine, ufkuna katılımını anlamadan ibaret de değildir. İmandır. İnanıyorum diyebilmek, mantıksal olarak mümkün olanı şahadete taşıma çabasıdır. İlk inananların kuşkusu, yol açanların, yolunu bulanların kuşkusudur. İlk inananların ’şüphe etmeyişleri’ (metodolojik) şüpheciliğin kanıta, isbata ve hakikate hiç bir zaman susuzluğunun gitmeyeceğini bilmektir. Kuşku, temelleri sağlam tutar. Kuşkuculuğun ötesine geçme, bir şeyler söyleyebilmeye, bilebilmeye, önerebilmeye geçiştir. Dinde, kuşku ile iman buluştuğunda yol açılır. İlk nesil sonrasında dinin içindeki felsefi kuşku anlayanın anladığının doğruluğunu, tutarlılığını, iddia etmeye kalkıştığının hakikatle bağını kurcalamasındadır. İlk nesil iman edenin kuşkusu, dinin dışında yaşar. Dine ne rakiptir, ne de yolunu arayana bir araç. İlk nesil inananlar o yüzden Gelenek içinde de bazan kendini gösterir. Eskiyi yeniden keşif değildir bu, bir tanıklıktır, tazeliktir. Süreklilik o yüzden, izlemeden ibaret değildir. Her yolun kaybolmasında aydınlatan bir itirazdır. İsyan ile inanmanın kardeşliğini anlamayacaklara ne anlatabilirim ki?

Başka insanlardan öğreneceksin, geleneğin hem öğrencisi olacaksın hem de öğrencisi olduğunu sanacaksın. Kendi yolunu çizeceksin, geleceğe açılacaksın, açıldığını sanacaksın, hayattan öğreneceksin. Hayatın yolu ki, yolda kalanların yoludur büyük ölçüde, yoldan çıkanların değilse… En sıfırcı hocadır hayat. En geniş delikli elek. Sonuna kadar yürümek de mümkün değil. Bunu anladığında, kuyunun dibinin bulunamayacağı anlaşıldığında, bildiğinin geleceğe de yeteceğini düşünmediğinde insan hayatın okulundan da geçmiş sayılabilir. Okul, dayanışmadır, toplumsallaşmadır, kişilik bulmadır. Tecrübe, kendisi oluştur, bireyselleşmedir. İkisi buluştuğunda, bilinenle hayat buluşur, insan hayatında.

Bireysellik bir ütopya değilse de, ’mass production’ da değildir. Bireyin batıya has olduğu bir masaldır. Yolunu kaybetmeyenler, yoldan çıkmayı göze alamayanlar nasıl yol bulabilirler, yol gösterebilirler, yolları bekleyebilirler, çölleri yol yapabilirler? Batı konformizmi seçmedi mi, ya da konformizm batıyı seçmedi mi baştan beri? Yola düşme, macera ihtiyacı, sergüzeşt, serüven ihtiyacı değildir. Kendini bulma derdindendir, kendini yolda bulmadandır. Yolda kendini bulmadandır.

Doğuda da Batıda da birey zümrüt-ü ankadandır. Az bulunur. Çabuk kaybedilir. Kaybettiren, özgüvendir. Yerli yerinde, yanılsamasız bir özgüven, yerini tereddüte bırakmaya başlar. Ama o noktada, insan söyleyeceğini de söylemeye başlar. Mütevazı eziklerden değildir birey. Yolu açıklığın, iddialılığın tevazuyla buluşmasıdır. Bilginin hayatla. Malumatın irfanla. Toplumsallığın yalnızlıkla. Ki yalnızlık, en mutlak anlamıyla Tanrıya mahsustur. Dayanamayacağı kadar yalnızlıktan insanı kurtaran zamandır. Saat. Vakt-i zaman. Zamanın kalmaması. Kalan zaman. İnsan bir uykudan uyanır gibi uyanır bazan ve çölden döner.

Hakikatin kendisiyle buluşunca ne din kalır, ne bilim, ne sanat, ne felsefe. Sınırlı, sonlu halimizle tek bir sonsuzu hayata geçirebiliyoruz sadece: anlama, yorumlama, tartışma, anlaşmaya çalışma…

Mutluluk ve huzurun huzurundan insanlar adalet surunun ötmesiyle kalkarlardı gibime geliyor, çocukluğumuzun dini hikayelerinde. Bilen kim kaldı? Dinleyen kim? Kim?

21 Şubat 2006, Saat 03.19

(Düzeltilmedi)

Laik Gelenek, Laik Gelecek


1. “Dinden özgürleşme” mi, “dinin özgürleşmesi” mi daha çok, daha hakikî laiklik, bilemiyorum. Bilebilmeme yardımcı olacak ne “hakikî anlamlar” lügatım, ne de olayları ve kavramları tarihin son noktasından gösterebilecek bir makamım, kalem, burcum var. Sonu açık, ama sona da açık, oluşan ve içinde oluştuğum bir dünyada, sonu açık bir tarihte, son anlamlarını bulamamış kurumların, makamların, toplumların bir kenarında mukimim.

2. Laiklik, ”ilk bakışta”, bir ayırma hukuğunun içinde geçerli ve toplumsal ayrışmayla ilgili. Öngörülmesinden çok, varolmuş toplumsal örgütlenmenin çeşitli düzeylerinin birbiri üzerine çökmesini engelleyici, pratik, pragmatik bir talebin dayattığı, sürtüşmeyi azaltan, azaltırken de pekâlâ sürtüştürebilen bir tasarım. Evrensel harikalar, harikulâde çözümler, bütün zamanlar için çözümler, olup bitmişlikler yaratmıyor. Bir kurumlaşma mantığı, hukuğu, pratiği, son şeklini almış, bitmiş kurumlar ve fikirler usaresinden hep farklıdır.

3. Başka laikliklere bakarak fikir edinebilsek de, ”başkalarının laikliği”, ”bizim laikliğimiz”in geçerliliğinin, geçersizliğinin, kitaba uygunluğunun, uygunsuzluğunun ölçüsü değil. Farklılık, ”bizim bize benzemelerimizden”den değil, uygulamaların/applikasyonların pragmatiği de böyle gerektirdiğinden. Bir ufuk, deneyim, fikir, tecrübe kapınızı çalar ve diyelim ki ”elinizde” her dediğinizi yapmaya hazır olmayan, ne tam anlamıyla tanıdığınız, ne de sizi iyi tanıyan bir toplum vardır. Bu toplumun her yanlışı ya da doğruyu hemen emebilmesi, kapabilmesi, uygulayabilmesi ve düzeltebilmesi de mümkün; siyasî konjunktürün, o birilerinin hep küçümsediği ama ciddi bir sorun olan toplumun çivilerini çıkarmadan bir şeyler yapma isteğinin, bölgedeki gelişmelerin, dünya, iktisat, doğa, bir yığın doğrudan etkenin sizi frenlemesi de.

Bir kurumun oluşumu ne bir fikrin doğrudan uygulanması, ne de bir pragmatiğin, fikirlerini, çerçevesini araması. Tartışmalar, dayatmalar, anlamalar, anlamamalar, rakip alâkasız iddialar, öncelikler, kısa veya uzun vadeli ilgiler, çıkarlar, alâkalar, gündemler, boşluklar ve sorunlar arasında bir nebze de laiklik düşüncesi, talebi, kurumu kendisini gösteriyordur. Siyasîler, aynı anda devletin bekasını, sağa sola yaranmayı, uzun ince bir geleceği, önlerindeki seçimi düşünüyor olabilirler. Buna düşünürlerimiz neden şaşırır anlamış değilim. Laikliğin oturma, oluşma, anlam kazanma süreci, uzun törpülenmelerin, yargı ve ön yargı oluşmalarının, hayat dünyası biçimlenmelerinin içerisindedir. Dünyalar kayar, ayağa kalkar, yıkılır, yapılır bozulur. Her şeyden çok, içinde anladığımız, ölçüp biçtiğimiz, eylediğimiz, ürettiğimiz, tükettiğimiz, değiştirdiğimiz dünyalar. Hiç bir yanlışı hayat ilelebet taşımaz. Yeni yanlışlar, ya da doğrular törpülenir yeni dünyaların vazgeçilmezleri olur. Hatta bazan, eski yanlış ve doğrular da, eski fikirler, deneyimler ve kurumlar da kırpılır, günceli konuşur hale getirilir. Ne eski o kadar eskidir, ne de yeni o kadar yeni. En yeni bile, bir anlam kazanma, ufuk kazanma, hayat bulma, ete kemiğe bürünme sürecinde, halkla, hakla, hakikatle yüzyüze gelmekten alıkonamaz. Yaşayan kurumlara bir bak ey Sevgili Okuyucu, göreceksin: Orada bir geçmiş, bir rüya, bir dünya durmakda, derinde…

4. Bu güne kadar ”eleştirel aydın”larımızdan hep İslamiyetle laikliğin bağdaşmadığını duyduk. Haklı olabilirler ama, gerekçeler ya unutuluyor ya da tüm çoğulluklarıyla ortaya konmuyor: Nasıl? Neden? Niçin? Neye göre? Ne zamandan beri? Ne zamana kadar? Hangi içtihat, hangi sonsuz geçerli okuma, hangi orijinal okuma/okuyucu, hangi asılfikir, hayat dünyası apriori, hangi sosyal kanunların kanunu, bunu gerektiriyor? Argumentasyon, tartışma, iddia, iddialılık, iddiada süreklilik/güncellik, bir tarihte yerleşiklik/tarihsellik nerede? Diyelim ki ”ayrışma” dinle bağdaşmıyor kanaatindeyiz: Ayrışmanın olmadığı toplumla kastedilen ”asrı saadet” mi, yoksa ”kovulma öncesi” ideal insanlık hali mi? Yoksa bir kelime (”din”, ”devlet”, v.b.) kullanıldığı andan itibaren reel bir ayrışma var. ”Ayrıştılar!” ikazı bile, bazan bir durumu bildirim, belirtme (konstativite) olabiliyor. ”Evet, dünya iyi değil!”, ”böyle şekilleniyor/şekillendi!” anlamında. Burada bir emir (imperatif) de var mı, varsa hangi anlamda var, hangi yaptırım dünyasında var, durup düşünmek lazım.

5. Laiklik zorunlu bir kurum mu? Değilse, yerine ne konulabilirdi? Ayrışmış, derinkurumlaşmışbir toplumda hangi yapılaşmalar öne çıkabilirdi? Ulusdevletin ortaya çıkmasıyla, eski çokdinli toplumlar, dini başkalaşmalar, farklılaşmalar nasıl pozisyonlar aldılar? Homojen toplumlarda hangi saikler, pratikler, şekillenmeler laisist, ya da tersi yollar açtılar? Dinsel heterojenlik ya da homojenlik kurumsal, hukukî, analitik ayrımların, ayrışmaların, dinamiklerin neresinde önem kazanıyor?

Bu felsefî ya da siyasî spekülasyonun doğrudan konusu değil, öncelikle dinamik, tarihsel, disiplinlerarası bir sosyolojinin, toplum kuramının altüst etmesi gereken bir konu. İnsanlığın deneyimi, alternatif deneyimi de anlaşılmalı bundan, kurcalanmalı, yorumlanmalı. Bu bir kapı aralanması, açılması. Boşaltan, bitiren, tüm zamanlar için cevap yetiştiren bir kurcalama değil! Ne herşey olmuş bitmiş, ne de olup bitmekte olan şeyler, ille de olup bitmesi gereken şeyler. Tarih hep yarım, hep kendini eksik ele veren, nihaî sonuç ve etkileri asla bulunduğumuz noktadan göremeyeceğimiz bir geleceğe yönelmişlik, geleceğe kayış. Konuşacağız. Fikirlerimiz, öngörü ve yargılarımız olacak, eyleyeceğiz, sorumluluk alacağız. Ama geleceğin yorumcularını susturmayacağız. Bize başvuracaklar, eleştirecekler, dünyamızı anlamaya çalışacaklar. Yollarını açan tartışma ortakları, ya da muhalifleri olacağız, yol uzatmaktan başka bir şey beceremez yolkesen yorum otoriteleri değil.

6. Laiklik, bir dünyevî çözüm. Dünyada, dünyalı çözüm. Dünyanın olmuş bitmişliği, olup biteceklerin insiyatife açıklığı içerisinde ve çerçevesinde bir tanzim, düzenleme, pratik, praksis, gelenek. Laiklik, sınanmış olduğu kadar sınanmakta olan bir kurum, anlayış, kavram. Ne oluşumu, ne de tartışması otorite işi: Laikliğin ruhban sınıfı gibi davranan aydınları da herhangi bir anlaşılabilir anlamıyla anlayabilmiş değilim. Açık ve oluşan bir kavrayışa, hakikî, orijinal model (ve onun ”sahipleri”) dayatılamaz. Ancak, mütevazı deneyler, deneyim üzerinde konuşulur, o kadar. Kaldı ki din yorumculuğunda bile böyle statik ve statükocu iddia yok.

7. Gerçekleşmesi mümkün her projenin gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi , eleştirilmesi, ancak ve ancak sabırla, saygıyla, adalet ve barış istemiyle mümkün (olacaktır). Dayatan, sabırsız, sömürgeleştiren bir ufuk dünyayı bile karaya oturtur. Burada laikliğin ne kadar düşünülmüş ya da zorunlu bir proje olduğundan çok, laiklerin ne kadar düşündüğü önemli. Laiklik, içinde gerçekleştiği kabul edilen modern projenin (tartışmaya) açıklık, akılcılık gibi yanlarını değil de, önceden karar vermişlik, gözü karalık, acelecilik, gelecekçiliğini topluma yansıttığında, bir sorun çözümü değil, ufuk kararması halini alacaktır. Dünyaya, hayat dünyalarına, hatta kâinata müdahalede sınır tanımama, hayatın canlı ve cansız varlıklar için bir ortak ev olarak görülmemesi, toplum ve doğa mühendisliğinin yeni dünyada hiç bir engelle karşılaşmaması, modern sorunçözüm pragmatiğinin içini boşalltabilecektir. Dinin, dindarlığın, dinselliğin varlıksal, varlıkbilimsel, hatta fonksiyonel anlamının indirgenmesi ve küçümsenmesi, kendini sınırlayamayan ve olan’a müdahaleyi abartan, olmayan’a hayran bir modernizm, orta dereceli bir kaosta konrolü ve özgüvenini yitirebilir.

Birbirine benzer, birbirini izler kurumlar birbirinin izdüşümü değildir. Müdahaleciler çoğu kez hangi karmaşık diyalektiğe/interaktiviteye müdahale ettiklerini de bilmezler, bilemezler. Yeni bir sorun çözümünün eski başka sorun çözümlerini ortadan kaldırdığını kavrayamaz hale gelenler, nelere yol açtıklarını bilememenin, görememenin saflığıyla, sorun ertelemelerin ödünç zamanında, uzatmalarda, oynar dururlar. Sarsıntıya uğratılan kültürel öğe, kültürün bütününü sarsıntıya uğratır. Eğer yeniden kurulma ya da anlamlanma süreçleri insan eylemine ayak uyduramaz hale getirilmişse, hayat çoktan yokuşa sürülmüş demektir.

8. Laiklik, yalnızca geleceğe dönük bir tasarım değil, gerçekleşen, değişen, dönüşen bir oluşum. Siyasîler geleceği, tasarımı, olası uygunluğu ya da sapmayı; tarihçi ya da sosyologlar olanı, oluşmakta olanı, anlamı, ”mekanizmayı” işaretleyeceklerdir.

9. Dinler pragmatiğinde ehvenişer mantığı yok. Hoşgörü beklentimiz olduğuna göre, varsa, hoşgörü var. Oysa siyasî pragmatiğin mantığı, zorunlu olarak uzlaşma, konsensus ve dengeler üzerine kurulu. Burada devletlerarası ve cemaatlerarası dini politikaların da laiklik sorunsalı ötesi bir gündelik siyasi-diplomatik özellik gösterdiğini vurgulayalım. Din savaşları ise teorik bir laiklik öncesi yapılanmayı çağrıştırıyor. Dini çoğulculuk, çok dinli, çok cemaatli modeller, laiklik ötesi bir ayrışmayı ve çoğulcu hukuğu işaretliyor. Dinlerin kurulma, yerleşme dönemlerinde farklı özellikler gösterdiğini gözardı etmemekle beraber, burada, konuyu zorlamama açısından, laiklik için “yeni” bir düşünce tarihi perspektifi sunmaya yol açabilecek kuramsal deneylerden kaçınmak istiyorum.

10. Pozitivizmin totalize ettiği ayrışmış bir dünyayla, pozitivist işgal altına girmiş olan ve ayrışmamış olduğu iddia edilen çoğulcu dünyaların totalitesi arasındaki geçişlilik, hem doğu hem batı için geçerli bir toplumsal kuram oluşturulamadığı için hep anlaşılamaz kaldı. Tarih, tarihimiz hiç bir zaman dünya veya insanlık tarihi olamadı. Oradan da Kâinata ufuk açamadı. Laikliğin kökleri sadece batıda araştırıldıkça, ortaya çıkarılamıyor. Doğuda bir zamanlar pozitivizmin v.b. bu kadar kolay kök salması bile Müsteşrikleri meraklandıramaz görünüyor.

Pozitivizm, kağıt üzerinde halledilmiş görünse de, kaba evrimci ve merkezci sorunsal, hâlâ pozitivizm sonrasının kültürrelativist, geçişsiz, ”neredeyse alâkasız”, birbirine dokunamaz coğrafyalarını zorluyor. Pozitivizmin daha sofistike türevlerinin bütüncül ”dünyayı açıklama” ve (zapt etme) çabalarının yerini ne anlamaya ne de anlaşmaya yarayan, ideolojik, kapalı, şık, su sızdırmayan, sistematik, gerektiğinde suskun ve şaşırtıcı ölçüde ”bölgesel”, mutlu bilimler alamıyorlar. Boşluk korkunç. Estetik, karmaşık, kurtulmuş, eleştirel, akademik ”yeni bilimler” dünyayı açıklayamıyorlar, anlaşılır kılamıyorlar. Anlaşma, yani entellektüel bir diskur mümkün kılınamıyor. Ütopyada, projede bir çeşit ”new age” dünyayı teslim alıyor. Eski kaba bilimsel iddialardan bile berbat bir kirlenmeyle karşı karşıyayız. Savaşların, barışların, ilişkilerin mantığı, bırakın ilkel ilerlemeci sömürgeciliği, bir Kehanet Mantığına dönüşür oldu. Evet, pozitivizmi yendik gibi bir şey, ama yerine konulanlar neredeyse bir ”bilim sonrası”ndan ibaret. Evrensel bir tartışma çerçevesini ortaya koyamıyor insanbilimleri, batıbilimlerine, lokalbilimlere dönüştürüldükleri için.

Laikliği içinde yeterince kolay ele alabileceğimiz bir ufuk, ufukkaynaşması yok. Ne laikliğin çözdüğü sorunlar, ne de laikliği gerektiren sorunsal yeterince inceleniyor. Din düşüncesi toplum düşüncesi ve felsefe ile hakkıyla buluşamıyor:

İdeolojik ya da yerel çerçevelerde bugüne kadar hangi gerçek sorunu, hangi gerçek aydın, gerçek halk tartışılabildi ki?


Hüseyin Salim Saraçer
Ekim 2004

Bir Olunca İki Gönlün Arası


İki kültür(ün) arasında kalmışlık, ilk elde, bir dünyevî ‘in-between’, araf. Bir asılı kalış, bir seçim, bir itiliş, düşüş değil ama yine de bir açıklık, bir imkan, bir yaşantı, bir ufukla karşı karşıya kalış.

‘İki kültür arasında kalmışlık’, ne şu meşhur ‘ne bu ne de öteki olamama’, ne de henüz temsil edilemeyen (ve mümkün olan en ilginç ya da farklı bakış olamayacak) ‘hem bu hem de öteki olma’ hali.

Arada kalmışlık, kendisi olmaya çıkışın dar kapısı, rahmi. Bir sezişin, anlama yaşantısının bir dünyayı (hatta dünyayı) öznesinin ayaklarının altına serdiği yer.

Oluş, hem bir ‘ne o ne de bu’ oluş, hem de ‘hem o hem bu’ oluş. İkisinden birisi de, hepsi de, hiç birisi de. Oluş, yani kendisi oluş, mezara dek sürecek bir toplumsallaşma. Hatta, mezardan sonra da devam eden bir şey ‘başkalarındaki’ biz (ben). Eylemlerimiz, metinlerimiz, hayatlarımız, bazan, geleceğe gönderilen mektuplardan ibaret...

Bir ok atıyorsun, o hedefini arıyor sen kaybolduğunda bile. Söylediğin söz sahibini arıyor, söylenmemiş bir söz söylenirliğini. Mektup okuyucusunu, bir anlama anlaşılanını, bir anlam bulamamışlık anlamını. Bir sevgi, belki hiç doğmayacak Sevgiliyi.

‘Olduğumuz’ değiliz, evet, ama bu ölürken bile geçerli, belki biraz başka bir bağlamda, ya da yine de benzer bir bağlamda: Anlamımız, anlaşılmamız, en özel halimiz bile açık kalmış bir anlaşma hali. En anlaşılmaz halimiz bile.

Ve hep arada kalıyoruz, açıkta, ortada kalıyoruz. Kader burada işte, eğer bir kader peşindeyseniz, Sevgili Okuyucularım...


15 Ocak 2002