25 Mart 2012

Petrol Kuşatması

İran'a konulan ambargo avrupa ülkelerine belli bir süre için ticaret ve alışveriş tekeli olma şansı sunarken türk şirketleri kara listeye alınma tehtidiyle karşı karşıyalar.

Petrol konusunda Türkiye İrana avrupa ülkelerine nazaran çok daha bağımlı. Anlaşılan o ki, İran gerilimi Batı tarafından Türkiyeye baskı yapmak için kullanılıyor, ticaret ve finansal imkanlarında da altı aylık bir eşitsizlik, alan kapması yaşanacak.

Barzanî bağımsızlık ilanı için beklerken, ABD Türkiyeye bağımsızlık ilânını kolaylaştırması halinde Musul ve Kerkükten ucuz ya da "kolay" petrol öneriyor.

Suriyeye müdahale söz konusu olursa Irakta Bağdat yönetiminin bugünkü yöneliminden ayrışmaya geçiş zor olmayacak gibi görünüyor. Zaten Türkiyenin desteklediği kesimler Barzanî yönetimine iltica etmiş durumdalar.

Suriyedeki kürtlerin muhalefette yer alacağı,Suriyenin karışması halinde Iraktaki gelişmelere paralel ve Türkiyenin de onaylayabileceği bir yol tutturacağı üzerinde konuşulsa da Suriye henüz kapalı bir kutu.

Koredeki toplantıda türkiyenin enerji ihtiyacı üzerine de bir tartışma olacağını düşünüyorum.

Somalinin türkiye için son günlerde çok sık gündeme gelmesi de bir ölçüde olasıı petrol kaynaklarıyla da ilgili olsa gerek.

AKP Hükûmeti Barzani ile önemli ölçüde anlaşmış görünse de, elini rahatlatmak için petrol ve enerji konusunda arayışlarını sürdürmekte.

Venezüella ile petrol karşılığı müteahhitlik hizmetleri türünden grişimler yakın gelecek için, Somali daha uzak dönem için hazırlanırken kuşatmalar da devam ediyor.

İran ile Azerbeycan arasındaki gerilim, Azerbeycanın Güney Kıbrısa benzer bir enerji ittifakına girişebileceğine işaret ediyor. Burada Rusyanın tavrının yumuşak olması ittifakın İrana karşı mı, yoksa bizi kuşatma anlamına mı geldiğini anlamamızı zorlaştırıyor.

Yunanistanın Türkiye ile ticari ve sanayi ortaklıklarını geliştirme eğilimi, akdenizdeki kuşatmanın Güney Kıbrısla sınırlı olabileceğine de işaret ediyor.

Akdenizde de kaynaklar konusunda strese sokulacağız.

Güney Kıbrıstaki ingiliz çıkarlarına karşı hamleler kuşatmadaki ortaklık ve ayrışmalara da işaret ediyor. İran konusunda ne yapılacağında bir anlaşmazlık olsa da, Türkiyenin zorlanacağı ya da strese sokulacağı, kısa vadeli ekonomik çıkarlarıyla oynanacağı ve Kuzey Iraktaki gelişmeler konusunda ittifak olduğu anlaşılıyor.

Kuşatmanın ikili yapısı uzun vadede türkiyenin mi, kuşatmaya katılan ikinci kesimin mi kuşatıldığı konusunu henüz açıklamıyor.

Karadenizde petrol arama tartışmaları da bürokrasiyi, planlama ve angajman yeteneklerinin enerji konusuna çekildiğini gösteriyor.

Petrol fiyatlarına zam da bir başka tedbir, vergi toplamama kolaylığı kadar. Ancak vergilendirmede de yeni şirketler yasasındaki gelişmeler ilginç. Vergi toplama istenci şirketleşme girişimlerini soğutmayı göze alabilecek kadar öne çıkarılmış durumda.

Kaynak aranıyor, bir. Vergiyi baştan garantileyeceği düşünülen, büyümeyi ikinci plana alıyor görülen yasal düzenlemeler gündemde, iki.

Finansman değişik ekonomik kontonktürlere göre şekillendiriliyor, çözüm vadeleri çeşitleniyor, iş yapılacak bölgelerde de alabildiğine geniş tutma çabası gözlemleniyor.

Türkiyenin kısa vadedeki krebilitesi orta ve uzun vadedeki arayışlar için umutlu olmayı getiriyor.

Kuzey Irak ve Suriyedeki gelişmeler için hiç bir verilmiş kararın Türkiyenin kısa vadeli enerji, petrol, pazar ve stabil likidite ihtiyaçlarının giderilmesine kadar garantilenmiş olarak görülmediği kanaatindeyim.

Bu toplu tavırlarda, hatta türkiyenin Suriyeye müdahale konusunda bu kadar gönüllü olmasında tutarlı olmayan birşeyler var. Herkes birbirinin ekonomisini soğutuyor görünürken zaman kazanmaya da çalışıyorlar.

Zaman kazanmaya çalışmayanların da ikna ve uyum sorunları var.

TAV ile Fransızların ortaklığı tam da burada, bu noktada ilginç. Beklentileri, sermaye hareketleri hakkında ipuçları vermesi, arkasında yatan eğilim analizlerinin neredeyse şeffaf olması dikkate değer.

Türkiyenin işine gelen acilen yeni savaşlar mı, zaman kazanmak mı, tıpkı ABD ve İngiltere gibi?

Pres alanları dışında restorasyon?


24 Mart 2012

Kâhkülden Siperlerin












Bu yol benim bile değil
çimler çiğli
bulutlar telâşlı
radyonda
ıspanaklı börek
perdede tırnağı takılı
kedin çağırırken
gelme
bu yol bile değil


Bir yakada san ki bir bendim
ötegeçede kâhkülden siperlerin.

23 Mart 2012

Yeniden Marx: Tekke ve Zaviyeler Neden Kapandı? Ne Zaman Açılabilir?

"Din yoksulların afyonudur!" tekerlemesinin dışında akıllara nedense bir şey gelmiyor, Marx ve din üzerine konuşulurken...

Halbuki Marxın katkılarıyla insan ve toplumbilimlerinde (ikisi bir arada: Manevîbilimler ya da Geisteswissenschaft) dinamik olmayan, ahistorik çalışmalar kolay kabul göremez durumda. Marx'tan sonra üretim, mülkiyet, toplumsal dinamik ilişkileri gözardı edilememekte.

Tekke ve Zaviyelerin niçin kapatıldığının bin bir cevabı olsa da konuyu anlaşılır kılınamıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşitli duruşlardan tekke ve zaviyelerin haline veya varlık nedenlerine tepki duyan bir ittifakın varlığı dahi ortaya konulamamışken iktisat tarihimiz üzerine düşünülmesini beklememiz anlamlı değil. Nedeni basit, sorumlular ille de pozitivistler olacak! Oysa bu sadece kısmen doğrulanabilir o da tüm pozitivist yaklaşımları dahil edemeden.

Tekke ve Zaviyelerin niçin kapandığını anlamamız için tekke ve zaviyelerin kontrolünde olan ve olması gereken vakfiyelerin, arazi ve toprakların, mülkiyet ilişkilerinin iyi incelenmesi gerekir. Bu konularda azınlık vakıfları üzerine dikkat daha yoğun. Oysa yakın tarihimizi anlamak için Cumhuriyetin vakıf kurumlarının kuruluş sürecini, lağv dönemi öncesi hukuku, tapuları, hukuktaki değişiklikleri, değişemezleri incelemek lazım.

Türkiyede özel toprak mülkiyeti ne zaman başladı? Örneğin limanlar, akarsular, ormanlar, meralar, otlaklar satılabilir miydi? Kullanım hakkı var mıydı? Vakıfların mülkiyet durumunda zamanla ne gibi hukuksal değişimler oldu? Bu sorunlar nasıl çözüldü? Osmanlı döneminde mal varlıklarına el koyularak lağv edilen tarikatlar, zenginliklerine devlet kasasını doldurmak için el konulmuş varsıllar ile ilgili kayıtlar, belgeler, yorumlar bulmak için zorluk çekmiyoruz.

Cumhuriyeti eleştirenlerin Cumhuriyetin mülkiyet, arazi, toprak sorunlarının neler olduğuna aldırmamaları ise şaşırtıcı Başarısız toprak reformunun hikayesi bile bir üretim tarzının dönüşümünün sancıları üzerine fikir veremiyor.

Tımar, has, zeamet ve benzerlerinden örneğin toprak ağalığına geçişte osmanlı coğrafyasında ne gibi farklı süreçler yaşandı? Hangi ağalıklar eski vakıfların devamı, hangileri eski "feodal" topraklar? Ağalıkların, beyliklerin, soylulukların mahiyeti, kökü ne, bunlar klasik soyluluk mu?

Fiilen mülkiyet ile hukuken geçerli mülkiyet ilişkileri arasındaki farkın ne zaman açıldığını yeterince bilmiyoruz. Eskiden bunları bilenler olmadığından değil, bunları bilen nesil artık aramızda olmadığından.

Tekke ve zaviyelerin açılması hangi anlamda mümkün olabilirdi? Mülkiyet meselesinim altından çıkabilecek dururmda mıyız?

Meseleyi önce lokal ölçekli olarak incelememiz lazım. Meselâ bir ilçede Mevlevî ve Bektaşi vakıflarının tarihini yazmak, daha öncesi ve daha sönrasını göstermek, Bugünkü yerleşim ve mülkiyette hakların nasıl ve kimlerce devredildiğini geniş bir zaman aralığında, öncelikle hukuk ve iktisat tarihinden incelemek lazım.

Bizler meseleyi sadece tasavvuf yasak mı değil mi meselesi olarak anlama eğilimi gösteriyoruz. Oysa sorun daha çetrefilli olabilir.

İktisat tarihini, mülkiyet ilişkilerini bir kenara bırakarak bakmamız gerektiğinde de anlaşılabileceği kadarının tek başına pozitıvizmden, "din düşmanlığından", "işgüzarlıktan" da anlaşılması mümkün değil.

Cumhuriyetin kadroları ile bu konuda fikir birliği olan dindar akımlar da vardı. Tekke ve zaviye karşıtlığı bugün Melâmet ile karşılaştırılıyor: Melâmet eleştirel bir tavırdır, aslına çekme meselesidir. Melametin, meselâ, bugünki suudi arabistanda kabul gören ve tasavvufa soğuk bakan bir duruşla ortaklıkları olan kolu var mı idi? Bunlara cevaplar ya yok, ya ezber, ya da atmasyon.

Her tasavvuf, tekke, zaviye elştirisine haksız diye de bakmamak lâzım. Anlamak ile açıklayıp kurtulmak  arasında hakikat diye bir fark var.

Yarın Mevlevî, Bektaşî, Nakşî, Kadirî ve diğer külliyeler, asitaneler, zaviyeler, tekkeler açılacaksa aynı vakıfların devamlılıklarının, mülkiyet ilişkilerinin içerisinde açılmayacaklardır sanırım. Bunu bekleyenler de azdır. Ancak hukuk ne der?

CHP'nin yeniden açılışında Gazi Paşanın hisselerinin ne olacağı meselesi de bir içtihattır. Tasavvuf sorun çıkarma işi değildir, ancak tartışmalı mülkler devredilirken hukuk gözetilmiş midir? Cumhuriyetin ilk yılları eleştirilip duruyor, muhafazakâr iktidar ve belediyelerin mezarlıklar, türbeler üzerlerindeki tasarrufları hukuk gözetmiş midir? Meselâ üzerine toz kondurulmayan ellili yıllardaki yol çalışmalarının gerekliliğini savunuyoruz diyelim, ya kanun dışı kamulaştırma, yıkım ve tahripler olduysa ne yapılacak? Vakıfların şimdilik açılmaması halinde bile hukukî açıdan zamanla gündeme getirilecek yolsuzluklar olarak?

Bugün diyanetin ve vakıfların elindeki bir çok binanın, eski mevlevihanelerin, bektaşi, nakşi ve diğer tarikatların külliyelerinin durumu ne olacak? Bunların dışında kullanılanlar? Eğer toplum mühendisliğine varan yanlışlar yapılmışsa ve halâ inatla yapılmaktaysa?

Cemevlerinin ya da Mevlevihanelerin açılması mülkiyet üzerine de bir uzlaşma olmak zorunda. Bunda uzlaşanlardan devlet taviz veriyor görünse de, mal varlıklarından vaz geçecek olanlar yasaklı olanlardır. Bir kısmının gündeme alınması etik değildir zaten.

Mal varlıklarından vaz geçseler, yeni bir dünyanın kurulduğunda oy birliği sağlanmış olsa bile bugün hâla gündeme gelebilecek davalaşma alanları az değil. Mimarî bütünlük diye bir kavramı düşünebiliriz mesela. Külliyelerin yerüstü kadar yeraltı strüktürleri üzerine bir tartışma hukuka yansıyabilir, stabilize edici, depreme ve rutubete koruyucu alt/yan mimari gibi. Bütünlük saplayıcı, işlev veren talan edilmiş alanlar, hukuk dışı kamulaştırılmış kısımlar gibi.

Yani, sanıldığı gibi devlet "affediyor, izin veriyor" durumunda değil, ortada tazmininde altından kalkılamayacak büyüklükte mal varlıkları, tahripler, müdahale ve işgaller söz konusu olabilir. "Yasaklandık, itildik kakıldık" sızlanmaları da her daim yasaklanma, itilme kakılmaya itirazdan ibaret olmayabilir. Bir cami avlusuna, anıt mezarlığa gömülme izinleri meselesini hatırlayalım: Bu "hak"larını devlet devrederse bununla birlikte daha neleri neleri devretme durumundadır.

Her şey reel politika, atışmalar, suçlama ve karşı suçlamalardan ibaret değildir. Ortada mülk, mülkiyet, araziler, vakıflar ve elbette bin bir hukuksuzluk da vardır. Çaresizlık, toplumu ayakta tutma derdi kadar.

Tek parti düşmanlığı biraz da malk mülk kavgasıdır. Mağdurlar haksızdır anlamı çıkmasın, ama, binlerce köyün arazi ve meralarının, ormanlarının, su yollarının üzerine de bir tartışmadır, cereyan etmekte olan!

Tasavvuf mal mülk değil hakikat, insanlaşma kavgasıdır. Ne kadar mal mülk sorun edilmese bile bazı müdahaleler zulümdür ve bu her zaman için geçerlidir. Cumhuriyeti suçlamakla kimse sorumluluktan, uygulamayı yürülükte tutuyorluktan kurtulamaz.

Son gördüğüm örnek daha yenilerde restore edilip Diyanet'ce kısmen "ödünç alınmış" bir bektaşi tekkesi idi. Bunlar ihtiyaçla açıklanmaz, tarihi bir uzlaşma ile de çözülmez. Uzlaşma bu uygulamalar tarihte bırakıldıktan sonra olur.

Tekke ve zaviyelerin açılması tekke ve zaviyelerin son yıllarındaki yolsuzlukları tekrarlamayacak bir anlayışa ihtiyaç duyurduğu kadar hukuk devletine de ihtiyaç duyurmakta.

Bu işin hamasî bir maneviyat ya da çağdaşlık hırgürü olmadığını, işin ucunda en azından devlet, belediyeler, kurumlar için ve bazı durmadan sızlanan, her büyük emek ve hamleden hoşnutsuz mızmızlanıp duran müzmin mağdur ve müzmin zengin "maneviyatçılar" için para, rant, güç, mülkiyet ilişkileri olduğunu da artık birilerinin kafası karşıklara ifade etmesi lazım.

Cumhuriyetin yıkılış ihtimaline, hülyasına göbek atanlar hakikatlerinin peşinde değiller! Kan davaları vardır.

Ancak Cemevlerini, Mevlevihane ve benzeri kurumları açmayan "yeni" devlet de hukuksuzluğun tadını almış, bırakamamaktadır. "Cumhuriyetin ilk yıllarının yanlışları" teranesi bahanedir, rant şahanedir!

Yanlış yok mudur? Vardır. İktisadi ilişkilerin ısınmışlığının kısmen bir mülkiyet devrimi ya da transferiyle çözülmesi Osmanlıdan devralınmış bir sorunun ve belki de alışılagelmiş/geleneksel sorun çözümünün radikalleştirilerek uygulanmasıdır da! Osmanlı modernizmi benzer sorunlarla yüzleşmiyormuş gibi konuşuyoruz durmadan!

Daha başka yollar, daha bahanesiz hal yolları yoktu de diyemem. Demokrasilerde çareler tükenmez. Asıl mesele "şimdi demokrasiyiz!" derken, ekonomimiz birinci cihan harbi borçlarından kurtulduktan ve hacim kazandıktan sonra sorunların çözülememesidir.

Artık yeterince büyüdük. TOKİ tipi çözümlerle işgal altındaki bahçeler, külliyeler devredilir, ister belediyeler, ister özel şahışarca gasp edilen alanlar yeni bölgelere tahliye edilir. Yeni konutlar, değiş tokuş altermanifleri sunularak tatlılıkla çözülebilecek kısımlardan başlanır.

Bazan yeni bir şey söylememek eski versiyonu da hatırlatmak lazım. Ankarada modern ve mazbut çocuklar bunları da konuşurlardı bazan, bir zamanlar.

Üretim ilişkileri ile üretim biçimi arasındaki bir kronik sorunun çözümünün de bu işte devrede olduğunu varsayım olarak ele almamız ve sınamamız, değerlendirmemiz gerekiyor. Kitapların yakılması, kütüphanelerin tarümar edilmesi ise halâ kısmen devam ediyor. Kitap yakma, silme, yok etme işleri çok çok daha eskiden de vardı, cumhuriyet fikri bile icat edilmeden. Şimdilerde de cereyan ediyor ve fevkâlade ayıptır bu işler. Geçmişi eleştiri bugün kitap yoketmeyi bırakmışlıktan geçer, geçmeli, gerisi ahlak dersi, ahkam kesmek olur... Efendim.

22 Mart 2012

Benim Delilerim


Bir zamanlar Osmancığın en iyi lokantası bzizim evdi. Ağırlanması zor misafir, önemli misafir, yani memleketten iyi ağırlanmadan gönderilemeyecek misafir bazan lokantalardan bile bizim eve gönderilirdi. Sofralar kururlur, kazanlar kaynar, tavuklar ütülenir, komşular bahçelerine koşuşturur yeşillik, sebze taşır, bir şeyler unuttuklarını hatırlayıp yeniden koşuşturur, en aklı başında çocuklarını ayak işleri için bırakıp evlerine çekilirlerdi. Ayak işlerinin ilk sırasında ben olurdum. Komşu çocukları kayrılır, gönülleri alınır, sohbete benden yakın olurlardı.

Benim işim uzun mesafe koşuşturmaktı. Bir şeyi eksik iletsem, eksik getirsem yeniden koşturulurdum. Yeniden, yeniden. Cep telefonu, süpermarket servisi gerekmezdi o yıllarda. Biz çocuklar vardık.

Akşam karanlığında sokaklar ıssısz olurdu. Baltacı Mehmet Paşa çeşmesiydi yanlış hatırlamıyorsam, muhakkak sökülüp bir müzeye götürülmüştür, şimdi yok, ona çapraz sokakta, bayram yerini gören bir yıkıntı vardı. Orada bazan bir deli kız kalırdı, gizli gizli girip çıkarken yıkıntıya görürdüm. Ne güzel gülümserdi. Uzun boyluydu, ya da öyle gelirdi. Bir de kısa boylu, entarili , ön düşleri dökük, her daim gülümseyen bir deli çocuk mu desem, delikanlı mı desem, yaşını gözstermeyen bir başkası daha vardı. Gülümsediğini bir başka gören oldu mu, hatta onu görenler, hatırlayabilecek kadar görenler oldu mu bilemem. Osmancığın bereketi olarak görülen Deli Şakire benzerdi kıyafeti, hatta yüzü, ama daha gençti, daha minyondu, daha ürkek veya sessizdi. Ortalıkta görünmezdi. Kimseden bir şey istemezdi. Akşam ezanından sonra döner, döner, dönerdi. Yaptığına hayranlıkla ve imrenerek baktığımı mı okudu bilemem, bana görünmekten hiç kaçınmadı.Hatta geleceğimi geçeceğimi gördüğünde bilhassa yol üzerimde gözlerden ırak kalabildiği yıkıntının oluştrduğu cepte döner, döner, dönerdi. 

Hiç sema görmüş müydü bir filmde meselâ. Televizyon yoktu. Gösteri semazenleri yoktu. Sinemaya deliler de alınır uslu uslu kendilerine ayrılan yere oturur film seyrederlerdi. Bu çocuğu ya da delikanlıyı hiç görmezdim diğer delilerin arasında. Sinemayı en çok seven deli Ahmetti. Yere çizgiler çizer, düşünürdü. Geometri bilgisinin olduğu , çok çok zeki olduğu, ziyan edildiği söylenirdi. Babamla sinemaya gittiğimizde anlamadığım bir dilde, anlamadığım bir boyun lehçesinde konuşurmuşca cümleler kurar, babamın verdiği cevapları sevinçle onaylarken, bana söylese anlamsız şeyler söylediğini düşüneceğime hayıflanırdım. Herkesin dilinden bir anlayan vardı. Ben de dilsiz delilerin dilinden anlardım. Gözümden okurlardı. Gözlerinden okurdum.

Deli Şakir kulağına iki taraflı soktuğu daha çok mor, yeşil cırlak mavi boyalı siyah kurşun kalemlerle geçerdi, fırtına gibi. Aynı renkte kalemlere bayılırdım. Okula daha çok vardı.  Onun kalemli olmasına müthiş bir saygı duyardım, önünde adeta eğilirdim. Annem ya da anneannem çarşıdan beni sürükleyerek geçirirken. Bazan bir hanımla, bir akrabayla iki laf etmeleri gerekirken Şakir Abi fırtına gibi yaklaşır ve kalemleri kulağından ya da burnundan çıkarır, saygıyla sahibine verir gibi bana uzaırdı. Kalemleri almamı engelleyemeyen anneannem, ya da annem müthiş üzülürlerdi ve ve gittiğimizde mavi ispirtoyla kalemleri dezenfekte ederlerken dehşetli üzülürdüm. Şakiri sevmediklerini düşünürdüm. Kalemlerin boyaları çatlar, uçları kolay kırılırdı, mavi ispirtoyla silindikten sonra. 

Kamış düdükler, kavalları da üfleyerek, ya da dişleyerek getirirdi. Onlar dezenfekte olunca hiç ses çıkarmazlardı. Üflemeli müzik aletlerinden umudumu kesmem dünyanın en çok ses vermeyen kavallari veya nısıfiye benzeri düdük kolleksiyonunun olduğu anneannemlerin evindeki sonuçsuz çırpınmalardan geliyordu. Dayılarımdan, şakirin bana verdiklerinden kalma yığınlarca dilli, dilsiz kaval...

Şakir entariliydi. En sevilen delimizdi. Kışın sokak köpekleri onu yorgan gibi sarar sarmalar, dev bir kürk top olurlar, mışıl mışıl uyurlardı. Dörtyol kahvesine bakan, kayadibinden gelip pazaryerine giden, haydar dayının evinden önceki boş arsada.

Şakir kaybolduğunda annemlerin, anneannemlern üzüntülerini, gelen giden her haberi dikkatle dinlemelerinden anladım. Kulaklarından çıkarttığı kalemden korkuyorlardı, Şakirden değil. Mikroplardan, bulaşıcı hastalıklardan. Bazan doktorsuz Hastahanemizden. Ecza dolaplarımız vardı, ama eczahane yoktu henüz. Daha toparlanamamıştı memleket, biz çocukken. Savaşlardan, depremlerden. 

Umutluyduk. İstiklal madalyalı Kuttül Ammare Gazileri, Çanakkale Gazileri, İstiklal Harbi Gazileri harp anlatmaz gülümserlerdi. Arararında konuştuklarını işitemezdik. Kurdelalı torunlarını bayram günlerinde okula götürülerdi, kalpaklarını madalyalarını takıp. En çok çile çekmişleri, harp görmüşleri madalyasız olurlardı ve en fiyakalı üniformayı giymişlere takılırlardı "sen harp mi gördün?" diye. Beterin beterini görmüşler vardı ancak bunu şakalaşırlarken anlardık. Oğulları, kızları çocukların yanında şakalaştıkları için çıkışırlardı bazan, o zamanın yegane meşru çıkışma fırsatını bulduklarında yani.

En zor savaşlara " o da ne ki" diyen bir ihtiyar çıkardı, bir kızacak gazi gördüğünde.

Sokak köpekleri, şehir dışında daireler çizerek uçuşan akbabalar ve kartallar.... sazlık ve bataklıklar, sanki sonsuz çayırlar...

Bana semayı öğreten deli Şakirin reinkarnasyonu gibiydi. Kalemi kavalı yoktu. Kendisine kalem kaval yetiştiren, giyindiren, bakan esnaf yoktu. Ama taşlayan çocuklar, zalim çocuklar vardı. Delileri kızdırmaları çocukların bir eğlenceydi. Zalim bir eğlence. Birden fazla çocuk gördüklerinde huzursuzlanırdı deliler. Büyüklerin, esnafın göremeyeceği, yaşlı semercilerin gözünden kolay kaçabilecek zalimlikler işlenirdi kaya dibinin dar kıvrımlarında, arsalarında, yarım inşaatlerinde.. Görmeden, işitmeden gözle zor izlenebilen bir maharet ve zenaatt ile ibirbirine ekledikleri, yükledikleri kamışlarla oluşturdukları semerlerin, kamışların, arasından sağa sola göz atarlardı yaşlı semerciler gördüklerini sanalım, rahat duralım diye.

Arkadaşlarımı zaptedemezdim. Tekerlemelerle kızdırır, taşla üzerlerine çeker, sevinçle kaçışırlardı. Kızıgın bir delinin taşı ayrıcalık yapmazdı. Kafam çeşitli nedenlerle yarıklarla doluydu. Evde söyleyemez, dikiş attıramaz, pansuman yaptıramazdık. Bazan başka mahallelerin çocuklarının attığı taşlarla. Bazan kazayla. 

Sema yapan öndişleri dökük, sakin ve hep gülümseyen, gözlerden ırak yaşayan deli yanına yaklaşmamı ve yaptığının aynısını yapmamı beklerdi benden. o koşuştıurma içinde, artık ilkokulluydum, uzun mesafelere habere, alışverişe gönderiliyordum, telaşlıydım ve zamanım yoktu, üç beş dakika dönerdim yanında: Ay gördüm Allah, Amentü Billah der ve kaybolurdu binaların yıkıntıların gölgelerin arasında. Ay soluk bir ay çöreği gibi yeni kendisini göstermiş olurdu. Alacakaranlıkta göökyüzüne şükran ve sevgiyle, hayat sevinciyle bakardı.

Annem evde çalışıp dururken halının üzerinde döner, döner, dönerdim. Herkesin başı dönünceye kadar... Herkes isyan edinceye kadar.

Eski Mevlevihane o sokaklardan birisinde miydi, o mevlevihaneden kalan son iz o yıkıntılarda dönen entarili, dişleri dökük, masum ve mazlum delinin akşam ezanından sonra dönüşleri mi idi bilemiyorum. Hayat sevincini, yaşadığı için sevincini ve şükranını semayla dışa vuruşu dışında bir izi yok zihnimde.

Kalemden çıkan çizgilere, renklere, yapay doğaya, anlamadığım harflere hayranlığımı bir delilerle paylaşabildim. Sanırım, delilikti paylaştığım, deliliğin güzelliği.

Sema nerede öğrenilir diye birbirlerine soranları işitirken: Yıkıntılarda gülümseyerek dönen, bir kelebek gibi kaybolan, insanlığa ve dünyaya zararsız yaşamış o çocuktan, peterpandan, açlıktan büyüyememiş gövdeden, kainatla bir dönüşten öğrenmeli. Hiç akıldan gitmiyor. Hiç akıldan çıkmıyor.

Bir gelenek elden ele böyle dolaşıyor, geçiyor işte. Ben de sokaklarda birlerine öğretirim belki, kim bilir belki bir gün...

21 Mart 2012

BOP'un Yeniden Şekillenişi Üzerine Varsayım v.s.

Türkiyedeki siyasi elitin BOP projesine göre şekillenen yeniosmanlı açılımı için cumhuriyeti riske atıp atmadıklarını bilemem. Ben bunun ters yönde ittihatçılık olduğunu düşünür, eğer böyle düşünenler varsa değişik alanlarda bunu destekleyen adımlar atıp atmadıkları üzerine düşünürüm. Sorumlu bir insan olarak sadece cumhuriyetin yaşayacağını ve yaşatılacağını gerekçeleri ve dinamikleri ile vurgularım. Bazan bizlerin duruşları da bir dinamiğin, arkasında duruş dinamiğinin ifadesidir.

Türkiyede ve dünyada ne kadar çok iddia oratalarda dolanıyor. Çoğunu birer iddia olarak okuyor, ezbere reddetme ya da savunma stresine girmiyorum.

BOP'la ilgili söylentilerin çoğu ciddi, temelli. Ben iddia edilenleri ters yüz edecek ya da yeniden şekillendirebilecek gelişmeler, eğilimler görürsem onlara dikkat ediyorum. Onlarla söylenenleri test ediyorum. Fazlası gereksiz, sonradan öğrenmek, ancak olabileceklere az çok zihnen hazırlıklı olmak yetiyor.

BOP'un etrafında şekillendiğini düşündüğümüz merkez ülkenin, kenara çekildiğini farkettiğimde projenin de anlam değiştirdiğini ve sanıldığından dinamik olduğunu düşünmedim değil. Avrasyadaki ittifak şekillenmeleri BOP'daki ittifak şekillenmelerinin daha radikalleşmesi gibi görünüyor.

Gelişmelerin bir yola girmesi nasıl sonuçlanacağının kesinleşmesi anlamına gelmiyor.

BOP projesi neoconların, kıyamet tarikatlarının insiyatifinden çıkmış durumda görünüyor. Geri dönüşleri mümkün. Türkiye ve özellikle hükümet açışından geri dönüşleri bir felaket olur. Neoconların yeniden devreye girmesini ancak soğuksavaşı bilmeyenler isteyebilir. Bitmemiş ve henüz tasfiye edilmemiş bir savaş ruhu  demokratik ülkelerde kendisini mesela ırkçı ve saldırgan siyasi hareketlerle gösterebiliyor. Tabii ki buralarda ve buralarla kalmıyor.

Suriye krizi Iraktan Lübnana paralel iki hat çıkabileceğini gösteriyor. Irak'ın Suriyeleşmesini iki ayrı boyutta yaşayabileceğimiz ihtimali belirginleşiyor. İrana müdahale bu yeniden gruplaşmaları ve ayrışmaları radikalize etse de gelişmelerin yönü uzun vadede kestirilebilir halde. İran varolan gelişmeleri orta vadede belirsiz hale getirecektir. Ancak eninde sonunda sorumsuzca şekillendirenler de şekillendirilecektir. Eğilim bu yönde. Dünyada da tarihî adalet bazan işliyecek gibi oluyor.

Suriyeye müdahalenin kendisi BOP'un yeniden şekillenmesinde dönüm noktası değil. Bu müdahalenin hazırlıklarını yıllardır tezgahlamış olanların uzun vadede kârlı çıkmayacakları gözlemlenebilir halde. Suriyede ne olursa olsun ortadoğu yeniden şekillenecek, şekillendirilecek. Bu şekillendirilmelerden eskiden dünyayı keyiflerine göre şekillendirenler de kaçınamayacak. Bu hem iç talep, hem dinamiklerin yönü ile ilgili. Bazı şeyler tarihte yarım kalmaz. Hiç bir çığ havada asılı kalmaz. Bir dönemin toplum mühendisliğinin sonlarındayız. Yeni bir mühendislik dönemi elbette açılacaktır, dünya biraz ferahladıktan sonra.

Kaybı büyük olacak çevreler ya gelişmeleri kabullenecek ve uyum sağlayacak ya da direnip dünyayı ve dünya ekonomisini zorlayacaklardır. Bunu yapmak için ellerinde her zaman için değerini kaybetmeyecek birikimlerin ve değer birimlerinin olması gereklidir. Bu imkan olmadığı için ayrışmaya uğrayacaklardır. Bu bile sancılı olacaktır.

İnsanlara sabırlı olmak, direnmek, barış için çalışmak, intikamcı ve kinci olmamak ve en kısa zamanda dünyayı yeniden yaşanır hale getirmek düşüyor.

Dünyayı şekillendirebilecek olan bir intikam projesi değil, intikamcılığın tarihe gömülmesi, adalet bayrağının çekilmesidir! Bir dahaki büyük krize kadar.

Şimdi yaşadığımız dünyanın gelmiş geçmiş en büyük krizidir. Kendisini göstermek için büyük hatalar bekliyor bizden.





Uluslararası Durum Üzerine Bazı Basit Varsayımlar

1. Neoconlar ve dünya dinamiklerini şekillendiren finansgücü ile dünyanın dinamiklerini serbest bırakarak iktisadî ve siyasî entegrasyonun önünü açmaya çalışan güçler arasında bir savaş cerayan ediyor. Neoconlar  taktiksel nedenlerle susmadılar: İktisadî ve toplumbilimsel maliyetleri buna yol açtı. İşleri bitmiş değil, ancak, yeni siyasetlerini bulmaları uzun sürecek ve kayıp verecekler.

Uluslararüstü Finans hiç bir zaman için uluslararası değildi. Gözettikleri, ayırdettikleri, dışladıkları, engelledikleri vardı. Sanıldığından daha ideolojik idiler ve hiper modern bir kapitalist öncephe arkasında arkaik korkular, ezberler, kireçlenmiş anlayışlar söz konusu idi.

Uluslararası dinamiklere, ülkelere, siyasetlere yapılan müdahaleler dünyada dinamikleri çarpıklaştırdı, olay akımlarını kısa ve orta vadede kontrol edilemez okunamaz hale getirmese de mantığından çıkardı.

"İki akım da iktisatlı olmadıkları için tasfiye oldular!" diyenlere bir itirazım olmaz. Şunları eklemek şartı ile: Neoconlar düşmanlık, gerilim, şeytanlaştırma, tahakküm dili, sınır ve ölçü tanımaz toplum mühendislikleri ile dünya devletlerini kurumsuz, sorun çözemez hale getirdiler. Meşru ve demokratik siyasetler insiyatif dışı görülmeye başlandı. Kayıtdışı müdahale kurumları reel politik meşruiyet kazandı.

Uluslararası Finans çevreleri kültürler, toplumlar, inançlar, insanlar, uluslar, ırklar arasında ayrımcı davrandılar. Bu onların halk(lar) nezdinde lokalize edilmelerine, lokal eğilim, çıkar ve müdahaleler içerisinde değerlendirilmelerine yol açtı. Uluslarüstü finansmanı denetleyen kesimler bu güçlerini zamanla kaybettiler. Bunda üretimi bırakmış, fason üretime geçmiş ülkelerin finansal çeşitliliği artırmaları kadar, kendilerine daha az ihtiyaç duyulan finans güçlerinin bağımsızlaşmalarının önünü açılmasının da payı var. Para bolluğu finans yönetiminin tekelleşmişliğininin insiyatif kaybı olarak çokmerkezlileşmesine yol açan etkenlerden.

Tercih imkânları orta ve uzun vadeli beklentileri çakışan kesimler arasındaki parasal alışverişi artırdı. Mortgage krizi uluslararası finansın ideolojik kontrol aracı olması mekanizmasını zayıflatan etkenlerden.

Neoconları acımasız, kaba, hoyrat, düşüncesiz ve "egoist" savaşçı teknikleri müttefiklerinde ABD'ye daha fazla kuşku ve güvensizlik yarattı.

2. Maliyetli politikalar maliyetsiz politikalara dönüşmekte: Dünya sisteminin restorasyonu dönemindeyiz. Dinamikler uluslararası dengeler, alışveriş ve toplumsal güçleri hesaba katan bir sisteme bir sistemik rehabiltasyon sürecinde entegre edilmeye çalışılıyor.

Kapitalizmin krizi dünya krizlerine yol açabilecek çarpık bir entegrasyonun ürünü. Krizin derinleşmesinden kâr elde etme beklentisi hiç bir çevrede yok.

Hammaddeler, kaynaklardaki arz talep dengesi dönemsel kriz ve toparlanma dönemlerinde sorun çıkarmayacak uluslararası ticaret ve alışverişi kolaylaştıran düzenlemelerle açık tutulmak zorunda görülüyor.

Önemli olan kaynak kontrolünden çok, kaynakların sanayiye açık tutulması, talep daralmasının yol açacağı üretim açıklarının toparlanma dönemlerine kilit vurmaması. Bunun için üretimde bulunan ülkelerin varlığı pazarların açık tutulmasının önemli bir ayağı.

3. Kapitalizm kibarlaşmıyor, yumuşamıyor kendi toplum mühendisliği ve önyargılı saldırgan yönetilmesinin toplumsal ve mali yükünden kaçmaya çalışıyor. Eğer kapitalizm bir dünya sistemi olma iddiasında ise dünya dinamiklerini yeraltına akıtmaması gerekiyor.

Dünyadaki eşitlikçi ve kapitalizm karşıtı politika yürütülenlerden bir kesimi insanların ve demokratik siyasetlerin bir ölçüde etkin olabildiği bir dünyayı iki nedenle onaylıyorlar. Birincisi ağır bir kriz kapıda. Kazananı az olabilecek, kasıp kavurabilecek bir kriz. İkincisi daha rasyonel bir siyasî alışverişin kapılarının açılma ihtimali.

Gelişmelere karşı çıkanların bir kesimi meselâ Neocon ittifakı ile "bu oyuna karşı" direnmeye çalışıyorlar. "Yanlış platformlarda brifing verenler", "müsaade etmez!", "izin vermez"ci patronaj arayanların aşağılanarak oyunun dışında kaldıklarını gözlemliyoruz.

Bir başka kesim ise gelişmeleri okumaya, bağımsız ancak dünyadaki siyasî alışverişe hitap edecek "gerçekçi", evrensel siyasetler geliştirmeye çalışıyor.

Uluslararası gelişmelerin dalgasıyla alabora olmamak "sağlam destek" bulmaktan değil gelişmeleri okumaktan geçiyor. Gelişmeleri okuyan yönlendirir. Yönlendirme çabaları varsa tabii ki.

Önce toplumlarına yeni hedefler koyabilen, toplumsal uzlaşmalarını kendi dinamiklerinin hakikatine oturtabilecek olanlar makûs talihlerini yenme girişiminde bulunabilirler.

4. Gelişmelerin konjonktürel olması ya da olmaması önemli değil. Bu krizden yeni bir dünya çıkacak, ancak krizin kâbusa dönüşmesi ile değil, dünyanın dengelenerek "kontrol altına alınması" ile.

Burada kriz döneminde kurulan iyi ilişkiler, fırsatçı davranmama halleri ve kendi bahçemizi bahara hazır tutmamız önemli. Komşuluk ilişkilerinde denge tutturmamız, finansı zayıf ülkelere takas ile müteahhitlik hizmetleri sunabilmemiz, üniversitelerimizi demokratikleştirebilmemiz, iç sorunlarla yüzleşmemiz, sorunlarımızı ertelemeyi başkalarına rant kapısı olarak sunmamamız, yargıyı bağımsızlaştırmamız ya da hukuk düşüncesi ve adalet dağıtımı ile buluşturmamız, güvenlik güçlerinin muhalefet hareketlere karşı tavrını gözden geçirmemiz lâzım.

Çalışanların sorunları makro ekonomik hesap sorunu olarak değil, adâlet ve hukuk sorunu, insan anlayışımızın yansımaları olarak düşünülmelidir. Üretimde denetim ve kalite, toplumsal adalet, siyasî platform öncesi sorun çözüm kurumlaşmaları çalışma hukukunun içindedir.

Kendi içinde toplumsal dinamiklerini ezen bastıran bir anlayış ile "geçici mi hattâ bir yanılsama mı" olup olmadığını bilmediğimiz yerel dinamiklerin önünün açıldığı bir uluslararası dönemden yeterince yararlanma şansımız yoktur.

Bölgedeki gelişmeleri aşabilecek bir ufuk kendi ülkesinde konsensusu devre dışı bırakmış olamaz!




20 Mart 2012

Uluslarası Durum: ”Büyük Çöküş”le Raks


İran ve Suriye’ye müdahaleye itiraz edebilecek olan Çin dünya ekonomisini ”istatistiksel anlamda” ayakta tutan ülkelerden birisi.
”Çin'in izolasyonu” diye bir tartışma saçma kaçar. Çin'in yönlendirilmesinden, Çin’le beraber yönlenmekten konuşulabilir konuşulsa konuşulsa.
Çin’in kapitalist sisteme ya da dünyâ sistemine entegre oluşunun meyvelerini toplamadan kendi yoluna gitmesi ise şimdilik olası değil. Başarısının niceliksel/reel karşılığı rakibi addedilen dünyâda mevcût.
Gelişmiş ülkelerin bir kısmı üretimi fasonlaştırarak eski finansal krizlerde esneklik sağladılar. Krizler çok uzun sürmezse üretim yönetimi, marka payı, pazarlama kontrolü, fonlama, finansal yönlendirme gibi araçlarla iktisatlarını çevirebiliyorlar. Tarımsal üretim bir ölçüde devam ediyor. Ancak, iç pazar fazlasını ve yüksek maliyetli üretimi regüle eden destek’ler geleneksel tarımsal üretimi daraltmakla kalmayıp üretken bir hayat tarzını da üretim dışı bir hayat tarzına dönüştürmekte.
Pazar birlikleri, uluslararası ticaret paktları üretimin ulusal seviyede kıtlık, darlık, bunalım, ambargo, abluka gibi risklere göre planlanmasını ya sınırlamakta, ya da gereksiz kılmakta.
”Kendisine yeterlilik” fikri büyük birlikler içindeki ülkeler açısından pek rasyonel değil gibi görünse de, ”bağımsızlık” perspektifini az çok koruyarak dünyâ iktisadî sistemine eklemlenme durumunda olan ulusal devletler iki tarz arasında denge tutturmayı başarmak zorundalar.
Rusya kriz ve gerilimlerde pazarlanabilir kaynaklarının değerlerinin yükselmesiyle daha kolay geçiş ve stabilizasyon sağladı; yeniden kurumlaşma, toplumsal restorasyon projesi ile meşgul görünüyor. İlk hedefi olmasa da gerilimleri likiditeye çevirebileceğini biliyor. Türkiye ise gerilimlerin ilk dönemlerinden cari açıkla çıkacağının farkında. Rusya Türkiye’nin ucuz kaynak sağlamasının bütün dünyaya açılan ucuz kaynaklara dönüşmesinden sınırlı ölçüde kaygılı. Gorbaçov sonrasına geri dönmek istenmiyor. Dünya açısından enflatif olan Rusya açısından şimdilik restoratif. İlelebet bu politikaların yürümeyeceğinin ve gerilimli dönemlerin riskli olduğunun ise kabul edildiğini düşünüyorum. Rusya ister istemez dünya iktisadî sistemi için insiyatif almaya zorlanacaktır. Unutmuş göründüğü hedeflerden birisi de zaten, kendisini şekillendirmek için değil dünyayı şekillendirmek için pazarlıkta olma rüyâsıdır. Türkiye Rusya’nın kazançlarından gerilimli dönemlerde ihaleler çıkarabilmekte, yararlanabilmektedir. Rusyanın kazancı Türkiye'yi kesinlikle ürkütmemektedir. Ürkütücü olan kısa ve orta vadeli finansman, iş kapasitesi, ihale ve pazar açıklarıdır.
Türkiye sanayîleşme, dinamik pazarlama, müteahhitlik hizmetleri ve ekstrafinansal çözümler üretebilme kapasitesi ile eski açıklarını kapatma dönemindedir. Türkiye komşularının zenginliklerinden yararlanmayı biliyor, konjunktürlerdeki düzelmelerde kolay toparlanabiliyor. Komşuları ile ticârî ve siyâsî bağlarını zayıflatan bir döneme girmesi denizaşırı alışveriş çözümleri bulmaya yönlendiriyor. Türkiye ”risk altında üretim” planlamasında kumar iktisadından ”riskin makro iktisadı”na yol aldı, risk kontrolü konusunda tarihî tecrübeler edindi, araçlar geliştirdi ve çeşitlendirdi. türkiyenin konjunktür duyarlılığının orta ve uzun vadede giderek azalacağı kanaatindeyim. Bölgesinde ise siyâsî bir durulma belki uzun vadede mümkündür.
Kapalı, metrûk, tahrip edilmiş ya da ötelenmiş pazarlara çatışmasız girebilmesi, kriz yaşayan ancak potansiyel zenginlikleri olan ülkelerde para dışı değerler ve yeni alışveriş yöntemlerini kolaylıkla tedâvüle sokabilmesi; zor bölgelerde çalışma ve lojistik sağlama tecrübesi; çalışkan, kolay uyum sağlayan ve hareketli halkı Türkiye’nin avantajı olacaktır.
Bir süre daha tek tek hiç bir ülke ile iktisadî ilişkilerin türk ekonomisinin yönünü belirleyebilecek rolü olmayacaktır. Çeşitlilik kriz dönemlerinde ve dalgalanmalarda kolaylık, doğallık, stabilize edici ve muhtelif geleceklere risk dağıtıcı etkiler sunuyor. Bu çeşitliliğin bilinçli bir tercihten çok konjunktürel dağınıklık ile alâkalı olmasında hiç bir mahzur yok. Eldeki imkânlar ve tecrübe bu dağınıklıkta alanlar açılmasına, ilişkiler geliştirilmesine yeterli olabilmiştir. Gerisi gelecektir.
Rakiplerimiz eskisinden az: Dünya üretmiyor, geçerliliğini kolay yitiren uzmanlaşmalar daha ağır basıyor. Güney Kore, Çin, Vietnam, Hindistan, Almanya, ABD, Rusya, Türkiye, Brezilya, İran gibi ülkeler üretimi öncelemekteler. Pazar fazlası sorunu eskisi kadar söz konusu olamıyor, bir mal kıtlığı da söz konusu değil. Petrol ürünleri dışında ciddî takas, alışveriş, ham madde krizleri şimdilik yaşanmıyor gibi.
Carî açık sorunu tek başına reel ekonomimizi sarsacak düzeyde görülmediğinde bile iktisadî ivmenin yönünü değiştirebilecek bir potansiyeli içinde barındırıyor. Burada konjunktürel olarak ”belirleyici” olan uluslararası finans çevrelerinin yeni formasyonları ve yönelimleridir. Eski dönemdeki sıcak para hareketleri olmayacak diye bir şey yok. Olduğunda da kendilerini ayaklarından vurma riskini göze almak durumundalar, en azından şimdilik.
Finanskapital’in depolitizasyonu da söz konusu, çok yönlü politizasyonu ve lokalizasyonu da. Finans planındaki ideolojik rekabet öncelikle finans alanındaki gruplaşmaların silâhlarını vurabilmekte.
Eleştirilebilir/analiz edilebilir büyüme beklentileri büyümenin patlama şeklinde cereyan etmeyeceğine işaret etmekte. Dinamik ülkeler büyümelerini devam ettirebilecek imkânları şimdilik el altında bulabildiklerinden (meselâ, kendilerine terk edilmiş alanlardan dolayı) yeni pazar oluşumları, alışveriş kurumlaşmaları, üretim akışı şekillenmeleri için kısa ve orta vadede şiddetli kavga beklentisi yüksek değil.
Neocon'ların uluslararası siyâsetten çekilmiş görünmeleri siyasî insiyatifin iktisadî şekillenmenin akışına kulak vermişliğini, çoğu sorunun kendi dinamikleriyle çözülüyorluğunu öne çıkarıyor.
Uluslararası iktisadı yönlendiren çevreler eskisinden daha kendiliğindenci görünseler de, iktisadın dinamiklerini kendi akışına bırakarak bir tamirât, tadilât dönemini tercih ettiklerini düşünebiliriz. Rehabilitatif bir mühendislikle karşı karşıyayız.
Uluslararası iktisat uluslarası siyâsetten bağımsız gitmiyor. Sistem, eskiden dünyâyı yönlendirdiği ya da yönlendirmek için rekabet ettiği düşünülen finans çevrelerinin lokalleşme eğilimleri ile paralel şekilleniyor.
Uluslararası siyâsette entegrasyon ne kadar gelişirse Finanskapital’in uluslararasılığı da o kadar aksıyor. Bunda bir planlanmışlık ve baskı görmüyorum. Eski finans politikalarının izlenmesine destek verecek iktisat yönetimlerinin önü krizin de özelliğinden dolayı tıkanmış durumda.
İktisat yönlendirimi finansal araç ve aygıtları kullansa da, onları "doğallaştırarak" ısıtıcı, zorlayıcı, karıştırıcı, tek yönlüleştirici çizgilerinden ve ”eski tarz haraç ve tahakküm”den uzak tutan bir biçimde hareket ediyor. ”Yeni tahakküm nedir, nasıl olacaktır?” konusunu ise açık bırakalım.
Uluslararası iktisadın yönü oluşum içinde, yönelimleri eğilimler dışında formüle edilebilir durumda değil. Dengeler korunarak, toplumsal dinamikler boğulmayarak ”sistem” ya da "kapitalizm" ayakta tutuluyor. Ben, sadece kapitalist sistemin ayakta tutulduğunu düşünmüyorum. Bu dengede çoğu kirli savaşın, müdahalenin, talanın önü bir liberalleşme ve pazara açılma anlamında (uzun sürüp sürmeyeceği kesinleşmeden ve sadece ölçülü bir eğilim olarak) kapanıyor: Kriz derinleşirse yeniden askerîleşebilecek ilişkiler liberalize edilen uluslararası ticarete ve alışverişin alanına çekiliyor. ”Eskiden beri ABD’nin çizgisi bu idi!” diyeceklere, yeniden, eskiden izlenen güdücü, talancı ve dayatmacı finans politikalarını ve finans gücünü; uluslararası siyasetteki ”kıyametçi ve radikal mesihçi utopizm”in çılgınlıklarını hatırlatıyorum.
”Dünya iyiye ya da eşitliğe gidiyor!” demiyorum: Daha beter şeylerin olmaması iktisadın dinamiklerinin zorlanmış, yıpratılmış olmasından. ”Aklıbaşındalık” bir erken farkındalıktan değil: Yumurta kapıya gelmiş durumda. ”Korkunç Çöküş” gündemden öyle kolay çıkarılabilecek gibi değil!
Obama’nın seçimi kaybetmesiyle ”zamanın ruhu”nu daha iyi kavrayabilecek miyiz? Bilinemez. Kanaatime göre, ABD’yi yönlendiren kurumlar ve çevreler arasında kuzey güney çatışmasını andıran belki sessiz ancak derin bir ”entellektuel” ve ”siyasî” ayrışma kaçınılmaz hale gelecektir.
Krizi körükleyecek politika değişiklikleri üzerinde konsensus sağlamak mümkün olmayacaktır. Gelecek ABD yönetimleri eski anlamıyla BOP’u var olan şartlar altında devreye sokmada zorlanacaklardır. Gelişmeleri ve statükoyu dondurabilmeleri, Latin Amerika’yı da karıştırmaları, enerji konusunda liberal politikaları bırakarak çatışma risklerini artırmaları ise bir ölçüde mümkün. Avrupa Birliği’nin finansal olarak çökmesi halinde AB’nin dünya ekonomisini regüle edici etkisi ortadan kalkabilecek, insiyatif birliği sağlanması güçleşecek, pazarlarda daralma Çin’in iktisadî tercihlerini etkileyip stabilitesini bozacak, Çin maliyeti batıya aktarmaya çalışacak, Rusya’nın dış siyaseti askerîleşecektir.
Varolan konjunktürde reel iktisadî dengelerini kurabilenler sofrayı yağmalayamasalar da kısa ve orta vadeli borç açıklarını kapatıp ucuzluklardan faydalanıyorlar. Eski Dünya’nın zenginleri ise finansal imkânları ile dünyadaki iktisadî hareketlerden az çok pay alıyor, küçültülmüş devletleri ile orta vadede tasarruf paniği yaşamadan veya borç ihtiyacı ile kıvranmadan dönemin geçmesini bekliyorlar. Ranta çevrilebilir dış siyasetler ve turizm/konferans ülkelerine dönüşme gibi küçük hayâller dışında bir etkinlikleri yok gibi ve alternatif eylem planları geliştirmekle iştigal etmiyorlar. Bir başka açıdan bakıldığında ”sistemik restorasyona” uyum gösterdikleri, sorun çıkarmadıkları düşünülebilir.
Eski Dünya varolan çerçeve içerisinde kendisini korumasını biliyor görünüyor. Yeniler ise artan ihtiyaçlarının yol açacağı açıkları kapatarak ilerlemeye, her hâl ve duruma açık durmaya çalışarak terkedilmiş pazarları onarıp (ya da ”ev sahibi ile birlikte kolonize edip”), potansiyel kaynakları kullanıma açmaya hazırlanıyorlar.
Uluslararası müdahaleler bütün çivileri çıkarabilecek en önemli faktör. Olası bir İran Savaşı lokal bir çatışma olmanın dışına taşarsa iktisadî gelişmelere de bir müdahaledir. Savaş ve gerilimler ülke iflâslarını, yönelim körelmelerini ve belki de bilmediğimiz yeni iktisadî yönlendirme aygıtlarını devreye sokacak olsa da gelişmelerin stabilizasyonundan rahatsız olanlar var ve bunlar altüst oluşlarda iktisadi anlamda olmasa da siyasî anlamda kaybedecekleri çok olabilecek kesimler. (O halde kaybedecekleri imkânlar onlara iliklerine kadar hissettirilecektir!)
İran'a ABD yönetiminin açabileceği bir savaş ya da saldırı ile İran'a karşı ABD yönetimine dayatılan bir savaş (saldırı) arasında fark olacaktır. İran tarafından ayırt edilip farklı tavırlar izlenebilir mi? Şimdilik bilemiyorum.
İki tarz finans ve uluslararası iktisat yönetimi üzerinden çatışma devam edecek görünüyor: Birincisi uluslararası ticaret, alışveriş, kaynak, finans ve üretim araç ve ilişkilerinin ülkelerarası, toplumlararası dinamiğe uygun entegrasyonu politikası; ikincisi, finans gücünün yönetici ve belirleyici olduğu; kaynakların, imkânların birikimlerin mantığı ve aristokratizasyonu üzerinden şekillendirilmesi. Birincisindeki tutum eşitlikçi ya da demokrat tavra saygıdan çok, dünyadaki dengelerin ve dinamiklerin aşırı zorlanmaması üzerinden. İkincisinde ise ülkelerin, toplumların rolleri bir ölçüde yukardan tayin edilecek.
ABD seçimlerini ilk çizgi kazandığında en savaşçı politikalar iktidardan uzak tutulabilse dahi uluslararası dengeleri az buçuk gözeten bir savaş türü ile karşı karşıya gelmekten kaçınamayacağız. Bu savaşlarda esas talan değil, dünyâyı "doğal dengelerine döndürerek" daha az zahmetle, motor ısıtmadan işleyebilir; parçaları birbirini regüle edebilen bir bütünden yönlendirilebilir hale getirmek olacak.

19 Mart 2012

AKP'nin Dağılma İhtimali Üzerinden Siyaset Yapılmaz!

Kendilerini muhalif görenler AKP'nin iç çekişmeler, konjünktürel gelişmeler, cari açıkların yönetilemez hale gelmesi, Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması v.b. nedenlerle başbakanlığı bırakması gibi gelişmelere bel bağlıyor görünüyorlar.

Herhangi bir senaryo gerçek olsa ve AKP iktidarı gümüş tepside muhalefete devretse dahi muhalefetin iktidarı devralabilecek bir olgunlukta olmadığını gözlemlediğimizi vurgulamakla başlayalım. Siyaset Ahlâkını ise zamanla tartışırız.

Bugüne kadar siyasi partiler müdahalelere kapanma; gerek dışarıdan, gerek içeriden ama parti dışından müdahalelere karşı savunma halinde kaldılar.

Muhalefetin kadro ya da dar kadro partileri haline geldiklerini düşünsek bile daralma siyasi praxisin içerisinde olmadı. Marjinalleşme sine-i millete dönüş biçiminde olmadı. Kapanma topluma karşı duvarları yükseltme biçimindeydi.

Dış müdahaleleri yok sayamayız. Ancak dış ve iç müdahaleler ayrı ayrı odaklardan yönlerden gelmemiş görünüyor. Belli iktidar koalisyonu dengelerinin kendilerini siyasete zorlamaları tarzında geliştiği gitgide açığa çıkıyor.

Partilerin savundukları çizgilerde devlet komiserliğine soyunmuş kurum, kuruluş ve örgütlerin "hakiki izm detektörlüğü" yapmalarını, kendilerinde yönlendiricilik hakkı ve misyonu bulmalarını da şimdilik yok sayıyorum.

Partiler vesayet altında idiler. Bir dönem başka dönemlerden daha fazla baskı ve tehdit gördüler. Geriye çekilme dönemlerini beceriksizlik değil, demokrasiye kendilerince sahip çıkma ve vesayet altına girmeme çabası olarak görüyorum.

Kaset olayları, şantajların gösterdiği iki şey var. Birincisi, müdahale ve şekillendirmeler nihayet bulmayacaktır. İkincisi, içe kapanma çürümeye yol açmıştır. Bir siyasi partiyi işler kılan ve arındıran siyasi praxistir.

Partilerin müdahalelerden kaçınma ve korunma yollarından birisi kadrolarını dengelemişlikleri, parti içi rekabeti meşruiyeti ve demokratik alışverişin hayata geçirilmişliği içerisinde canlı tutmalarıdır. Rekabet ile kastımız ilelebet yönetim kavgaları değil, politikaların belirlenmesinde şekillenmesinde demokratik bir alışverişin önünü açmalarıdır.

Örgütler yeniden halka emanet edilmeli, şu ya da bu birbirinden korkan çevrelerin temsilci ve delegasyonu etrafında şekillenmelerden üyelerin denetimine geçmeleridir.

İç çürüme öne çıkarılan sadakatleri çürümeye sadakat haline getirebilmektedir. İnsanın insanlığına ve hakikatine sadık olması dışında gruplaşmalar partileri dondurmakta, hayata göre şekillenmeye karşı duran bürokrasilere teslim olmaya yol açmaktadır.

Parti bürokrasileri iyidir. Değişime açık oldukça, tartışmaya açık bir ana çizgiyi belirginleştirdikçe.

CHP'ye gelelim: Bugünkü CHP'de önümüzdeki yıllarda da Genel Başkan tartışmaları açılabileceğini, hangi ekip ya da hizip tasfiye edilirse edilsin liderlik ve kadro tartışmalarının gündemden kalkmayacağını gözlemliyorum. Hangi kadro yönetime gelirse gelsin politikaları net değildir, netleşir gibi görünmeler ise meselelerin hakikatiyle buluşmuşluktan gelmemektedir.

CHP'nin ana sorunu temsil edeceği kitleyi bulamamışlığı ve vesayet kurumlarından kurtulsa bile siyaset yapmasını belirleyen kıstaslar üzerindeki vesayeti henüz atamamış olmasındandır.

Kolay anlaşılması için karşılaştırır isek: Eski CHP (12 eylül öncesi) bir halk hareketi idi. Şimdiki CHP bir "dışardan bilinç" partisine benzemekte. Bu "bilinç" meselesi de bir çok zorlamayı ve zorlanmayı da içeriyor. "Dışardan bilinç" meselesini küçümsediğimi sanmayın. Aydınla kitlelerin buluşmasında, hakikatten ezbere kaçış yoksa "dışardan bilinç" kavramında korkulacak bir şey yoktur. Kitleler sanal ya da temsili ise, aydın ezberci ise, düşünmemekteyse, kolaya kaçıyor, direnemiyor, kolay boyun eğiyorsa "dışardan bilinç" gibi görünen empoze tavır hareketin demokratik pragmatiği için bir prangadır.

Siyasetin hakikî pragmatiği gündelik şekillenmeler ile güncellenmeye işaret eder. Siyaset yapamamanın, yapıyor görünmenin pragmatiği olumsuz anlamda "politikacılık" işlerine tekabül eder.

CHP'de genel başkanlık arayışları son bulmalı, toplumu ve hakikati ile buluşma faslı öne çıkarılmalıdır.

Önerdiğim eleştirinin sonlandırılması değil, gerçek eleştirinin kapılarının açılması, artık hakikatle kendisini düzelten siyasetlere geçme döneminde olduğumuzun farkedilmesidir.

Halkla buluşma hizmetlilerle patronların; oy isteyenlerle oy sahiplerinin; siyasetçilerle toplumun buluşması değildir. Siyasetçilerin temsil ettikleri değerleri, talepleri toplumdan, bir toplumsal hareketin kendisini ifadesi ve arzı olarak edinmeleridir!

Bugünkü tarz-ı siyaset siyaseti kariyer, iş, emeklilik kapısı gören; yöneten yönetilen ikilemini derinleştirici; yanlışına sadakat bekleyen kurutucu ve insanlığın gelecek arayışını söndürücü bir anlayışa denk düşmektedir.

Değişmesi gereken demokratik olmayan tarzın değişmesinden ibaret değildir: İnsana, seçmene, siyasetçiye bakışın da değişmesidir.

CHP'nin genel başkan sorunu yoktur. Yeniden bir parti haline gelme sorunu, demokratlaşma sorunu, halkı ve hakikati ile buluşma sorunu vardır.

Proje sunarak umut aşılanmaz. Bir parti bir umudun, ihtiyacın, talebin, rüyanın temsilcisi olduğunda projeler bir şey ifade eder.

Bir kin, intikam, husumet, talan için örgütlenmiyorsanız; kine, husumete, talana, eşitsizliğe, kamplaşmaya, cepheleşmeye karşı duruyorsanız halkın nabzını tutmayacaksınız: Halkın nabzı olacaksınız.

Halkın nabzı olmak, popülist olmayı yadsımakla başlar, başlamalı!


18 Mart 2012

Evet, "Çanakkale Cumhuriyetin Özsözüdür!", Var mı İtirazı Olan?

Çanakkale Direnişinde Fahreddin Paşa'nın rolünün unutulması sadece cumhuriyetin aktif kadrolarının isimlerinin öne çıkarılması yanlıştır, ancak tarihin hep ileri bir tarihten, noktadan yazılmaları ile alâkalıdır da. Varolan kadroların Direniş cereyan ederken nerede olduklarını popüler tarihçi ve gazetecilerin aramasına ise şaşırmamamız gerekir: İşleri budur!

Tarih daha ileri zaman noktalarından tekrar tekrar yazılacak, olaylar yeniden, yeniden değerlendirilecektir.

Sağ kalanlar "Padişahımız Efendimiz" diye yad ettikleri sultanlara eleştirisiz; Cumhuriyet kutlamalarını gözleri yaşararak izlerlerken cumhuriyet adına her yapılana incinmez değillerdi. Cumhuriyeti seçmiş osmanlılardı. "Hain Padişah"lı tarih kitaplarımıza hayret ederlerdi, Cumhuriyetin geleceğimiz olduğuna en ufak tereddütleri yokken.

Her devrimin acıları, sancıları olur. Kutuplaşmalar Cumhuriyet üzerine değil, cumhuriyetle izlenecek politikalar üzerineydi.

"Tarih cumhuriyetle başlar!" ideolojik bir slogandır. Tarihin nerede başladığı hiç bir zaman için bilinmez. Ancak tarih yazımı hep narratiftir, hikaye edicidir, kronolojik olarak değil, yeniden tasnif edici düzenleyici, yeniden anlamlandırıcı bir çabanın eseridir. Hikaye ediş hakikatinden koparılır bir iş olarak görüldüğünde tarih, masallaşır.

Her ideolojik tavır tefrika değildir, öngörülen bir geleceğe yönledirir, öngörülen eşikleri, hendekleri kendince atlatır.

Bugünkü sığlıkları avlama peşindeki eleştirel sığlık ufuksuzluğa yol açışıyla tehlike oluşturmakta: Dün cumhuriyetin tahkim edilebilmesi için yapılmış doğru yanlış herşey günü elinde tutmanın ufkundan yerle bir ediliyor. Eleştiride haklı olmak eleştirecek mevzuyu bulmak, özdeşleştirmekten geçmiyor, içinde değerlendirilip hakikatine açan bir ufku da gerekli kılıyor.

Cumhuriyeti ve bağımsızlığı tahkim etme çabasını aşağılamak, eleştirilen sığlık yaftasına tekabül edenden daha da sığ bir bakıştan olduğunda onca emekle elde edilenleri döküp saçan bir miras yediliğin hezeyanından başka bir şey olmuyor.

Solun, sendikaların da kendilerine özgü Çanakkale yorumları varsa bunu sadece anlamakla mükellefiz. Kimse direnişin sahibi, ideoloji ya da karşı ideolojinin tartışılmaz bekçisi değil.

Kaldı ki solda Çanakkale üzerine söylenmişler, Çanakkale ve sonrasının Ekim Devriminin önünü açan olaylardan olması iddiası dahi muhafazakar tarihçiler tarafında da dile getirilmiştir. Sanırım günü kurtarma, günün baskın siyasi duruşunu tahkim etme anlayışına ters düşen çanakkalenin cumhuriyetin "önsözü" olmasıdır. Çanakkale Direnişinin Cumhuriyeti'in önsözü olduğu fikri, bugünden bakıldığında, bana hiç de yanlış gelmiyor. Ben zaten dünden bakamam ki? Bu ne mümkün, ne de gerekli.

Çanakkalede zafer kazanılmasa dahi cumhuriyet kurulabilirdi, çökmekte olanı, gelmekte olanı görmek yeterli. Yenilgi bile olsa müthiş bir direniş olarak yön verecekti.

Çanakkalenin işgalle sonuçlanabileceği endişesinin kurmaylarda ve eşrafta alternatife hazırlılıklığı artırdığına da dikkat etmek lâzım.

"Çanakkale Savaşı olmasaydı" tartışması ise başka bir tartışmadır. Çanakkaleye giden gelişmeleri eleştirenler bunu çeşitli gerekçelerle yaparlar. Önemli bir kısmı direnişin başarısı için çırpınmış insanlardır.

Herkes orada yitirdiğimiz bir kuşak münevver'e, üniversiteye "sonrakilerin önü açıldı" gözüyle bakmaz: Fatura çok ağırdır! "Bir zararı olmadı!" diyenlerin bir kısmı dahi umut verme peşindeydiler.

Yetişmiş insanların dışında bir şeyi daha kaybettik, bizi ayakta tutan, bazan idam edilen gençlerin tavırlarında son kez kendisini ifade eden: Fütüvvet'i.

Fütüvvetsiz bir geçmişe göz kırpan geçmişçi bir hayat tarzı ve geçmiş düzen özentisi fedakârlığın, adamlığın, kardeşliğin, direnişin dünyasını vücudundan atmış otoriter ve siyasî bir hayatsızlık özlemidir.

Gelecek Cumhuriyettir. Onu yeşertmek yerine soğuk savaşa teslim eden ruhu bünyemizden atmalıydık.

Gittiğimiz yol sadece ve sadece insanlık yolu olmalı, fazlası fazladır!

Döküp saçmadan, cesaretle bakmaktan, sorumluluk almaktan, yüzleşmelerden ve hakikatten korkmadan.

17 Mart 2012

Uluslararası Durum: Fırtınadan Önceki Telaş

Geçen hafta yazdıklarımızın üzerine ekleyelim:

1.

Obama ve Netanyahu'nun eşzamanlı bir Suriye ve İran harekâtı üzerinde anlaştıkları üzerine yazılanları yorumlamakta zorlanıyorum. Söylenenlerde "durum"a uymayan birşeyler var.

Suriyeye yönelik bir müdahalede İran'a dokunulması Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak esas olacaktır. Türkiyenin çökertilmesi ya da en iyi ihtimalle hükümet devrilmesine yola açabilecek bir konjünktür mühendisliğinin sonuçları ne olabilir, tahayyülü kolay değil.

Hayatta olmadık olmaz. Böyle şeyleri düşünen, hiç değilse fikir jimnastiği babında ele alan çevreler vardır. Ancak böyle bir hamle peşinden gelecek komplikasyonları yönlendirebilecek bir gözü kararmışlık ister. Ortada hangi değerlere dönüşeceği belli olmayan finansal birikimler, dev fonlar, üretimden çekilmiş de olsa güvence altına alınması zor "hazineler" söz konusudur gözükaralıktan çekinmeyecek çevrelerde.

Gözükara çevreler tersine finans çevrelerinden "ayar bekleme" durumundalar. Ötesi de geçerli, lokalize olmaya başlayan finansal çevreler uluslararası siyasi iradenin toplamından "ayar" görebilecektir.

Sermaye etnisite kazanıyor, kümeleşiyor, bölgeselleşiyor. Uluslararası finans çevreleri lokal baronlara dönüşme tehlikesini yaşıyorlar.

2.

Yeni bir kavram sınayalım, düşünürken: "Etkin Kamuoyu".

Dinamik, somut bir lokalizasyonu ve saplanmışı olmayan, etkin tarihsel yönelim, gelişmelerin seyri, olayların mantığı, karar veren ve düşünen çevreleri akl-ı selimine işaret eden bir kavram ortaya atarak düşünelim:

BOP eşbaşkanlığı iddiası en olumsuz anlamıyla doğru olsaydı, yahut da  bir dönüşümden geçmemiş, yeniden dengelenmemiş bir halde olsaydı dahi Suriyedeki iktidar değişiminin demokratizasyona giden zincirleri harekete geçirmesi BOP'un niteliğinin değişmesinin dinamiğini ya da mantığını da açacaktır. BOP'un kendisi için kurulduğu bugüne kadar addedilmiş bir ülkenin de uluslararası demokratik oyuna dahil olması, yöntem ve siyasi sistem değiştirmesi beklentisi artacaktır. Kendi içinden ve dışından. Hem zinde ivme olarak, hem tarihi yönelimlerin eseri olarak....

Arap Baharının demokrasi meselesi olamadığını söyleyenlerin haklı gerekçeleri olsa da iktisadi, sosyal dinamiklerden, değişimin mantığından, aktörlerin bileşkelerinden, uluslarası siyasetin yazılı olmayan reel pragmatiğinden bakmaya çalıştığımızda söylediklerinin tersinin de mayalandığını gözlemliyoruz.

3.

Obama zayıf olsa da Obamanın arkasındaki güç (maddi mi, örgütsel mi, zamanın ruhu mu, hepsi mi hiç birisi mi bilemesek, ayırd edemesek de) Neoconları sessiz bırakacak, uluslararası finans gücünü üzerine karar verilecek bir objeye çevirebilecek kadar etkin ise daha dikkatli düşünmemiz lâzım:

Uluslararası iktisadın yönü belirlenmiş değil. Sessizlik ve aklıbaşındalık krizin kendileri için hayal bile edemeyeceğimiz bir felaket olacağı çevrelerden; Uluslararası güçlerini veren imkan ve araçları ellerinden alınmış soğuk savaş örgütlerinden v.b. mi geliyor yoksa yeni imkân, araç ve politikalarla dünyayı şekillendirecek çevrelerin sıralarını beklemelerinden mi?

İktisadın gelişim yönünü proveke etmeme çabası oldukça önemlidir sanıyorum.

Sıraladığım ve sıralamadığım alternatiflerin gerçeklikleri ve geçerliliklerine dair bir fikrim yok. Test etmem imkânsız olduğu kadar gereksiz de.

4.

Suriyeye müdahalenin uluslararası siyaseti kontrol dışına çıkarmayacak, gelişmeleri proveke edenleri dahi zamanla zararlı çıkartabilecek olması ihtimali dahi uluslararası bir müdahaleyi meşru kılabilecek gerekçeleri  güçlendirmiyor.

Suriyede bir değişim olacaksa, olmalıysa kendi halkından gelmelidir! Bir mazlumun bile burnu toplum mühendisliğinin keyfi için kanarsa insanlığımıza yazıktır!

Lâkin, bazı gelişmelerin yolu açıldığında engellenebilmeleri mümkün değildir! Çığ düşünce sadece kurtarma çalışmaları yapabilirsiniz. Çatlak büyümekte, hatırlatmamıza gerek yok sanırım.

5.

Beşyüz bin mülteci için hazırlık? Doğu Avrupada olanlar tekrarlansın isteniyor sanırım. Fazla umutlu ve zahmetsiz bir proje. Üstelik mülteci akını telaşı yok gibi bir şey, geleceğe telaş vermek için olmadığını, bir hakikatinin olduğunu umabilmeyi umuyorum.

Hayırlara vesile olsun!


16 Mart 2012

"Gündoğdu Hep Uyandık"

1968'de TED Ankara Kolejinde hazırlık sınıfındaydım. Uzun saçlı parkalı postallı gençleri Kızılayda  şimdiki Varan yazıhanesi civarında inzibatların kovaladığına tanık olurdum. Ellerinde makaslarla. O yıllarda saç, favori kesmek halkın alaya aldığı bir asayiş, "mazbutlaştırma" eylemiydi.

Vietnam savaşı derinleştikçe astronot fotoğraflarını falan aldığımız Amerikan Neşriyat Bürosu tel örgülere büründü, her yaklaşan şüpheli şahıs muamelesi gördü. Astronomi ile ilgili hiç bir gelişmeyi kaçırmıyordum. Bazan gösterici, bildiri dağıtan üniversiteliler, bazan da gerekçelerime "fesüp" çeken polisler, sivil korumacılar güç yetiremezlerdi. Bazan, taşların molotof kokteyllerinin arasından geçer, basın bültenini alırdım. Yolunu kaybetmiş bir köylü, hamile bir kadın, mavi kaşmir ceketli gri pantolon ve papyonlu bir velet gidene kadar ateşkes ilan edilirdi o yılların çatışmalarında.

Her uzay aracının, gelişmenin fotoğrafını isterdim. Tel örgülerin arasından bayat fotoğrafların atılmasıyla, "Ne işin var burada, bizi gişeye çıkarıyorsun lüzumsuz işler için!" vurgulu  sessiz tafrayla o zamanların ofset de olsa flu çamurlaşmış gazete fotoğraflarıyla yetinmeyi öğrendim. Uzay çalışmalarının tarihini yazıyordum kendimce. Laika'nın güzel bir fotoğrafı için SSCB neşriyat bürosuna falan gidilemiyordu o yıllarda. Küçük Amerikaydık.

Hacettepedeki mahalle ile hastahane arasındaki araziler gerçekten hacet yerleriydi. Yeşil sinekler uçuşurdu. Hastahane ziyaretlerinden sonra Üniversitenin kurulduğu yerlerden geçerek gecekondulara doğru yürümeyi severdim. Tuhaf işler dönerdi, ancak benim gibiler, kediler, bunaklar, işportacılar, hamallar geçene kadar yol açık tutulur, kimse kararlı adımlarla hedeflerine giden papyonlu, papyonsuz veletlere bulaşmazdı.

Tokatlı akrabalarımın yanında kalıyordum, Annemin halasının kızı Saadet Teyzede. Emek mahallesinde. Hastahane işleri çok yavaştı. Önce yer bulunur, yatılırdı. Bütün hastahaneler de o yıllarda birbirine yakındı. Hastahane ziyaretleri, hemşehrilerin olmazsa olmazlarıydı. İhtiyaçlar görülür, sohbet edilir, çeşitli konularda yardımda bulunulurdu. Hastahane ziyaretlerinden sonra keşif gezilerim başlardı.

Hacettepe, Gençlerbirliği, Ankaragücü gibi birinci lig takımları vardı bir zamanlar, Ankaranın. Hacettepeye ilgim futbol klübünden geliyor olmalıydı. Yıkıntılardan rengarenk bir mahalleye geçiş heyecan verici idi.

Ho Ho Ho Şi Minh
İki üç daha fazla Vietnam
Ernestoya bin Selâm!

yazardı bir duvarda. Kızılayda Amerikan Neşriyat Bürosunun önünde işittiğim.

Yıllar sonra, aslında o kadar yıl da geçmemiş, lise bitip üniversiteye başladıktan sonra Hacettepe Yurdunda kalan Kızkardeşimi ziyerete giderken o sloganın hala yerinde durduğunu gördüğümde kalbim çarpmıştı. Heyecan verici bir şeydi.

Gençlik Hareketinde bu sloganları hatırlamama şaşıranlar çoktu. Bir dünya akıp gitmişti ve farketmemişlerdi. Benim bilimi aradığım yıllarda etrafımda bir fon gibi dönüp duran dünya kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalmıştı.

Gençlik Parkında semaver söyleyip fizikokimya çalıtışğım kahvenin lavobosunun kapısına kurşun kalemle yazılmış bir marşı gördüğümde duyduğum heyecan, 12 Martta kaybolan ve grileşen fonun yeraltında, tanıklıklarda yaşadığına, hayatımızı kuşatan fonun kaybolmadığına dair bir devamlılık duygusunun uyanmasına idi:

Gündoğdu hep uyandık
Siperlere dayandık
Bağımsızlık uğruna
Al kanlara boyandık

Yolumuz devrim yolu
Gelin kardaşlar gelin
Yurdumuza yanki dolmuş
Vurun kardaşlar vurun

İşçi köylü hazırız
Bozuk düzene karşı
Halk savaşı vereceğiz
Emperyalizme karşı

Yankiler, benim astronot fotoğrafları aldığım adamlardı. Astronot fotoğraflarım için orada durduklarına inanır ve oraya dokunulmamasını rica etmek isterdim antiemperyalist abilerden. Ancak antiemperyalist abilere dokunuldu. Çok gözyaşı döktük o yıllarda.

Ailelerinin gelen gidenleri azdı. Vebalı gibi hissederlerdi kendilerini, karşılarında insanların sessizliği, suskunluğu. Saygıyla, kaybolanların kardeşleri, anaları babaları işaret edilirdi oysa.

6. filoya karşı tavır bir halk hareketiydi. Destek büyüktü. Sol marjinal falan değildi. Hafızasızlık ve soğuksavaşçılık konuşuyor hep.

Maraş katliamıyla "yanki"nin yerini daha çok "faşist" aldı. Ben "yanki" olarak dinledim, söyledim, uzun saçlı, makastan kaçan parkalı abilere döktüğüm gözyaşlarına hürmeten.

Folklor, folklorik dedğimiz zaman bindallılar giymiş insanların mumlarla dans etmelerini düşünmemiz düşünülür. "Gündoğdu" marşı da, spor klübümüz de, parkalı uzun saçlı abiler, mercedes madalyalı tünikli, güneş gözlüklü ablalar da folkloriğimin kayıtlarında.

Folklor yargılanamaz. Folklor cansız, ölü anlamına da gelmez.

Bir halk, bir gençlik, bir rüya böyle yaşadı, böyle öldü, böyle susturuldu ey Halkım. Ben güneş gözlüklerini bile ablaların unutmuyorum.

Halk Hayatı müzesi oldu zihnimiz.

Geriye kalan mahkemelerde, iddianamelerde.

Ve bu ülke hep yarım, yarım ruh, yarım kalp.

Üsler yerinde. Filolar da.

Amerikan Neşriyat Bürosunun tel örgülü gişesine çapraz, çimlerin oradan kaldırımların ortalarına balmumu heykellerini serpiştirecektik uzun saçlı parkalı abilerin, güneş gözlüklü, tünikli, kazaklı, eşek kulağı yakalı bluzlu, barış madalyonlu, fularlı, saçları diademli ablaların.... Bir gün ülkeyi biz yönettiğimizde...

Üç çocuk. Biri TED'de. Öteki, yeşiltepede bir apartımanın kapıcısının oğlu, bir daha hiç göremedim, okuyamayabileceğini düşünüyordu, okuyamazsa rüyaları bana emanetti. Bir diğeri sokaklarda, inşaatlarda yatan bir kimsesiz. Kolkola. Umut içinde... Kardeştik. Bir halktık.




15 Mart 2012

Kindar Gençlik Hep Vardı!

Kin Birliği en şiddetli aidiyettir.

Kin, yaşama gücünün güdümlenmesidir. Hayatı ölümcül ve öldürücü kılar.

Tasavvufta affedişin (kronolojik olarak değil de analitik olarak) yeri tövbeden önce gelir. Rıza, kadere boyun eğiş, teslimiyet abartıyla eleştirildiğinin tersine kinsiz, affedici hayatın temellendirilmesindedir.

Kin son tahlilde ve özünde kader kavramını olumsuzlayarak kabulleniştendir.

Adaletin düzelticiliği ve törpüleyiciliğinin geleceğe yöneltilmesinin imkânsızlığı üzerine ve üzerinden kurulur kinci ideoloji. Adalet, insan yaşamıyla, karşılıklılığın materyalizasyonu ile kurulur en maneviyatçı ifadesinin altında bile.

Sırtına ve karnına hançer saplanmış iki halifenin sanıklara eziyet edilmemesini öğütlemeleri etrafına hançer gibi bakanlarca hiç anlaşılamamıştır.

Adaletin geleceği şekillendiriciliği toplumun korku ve zaptiye marifetiyle terbiyesi üzerinden olmaz.

Gücü, yargıyı, yürütmeyi elinde bulunduranların kötü imajı, hatta iftirayı saldırıyla ve zulümle engellemeye çalışmaları itibar zedelenmesi yaşantısından değil, tahakkümün kabul görmemişliğine isyandandır.

Sivasda sanıkların avukatlığı savunmayı kutsal gören bir bakışı hep öne çıkarmış birilerinden gelseydi onca sıkıntı oluşmazdı. "Ergenekon davası avukatlığının" ne derece şeytanileştirildiğine şahit olduk. Bunu yapan, kendi avukatlığının da sorgulanmasını kabul etmiş demektir. Etmiyor ise adalet düşüncesinin karşılıklılık üzerinde yükseldiğini bilmiyordur. Bilmeyen öğrenir. Karşılık veriş adaletin dengesinden konuşma olsa da adil oluşu ve hakkaniyeti garantilemiş değildir. O yüzden bu konulardaki polemikten rahatsız olanlardanım.

Adalet ilkellik değildir. Adaletin tecellisi medeniyetin yol katetme an'ıdır.

Mazlumun öfkesi hakikat çarpıtılmasına karşı ise iktidarı tüm mutlakiyetiyle elinde tutanın kininden daha anlaşılır bir şeydir.

Orantısız, dengesiz suç ve ceza anlayışına, propagandalarının iftira üzerine kurulmuşluğuna kılı kıpırdamaz addedilenler zalimliğe denk düşen bir duruşun, imajın üzerlerine yapışmakta olduğunu artık farketmeliler. Kinleri körleştiriyor. Ne yaparlarsa aynısı başlarına geliyorsa, bir felaketin eşiğindeyiz demektir. Çöken bir anlayış değil, hukuk ve toplumsal dayanışma olacaktır!

Karşıtlarınız size olmadığınızı yazıyorsa, kendi mühendisliğinizi gözden geçirin önce ve kendinizi izah etmeye öncelik verin. Yandaş kazanma değildir aslında önemli olan, rakiple insanî bir dengeyi ve alışverişi koruyabilmek, besleyebilmek, ayakta tutabilmektir.

"Anladıkları dil ile karşılık" ile kastınız nedir? Anlatılmak istenen nedir? Tahakküm dili toplumsallaşmanın sekteye uğratılması, toplumsal dilin tahrip edilmesi, dildeki alışverişin buyrukla değiştirilmesinin dilidir. İktidarlar, karşılık olarak bile başvursa şiddet diline, vatandaşlık düşüncesi, demokratik alışveriş feda edilebilir olarak görülüyor demektir. İktidar spontan savunma, karşılık verme, tahakküm kurma mevzii değildir.

İstanbul Üniversitesindeki görüntülere dönersek: Yakıp yıkmayı siyasi davranış spektrumundan atmışlığın öfkesi değil her yanlış imaja, hatta iftiraya saldıran anlayış. İnsan yakmayı gündeme asla almamışlığın dili sabrın, tahammülün, hissedebilişin dilidir!

Sivasta soğuksavaş devleti hesap verecek daha. Bugün olmazsa yarın! Asıl dava başlamadı. Bu telaş da ne? Her kızdığına, nefret ettiğine tüm propaganda aygıtlarının neredeyse sahibiyken, iktidar tüm mutlakiyetiyle elindeyken saldıran zalimlikle imtihan edilmektedir: Karşısındakinin bazan propagandif, bazan provakatif, bazan abartılı, bazan haklı ve hakkanî iddiasının karşısında ezilenin onca siyasi iddia ile işi ne?

Karşısındakini insan görmeyen, karşısındaki ile insanca köprü kuramayan insana, topluma, adalete ve siyasete bakışını sorgulamalıdır.

Kendisini izah propaganda ve buyurganlık işi değildir. Belâgat/retorik anlaşma, konuşma dilini bulabilmiş hakikîlik, hakikatlilik, hakikat saygısı işidir.

Her can eleştiriyi ve hesap sorulurluğu tadacaktır! Bunu Kalubeladan beri kabul ettiklerini düşünenler, içinde haklılık payı olan hiç bir iddaya öfkelenmemelidirler. İftiraya ise olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak en iyi ilaçtır. Önyargı yargı değildir, yargı da sadece bir hakikat yorumudur.

Aslolan asledilmeli, yani, insan insanlığına çekilmelidir. Medeniyet bilmediğimiz bir nedenle reddedilmekte değilse!

13 Mart 2012

Yeni Muhafazakârlığın İnsanlıkla İmtihanı Olarak İş Kazaları

İş kazaları karakol baskınları, yakılan otobüsler, cinayetler, çığ ve heyelanlardan fazla can almakta ve alacak gibi görünüyor.

"Bol keseden maaş ödememek" diğer ülkelerin içine düştüğü krizden uzak durabilişimizin nedenlerinden birisi olarak görülse de pek doğru değil. Borçla dönen bir refah sorunludur, İşçi Sınıfının hak hukuk sahibi oluşunda ne sorun olabilir ki? Üretenlerin ortaya çıkan değerden pay alışlarından bahsediyoruz, altın musluklara, ibriklere, ibrişim örtülere, ipek perdelere, şatafatlı düğünlere, takılara giden paralardan.

İhtiyaç etrafında dönen tüketimin hesaplanabilirliği lüks tüketimin dönemselliklerinden daha stabilize edici, ahlakî ve hukukî tüm kriterleri unutarak baksaydık bile.

İş kazalarının önlenmesi yolunda çaba göstermenin kadere düşmanlıkmış gibi gerekçelerden tırpanlanmaya çalışıldığına az şahit olmadık. İş güvenliği üretim kalitesinin, kültür düzeyinin, çalışmada etkinliğin ve titizliğin artmasının, iş geleneğinin sürekliliğinin sağlanmasının ifadesidir. İş güvenliği çalışana, alınterine saygının ve çalışanın özsaygısının, meslekî gururunun göstergesidir.

Aydınlarını dinlemek, dava açılmadan telefon kayıtlarını sızdırma için verilen çabanın yüzbinde biriyle, sel yataklarına ruhsatsız bina kurulması, yolsuzluklar, iş güvenliğini hiçe sayan çalışma ve çalıştırma koşulları denetlenebilirdi. Bu ilginin, yönlendirmenin, önceliğin yeni muhafazakarığın gündeminde olmadığını gözlemliyoruz.

Özünde insana, insan hayatına ve çalışana saygı göstermeyen bir muhafazakârlığın kainatına hoyratlık ve saygısızlıktan yola çıktığını, iddia ettiği değerleri temsil edemeyeceğini düşünüyorum.

İş kazaları, evet, iş güvenliği zaptiyesi oluşturmakla engellenemez. Denetim ne kadar önemli olsa da. İş güvenliği konusunda bildirimde ve şikayette bulunulması, anlaşmazlık beyanlarının çözümlenmesinde tarafların ortak başvuruda bulunabildiği bir çalışma hayatının şekillenmişliği önemlidir. Burada çalışma/işgüvenliği kurumlarının teftiş rutinleri kadar uzmanlaşmış (sendikacıları içeri tıkmak, joplamak, işyerlerinden uzak tutmak için koşturulması düşünülemeyecek) kolluk kuvvetleri fikri de gerekiyor. Kolluk kuvvetleri de örgütlü, sendikalı olmalı ki kendilerine otoriter hükümetlerce, cunta dönemlerinde, ara rejimlerde dayatılanlara iş bölümü, mesleki etik ve iş hukukundan da yola çıkarak karşı çıkabilsinler, o dönemlerin sonlarında hiç olmazsa, normalizasyonu sağlayabilsinler. Bu onlar için de iş güvenliği, iş ortamı/çevresi/çerçevesi sorunudur.

Sendikasız bir çalışma ortamında denetim bürokrasisinin keyfine ve iyi niyetine bırakılır. İş yeri temsilciliklerinin istisnasız olarak iş güvenliği sorumlularının olmaması iş yerlerinde kaliteli, ahlaki ve adil üretim yapılmadığına da işarettir. Hak ve hukuku önemseyen, vicdanlı bireyler yetiştirmeye kıymet veren bir toplumda bu tür şirketlere iş ortaklarından, müşterilerinden ve çalışmanın kurumlarından yaptırım uygulanır.

Taşeronlaşma konusundaki itirazlara duyarsızlık hukuksuzluğun ve hoyratlığın ideolojisine sarılmaktandır. Türkiye iş hukukunu ve güvenliğini yok sayan bir modernite ile çok gelişmiş bir sömürgenin ötesine gidemez.

İnsanlarımız, çalışanlarımız, misafir işçilerimiz, vatandaşlarımız güvenliksiz iş yerlerine ve ortamlarına, dayanıksız konutlara, kabak tekerlekli arabalara; öğrencilerimiz başlarına düşen lavabolara, sadece ne düşündüklerine ve neyi protesto ettiklerine aldıran bürokrasiye mahkum edilmemelidir.

İş cinayetleri kader değildir! Tedbirsiz, kuralsız, çürük donanımlı, denetimsiz şartlara mahkum edilmişliğe boyun eğmesi öğretilenler bağımsız ve modern bir ülkenin, Doğu'nun büyük kültürünün temsilcileri olamaz!

İnsanların kaderlerinin olması, "kaderli olmaya" açılan bir vurgudur da. Yeni liberal muhafazakârlığın insanlarımıza yazmaya çabaladığı sadece kadersizliktir!

Çalışanlara kendi çocuklarımıza sağlamayı düşünebileceğimiz şartları sağlamadıkça bu ülkenin siyasileri, bürokratları değil Ceberrut Vesayetçi Sömürgecileriz!

11 Mart 2012

Uluslararası Durum: ”Fırtınadan Önceki Sessizlik”



Bu yazıyı ilk kaleme aldığımda ”ABD'de seçimlerin yaklaşması ve dünyadaki iktisadî gelişmelerin yönünün henüz kendisini ele vermemişliği kullanılan insiyatifleri ölçülülüğe çekiyor. Öte yandan yığınaklar yapılıyor, hazırlıklar sürüyor, dinamik ittifak alternatifleri sınanıyor.” demiştim.
Düşürülen uçağımızla birlikte Rusya’nın anlaşmazlıkta profilinin yükseleceğini; savaş değil uzlaşma arandığını, Rusya’nın bölgeden çekilmesi ya da anlaşmaya zorlanması hedeflendiğinde iç muhalefete desteğin artacağını da zamanla vurgulamıştık.
Rusya açısından Suriye’ye alternatif var mıydı? Evet, var(dı): Güney Kıbrıs. Eğer Rusya Suriye’den çekilirse, Kıbrıs’ta ilginç gelişmeler gözlemleyebiliriz.
Türkiye Rusya’yı bir denge unsuru olarak görmek durumundadır. ABD ile Rusya konusunda ittifak sağlandığını düşünüyorum. Geleceğin Türkiyesi AB ile iktisadî entegrasyon politikasını Rusya ile relativize edecektir.
Rusya çıkarları yönündeki hareketlerde (enerjideki ortağı olan Almanya’nın bugüne kadar yaptığının tersine) Türkiye’yi iknâ etmeyi, güç dayatmasında bulunmamayı önemseyecektir. Enerji alanlarında Türkiye ile dengelenmemiş bir etki genişlemesi Rusya için oldukça risklidir, kutuplaşmayı ve soğuk savaşı beraberinde getirecektir. İki ülke arasında ittifak oluşturmadan ”iyi ilişkiler” geliştirilecek, kurumlaştırılacaktır.
”Yalta tahakküm kotaları” biraz daha üzerinde oynanmış, iktisadî planda liberalize edilmiş olsa da hâlâ gündemdedir! Dünyanın yeniden şekillenmesi ve normalize olmasından kimse paylaşım perspektifinin kaybolduğu sonucunu çıkarmasın. Yerel insiyatifler bir entegrasyon içinde yükümlülükler getirmekte, dünya sistemi bloklarüstü bir yapıya yönlendirilmektedir. Rekabet ve alan genişletme dinamiği ise süregidecektir. Bloklaşmalar ilerde daha belirgin hale geldiğinde sisteme dair ihtiyaç ve maddî şartlardan gelen modifikasyon talepleri ”nesnel” addedilen bir dinamiğe oturtulmuş olacaktır. Çatışma alanlarının ve manipulasyon araçlarının devreden çıkmışlığını beklememiz saçma kaçar. Manipulatif iktisadî politikalar prensipte reddedilse de reel politik düzeyde siyâset iktisâdı öncelemediği ölçüde, gündemde kalabilecektir. İktisadın siyâsete önceletilmesi ”manipulatif” bulunmamaktadır.
Türkiye’nin AB ile dışpolitik işbirliği alanları genişlerken Türkiye siyasî entegrasyona daha mesafeli duracaktır. Fransa ile ilişkilerin alternatif yönleri daha kolay seçilebilmektedir. Almanya ile ilişki spektrumu daha belirsizdir, şimdilik gündelik pragmatikten ve bir ölçüde Rusya üzerinden okunabilecektir. Sünnet yasağı, ”Anayasayı Koruma” yönündeki olaylar basit olaylar değildir, her bir gelişme bir tarz-ı siyâseti açıklığa kavuşturucudur. (”Sünnet yasağı” bile alman ”kendini anlama ve tanımlama konjunktürü”ne bizde Oslo görüşmelerini yapanların ifâdeye çağrılmasından daha ciddi bir müdahaledir!)
Demokrasilerin buzdağları üzerine kurulduğunu, dış ilişkilerin asla saydam olmadığını aydınlarımız, siyaset ”bilim”cilerimiz zamanla öğreneceklerdir. Avrupa yönetimlerinin (halkları bu güne kadar ”nesne” sayılmış ülkelerin sivilleşen dış politikalarının nispî saydamlığı ve diskuru açık tutuşları karşısında) hiç bir zaman tamamen ellerinde tutamamış oldukları arkaik ve kapalı sistemlerinin bocalamalarına artık alışmaları gerekecektir. Terör dengesi, tehdit, dayatma ve rüşvet üzerinden ayarlanagelmiş dış politika ve ”şiddetle ayakta tutulmuş tepeden bakış üzerinden kendine güven” işlemeyecektir! Türkiye’de dış politikada nispî açıklık anlamına gelebilecek bir kazanımdan bahsetmemizde fayda var. Bunu hemen demokratik bir kazanım olarak hanemize yazmıyorum: Anlaşmaların, karartmaların ve diplomatik ilişkilerin ”askerî anlaşma” mantığından çıkmaya başlaması ve pragmatiğini aramasıyla alâkalı bir gelişmedir bu.
İngiltere bir süre içe dönük bir ülke izlenimi verecek, orta ve uzun vâdeli kararlarını alacaktır. İspanya ile ilişkiler bir süre buzdolabında kalacaktır. Latin Amerika ve Brezilya ile ilişkiler öncelikli olduğunda yeniden aktif ilişkiler bekleyebiliriz.
Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile ilişkilerinin yumuşaması Rusya açısından da elzemdir. İktisadî etkileri AB açısından olumlu bulunacaktır. Kıbrısın Rusya’ya açık durmaya devam etmesi ise Avrupa’da köklü değişikliklerin gündemde tutulduğuna işaret edecektir. Bu noktada Almanyanın Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’ne karşı izlediği politikalar çok şey söyleyecektir.
Suriye ile savaş çıkarsa kısa ve orta vadede ”Mavi Marmara Dönemi”nin de kapatıldığını; uzun vadede ise küçük bir müttefikimize ”çeki düzen verilmesi” ihtimalinin yakınlaştığını, buna yönelik gerilimlerin gündeme gelebileceğini okuyacağız.
”Çekidüzen verilme işlemi” Türkiye açısından çoktandır yürürlüktedir. Kısmen gönüllü, kısmen cebren yürümektedir. En büyük değişiklik içerde kadrolarda, dışarda müttefiklerin ve uzun vâdeli öncelikli ilişkilerin sıralamasında olmuştur.
Olası İran savaşını hem bu çekidüzen verişe nesne olmama, kaçış, ufuk kaydırma, şekillenmeyi şekillendirme çabası olarak düşüneceğiz; hem de radikal kıyâmetçi lobi ve târikatların yeniden deliklerinden çıkma dönemi olarak.
Türkiye’de Hükümet Obama yönetiminin uluslararası arenadaki sessiz kalma, öne çıkmama durumdan azamî ölçüde fayda sağlayabildi. Suriye’deki gelişmelere yapışma eğilimi hem öne çıkma zarurîyetinden hem de dışpolitik konjunktürdeki savrulma yelpazesinin farkında oluştan kaynaklanıyor olabilir.
Suriye’de Türkiye’nin başka türlü davranma olasılıkları var mı(ydı)? Var(dı), ama, şu anki konjunktürde Türkiye’de hükümet değişikliğine denk düşer(di).
Suriye ile birlikte İran'a da dokunulması halinde orta vadede belirlenemezliklerin hüküm sürdüğü bir zeminin hedeflendiğini düşüneceğiz. İktisadî ivmenin yönü tayin edilmeden buna cesaret edilmesi uluslararası maceracı bir darbe ortamına denk düşer. Gelişmelerin kendi zararlarına olacağına karar vermişlerin özgüveni eksik macerasında kartlar yeniden dağıtılacak, aktörler kendilerini sınayacak, bugüne kadar şans bulamamış oyuncular da kendilerini oyun masasında bulacaklardır.
Türkiye eskisine göre biraz daha şanslıdır. Avrupa? Türkiye kartını içerden dışardan fazla oynayarak yıpratmıştır. ”İnsider”ları yedek kartlarda kalacaktır. ABD yönetimi Obama iktidarda tutulabildiği müddetçe insiyatif merkezi olmaya devam edecek, konrolü elden kaçırmamaya kararlı olduğunu vurgular biçimde davranmayı hedefleyecektir.
Türkiye’de siyasî partiler otoriter bir sistemin parçası olmaktan kurtuldukça, sivil siyasî aktörler dışpolitik gelişimin anahtar rollerini üsleneceklerdir. Dışpolitika şekillenmesinde tedirginlik ve temkin dönemi toplumsal uzlaşma ile verimli olarak atlatıldığında toplumsal insiyatif güçlenerek çıkabilecek, daha angaje bir toplum gözlenebilecektir kanaatindeyim.
İktidar Bloku’nun çoğunluk yönetimini demokrasiye yönlendirmedeki gayretsizliği verilmesi gerekecek bir çok kararın uzun vadeliliğini tahdit edecektir. Yine de, siyasî hayat otoriter karşı dalgalara değil de konsensus fikrine açık gibi görünüyor.

9 Mart 2012

Haydi Siyasete!

Türkiye ve dünya bir dönemeçe geldi.
Ekonominin, borsanın, işin, üretimin, ticaretin, paranın üzerine yeni kararlar verilmesi gerekiyor ama herkes kararsız.
Popüler kültürün dışında bir hayat tarzı önerisi yok. Bin yılların hayat tarzları kolayca zamana bağlanabilecekken atıl kalındı.
Zaman ve tarih anlayışı gelecek hesabını hayat tarzından kopardı, mühendislik işi yaptı.
Yeni iğrenç savaşlar kapıda.
Siyasette kalite düştü. Tartışma, dayanışma ve süreklilik yok. Tehdit, şantaj, tecessüs serbest, eleştirel diskur baskı altında.
Toplumsal anlaşmamız yok. Dayatmanın dayanılmaz hafifliği bir gün her can'ı esir alabiliyor.
Uzmanlık ezber, rütbe, diploma işi oldu. Tecrübe çok bilmişlere göre önemini yitirdi. Hakikatle sınanmaya açıklık kariyer mekanizmalarının dışında olduğundan insanlar kendilerini yeterince sınayamıyorlar.

Yeni kadrolar yetiştiremiyor siyaset. Bilim de, zenaatlar da geleceğe yönelik açıklık içinde değil. Düşüncesiz de olur kanaati ağır basıyor: Düşünce ezbere başvurmak, akıl/mantık yürütmek olarak görülünce. Muhakeme/yargı yetisi ile bağları koparılmış insiyatifsiz kuşaklar yetiştiriyoruz. Ezberci uzmanlar. Uygulamada becerikli, "knowing how"ı olan ama "knowing what"ı olmayan, şimdilik verimli görünen bir bilimadamı kuşağımız var.

Düşüncesiz, aşksız, şevksiz ve hayatı kendi hayatının dışına taşıramayan insan prototipi ile bir yerlere varabileceğimiz yok.

Sömürgeciliğe, talana, kıyametçiliğe, insanları birbirine kırdıran alışkanlıklara son veren yeni bir barış döneminin kapısını açacak adımları atmada her ülkenin aydını ve kamuoyu çekimser.

Eski yol arkadaşlarıma, yolumu kesenlere, dostuma, düşmanıma "siyasete katılın, eski yanlışlardan daha büyükleri kapıda; insana, insanlığa emanet edilene sahip çıkın!" diyorum.

İnsanlığı, ülkeleri, ülkemizin imkanlarını alternatiflerini azaltmak isteyen ufuk daraltıcılığına karşı durmak, demokrasileri ilerletmek, sorun çözüm ve iletişimsel alışveriş kanallarını işler tutmak ile yükümlüyüz.

Siyasî partilerde iç demokrasileri güçlendirmek; silahlı, videolu suikastlara son verilmesini sağlamak; yargısız infazları durdurmak, yeni karanlık savaşları frenlemek insanlığı yeniden demokratik siyasi platformda angaje edebilmemizle söz konusu olacaktır.

Sancılı, sancısız, çileli ya da çilesiz olup olmayacağını belirleyemeyeceğimiz ve son insanlık kavgası olmayacak bir süreçte insanlığa sahip çıkmak, insanca ve kardeşçe siyasetlerin önünü açmak; açık, demokratik diskuru kesintiye uğratmamak ile mükellefiz.

Nefesimizdeki havaya, uçan kuşa, kendi halindeki çiçeğe, patlayan mayınla kopan bacağa, alınterine, rüzgara, suya, toprağa ateşe borcumuz var.

Sessizliğin, aşağılık duygusunun, insiyatifsizliğin, zavallılığın da bir sınırı var!

Ey insan ayağa kalk artık ve yaşanılabilir bir dünya iste!

Bütün ülkelerde özlenen bu. Talandan başka bir rüyâsı olmayanların insiyatifleriyle çatışan öncelikle kendi halklarının insanca hayata, adalete, barışa hasretleridir.


8 Mart 2012

Gündem: Mart 2012

SİVAS KATLİAMI. Dün gece tartışmacılardan birisi Sivas Katliamını Kemalizm'e bağladı. Kemalizm ya da çeşitli Kemalizm'ler eleştirilebilir, eleştirilmeli elbette, ancak böylesi iddialar iftira'nın, Propaganda'nın ötesine geçemez. 12 Eylül öncesinde Kemalizmi temsil eden en önemli kuruluş Halkevleri idi ve Maraş, Çorum, Malatya, Sivas Olaylarında ve sonrasında halkın yanında yer alan, mazlumu savunan demokrat, sivil, sol bir çizgiye sahipti. Bol keseden atan, işi Osmanlıya kadar götüren, oradan İttihatçılığa sıçrayan bakış ne zaman bir yangını bedeniyle engellemiştir ki? Kahramansız ve sinik bir toplum iyidir diye bir şey de yok: Bazan haksızlığın, zulmün karşısında dikilmek gerekiyor. İnsanlar, politikalar, ideolojiler eleştirilir, insanlık için emek hep bakî kalır. Dedelerimiz Kuyucu Murat Paşaya direnirken de Osmanlı idiler. Çorum, Maraş katliamlarına karşı dikilirken yanımızda Kemalistler de vardı. Eğer militarizmin, kenanevrenizmin yeni adı atatürkçülük ya da kemalizm ise farklı düşünenler ad ve sıfat kavgası vermeseler de yargıda ahlâklı olmak lazım.  En kötü örnekle eleştiri dahi uydurmaktan, yakıştırmaktan, iftira ya da bühtandan daha hakikatlidir. Sivasta uluslararası derin devleti, vesayetçi tepeden inmeciliği, halkdüşmanlığını, soğuksavaşçı dindarlığı ve onun avukatlığını, örgütsüz insanlığı gördük, görüyorum! İttihat ve Terakkiyi çok eleştirdim ancak soğuk savaşçılığı, yeşilkuşakçılığı unutup İttihat ve Terakki'yi tartışmak saçmalık olur. Soğuksavaşçılıkla buluşmuş bir İttihatçılık? Suç genetiğindeki yeri hakikatini unutmuş soğuk savaş militanı ve propagandacısı dindarlıktan daha belirgin değildir, iki eğilimi birbirinden ayırır ve rakip görürsek. Katliam gönüllüleri ve onların savunucusu çevrelerin reel gücü söylenenleri ciddiye almamı engelliyor. Hakikat, herzamankinden daha fazla perdelense de, kurcalanmaya açıktır. Açıklama önerileri ile, mevzuyu ele almayı birbirine karıştırmadığımız, bilinmezliklerden korkup da kolaya kaçmadığımız ölçüde.

"TÜRKİYEYİ YURTDIŞINA ŞİKAYET ETMEK". Bundan şikayetçi çevrelerin İHM'nde geçen yıllara kadar davaları devam ediyordu. İktidar koalisyonunun parçası bir çevre yurtdışında CHP'yi SE'den attırmak için gayret ediyor, bir günlük gazete yabancı bir misyon şefinin ağzından CHP'yi yerden yere vurarak yeni dış vesayet alanlarına kapı açıyordu. CHP'nin zayıf kaldığı, rekabet edemediği koşullarda. İktidar bloğunun ne girişimlerde bulunduğu, ülkeye müdahale ettirmenin en sorunlu koridorlarında dolaşmayı kendilerine yakıştırabildikleri şımarık ve sorumsuz günlerin iktidar bloğunun yayın organlarında yeterince belgesi, teşhiri, haberi var. CHP gerek AP'da gerek kendi meşru ve reel uluslararası ilişkiler alanında atağa geçmiştir. Yaptığı kendi alanında imaj temizliğidir. Burada da kalmalıdır. Ötesi, katılıyorum, sorunludur.  CHP'yi şikayetle eleştirenlerin uluslararası politikanın meşru zeminlerini onaylayan imzaları var. Onlar bir elçilikte sunum yapıp toplum mühendisliklerine onay isteyen, bilinenlerle hayal edilenleri karıştırıp imaj suikastine kalkışanlara bu yaftayı yapıştırmadıkça, CHP ve Kılıçdaroğluna karşı tutarsız davranmaktalar. Kılıçdaroğlu ulusal ve luslararası tecriti kırmak zorunda. Bu tecrit maalesef yerli aktörlerce kurgulandığında ülkeyi alternatifsizliğe iten bir dış politik ambargo kurgulamasına kalkışmış duruma düşmektedirler. CHP'de de bir gün karamlığım prenslerine "tahta aralığına süpürmeyin!" diyenler olursa bu ağır lafz hakkanî olur. Buna kalkışabilecekler olabilir mi? Evet her partide olabilir! Yapılması gereken? Bu tür tavırları siyaseten ödüllendirmemektir. Başkaları açısından meşru olabilecek tür hareketler dahi kendisini bağımsızlık hareketimizin temsilcisi olarak gören bir parti temsilcileri tarafından yapılması doğalolarak daha fazla tepki görecektir, görmelidir. CHP izolsayonu yeterince kırmıştır. Daha ileri gitmemelidir. İktidar Bloğu ise hafıza edinmelidir.

4+4+4. Savunanların ve karşı çıkanların cehaletine bir örnek: "Artık bujili motor kalmamış"mış. Daha yeni değiştirdim bujilerini doğalgazla çalışan yeni nesil motora sahip arabamın! "Meslekî eğitim geri kalmış". Geri kalmışlık iddiasında hem hakikat var hem de ezber. Eski motorlara, aletlere, teknik resime hakimiyet, torna tesfiye, kaynak, lehim malzeme bilgisi olmadan modern teknik diye bir şey olmaz. Modern tarım da toprağı avuçlamayı, mevsim dönümlerini gözlemlemeyi, tarımın eski yeni tarzları hakkında bilgiyi ister. Lamba, transistör görmeden çiplere evrimi bilmesi teknisyenin anlamsızdır. Teknik bir yönelim işidir. "İlerleme"nin mantığı elde olandan çıkmaz. İlle de eskilerle uğraştırma, mesleğinin tarihinin perspektifini verme kronoloji işi de değildir, pedagojik, algısal, mesleğin tarihsellik ufkunu verebilmedendir. Uzmanlar düşünceleri, ezberleri, yanlışları, doğruları birbirine bağlıyor. Tecrübeli siyasi hakikat kokusuna yakın durandır. Çivi çakmayı, sorun çözmeyi, tornavida tutmayı, kaynak yapmayı, lehim tutturmayı bilen ve iş ahlakı olan'ın teknoloji ile uyum sorunu yoktur. Şimdilik 8+4 şeklinde belki işleyebilir diyelim ve konunun kendisini tartışmayı başka bir bahara bırakalım.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİM. İyidir, iyidir de, çocuklarını yetiştirebilen bir ailenin yapabileceklerini tutmaz. O yüzden zorunlu olmamalıdır. Küçük bir azınlık bile çocuklarına emek verebilecek zamanı, yetiyi, imkanı, lüksü el altında bulundurabilse bile bu önemlidir. Okulda kişisellik, ailede bireysellik kurumlaşır. Birey kollektif değildir. Bireyci de değildir. Birey ahlaki ve sosyal değerlendirme aralığının, perspektifinin yerleşmesinde önemlidir. Ailede yetişmiş çocukların okula da katacakları çok şey vardır. Sosyolojik sosyal psikoloji ve toplumkuramına biraz daha dikkat edilmeli!

8 MART. "Verin dünyayı kadınlara barış gelsin!" gibi sloganlar artık kullanılmıyor. Taciz, tecavüz, baskı ve şiddeti ortadan kaldırırken çocuk yetiştirmede ailenin rolü, kadınların ağırlıkta olduğu çevrelerde erkek çocuklarının "maço" yetişmesi gibi sorunlar, babanın model kadar karşı model, eleştirel model olarak önemi göz ardı edilmiyor.  Daha demokratik, ama yine de sorunlar üretecek, bizleri çözüm peşinde koşturacak bir aile anlayışı şimdikinin tümden reddi değil, eleştirisi üzerine kurulmak durumunda. Popüler kültürün hayatı insan tekinin ömrü ile özdeşleştirmesinin sorunlarını da aşarak konuşmamız gerekiyor: Toplumlarımız devam edecekse, çocukları nasıl ve nerede yetiştireceğiz. Ortak paydamız sadece eğitim değil, yani okul eğitimi değil. Okul dışı eğitim yani terbiye eskiden eğitimi kapsardı ama daha fazlasıydı. Bugün özdeş görülüyor. Özdeşlik bir kelimenin anlamı, bir anmalmını aştığında sorun başlıyor gibi. Kadının özgürleşmesi cinsel libertarianizm olarak görüldüğünde tarih kadar eski. Kadının potansiyelini, sorumluluğunu, yaratıcı gücünü, hukukunu, hakkını, düşüncesini, insiyatifini ve toplumsal dayanışmadaki rolünün önünü açacak ufuk vurgusu her daim eksik kalıyor, bırakılıyor. Mağdurluk üzerinden sorun anlatmak siyasetimizdeki gelişmelerden (son mağdurun da mağrurlaşması) sonra duyarsızlık da yaratıyor. Başka bir dil gerekli. İndirgemesiz. İnsanı çağıran. Topluma gerçek toplumsallaşma çağrısında bulunan.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ZAPTİYENİNDİR. Kimlik kontrollerinde "herkes potansiyel suçludur!" vurgusu toplumsal dayanışmayı çözüyor, eritiyor, zayıflatıyor. Herkesin kanun karşısında eşit olması başka, herkesin potansiyel suçlu olup had bilmesi başka. Had bilecek olanlar, iktidar uygulayanlardır. Bunu bilmeyenlere hakikat kendisini bildirir: Zulmü ortadan kaldırma iddasının kendisinin zalim olması, baskıyı çağırması, meşrulaştırması, itip kakması demeokrasiyi ve bir halk oluşu öncelemeyen bir duruşun temsilinden şekillenmesindendir.

OTORİTER EĞİLİMLER. Eleştiriyi kesmekle, alternatifi filizlendirmemekle kendisini gösterir. Sokaktaki baskı ihtiyaç duyulduğu kadarını aştığında göze çarpar. Acemi, kendisini teşhir eden otoriterlik otoriter midir, tartışma konusu olmalıydı. Türkiyenin en büyük sorunu şu anda, demokratik muhalefetin eksikliğidir, kanaatimce. CHP de otoriter siyasetin bir parçası olmaktan kopmak, demokrasinin önünü açmak, alternatiflerinin filizlenmesine kapı açmak, siyasi geleneğin kesintiye uğratılmamasını sağlayacak bir iç demokrasiyi hayata geçirmek zorundadır. İş AKP'nin "gerçek" demokrasiyi hazmetmesi ile bitmiyor, bitmeyecektir. Bir gün roller değiştiğinde olası argüman ve  politika değiştokuşu bir çeşit zaman kaybı olacaktır. Siyasetler savunanlar iktidardan çekildiğinde dahi geçerliliklerini koruduğunda değiştirici dönüştürücü olurlar. Cumhuriyet düşüncesi, demokrasiyi seçiş, çok partililik gibi tercihleri reel politikada onaylamış olanlar siyasetten çekilmiş olsalar da olmasalar da gelecek nesillerin sözleşmesinde yer alıyor olacağındaki gibi.

STRATFOR. Kızmanın bir anlamı var mı? Elçiliklerde sunum yapan bürokrasi, akademisyenlere üzerine düşünülmemiş yurtdışı kariyer, mağdur bürokrasiye mağrur kariyerist olma zorunluluğu, dışişlerinin rolünün bypass edilmesi ne sorunlar çıkaracak daha. Meşru ya da meşrumsu uluslararası platform ve kuruluşlarda düşünce alışverişinin yasaklanması saçma olur. "Özel görevli" gazeteci, danışman, rektör ve siyasiler argümentasyon ve fikri alışverişin etik çerçevesini delmeyi vazife ediniyor görünmekteler. Rakipleri de onlarla yarışa girdiklerinde hal haraptır.

İNSAN. Devleti veya iktidarın temsilinde "parti komiserleri"nin yarattığı sıkıntıları görmek için geleceği görmek gerkeksiz. etrafımızda bu deneyim yeterince var. İnsanlığa, düşüncesine, partisine bağlılığını yitirdiğinde neler yapabileceklerini yeterince gördük. İnsan oluş, sıradan insan oluşun sorumluluğu önemlidir. Çok çok önemlidir efendim. İnsan kalender ise, dünya da ufku da yerinden oynasa farketmez, herkes gibi yanlış da yapar, ancak yanlışından, bilhassa yanlışından, yanlışlardan öğrenir, tekrarlamaz. Aktarır, öğretir, yetiştirir. İnsan modelinde bir hata varsa, gelişmemizde bir sorun vardır diyebiliriz kolaylıkla.

Evet, nasıl bir toplum, gelecek, insan, hayat tarzı istiyoruz? "Yemekteyiz"lerde miyiz arkadaşlar, kardeşlikte, komşulukta, dayanışmada mıyız?