15 Aralık 2011

Çok Yorgunum!

Sağlık sorunum yok. Sadece yorgunum. Yıllardır dinlenmedim. Gece gündüz koşturdum.
Ne yeni yazı yazacağım bir süre, ne de eskileri düzelteceğim.
Bir kaç ay işi gücü bırakıp dağlara, bayırlara ya da denizlere açılmam lazım, lazım da şimdilik mümkün değil.
Ağırdan alıyorum.
Stres yaratan birikmiş sözleri, borçları tasfiye ediyorum. Kafada sadece kitaplar kalacak.
Güç toplamak, dinlenerek oluyor, vücut hileye, "bu kadar yeter"lere gelmiyor.

Surf tahtasının üzerine çıkmak yine. Tabanlarla, sırtla işitmek, yunuslarla yarışmak, kaplumbağalarla yüzmek, zamanı, borcu alacağı, ömrün anlamını unutmak.

Yerli olmak, yeniden.

4 Aralık 2011

Artık Hayatla İlgili Bir Karar Vermenin Zamanı

Bu kadar uzun yaşayacağımı bilmiyordum.
Siyah beyaz türk filmelerinin dünyası benim için hakikatti. Hâlâ da bana nefes aldıran hayat oralarda.
Adam gibi yaşama yolundayken, adam gibi ölmeye dikkatini vermiş bir kuşaktık.
Bin bir bahaneyle idam sehpalarına çıkartılanlarımız yiğitçe ölmeyi bildiler.
Hayatı ciddiye alan yiğitçe ölür.

Zamanı hovardaca mı harcadım?
Hayır.
Elime geçen her günü bir şey öğrenmek, başkalarından birşeyler öğrenmek, bir şeylere karşı çıkmak, bir şeyleri savunmak için değerlendirdim.
Uykuya gereken zaman dışında boş zamanım olmadı.
Boş kaldığımda, yıldızlı bir gökyüzüne bakarken uyku tutmadığımda, zındanda, kuyuda, çayırda, kumsalda ya da bir taraçada olsun şiir sınadım, başkalarının yazdıklarını, söylediklerini içimden geçirdim, dünyayı dinledim, kainat karşıma nasıl çıkıyorsa, öylesini okudum, bir kenarda biriktirdim.

Zamansız, stressiz yaşamayı öğrenmek sanki her daim insiyatif kullanmak için yaratılmışlığın dışına çıkmamla, ne yaparsam yapayım bir kenarda kalmamla başladı. Bunu kendim arzu ederken, bu hal beni arzu etti sanki.

Çırpındıkça boğulacak gibi oldum, hareketsiz beklediğimde de.

Çalışmak, ekmek parası kazanmak, vergi ödemek, sözlerimi tutmaya çalışmak, tutamamak dünyasında yeni bir dil, yeni bir bilim öğrenme, gördüğüm her haksizlığı anında düzeltme arzum kaybolmasa da dünyayı
düzeltmek, dünyaya itiraz yolunda ataklığım kayboldu, dizginlendi. Seyirci olmaktan da çıktım, seyircilik de bir kıvranma yaratır.

İzleyen, okuyan, düşünen, bekleyen, acele etmeyen oldum.

Yaş kemale eriyor. Böyle yapılması gerekse de ömür töürpülene törpülene yarılanıyor.

Haksızlığa direnen elit olmaktan haksızlığa uğrayana dönüşmem, başkalarının söz hakkı içinçırpınırken sözümü ifade edemez olmam, korkunç bir sansürle muhatap olmam elbette meydanı boş bırakmamın da eseriydi. Bu kadar önemli olduğumu, önemli olduğumuzu bilmiyordum. İnsanlığımı değil, haklılığımı sorgularken insanlığı haksız hukuksuz bırakmışım gibi de geldi bir dönem. Yaptıklarımızı yapacak, yapan, yapmış pek fazla insan olmadığını görmek acı vericiydi.

Zamanla bize, bana söyletilmeyenlerin tarihte defalarca yakalanmış olduğuna tanık oldum. Aynı kıvranma ve caresizlikten aynı sonuçları çıkartanları gördüm. Anlamanın bilim işi olmadığını, hayata tanık olma ve dürüstlük işi olduğunu farkettim.

Ah, bir dönüp baksam kaybettiklerime, ne imkanları, ne fırsatları, ne ulaşılmaz görülen ikramları görmeden geçmişim, geçmişiz. Artık geçmişiz de diyemiyorum. Biz diyebileceğim herkesle neredeyse yolum ayrıştı, eskiyi savunduklarında bile bir kapışma ve talan içinde eski biz. Biz artık bir biz değiliz.

İnsanlığa ve dayanışmaya hasret yine de dört bir yandan gelse de, insanlığın can yakıcı çoğu tecrübesini edinmiş ve hâlâ insanlık yolunda devam eden çok az insan kaldı.

Dün yerimize birilerini yetiştirme derdindeydim. Çok hata yaptım. Nasıl söyleneceğini öğretebiliyorsun, ne söyleneceğini kendi hakikatleriyle buluşturmaları gerektiğini bilemezdim. Başarılı insanlar yetiştirdim. Yangından mal kaçırdılar. Bir yerlere geldiler. Ama ilk terkettikleri hakikat, hakikat derdi oldu.

Entellektüel tasarım ne bir kin ne intikam ne şan şöhret arayışı. Demiri sürekli tavda tutma, emek, didinme ve eleştiriye açık durma işi.

Kuramsal Felsefe dışında her alanı küçümsemedim değil. Metinleri metinlere bağlarken, kimsenin bilmediği kaynaklar zihnimde tasniflenmişken, aşıklardan, kimsesizlerden, dertli insanlardan, sufilerden, kenarda köşedeki insanlardan ezber olduğunu düşünmediğim bilgilerimin içeriğinin ufkunu öğrendim.

Geçinmek için dabuka çalarken insan hayatının ritm işi olduğunu anlatırken, zaman yaşantısı üzerine konuşurken faydalanacağımı bilemezdim.

Kimselere iş için yalvarmamak, yalaklanmamak için yaptım çoğu işi. Kimsesizlerin, yalnızların, bir çevre oluşturamayacakların işlerinde çalışmam başlangıçta insanlığa borç ödemek içindi. Bir gazetede, dergide yazları çalışabilecekken can çekişen yaşlıların altını değiştirmeyi tercih ederek mesela, elit bir çevreden imkansızlıkların dünyasının insanlarının birbirine rakip, dayanışma kurması zor ve çetrefilli ufkuna açıldım.

Hayatta yapmam dediğim her işte çalıştım. Temizlikçilikten utandığımı gördüm, utanmayana, başka bir gözle dünyaya bakana kadar temizlikçilik de yaptım.

Ne iş yaptıysam, hakkıyla yaptım. Feylesof olmanın hakkını verebildim mi? Sanmam. Çünkü o kadar değişken, zor, acımasız şartlarda yaşadım ki.

bir patron olmanın hayatıma getireceği değişiklikleri merak ettiğimden işveren de oldum. Bir şey değişmiyormuş, sevindim. Fazla bir şey öğrendim mi? Öğrenmek için girmemiştim ki zaten. Bir çok hesaba katılan şeyin içinde hep o şimdi ne yapacağım merakı da vardı.

Mayamızın aslında ne kadar sağlam olduğunu da gördüm, ben olmam, ben yapmam, bana olmaz dememeyi de.

İtilen kakılanlara dost ve koruyucu olmak kolaydı. İtilip kakılan olmak çok çok daha zordu.

Uzatmayalım. Burada anılarımızı yazmıyoruz. Yazsak mı? Yok canım!

Bir gün bir arkadaş anılarını yazacakmış, hava atıyordu biraz. Ben de yazacağım dedim, yazacağım, herşeyin ne kadar başka türlü olduğunu, yetmişli yıları, seksenli yılları bir de ben anlatayım dedim. Aman sen yazma dedi, anılarını yazacak arkadaşım.

İnsanlar hakikate, insanlığın hakikatine, tarihinin hakikatine ne açıklar, ne hazırlar, ne de ihtiyaçları var gibi görünüyor. Bizler ise hakikat peşinde koşan finolardık/kafkalardık.

Sevgi, aşk, değişim, demokrasi, nefret, dayanışma her bir kavram gökyüzünde uçuşup duruyor. Ne aşkın, ne insan gibi öfkenin, ne de komşuluğun dünyası var.

İnsanlığın geleceği insan tekinin kariyerine bağlanmış görünüyor. Kariyer için satılmayacak bir şey, değer, ilke kalmamış gibi görünüyor.

Sesimi her çıkarışımda muhafazakarlıktan konuşuyor muamelesi gördüm. Sansürlendik, susturulduk. İteklendik.

Oysa, tanıklığımızdan da ürkenler vardı. Savunulanların hakikatinden.

Öğrendiğim tek şey, kendimizin öğrencileriyiz. Söylemek, anlatmak, öğretmek istediklerimiz hakikat kaygısı güdülerek söylenmişse gök kubbede kaybolmuyor. Bir dil, söylenecek bir şeyin, söylenmesi gerekenin dile geldiği yer de. Yeter ki insanlıktan vazgeçmemeyi, vazgeçmeme direncine insanları tanık edebilelim.

Öğrenilecek herşeyi öğrendiğimden değil, hatta gözümde çözülmeyecek, eleştirilmeyecek büyük düşüncelerin, sistemlerin kalmamasından da değil, her zamana yetecek tecrübe ve bilginin olmadığını yeterince öğrendiğimden kendime yeni bir yol çizmem lazım.

Gelecek için bizi hazır kılan hiç bir bilgi yok. Bilgiyi kullanma tecrübesi belki tecrübeye açıklık anlamında tecrübeden de öte bir özgüven, uygulama cesareti.

İnsiyatif teslim olmama işi. Akıntıya kürek çekmeme, geleni de hesaba katma, buyur etme rıza işi.

İşleri uzatmak ya da uzatmamak sadece ömür, zaman ve yalnızlık hesabından gidince anlamanın, hanyayı konyayı anlamanın mantığından kaçış da oluyor. Kaçmıyoruz artık. Bu kadar yeter deme hakkımız, kaçış hakkımızi şikayet hakkımız değil, tersine mükemmel olma derdinde olmayışımız, tevazudan gelen bir hesaba, yani hep bağdattan dönebilecek, dönse bozulmayacağımız bir hesaba dönüşüyor.

Bazan aşkla, şevkle, bazan başkalarına olan borçlarımız ve verilmiş sözlerimiz yüzünden ayakta kaldık, bu kendimize düşen tarafı.

İnsan, kaderinin ne olduğunu baştan bilse bu kadar çırpınır mıydı kaderine karşı desem bugün, bambaşka şeyler söylemiş olurum. Tanpınarın  bir hikayesi, masalı olan adam dediği benim dilimde bir kaderi olan insana/adama dönüşüyor.

Zamanla emeğimi kaybettiğim zamanların hesabına değil, yaptığımı düzgün yapmaya yöneltebildim. Yine de bir şeyler öğreniyor, kaderi insanın insiyatifi karşısında direnebildiğinde. İyi ki.

Yazmak, düşünmek, tartışmak için işleri tasfiye etmem gerekiyor. Yine de kâr zarar hesabı yapmam, işleri bir ya da iki sene uzatmam da gerekse, ömrüm yetmyecek bile olsa, yeni bir döneme insan hayat akışını, gücünü, aşkını, şevkini, dişini, tırnağını hazırlıyor.

İş yapamıyorum. Yatıp uyuyorum. Vücut hazırlanıyor bir şeylere. Rahat bırakıyorum. Bazan benim istediğim işlere doğru yönelmiyor iradem. Ancak, iradenin, aklımda olandan çok daha fazla birşeyler olduğunu, tüm vucudun, aklın, kalp atışının, zembereklerimin için için hazırlandıklarını da biliyorum. Yeni bir bütünlük olarak, kurarak. Hep değişen ve aynı kalan şey'in aslında Mesnevide bir tema olduğunu bilenlerden olabilmek için de olsa, öğrendiklerimin ezberden, okullarından çıkması, hakikatleriyle buluşması güzel bir şey.

Tek başına kalmayı göze alışım ne ukalalıktandı, ne akılsızlıktan. Talebim anlamaydı. Anlamanın ahlakında karar kıldık. Kimileri artık yaşamasalarda, sözleri aramızda kalmış dostlar edindik.

Niyetimiz bu uzun ve anlamsız görülen dehlizler, zındanlardan geçmek değildi, kütüphaneleri, ders vermeleri tercih ederdik, ama ne güzel ki hayatla sınanabildik, hayatlandık, kimselerin göremeyeceklerini gördük, piştik. Çaresizliği de öğrendik. sessizliği de.

Herşeyin bir zamanının oluşu, haklılığın bile bir zamanının oluşu, çoğu iddianın meşruiyeinin bile bir zamanda oluşu öğrendiğimiz.

Haydi artık bir şey yap diyenler bizden uzak. Bir kediden bile ders alınacağını bilemeyenler bizden uzak. Elit olduğumuz, yakışıklı olduğumuz, geleceğimiz parlak olduğu, doğru çeverelerden geldiğimiz için bize yakın duranlar bizden uzak. Çok pahalı mı ödedik? Yok canım!

Kaybetmeden arınılmaz.

Yine de sağlık ve bizim dışımızdaki bin bir alem sözümüzün üzerine söz söyleyecek olan.

3 Aralık 2011

İhtilale ve İstilaya Karşı Koyuş ve İdam 1

İhtilale ya da karşı ihtilale karşı koyuş, çığ gibi çöken bir istilaya karşı koyuş sadece ayakta kalmak, yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak üzerinden gitmez.

Moğol istilası sırasında moğolları sakinleştirmeye çalışan güçler, duruşlar olsa da durudurulması kolay olmayan bir kurumun, akışın karşısında olduklarını biliyorlardı.

Bir istilacının dahi devam etmesini isteyeceği kurumlar vardır. "Savaş Sanatı"nda (ilerde zamanla türklerin savaş sanatı ile çinlilerin savaş sanatlarını kıyaslamaya da çalışacağım, ayrı bir konu,  "savaş" üzerine düşünmeye çalışarak) işgal/istila edilecek yerin kaynaklarından faydalanmak daha iktisadidir. Bu ister talan olarak, ister vergi olarak, ister gönül kazanmak için yüksek meblağlar ödeyerek olsun. Nakliye, lojistik, sevk ve idare, imkanların optimalizasyonu binlerce yılın savaş sanatında hesaplanabilir, planlanabilir alanlardı. Yol tercihi her daim iktisaden en kârlısı olmaz, en az tehlikeli, en geriye dönüşlü, en geriye dönüşsüz, en hızlı, en yavaş yolların seçimi bin bir faktörün seçimi ile yapılır. Hızlı ve esnetilebilen tercihler tecrübeli kurmayların işidir. Karşı tarafın sosyolojisi, halet-i ruhyesi, imkânları, etkilenen güçler, etkin güçler hesabıyla, dengelerin nerelerden kurulabileceğinin bilgisi ve imkânlarıyla yola çıkılır.

Tüm gücüyle yola çıkanın, yolda güç toplamaya karar verenin yolu farklıdır.

Ata binip, kılıç kuşanıp, malzeme toplayıp yola çıkılmaz. Savaşların çoğu daha yola çıkmadan kazanılır, askeri varlık bir damgalama, devir teslim işidir. Bazı savaşlar baştan taktik olarak kaybedilmiştir, bir sonraki savaşı plan altına alır. Bazı savaşlar için ise kazanmak için yola çıkılır, imkanlar dar, karşıdaki kuvvet korkunçtur. Yola çıkanlar kuracakları ittifaklara, kendilerini destekleyecek insanlara güvenerek yola çıkarlar. Kazanma garantisi ile değil, karşı koyuşu planlayabilir hale gelmeyi umarak. Zayıf ama hali bilen, savaş alanındaki insanlardan destek almayı uman güç iletişim gücüne, gerekçesine, ahlakına, hukukuna güvenir, gittiği yerin özlemlerini bilir.

Salt askeri harekat yoktur, olduğunu düşündüğümüzde bile, zamana karşı bir hesap, sinik ya da iyimser hesaplar veya ekoller, dehşetin dilini okumuşluktan gelen tecrübeler, zulüm ve mükafaat dengesiyle kotarılan mühendislik bilgileri el altındadır.

Hesapsız kitapsız yola çıkmış ordular, bataklıklarda, çöllerde, geçitlerde takılır. Köprüler kurmayı, bataklıkları dolaşmayı, lokal dilleri kullanmayı, beklenmedik doğal olaylar karşısında lojistik insiyatifi kaybetmemeyi bilmek, destek güçleri, çeşitli kanatlar ve değişik cepheler arasındaki iletişimi sürdürebilirlik yüksek örgütlülük ve bilgi, tecrübe edilmiş, tecrübe edilmekle hayata geçirilmesinin garanti edilmediğini bilen pratik insiyatif sahibi insanlar kolay yetişmez. yetiştiğinde de, benzerlerini kolay "klonlar". Yeniler hali okumakta daha iyi olsalar da, tarihi genişlikte bakamadıkça, tecrübeleri geniş bir zaman diliminin iniş çıkışlarına ve daha öncekilerin aktardıklarına bağlanmazsa daha kolay çökebilirler. Yenilerin eskiilere avantajı zor şartların içinden gelmeleridir, adaptasyon, geriye özlem sorunları yoktur.

Geriye özlemi olmayan asker ise bir kozmolojinin, okulun, ekolün ürünüdür. Okul dememiz eğitimin okulda, bir binada olması demek değildir. Eğitimin ister aileye, dini ya da askerî eğitime, şölenlere, ister doğrudan kurumsallaşmasına dayansın var olması, kültürün üzerine tartışılmaz parçası gibi olmasıdır.

...

Yola çıkış ve yola çıkıştan sonra yapılanlar bir gelişigüzelliğin, genetik/etnik gaddarlığın ürünü değildir. Dehşetin ve insanlığın bilimleri eskiden beri vardır ve ariflerle toplum mühendislerinin çatışma alanlarına doğru gider.

Moğol tipi askerlik sanatı ile selçuklu osmanlı askerlik metodolojisinde teknik açıdan benzeyen benzemeyen bir çok pozisyondan, anlayıştan bahsedilir. Anadoluda selçuklu hakimiyetinin kurulması ahlaki hukuki gerekçelerin ve tarzın öne sürülmesiyle olmuştur. Bir takım buluşmalar, ilişkilerle toplumsal değişimin zemini hazırlanmıştır. Anadolu erenleri dediğimiz kesim bir başka siyaset teoirisi ve praksisi de sunmuşlardır. Düzenli ordu kullanımında moğolların da kullandığı metodolojiden bihaber değillerdir.

Moğollar da anadolu erenlerinin yollarından bihaber değillerdi, ancak daha farklı kozmolojileri tek bir dilde birleştirmek, bütünleştirmek sorunları yoktu. Lokal ittifaklar ve genel birlik sağlamada başvurdukları kodeks daha hazır ve daha homojen sayılabilecek çerçevelerde geçerliydi.

Türkler ise binlerce yılın buluşmalarına entellektüel bir hazırlıkları vardı, sanılanın tersine. İkna edici bir tarzı yola koyabildiler. Bunun nedenleri nelerdi üzerinde şimdilik durmayalım.

Bu iki ekol iki ayrı duruş olarak görülse de en azından türklerin (bir zamanlardaki) yöneten eliti açısından, iki ekolün de dönüşümşü olarak devreye girebildiğini görüyoruz.

Osamnlıdaki kuyucu Murat Paşanın seferleri cezalandırıcı istilaların tekniğine hiç de yabancı değildir. Bir anlayış, planlama, mesaj verme, geleceğe de mektup/damga bırakma işidir. Bu Osmanlıda selçuklu teknikleinin yitirilmesi meselesi değil, savaşın bilinen tekniklerinin kullanılması işidir.

Savaşta dehşet, vahşet üzerinden mühendislik bir sosyolojik bilginin, savaş sosyolojisinin toplum mühendisliğine dönüştürülmesidir. Bu bilgiler tüm askeri düşünce merkezlerinde zaten bagajda olan bilgiler ve anlayışlardı.

Vahşete ve vahşet mühendisliğine kapalı askeri anlayışların sertliği, dik duruşu, direnci yumuşak ve sert iddiayı aynı diskurda bütünleştirebilirlikleri zamanla düzenli orduların entellektüel temelleri olmaktan çıktı. Bir ayrışma da söz konusudur. Bir geçiş döneminden sonra ortaya uluslararası hukuk, savaş hukuku ile rasyonel bir düzenleyici dilin çıkması da yine yeni bir icat, yeni bir devrimin eseri değildi, geçimişin kozmolojisinin yeni dilde kendisini ifade etmesi idi.

...

Özetlersek, vahşet üzerinden mühendislik çok eski askeri sanatlardandır, ancak askerliği ince bir sanat olarak görenlerce pek sevilmez, tasvip edilmez. Askeri popkültür (diyelim buna) olarak dehlizlerde, yeraltında, askerliğin yanısıra yaşar ve gününü bekler.

İnsanlık anlayışı zayıfladığında, hukuki ve ahlaki argümentasyon gündelik tepki pragmatiğinde erimedikçe, toplumlar çözülme ve kimlik krizi dönemlerine girdikçe vahşetin dili kendisini konuaşabileceği zamanları bulur.

...

Hiroşima ve Nagazaki aynı zamanda askeri toplum mühendisliğinin eylemleriydi.

...

İlerde devam etmek üzere burada keselim ve direnişe geri dönelim: Hayatta kalmak veya ölümü göze almak barşıçı ya da barşıçı olmayan yolların ifadesi değildir. Bir sivil direniş eylemi katliam ile sonuçlanabilir, barışçı kitlelerin başına gelemedik kalmayabilir, ya da şiidet yanlısı çizgiler barışa bahane olabilir, istisna ya da değil, direniş planlaması, düşüncesi ya da spontan direniş akışı farklı saiklerle ama bazı farkındalıklarla şekillenir.

Her barışçı ya da serin duruş ya da her radikal çıkış da ayrı praksislerin,  farklı pratik eylemliliklerin kubbesi altında değildir.

Direnen de ölümüyle, ölüm tarzıyla, hayatıyla mesaj verir, şekillendirir. Sakin kalan da, bir çıkışı yapacak ufku arar, bulur ve pişirir. İki taraf da aynı taraftır çoğu kez. Direnir görünen "radikaller"in ve akıllı  usluluk iddiasında bulunan "ılımlılar"ın sinik ittifakları, fikir kardeşliklerindeki gibi. Moğol işgali altındaki Konya ilginç bir örnektir. Moğol İstilası karşısındaki gelecek düşüncesi, ideolojisi de (entellektüel tavır, duruş anlamında) bir ölçüde orada şekillenemiştir. Yeni toplum anlayışı en temelli sentezini orada verebilmiş, temellenebilmiştir.



(Devam edeceğiz, şimdilik bu kadar, online yazıldı düzeltilmedi. İdam sehpalarına gelemedik.)

2 Aralık 2011

Anıtsal (Monumental) İdam

İhtilaller istilalara da benzer.
İlk anıtları kellelerden, cesetlerden kulelerdir.
Yeni iktidar, düşmanının ölümü göze alması için, ya da göze alamaması için değil, iktidar olduğunu kanıtlamak, ispat etmek için kan döker.
Korunmak için sığınılan artık ölümcüldür, öldürücüdür. Nasıl olacağı bilinmez bir boyun eğişin dışında kaçıp gitmek dışında bir yol yoktur.
Kaçıp giden de, yakan yıkanın sözcüsü, habercisidir. Geleceği söyler. Hazırlığa yol açsa da, ürküntüye de yol açar. Fazla hazırlık da bıkkıntı verici, dağıtıcıdır. İşgal istemeyen işgal edeceğin toprağına yönelmesi gerekir, ancak yönelmez: İşgal bekleyiş, yerinden olamazlığın işaretidir. Yerinden yurdundan oynayamayış göçebe olmamak değildir. Medeniyetini tecrübe üzerine kurmamaktandır.

Yeni iktidarların zındanları yıkışı bir özgürlük ilanı değildir çoğu kez. Bir korkunun, dehşetin silüetini, simgesini, girilemezini, çıkılamazını yıkıştır.
Bastil baskını da bir anıtsal idamdır, idamların, dökülen kanların jeneriğindedir, jeneriğidir.
Yedikuleye ısrarla gözünü diken muhalif geleceğini oradan ilan etmeyi umuyordur.
Mamak Cezaevi yıkılmadan bir zulmün, bir devrin yıkılmayacağını düşünüş ihtilalci düşüncenin gereğiydi. 
Namlı, kanlı zındanların yıkılmasına, otele, gazinoya, kütüphaneye, sinemaya dönüştürülmesine karşı çıkışlar zından merakından değildir. Zındanını yıkamadan özgürleşilmeyeceği sezgisindendir. Bireyler üzerinde psikanalitik, topluluklar üzerinde sosyalpsikolojik temelleri kof değildir.

Yıkar, bastiline koşar, sonra kalanı restore edip kültür merkezi, otel yaparsa yapar. Hapishane değildir merakı. Özgürleşmesini tamamlamaktır. 

Hapishanelerin korunması için girişimler de çoğu kez bu minval üzerindedir. Silinip gitmesine müze olmasını tercih eder.

Hapishane, zından, işkencehane yıkılışın, çöküşün de anıtıdır. Hapishanesini koruyan, dönüştürmeyen yıkılışını da seyreder!

Çöküşün hapishanelerini muhalif en güzel gerekçesi olduğundan ayakta tutmak ister. TYıkarken de çöküşün hapishanesini değil, hapishanenin zulüm geçmişini yıkar, en güçlü döneminin gölgesini kaldırır, sarsar.

Anıtsal idamlar kanlı olmak zorunda da değildir. Sadece monumental, kolossal olmak durumundadır.

Cesetler üzerinden monument kurmak uçsuz bucaksız bir zulümdür bu yüzden. Başlayan, çoğu kez zulmünü bitiremez.

Ceset üzerinden monument yıkacağı semboliğinin olmamasındandır, devasa sembolün olmamasından çok. Köksüzlük ifadesinden çok, işgalcinin köksüzlüğüdür kan akıtmadan başka yıkım aratmayan.

İhtilal ne kadar kanlıysa o kadar ihtilal idi çoğu ihtilalcinin gözünde. Bununla kastedilen iki ayrı şeydi. Amansız bir zulüm altında kalmışlık, fedakarlık, can kaybı; karşı tarafa karşı ve karşı taraftan gelen ölçüsüz şiddet...

İhtilalleri ortadan kaldıran bir ihtilal iddiası vardı ve bu hepsinden daha şiddetli olmakla söz konusu edilebilir düye düşünülmüştür çoğunca, muhakkak ki. Oysa, şiddeti, yıkımı, cesetler üzerinde yükselen kuleleri yapan ruhu, vahşeti yıkmaktı söz konusu edilmesi gereken.

Vahşeti yıkan, medeniyeti kandan, kinden kurtaran bir devrim devrimi de, ihtilalciliği de devirecek bir ufuk isterdi. İhtilal mantığına teslim olmak, ihtilalin mantığını devirecek ufkun yoksa alır götürür. Çoğu demokratik devrim, özgürlük hareketi toprağının derinliklerindeki kaynayan kana, lava, ateşe teslim olmuştur.

Yıkım semboliktir. İdamlar geleceğin nereden belirleneceğinin ilanıdır.
İdamların showbusiness'a dönüşmesi, dramatiğindendir. İnsanlaştırma, garipleştirme, fanileştirme, uçurma, ulaşılamazlaştırma, dehşete düşürme, kan üzerinden eğlendirme kanlı bir festival ortamında yeniyi şekillendirmedir.

Vakvak ağaçları dallarında sallanan insan parçaları gücün, güç mistiğinin gelecek ilanıyla, geleceğin yönü ilanıyla sergilenmesidir.

Babilin, Kartacanın yıkılışı, İskenderiyyedeki yangınlar Moğol İstilalarından çok çok evveldi. Moğollar kendi icatlarıyla gelmediler. Ele geçirmenin, dönüştürmenin gelenekselleşmiş imkanları, araçları, güdüleri, yeraltında hep korunmuş kurumları ile geldiler. Kurum, hücresinden serbest bırakıldı. Zinciri çözüldü.

İşgalin, ihtilalin yeniden kuruculuğu, çoğu medeniyet kurma iddiasının ilkel bir akışın serbest bırakırlığı üzerinden gider. Kötü cinler şişeden bırakıldılar mı, bırakanı da dinlemezler, şişeye de sığabilecekleri artık düşünülmez olur. Büyür, yuvarlanır, çığ olur. Dehşet, dehşet ırmağına dönüştüğünde yönünü kaybeder. Büyüyen şiddet bir balon gibi patlar. 

Her tufandan sonraki güneş yine doğar.

Festival, oyun üzerine düşünceleri idam ve kan festivallerinin sosyal psikolojisinden de sınamak lazımdır. En eski toplum mühendisliğinin savaş siyasetleri, iç savaş manevraları üzerinden gerçekleştirdiklerinin kurmay sınıfı ülke ülke, güç güç, iktidar iktidar dolaşsalar da, bir bilgi kardeşliği, dayanışması içindelerdir, tarih boyunca. En devamlı bilgi ve eğitim kurumlarından birisi devrim, karşı devrim, ihtilal, ihtilal bastırma dönemlerinin mühendislik birikimidir.

Marksizm de bu zinciri kırabilecekken, mühendisliğin ruhban sınıfına teslim oldu. Eleştirel ruhunu kaybedişi, zamanla iktidarla olmadı. En arkaik kurumu, en karanlık gölgeyi şişeden bırakarak yaptı. Marksizm için geç değil yine de: İhtilal teorisi olma yerine zulme, sömürüye, ırkçılığa, kavmiyetçiliğe bir karşı duruş, eleştiri olarak.

İhtilalciliği meşru kılan kendi mantığı değil de, dünya hali, halleri olmuştur. Artık yeter diyen insan, kaynayan toplumlar öfkelerini serbest bıraktıklarında, yitirecek birşeyleri kalmadığında değil, yitirmeye değecek bir şeyleri kalmadığında ihtilaller sokağa ait olur. Sokaktaki meşruiyet iddialarında bulunmaz. Sokaktadır. 

İşgallerdeki direnişler de öyledir. Savaş iyidir kötüdür gerekçeleri falan konuşulmaz. Konuşmadan, gerekçelemeden karşı koyulduğunda direnişler kanallarını bulur, yataklarına akar.

İhtilaci kanlı, şiddetli bir yola taptığından değil, kendisini onun içinde bulduğundan en öndedir. Çoğu kez akışı zaptetmek, delicesine akışı dizgine almak için.

İşgalleri, istilaları tetikleyen şey ile, direnişi tetikleyen birikimler farklı olabilir. Fizikokimyadaki entropi kavramının bu birikmelerde kavram olarak kullanılması, analoji de olsa, ilginç bir analoji. Oğuz Atayın hasta yatağında kaleme aldığı hatıralarında lümpen proleterya üzerine düşünmesi, düşüncelere işaret etmesi, oyun kavramını kurcalamaya devam etmesi, ahistorik ve dinamik olmayan bir sosyolojinin peşine düşmesinden değildi. Toplumsal interaksiyonun izine düşmüşlüğünün ifadesiydi.


Moskova Mahkemelerinde Bukharinin (yanlış hatırlmıyorsam) tavrı, çoğunluğun devrimi evlat gibi görüp feda etmeye yanaşmayıp "suçlarını itiraf etmeleri" ilginç bir teatraliteye örnektir, eskiler de  benzerleri üzerine düşündürücüdür. Suçlu olmadıklarını bilen bir topluluğa, suçlu olmadıklarını bilen ama geleceğin güvenliği açısından onları suçlu gören bir planlayıcı hukuk ile girdikleri interaksiyon, alışveriş ilginçitr. Devamlılığın, iktidarın, ufkun yönüne işaret eden bir hukuk oyunu. Hakiki insanlarla, canla, kanla. Tarihin şaşmaz akışı için olmasa da, gelecek güzel günler ihtimali için, tariihin kendisini düzeltebilirliği düşüncesiyle belki aradan çekilme.

(burada sadece düşünmeye çalışıyorum, "düşünce tarihi yapmak" gibi bir derdim de yok. İdam üzerine düşünmek için ezberimin dışındaki kavramlara dinamiklere çağrıda bulunuyorum: Gelin zihnime de sınayalım onca iddiayı... Düzeltilmedi. Online yazıldı. İhtilali övüyo, ihtilae sövüyo diyen beni okumasın, işine baksın. Ben henüz ne söyleyeceğimi, lafı nereye getireceğimi bilmiyorum. Taksim geçiyorum, berceste mısraı arıyorum... İşte öyle bir şey...)


Devam için: Yeni dönem eskinin hapishanesini kullandığında aynı zulmün takipçisi, devamcısı görülür. Aynı kadrolarla. İranda SAVAK'ın işkencehanelerinin kullanılması zulmün iktidarının devamı için gösterge olarak kullanıldı. Sonra bırakıldı. Din üzerinden eleştiri veya sloganlar tercih edildi. Şah dönemini kurtardı ve akladı bu retorik. Belki yalnız retorik değil, ihtilalci halin bu kadar uzun sürüşünün diyaspora ve toplum üzerinde etkileri. Şah unutuldu sonunda.

Bizde yeni hapishane kampüs-kompleksleri üzerinde de düşünmek lazım. Bir geçici mimari, genişleyebilir "organik yapılar" (topkapı sarayı, köyevleri gibi) üzerinde durmak lazım. "Bir düşünenimiz" varsa neyi düşünmüş olabilir, bu yeni infaz-hukuk kampüs-komplekslerinde. İnzibat-infaz-hukuk komplekslerinden kaçınmak hangi tecrübenin eseri, devrede bir tecrübe varsa?

Olağanstü hal semboliğinden, ihtilalci retorikten kaçınıyor mu ihtilal karşıtlarımız? Düşünmeye çalışacağız. İdam konusu ile ilintili düşündüğümüzden, konuyu sınırlı olarak ele alacağız. Ancak idama bakış "pragmatiklerinden" de konuyla bir ölçüde bağ kurulabilecektir, sanıyorum)







30 Kasım 2011

İdamların Mantığı

Fakir fukaranın asılması ibret olsun, korku oluşsun diyedir. Kural, emir, istenilenin aciliyeti böylelikle vurgulanıyor sanılır.

Elitin asılması otoriteyi korumak, kurmak içindir. Yeni elit, yeni dokunabilir, yeni korunmuş, yeni dokunulmaz eski dokunulmazları ayaklar altına almakla başlar çoğu kez.

İktidar değişikliklerinin çoğu, ihtilaller bir ciddiyet deklarasyonu olarak idam uygularlar. Uygulamalarda seçicilik de rastgelelik de işlevseldir.

İdama nadiren adalet için başvurulur. İdamla otorite tesis edilmesi, idamla tepki kontrolü ve yönetimi adalet üzerinden gerekçe kuramaz. İdam idam edilene değil, edilmeyene bir mesajdır.

Zulme uğramışları, masumları idam edenlerin adaletten argümanı kuralların herkese karşı işlerliğidir. Evet, bazan kurallar kendileriine karşı da işler. Dışlandıklarında, elit kompozisyonu değiştiğinde. Herkese dokunurluk eski elite, eski önemliye, eski öndegelene dokunurluktur.

Yoksul masumun ölümünün efsaneye, menkıbeye, ağıta dönüşmesi; eski menkıbenin, efsanenin, kahramanın, gelenekteki masumiyetin temsilcisinin ölümünün yıllarda oluşmuş koruyucu narrasyonun, etrafında hikaye oluşturmanın da çözülmesi çabasıdır.

Her kimlik oluşumu kimlik hikayesinin yeniden oluşurulması, eskisinin tedavülden kaldırılması, paranteze alınması çabasını gerektiriyor görünür. Kimlik kuruluşundan sonra yeni ve eski efsaneler entegre olabilir, edilebilir. Bazan eski kimlik üzerinden yeniler kurgulanır.

İdam kötülüğün ortadan kaldırılması değil, dokunumaza, dokunana dokunabilirlik ilânıdır.

Ölçü kaçınca, daha geniş dönemlerdeki toplumsal tanımlamalar, menkîbeler, efsaneler harcanır.

Her "anıtsal idam"da idama taraftar, eski bir husumetin taraftarı olarak yeniye entegre olur, eski dili yeniye dönüştürür. "Anıtsal idam" dedim: Bir dönüm noktasının, şeklillenmenin nasıl şekilleneceği bilinemezlikte, aktör sınırlandırmasına, geriletilmesine, sindirilmesine köşe taşı, kavşak taşı, işaret taşı olarak kullanılır. Husumetler bazan doğrudan çatışması kesintiye uğramışlıkta yeni iktidarla uzlaşmış bir birine hasım çevre güçleri oluştururlar. Merkez bu gerilimde husumet dışı kalır, çevre güçlerine yakınlık uzaklık derecesinde husumette taraf olur.

İhtilalci dönemler anıtlarını dikmeden önce idamları ilk anıtları olarak kullandıklarında medeniyet iddialarını da modern, yeni üzerine değil arkaik, ilkel bir değişmez, temel üzerine kurarlar. Değişmez kuralları, idare etmenin söylenegelmiş kurallarıdır. Toplumun medeniyet etrafında şekillenmesi ilk nüvenin silikleşerek korunmasıyla söz konusu edilebilir. Her yeniden şekillenme, karanlık, vahşi çekirdeğe dönerek olur.

Her ihtilalde kan eşit ülçüde güdülmez. Kuruluşun medeniyet iddiası üzerinden değil de kalanı kurtarmak, hatalardan dönmek üzerinde şekillendiğinde, eldeki kapasite, çatışmanın şiideti belirleyici olur. Bilim, tecrübe eldekinin, gelenekselin meşrulaştırılması üzerinden insiyatif önerir çoğu kez.

İhtilallerin ciddi eleştiriler, tecrübeli kadrolar, eldekini kurtarma ve yeniden şekillendirme işlerindeki denge üzerinden yürümesi anıtsal idamlara ihtiyacı frenleyebileceği düşünülebilse de, her ihtilal toplumların kanlı ve korku üzerine kurulu dengelerine geri dönerler.

Gerçek marksizm ihtilali gündemden kaldıran ihtilalden bahsedecekse, vahşet üzerinden kuruluşu yadsıyarak bunu söz konusu edebilirdi. Reel sosyalizmlerin çözülüşü ile yine kanlı dönemlere girilmesi biraz da bundandır.

İnsaniyet medeniyetini çöplükleri, düşman cesetleri, ibret olsun cinayetleri, toplama kampları, teksesliliğin derin kurumları üzerinde yükselttikçe her çürüme döneminde temellerine çöküşleri de kaçınılmazdır.

Toplumlar mutlak bir vahşete geri dönmeseler de, vahşi dönemlerinin anayasasını da inatla ve sessizce yaşatırlar.

"Medeni ülkelerdeki" mafya cinayeti olarak örtbas edilen seri ırkçı cinayetler de idam mangalarının, ve medeniyetin savunucusu kendisini kutsayan teksesliliğin; kan ceset ve sömürü dağları üzerinde kurulu bahçelerinin çatlaklarından dışa vuran kanıdır.

Medeniyet gerçek anlamıyla yoktur. Medeniyet henüz çürük bir yapıdır.

Demokrasiler her dönem yaşatılamasa da, bazan toplumlar yeniden kurulma dönemlerine itilseler de (işgallerle, müdahalelerle, altüst oluşlarla), ne kadar vahşete ve kana itiraz ederlese etsinler, geçmişin kurallarına teslim olurlar.

İtiraz, tozpembe gözlüklerin, kötümserliklerin işi değildir. İtiraz medeniyet istencinin ta kendisi olarak temellenmelidir. Adalet içinde, hakkını vererek, verdiği sözü tutarak, ve kendisine bırakılandan daha geniş bir ufku insanlığa miras bırakarak ilerleme talebi kesintilere uğrayarak, sarsılarak yolunda tutulmalıdır.

Stabilite, oturaklılık değişmezde değil, felaketler, sarsıntılara, tepe taklak oluşlara rağmen toplumu medeniyete sevk edişlerdedir.

...

İdam, hapishanenin henüz icad edilmediği dönemlerin, savaş halinin, boğuşma halinin icadıdır. Habil ile Kabilin ilişkisinin travmatik ve dönüşümlü intikamı, karşı intikamıdır. Bazan bir rüzgâr eser, bazan öteki, nöbet değişim kuralları olmadan.

İdamla reel psikopatik şizofreni, takıntılı saldırganlık kontrol altına alınsa, gündelik korku dindirilebilse bile saldırganlıkları çözen yapılar yıkılmıyordu. İbret olsun diye parçaları dallara asılan, leşi köpeklere atılan, ciğeri dişlenen, kanı içilen insan zincire vurulmuş bir vahşetin gölgesinde medeniyet iddiasında buluuyordu.

İdamda keyfilik olmadığını düşündüğümüzde dahi idam usullerinde keyfilik, eziyet, gösteri, teşhir, dehşet mühendisliği söz konusudur.

Hakedilmiş idam üzerinden diskur yürütenler, idamı ayakta tutanın başkalarına mesaj için, bazan kan durdurma için kan kullanma tekniğinin ifadesi olarak idama, meydanlardaki kurtlanan cesetlere açıklama getiremeyeceklerdir.

Dünyanın en büyük insanı ihanet etseydi onu da asardık diye haykıran idam savunucusu adaletin herkese işlerliğine gönderme yapmıyor. Yeni gücün sınırsızlığına inanç oluşturmaya çalışıyor. Fırsat vermedikçe sıranın kendisine gelmeyeceğini, haklı veya güçlü tarafta olduğunu vurguluyor. Bir yeni dönemin yeni otoritenin, yeni yanılsamanın ilanını çınlatıyor kulaklarımızda.

...

Denizlerin idamı, türkiyenin en iyi yetişmiş kuşağını ölüme meydan okur yaptı. İdam etmeye kalksalardı beni iskemleme tekmeyi vururdum. Ölmeyi ne iyi biliyorduk, meydan okumayı, karşı durmayı, idam ilmeğini idama dolamayı. Yiğitçe ölmek hiç de zor değildir.

Hayat ise zor. Tecrübe yetmiyor. Bilgi yetmiyor. Dur durak bilmeyen bir insanlık çabasında dünyasını yoğurması gerekiyor insanın. Kepaze olmadan yaşamak ise kolay değil. Ama yine de insanlık vahşetten, insafsızlıktan zor değil.

Karıncanın karıncalıktan kaçışı yok. İnsan insanlığından kaçabiliyor. Bir özgürlük olarak insanlık, insanın ilkelliğinin de temeli, medeniyet kurma iddialarına temel olduğu kadar.


Medeniyetler lağım çukurları, çöplükler ve cesetler üzerindeki kaçak inşaatlar olduklarından çökerler çoğu kez.

28 Kasım 2011

Suriyeye Müdahalenin Etiği

Halka, insana hattâ doğaya yönelik zulüm söz konusu olduğunda her bir ülkeye, hükümete, topluma müdahale edilebileceğini düşünüyorum.

Temel ilke "ilk taşı günah işlemeden muaf olanlar atsın"dır idi oldum olası. Bu yeterince anlaşıldı ama gerekenden fazla susuldu: Zulmü eleştireceksin!  Eleştirirken, kendini eleştirmişlerden değil eleştirenlerden, kendi eleştirine izin verenlerden olacaksın!

İlk taşa sarılanlar hiç bir zaman ahlâken ciddiye alınmadılar. Ciddiye alınmamaları meşruiyet iddialarının geçerrsizliği, iki yüzlülükleri itibariyleoldu. Kullanabilecekleri zor ve şiddet dolayısı ile değil. Zor tekeli hep  içe sindirilir gerekçe oldu reel siyasette.

Kendi ülkesinde zulmü onaylayanlar, komşularına zulmedenler, sömürgeciler başka bir ülkeye müdahalede bildiğimiz en eski kurallardan birisini karşı tarafı şeytanlaştırarak, sonuçları istatistik, bilanço olarak kâra çevirmeyi umdurarak geniş kitlesel destekler de alabildiler bugüne kadar.

Savaşın gerekçesi olmaz demeyin. Oluyor. Olmak zorunda. İlk geçerli gerekçe yeterince güç sahibi oluş ve barışı etrafında şekillendiriştir de: "Buna müsaade etmezler!" demeye başlarsınız bir koro olarak.  İyi veya kötü her bağımsız adım için!

Bir başka gerekçe "sapma" üzerinedir. Meselâ düşman "ehl-i sünnet" olmamakla suçlanır. Hint'e "Hazreti Hint" diyebilenler yapar bunu üstelik. Ebu Sufyângilleri halife edinmekte ahlaken zorlanmayanlar Kerbelâ'dan kurtulup bize emanet edilmişlere "ehli sünnet değiller" diyebilirler. En ufak bir tartışma, konuşma, alışveriş zahmetine katlanmadan.

Bizde Ebu Hanifeye yapılan, Aqinolu Toma(s)'a yapılmaya çalışıldı, Campanella sapma dedektörlerince kazığa oturtuldu. Doğu Roma buradan gerekçelerle talan edildi.

Gerçek neden? İktisadidir son kertede, reelpolitiktir genellikle. Ama ezberiniz de sizi esir alır. Günahsız saldırgan olma, ve saldırıdan sonuç ne olursa olsun günahsız çıkma garantisini edinmişlik, ister insanı günahkar doğuran bir kültürden yola çıkarsın, ister tersinden kan kokusuna alışmış, kan kokusunu almış her evcil hayvan gibi saldırganlaştırır. Günahsızlık garantisi, hesap vermezlik asıl ve gizli bir dinin, bir savaş dininin yeryüzü cenneti, ihsanıdır.

Bizde hesap vermezlik yoktur. Bu garanti kimseye gümüş tepside sunulmaz. Gazalî'nin "Ey Oğul"u iktidar-aydın ilişkisi üzerine uyarının okul örneğidir.

...

Malatyadaki füze kalkanı İran'ın Dünyaya saldırılarını durdurmak için değil de savunmasını kesmek için kullanıldığında haksız gerekçe ile kullanılacak olsa da, İran'ın son tehditi ile Malatyayı hedef alması, masum sivillerin canını yakma olasılığı İranı olası bir saldırısında haklı kılmayacaktır. O füzeleri oraya yerleştirenler, bu olasılığı bilerek yerleştirmişlerse saldırıyı yapanla birlikte masum canların vebalini paylaşacaklardır. Meşru tek gerekçe nükleer bir saldırıyı kesmek, engellemektir. İrana saldırıyı kolaylaştırmak, İran savunmasını kırmak olası bir saldırıyı üzerimize çekmemize meşruiyet sağlamaz.

İranın saldırganlığını engeleme gerekçesi, etraftaki ülkelerin de saldırganlığını engelleyebilecek bir sistem ve denetim kurulabildiğinde meşrulaştırılabilir.

...

Suriye Scudlarını sınırımız yerleştirdi. Bu tehdit yalnız işgal ve müdahale tehditine karşı bir tehdit değil, sivil halka ve sivil hedeflere de bir tehdittir.

Suriye karşısındaki ittifak tümden haksız dahi olsa, bu füzelerden herhangi birisinin vurabileceği bir hedefte açabileceği yaraları meşru gösteremeyecektir.

...

Ben, hak ve hukuk ihlallerinde müdahaleye olumlu bakan bir insanım. Ancak varolan neredeyse tüm müdahalelerin başka hak ve hukuk ihlalleri olduğunu da düşünüyorum.

Çocuğunu öldüren bir baba ve anneye nasıl müdahale ediyorsak, aile içi sorun görmüyorsak, herhangi bir ülkedeki zulme de itiraz etmemiz anlamsız değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken şudur:

Müdahalenin gerekçesi müdahale için bahane olmamalıdır.


Müdahale vesayet götürmek, kendi uygarlığını bir başka uygarlığa dayatmak olmamalıdır. Çoğu zulüm kültürler ve geleneklerarası düzeyde eleştirilebilir. Kültürleri geçişsiz hale getirmek, eleştirel diskuru yok ederek eleştiri ve medeniyet götürme iddası sömürgeciliktir.


Müdahalenin şiddeti, müdahil olunan şiddet kullanımını aşmamalıdır. Bu tesadüfi bir iş değildir. Planlanan bir şiddettir çoğu kez.


Siyasi barışcıl gelenekleri cinayet ve provakasyonla dönüştüren toplum mühendisliği geleneği müdahil ülkelerde devre dışı bırakılmış, hukuk dışı ilan edilmiş olmalıdır.


Bir ülkenin çoğunluğu müdahaleye davet etse dahi, bu bir referandumla yapılmış olsaydı dahi, müdahale uluslarası hukukun işletilmesi, kurumlaşmışlığı ile ve "en sonunda" söz konusu edilebilir. Yerleşmemiş bir hukuk, savaşta ve savaşla kurulmaz.


Zulme müdahale ilk elde muhalifleri, aydınları, azınlıkta kalanları hayatta tutmak için olmalıdır. Mülteci statüsü bu bağlamda önemli ve hayatta tutucudur. 1958 anlaşması yıpratılmamalıdır.


Azınlıkları, muhalifleri, hatta çoğunluğu proveke edip müdahil olma geleneği hukuka ve insan haklarına sözcü olan kesimlerce insanlık suçu olarak tanımlanmalıdır.
...

Haklı veya haksız gerekçelerle hiç bir ülkenin ülkemize saldırmasını onaylamayacağımızı, saldırıda bulunanların, bir çatışma ortamında dahi, meşru savunmayı aşmaları halinde gerekçeleri ve niyetleri ne olursa olsun "saldırgan" konumuna düşeceklerini bilmeleri gerekir.

Füzeleri ailelerimize, çoluk çocuğumuza yönlendirilmiş olarak algıladığımızı da düşünmelidirler.

..

Yabancı üsler? Bizim topraklarımız değilmiş gibi algılansa da topraklarımızdır. Oralardan ne yapıldığı ve yapılacağı, oralara yönelik ne yapıldığı ve yapılacağı bizi ilgilendirdiği, ilgilendireceği için, izin vermeyeceğimiz bir şiddeti kullanmak veya çekmek için yönetilmemelidirler.

Ve yine komşu ülkeler sınırlarımızın içinde olan ama denetleyemediğimiz her hangi bir alana yönelik büyük bir felakete dönüşebilecek hiç bir saldırıyı haklılık gerekçesi ile meşru kılamazlar. Velev ki üslerin durumu ve donatımları, kullanımları gayrımeşru olsun, memleketimizi dümdüz edecek bir sorumsuzluğa sorumluluk yazmak durumunda olacağımızı vurgulamamız gerekmektedir.

...

Bağımsızlık, sorumluluktan kaçmak mümkün olmadığı için elzemdir!

Ülkemize ne yerleştirilmişse, ülkemizden diğer ülkelere ne yönlendiriliyorsa vebali bazan kısmen dahi olsa üzerimizdedir. "Kısmen" dedik. Muz cumhuriyetlerine özenmiyorsak, bir hukuk devleti isek, iç ve dış "müktesebata" uyacaksak "kısmen" demememiz gerekecektir!

Almadığımız risklerin ve sorumlulukların gölgesi, aldığımız risk ve sorumlulukların çok çok ötesindedir.

26 Kasım 2011

Gündemin Kıyısında: Kasım 2011

TOKER RÖPORTAJI. Sürgünden de olumlu bir şeyler çıkacağı vurgusu gereksiz, anlamsız, incitici. Şerden hayır çıkar, çıkarılır da bu şerrin öznesinden gelmez, şerre uğrayanın gayretinden, insanlığından gelir.

Yeni bir sayfa açabilmek, acıdan insanlık çıkarmak acıya uğrayanın insanlık temellerinin derin oluşundan.

Sözlerinde önceliklerinden kaynaklanan bir anlayışsızlık, anlayışa kapalılık gördüm.

Röportajdaki diplomatik bir vurgu bu yüzden kayboluyor: İsmet Paşanın başvekaletten çekilmeden evvel "Dersim meselesi çözülmüştür!" demesi, askeri operasyonu sonlandırma kararlılığı ve yerine Celal Bayar'ın getirilmesinden sonra şiddetin yükseltilmesi.

Toker, Celal Bayarın tavrının da tartışılmasını diplomatik bir dille öneriyor.

Yapılanlar ağır bir yanlışa, zulme işaret ediyor. Zulme uğrayanların derdi "kim yaptı?"dan önce aşağılanmanın, inkârın bir gereklilik iddiası ve propagandayla sürüdürülüyor oluşudur. Maraş, Çorum ve Sivas bu ruhla kanatılmıştır. Tuncelinin sonunda eğitim düzeyi ortalaması en yüksek il olması mevzuuna girildiğinde insanlıktan iz kalmaz, bunlara dikkat etmek lazım. İsmet Paşanın torunu, Celal Bayara karşı gösterdiği diplomatik inceliği ve nezaketi halka karşı da göstermelidir. Diplomasi kibar söyleme sanatı değildir. Karşı tarafın ufkunu kavramışlıktan nezakettir.

SEYYİT RIZA'nın celladı yana itişi ve kendi taburesine tekme atışı bana Deniz Gezmiş ve arkadalarının idamını hatırlattı. Burada ilgi çekmesi gereken fütüvvetin, erenler geleneğinin de izleridir. Kürt Ayaklanması olarak gösterilen (ki doğruysa doğrudur, olgular kanıtlanırsa bir itirazım olmaz) olayın eski melametin, fütüvvetin de itirazı olarak okunması gerekmektedir. Bu itirazda türklerin kurucu tavrının ve ahiliğin arkasındaki gücün de bulunduğunu görebildiğimi not etmek istiyorum.

Seyyit Rıza haklıdır haksızdır ayrı konu. Bağımsız bir mahkemede yargılansa bu dercede canım yanmazdı. Gece yarısı, yaşıyla ilgili kıstaslar çiğnenerek idam edildi. 60 ihtilâlinde Celal Bayar için ise yaş sınırı uygulandı. Bir hukuk devletinde bunlar olmaz. Olmamalıydı. Yanlış olan Celal Bayarın asılmaması değil, kuralların ayrıcalık olarak uygulanmasıdır. Kurallar doğru uygulansa da idamlar hakkani mi olur? Hayır! Öncelikle bir ders, korku verme iddiasını ve birilerini susturma telaşını içerdiği için. Kan üzerinden otorite kurulacağına inanıldığı için.

Seyyid Rıza asılmazsa yeterince gözdağı veremeyeceklerini düşünmüş olmalı "birileri". O birileri kimilerini korumayı bildiler; Adnan Menderesleri, Deniz Gezmişleri astırıp, Kızıldereyi yerle yeksan ettiler; 1 Mayıs, Çorum, Maraş Katliamlarının arkasındaydılar. O birileri 12 Eylül döneminde sadece Ankara Dal Grubunda 30 küsür genç kıza tecavüz edilmesinin sorumlularıdırlar!

Evlad-ı Kerbelâ'nın dokunulmazlığı, ayrıcalığı yoktur. Bunu talep de etmediler. Ancak kendilerine karşı bir borcumuz vardı: Bize emanettiler! Barış içinde bir arada yaşayamadık, yaşatamadık.

HATAY.  Kimileri Dersim ile o yıllarda Hatay Cumhuriyetinde yapılacak halkoylaması arasında bağ kurarlar. Bugün yine Suriye ile ilişkiler gerginleşirken özür ile de olsa yine Dersim gündemde. Alâka nedir, dinliyoruz, anlamaya çalışıyoruz.

Gündem ile oynamayı yüzeysel, sığ buluyoruz, ters tepebileceğini düşünürken insanlarımızın ne kadar olgun ve iyi niyetli olduklarına yeniden, yeniden tanık oluyoruz.

Mazlumları olgun bir ülke, medenî bir ülkedir!

24 Kasım 2011

Birilerinde CHP’nin Altın Hisseleri, Kontenjan Üyelikleri, Ayrıcalıklılık Sertifikaları Falan mı Var?

"CHP’li isen atatürkçü olmak zorundasın!" diye bir şey yok. CHP’nin ilk yıllarından bu yana böyle bir kural olmadı! Kaldı ki Sadi Irmak, Nihat Erim, 12 Martın ”Beyin Kabinesi"ndekiler, hattâ Turgut Sunalp, Kenan Evren, Bülent Ulusu, Haydar Saltık kendilerince atatürkçü idiler.

"Atatürkçülük" ne doğrudan CHP’ye üye olma kriteri, ne de CHP’li olmamanın. "İyi insan" olmak, hakîkatli olmak, hakkanî olmak, kendisini ve fikirlerini hakikatle düzeltir olmak çoğu pozisyon için yeterli ancak, bu kadar "kâmil insan" da nerede bulunur, bilemiyorum. 

Bizim ”kemalizm” dediğimiz bağımsızlıkçı, muasır medeniyetten yana tavır almış, çalışanların haklarını gözeten sol çizgi ”Kadro”culuktan çok Doğan Avcıoğlu döneminin antiemperyalist çizgisi idi. Bu çizgi 12 Eylül öncesinde demokrat, (asker-sivil) bürokrasinin önceliklerinden uzaklaşmış, kemalizmin belki de en kitlesel ifâdesi olan ve darbede doğrudan hedef alınan bir eğilim idi.

Atatürkçülüğün elitist olan ya da olmayan; demokrasiyi önceleyen ya da öncelemeyen; çalışanların hak ve hukukunu önceleyen ya da öncelemeyen bir çok versiyonu var. Hangisi haklıdır, doğrudur bilemem, daha doğrusu ahkâm kesemem.

Hatırladığım bir şey var sadece: Bizim nesilden kemalistlerin yakalarında ”ya istiklal ya ölüm” yazılı Mustafa Kemal Paşa rozetleri yüzünden seksen öncesinde karakollara çekilip dayak yemeleri. Kemalizmi ezmeyi vazife edinen aynı soğuksavaşçı devlet ve Halkevleri'ne savaş açmış derin kadrolar "görülen ihtiyaç üzerine" birdenbire ”atatürkçü” oluverdiler.

Bir çilekeş, ömrünü öğrencilerine adamış köy enstitülü öğretmeninin atatürkçü olmasından başka bir şey anlamaktayım, bir ara dönem bürokratının yanardöner ideolojisinden başka bir şey.

Kimse "atatürkçü olduğu" iddiasıyla CHP’de hesap vermezlik, yanlışsızlık iddiasında bulunamayacağı gibi kimse de kimseyi atatürkçü olduğu için antidemokratlıkla, "tek parti zihniyeti"yle, sağcılıkla, solculukla suçlayamaz.

Atatürkçülük iddiası bir milletvekili tarafından CHP’de ayrıcalıklılık, hesap vermezlik iddiasına dönüştürüldüğünde ve yine bu milletvekili kendi zihniyetinin elvermediği ama gerçekten meşru siyasetlere ”CHP geleneği çiğneniyor!" diyebilirken tek parti döneminin tartışılır uygulamalarını CHP’ye gelenek olarak biçiyorsa, ona: "CHP’liliğin tek particilik, pozitivistlik, ikna odacılığı olmadığını" hatırlatmamız gerekir.

CHP, 12 Martta asker sivil bürokratik siyasî çizgiyle hesaplaşmasını yapmış bir partidir. Parti tabanının demokrat coşkusunu o zor zamanda hatırlamayanlar, "CHP’nin geleneği"nden bahsetmesinler!

Tek parti dönemi kuruluş dönemidir, yanlışlar da doğrular da, gri alanda kalan uygulamalar da söz konusu edilebilecektir. Vali Nevzat Tandoğan’ın değişim anlayışı bugün espirilere konu oluyor da, dün olmuyor mu idi? Dün yapılan yanlışlar Cumhuriyetin arkasında duranlarca onaylanıyor muydu?

DP de tek parti döneminin CHF’sının bir parçasıdır bir anlamıyla. CHF’nın sorumluluğundan kaçınma çabası anlaşılır bir olaydır. DP bir kopuş dahi olsa, cumhuriyetin politikalarını temelde yadsımış bir duruşun partisi de olmamıştır. Bugünün ideolojik atatürkçülüğün temellerinin DP döneminde İnönü'ye karşı canlandırıldığını da unutmamak gerekir.

Türkiyede çoğu parti, bırakın CHF’nı İttihat Terakki kökenli kadrolarca kurulmuştur. Atatürk ve İnönü bireysel olarak İttihat Terakki’ye tek partiden kopuşun kadrolarından daha mesafeli bile görülebilirler. Yine de Cumhuriyet Halk Fırkası’nı İttihat Terakki'den esinlenmiş bir parti olarak görmek isteyenler az değildir. Oysa, rekâbet, çatışma ve tasfiye Cumhuriyetin ilk yıllarında olanca yoğunluğu ile süregitmiştir.

İttihatçılık karşısındaki ”liberal demokrat” çizginin mirascısı hiç bir siyasi partimiz yoktur. Liberal ya da demokratların olmadığı anlamına gelmez bu. Kökenleri ittihat içi, CHF içi kapışmalardır.

Ecevit’in çizgisi fevri ve kendisine özgü değildi. Varolan bir eleştirinin üzerine kurdu Ecevit çizgisini. Yeni yollar, imkânlar, dengeler, açmazlar, alternatifler elbette her siyasi çizgiyi etkiler. Etkiye kapalı parti, topluma ve hakîkate kapalı dar ideoloji partileridirler. CHP böyle olmadığını yetmişlerde cesaretle gösterdi.

Oniki eylülcü müdahaleden geçmiş bir CHP’yi yeni nesillere tek parti zihniyetinin devamı olarak göstermek zor olmazdı, CHP içindeki atatürkçü olduğunu iddia eden çizginin kanlı pazarlarda soğuksavaş yeşilkuşakçılığı tarafından katledilen kemalistlerle benzerliklerinin olmadığını bilenler olmasaydı.

Kemalizm kendi demokrat yolunu sınadı, başardı ve ağır bir diyet ödedi 12 Eylülde. Demokrat, yurtsever kemalizm ikna odaları kemalizmi değildi. Gerçekten halkçıydı, devletçiliği siyasî değil iktisadî idi. İktisâden yeni liberal devletçi çizginin atatürkçülüğü eski CHP'nin demokrat çizgisi ile örtüşmemektedir.

Kemalizm yanılmazlık ideolojisi değildi. Antiemperyalist, tartışmaya açık, demokrat çizgiyi açıkça benimsemiş, halkçı bir tavır idi.

Dersim üzerinden tartışılmazlık çağrısı CHP’nin demokrat, antiemperyalist, yurtsever çizgisine ters düşecektir. Dersim aydınlatılmalıdır.

CHP Maraş ve Çorum katliamlarında Dersim’de üzerine yüklenmeye çalışılan yaftada iddia edilenin tersini yapmış, halkı savunmuştur! Bugün CHP’yi suçlayanlar o günlerde nerelerde idiler? Sivasta kimin avukatlarından kadro oluşturdular?

Bugün Suriyede olası içsavaşın ağır faturasını dengeleyebilmek için yapılan manevra değilse siyasi dindarlık Kanlı Pazar ve Sivas Madımak Yangınında yanlışsızlığından dem vurarak, derin devlet ve soğuksavaşın kurumlarıyla alakasını unutarak Dersimin yaralarını saramaz!

Kanlı Pazara karşı çıkan tek tük aydınıyla, iç savaş çığırtkanı basınıyla; Çorum Maraşta yokluklarıyla, Sivasta müsebbip olmasalar da galeyana gelmeye gönüllülükleriyle, mazlumları değil saldırı karelerinde resim verenleri savunmuşluklarıyla eleştirilebilecek kadrolar önce kendi adlarına dilenecek özürleri dilemeliler, öncelikle de kendilerine demokrasi ve kardeşlik açılımı için oy veren seçmenlerine. Zarar verdiklerine. Savunmadıklarına.

CHP ise yanılmaz, yanlışsız, ceberrut, hep haklı, hep sığ, 12 Eylül atatürkçülüğünü çokbilmişliklerine kalkan ve payanda yapan kontenjandan kadroları dışlamalıdır. Seçim ve referandum öncesi her milletvekiline, parti üyesine yeni bir şans verilmesini, ideoloji üzerinden tasfiyenin yanlış olacağını, insanların eylemleri, icraatları, tavırları üzerinden değerlendirilmeleri gerektiğini vurgulayanlardanım.

CHP yönetimine beğenmediğim kadrolar da gelse, seçimle gelip seçimle gidebilecek kadroları çokbilmiş ve yanılmaz, antidemokrat yurtseverliğe tercih ettiğimi de defalarca vurguladım. CHP’de öncelik demokrat bir çizgiye hayatiyet kazandırmak, parti içi demokrasinin önünü açmaktır.

Tartışılmaz, savunulamaz, tabucu, yasakçı zihniyet insanüstülük, düzeltilemezlik iddiasındadır. Bu sorumluluğun, dinlerliğin, hakikatle kendini düzeltirliğin yoluna aykırıdır.

Yol ayrımı zamanı gelmiştir. Gündem şu anda CHP’nin demokratik çizgisinin savunulmasıdır.

Demokratik çizgi içinde kalanların arasındaki rekabet parti içi demokrasinin önü açılmadıkça verimli olamayacaktır.

Dersimli bir CHP Genel Başkanı seçmek yerinde olmuştur. Gündem aceleye getirilmeden, soğukkanlılıkla ve demokrasiden taviz vermeden belirlenmelidir.

22 Kasım 2011

Uluslararası Durum: ”Normalleş(tilril)mişler” Kimlerdir?

Suriye ve Irak bir terazinin iki kefesi değiller.
Irakta şiî çoğunluğun sünnî azınlık tarafından yönetilmesi ile Suriye’deki sünnî çoğunluğun nusayrî azınlıkça yönetilmesi olgusu simetrik ve bire bir geçişli bir ilişkinin ifâdesi değildi. Bu iddialarda Baaz Partisi’nin çözülmüşlüğü varsayılıyor; Suriye’nin jeopolitiği, komşu ülkelerle ve ülke içlerindeki kesimlerle dengeleri, o ülkelerin kendi iç dengeleri ihmâl ediliyor. Suriye üzerine düşünürken terazînin bir kefesindeki değişikliğin öbür kefeyi de oynatmasından bahsedeceksek, ikiden çok kefeli bir terâzî düşünebilmemiz gerekirdi.
Suriye’nin nusayrîler tarafından yönetildiği iddiası Baaz Partisi’nin ve arap milliyetçiliği’nin nusayrîlerce temsil edildiği düşüncesine götürmemeli. Arap milliyetçiliği’nin erken döneminde öncelikle hristiyan araplar tarafından temsil edildiğini; geleneksel Baaz Partileri'nde sünnî, şiî, nusayrî, hristiyan kökenli arapların yer aldığını unutmamak lâzım gelir. Bu çoğul yapıyı Suriye’de yok saymak mümkün değildir. İttifak yapılarının gerçeği Esad Klanı’nın dayatmasıyla ortaya çıkmadığı gibi, iç çatışmalarla veya Esad’ın iktidarı terketmesiyle de derhal tarihten çekilmeyecektir. Suriye demokratikleşmeye öncelenmiş bir ”normalleş(tiril)me” süreciyle muhataptır.
Uluslararası gelişmeleri daha iyi anlamak için ”normalleşme hareketleri”ne paralel götürülen sistem içindeki ülkelerdeki ”kriz atlatma” politikalarına da dikkat etmek gereklidir. Avrupadaki gelişmeler bir çok ülkede "ara rejim" siyâsetlerinin uygulanacağını göstermekte. Avrupadaki krizden çıkış siyaseti bize hep darbeyle dikte edilmiş olan radikal yeniliberal programlardan ibaret görünüyor.
”Normalleştirme” süreçleri pazarların birbirlerine entegre olması; kaynakların talan ve üzerine çökme yerine pazar ekonomisi bağlamında açık tutulması; toplumların şekillenmelerinin finans ve askerî güçlerle dayatmalar üzerinden götürülmemesi gibi özellikler taşıyor. Sıkı yeniliberal politikaların ”ara rejim” görüntüsü verebilmesi ”mali disiplin” kaybedilmeden iktisadî işleyişi ”kurallarına” geri döndürme, kaynaklara göre harcama veya yönlendirme politikalarının arkasındaki ”kararlılık”tan geliyor. Politikalara kaynak sağlayanların ”görünen”i rahatlıkla askıya alabilmeleri her daim hesaplara katılması gereken bir ”veri”dir! Avrupa Birliği de bir süredir iktisadî durumu vahim görüyor ve ”demokratize edicilik” etiketinden ”fedakârlıklarda bulunuyor”: İktisat sıfata önceleniyor! Olası bir çöküşte demokrasi diye bir şeyin kalmayacağı ya da var olan popüler politikalarla gerekli tedbirlerin alınamayacağından fazlası düşünülüyor olmalı. Kurucu dinamiklerin demokratik tarihinin yeni bir geriye doğru hikâye edişte (narrasyonda) bütünleştirileceğini, ”Avrupa’nın kendisini anlayışı”nın (tabiîleşme olarak anlaşılabilse de) değişim geçireceğini ileri sürebiliriz!
Avrupa, ”kendisi üzerine ezber”den çıkarılıp ”fabrika ayarlarına döndürülme” operasyonundan geçmekte. İktisâden, Birlik açısından ”normal” kabul ettirilebilecek işleyiş ilişkilerine geri çekilmedeler. ”Normalleştirme”de üç analitik olarak ayrıştırılabilir hareket tarzı ya da türü gözlemlemekteyiz:
İlkinde uluslarüstü finansın siyâsetle ilişkisi eski araçlar şimdilik terkedilmeyip kullanılsa da (liberal) iktisâdın mantığına uygun bir çerçeveye çekiliyor ; iktisâdın buyruklarının siyaseti öncelemesi ”garanti altına alınıyor” ve kurumlar dönüştürülüyor.
İkincisinde pazarlar ve kaynaklar açılıp sisteme/dünyâ iktisâdına entegre ediliyor, kapışma kuralları liberalize ediliyor, el koyma ve üzerine çökmelerin siyâseti sistemik buyruklara uygun bulunmuyor.
Üçüncüsünde entegre olmuş ekonomilerdeki krizlere müdahalelerde siyâsetin ekonominin gerekirliklerinden koparak yürütülmesini engelleyecek liberal-yeniliberal, yerel-sistemik düzenlemeler dayatılırken, hasar tespit ediliyor, kriz yönetimlerinin ”uluslararası iktisadın normlarına” tutarlılıkla ters düşmeleri hâlinde krizlere alenen el konuluyor.
Kısacası, ”normalleş(tir)me hareketleri”nde (özellikle makro düzeyde) bir liberal ekonomi demokrasiyi öncelemektedir. Klasik ”demokrasi bayraktarları”nın da bu konuda ”ittifak halinde” olduklarını gözlemlemekteyiz.

18 Kasım 2011

Ondört Bin Yılın Kardeşliği Ayaklar Altına Alınırken: Haydar Haydar

Ondört bin yıl gezdim pervanelikte

Sıdk-ı ismin duydum divanelikte

İçtim şarabını mestanelikte

Kırkların ceminde dara düş oldum

Güruh-u naciye özümü kattım

İnsan sıfatından çok geldim gittim

Bülbül oldum firdevs bağında öttüm

Bir zamanlar gül için dara düş oldum


15 Kasım 2011

Esin Afşar: Sesinde Aşkın Rengi Vardı



Evet, aşk vardı. Sadakat vardı.
Düşlediğimiz sosyalizm yoksulların sosyalizmiydi.
Aç, açıkta kimse kalmayacaktı.

Fikret Kızılok Aşık Veyselin dizinin dibinde "Kuzuya Sordum"u hecelerdi.
Cem Karaca Muharrem Ertaştan Dadaloğlunu öğrenirdi.
Uzun İce Bir Yoldaydık. Taburelerimize tekme atıyorduk.
Şairlerimiz hapisteydi.
Kitaplar yakılıyordu.

Ve aşıklarımız hayattaydılar:

Kekliğin kayadan sektiği sekiş
Gül ile bülbülün ettiği çekiş
Yarin iğnesiylen dikilen dikiş
Kıyamete dek sökülmez imiş

Karakucak güreşlerinin peşrevi, Cumhuriyet Bayramlarında oynanan sinsin, çayırlarımızda otlayan, sokaklarda bizimle oynayan tayların yarıştıkları güz günleri. Kına geceleri. İlahilerle güveyileri gerdeğe götürdüğümüz yıldızlı geceler.

Esin Afşar sevginin, fedakârlığın, aşkın, umudun ve acının günlerinde gül dalında şakıyan maviş bir kuştu.

Bir gün uçacaktı onca acısıyla. Uçtu. Aşka can verdiği narin bedeniyle.

Ardında bıraktıkları bize yadigar.

O Kul Ahmet'in, Emrah'ın; katledilen, asılan arkadaşlarımızın; mayınlanan gül bahçelerimizin bize emanetiydi.

Seni yetiştiren halk sağolsun!

Bugün doğacak bir kızımızın adı Esin Afşar olsun!

Başımız sağolsun.

5 Kasım 2011

Bayram Başkalarını Hatırlama Günüdür!

Hatırlanmada bir sorun yok.
Aslolan ise hatırlamak.

"Bayram da ne imiş!" demek "insanlık da ne imiş!" türünden bir çıkış.
Bireyciliğin, başkalarıyla birarada yaşarlığı unutmasıdır.

Dünyaya gülümseyemez hale gelmiş olabiliriz. Bunun için bir de özür dileyecek değiliz kimseden.
Ama bayram, benim başkalarını hatırlama günüm. Başkaları beni farketse de edemese de.

Toplumun dayanışmasını, kardeşliğini merkeze alma günleridir bayramlar.

Birbirini arama sormanın, birbirinin kapısını çalma günleridir bayramlar.

Uzun yolculuklarla bir araya gelmiş nesillerin keyiflerinin dediğini aşma günleridir bayramlar.

Barışmanın ve barışın duruşunu yakalama günleridir bayramlar.

4 Kasım 2011

Nohutlu Pilav Yapmaya Kalkışan Çift'e Tombul Bir Nohut Saldırdı!

Nohutlu pilav pişiren çift'e, açık unuttukları balkon kapısından içeri dalan bir nohut saldırdı.

Saldırgan nohut müşahade altına alındı.

Ele geçirilen nohutun gdo kategorisinde olup olmadığı araştırılıyor.

Her nohut gibi sarı, yuvarlak ve tombul olan bu nohutun gözlemlenen ilk öfkeli nohut olduğu iddiası infiale yol açtı.

Dişhekimleri Odası Nohut Yarkurulu dişkıran nohutların gayet sık gözlemlendiğini, nohutun kamışla üflenen mermi olarak kullanılabildiğini, binanaleyh bu nohutun aktif saldırı yapan ilk nohut olduğunun kabul edilebileceğini basına açıklamasıyla Leblebiciler Odası Arge Kurulunun, o halde, bu yeni nohut türünden leblebi değil kebap ustası yapılabileceği ileri sürmesine yol açması ve bunun üzerine Felsefî Seferberlik Derneğinin de bu yeni nohut çeşidinin nesne değil özne olduğunu, ambar nohutu olarak yapabileceği mecburi hizmetten kaçamamaması için kanun teklifinde bulunacaklarını bildirmesi ile ülke gündemini daha da karıştırdı.

Muhalefet Partileri bu yeni nohutun gdolu olmaması kaydıyla tutuksuz olarak yargılanmasını anayasa komisyonuna katılmaları için önşart koşarken, muhalefete muhalif basın da nohutun damda keman gıcırdatan, vatandaşlara kiremit atan bozguncu görüntülerinin rasathane gözlemlerine takıldığını imâ etmeye başladı.

Gelişmeleri an be an sunmaya devam edeceğiz.

31 Ekim 2011

Bunlar da Geçer!

Ne insan hayatı bir kariyer projesi, mutluluk reçeteleriyle pişirilen bir çorba; ne de dünya her daim tekin bir yer.

Buzlar eriyor. Faylar yolunu arıyor. Dalgalar önlerine geleni silip süpürüyor.

Ne herkes beklenebileceği kadar sadık, ne evlâtlarımız hep akıllı ve uyanık, ne de insanlık tümüyle ruhsuz ve insafsız.

Kazandığımızı bir kereliğine tüm zamanlar için kazanmıyoruz.

Bugün maaşlı, iş güvenceli, sigortalı bir hayat sürdürebiliyoruz bir çok yerde. Ama aynı ülkelerin köylülerinin, dolmuşçularının, arabacılarının, hamallarının, sokak satıcılarının bir sonraki sene değil, ayları, haftaları günleri belirsiz.

Dayanıksızlık biraz da "olması gereken"in, yani beklenenin dışında bir şeylerin olup bitmesini kabullenemeyişlerimizden.

İnsan hayatı bu, yer kabuğunda bir sokak köpeğine yerleşmiş pirelerden pek fazla bir farkımız yok, onlar zıplayacak yeni bir post aramaya, bizler ise yerimizi tahkim etmeye meyilliyizdir.

Bunlar da geçer, sonra yenileri gelir ve onlar da geçer.

İnsan ölümsüz değil. İnsan geleceğini bilemez, ama bir biçimde planlayabilir. Geleceği olması gereken olarak görmeden geleceğe imkan ayırdıkça, geleceğin içini boşaltmadıkça, dünyadaki hayat bir müddet daha, belki uzun bir müddet daha devam edecek.

İnsan asla mükemmele doğru gitmedi, gitmeyecek. Bilimlerini, bilincini, toplu tecrübesini daha güzel derleyip toparlamayı belki bir gün öğrense de insan, insan olmak her daim sürdürülmesi gereken çaba ve çırpınmaya bağlı olacak.

Bunlar da geçer. Hiç bir tecrübenin ve imkânın yetmeyeceği bir an ile yüzyüze olmadıkça insanlık, başına gelenlerin bilgeliği ile çoğu güçlüğü, engeli, yıkımı, felâketi bir biçimde atlatabilir.

Yaşamak, güzel yaşamak, felaketsiz, dertsiz, sıkıntısız bir dünya istemiyor, gerektirmiyor.

Güzel bir hayat, hayatın içinde kalış, güçlüklerle insan kalarak mücadele etmek, ayakta kalmak ve ayakta tutmak işi.

Başkalarına verebileceği bir şey olmayanların alacaklılıklarını doyurabilmenin yolu yok.

Yüzüne küfredilen, itilen kakılan bir masuma gülümseme bile vermekle bitmeyecek bir hazinenin kendisini konuşması.

Donacak insanın omzuna ceketini koyamayan, işkencedeki düşmanının dudağını ıslatamayan, bir köpek yavrusunu kurtarmak için çalının altına girip kanamayı göze alamayanı mutlu edebilecek hiç bir şey yok.

Bunlar da geçer. Bütün sınanmalarda insanca davranabilmenin, insanları ayakta tutabilmenin, "taşın altına elini sokabilmenin" sevinciyle.

Bütün sınanmalarda insanca davranmak, başarmak, hep doğrusunu yapmışlık, yapıyorluk değil, kayıpsızlık, acısızlık hiç değil: Daha iyisini, incesini, daha insanîsini arıyorluk.

Efendim.

28 Ekim 2011

HANYA, KONYA, TONYA

Takunyayla kovaladıydı al yanaklı bir kız da
Hesapta yokken sevdiydim tonyayı
O gün bu gün anlamakla mükellefsin dediydi
Canbaba
Hanyayı ve konyayı

Hayat sözümden ağır yokbilmişler
Hep tüneldeyim
Yusufla bir hemşehriliğim yok
Hapishanemden kaçtım, lâkin çıkamadım ışığa
Gidiyom gidiyom gidişin sonu yok

Işık görüneli uçta ne zaman oldu
Tayım sırtımda nalları yok
Ama yer mermer, kil, cilalı taş
Yufka yürekli oluyor aksi adamlar
Kimse görmediğinde herhal

Görünmez bir adamdım
Ne kapımda akut, sivil savunma
Ne kovalayan gardiyanlar

Can abi okur şiirlerimi
Gözyaşı döker
Giderken beni de öldü
Mezarlıktaydım
Rüzgârlıydı Datça
O sabah yelkenim parçalanmıştı
Kendime de okudum
Bildiğim duaları

Dirine kıç döndü müydü
Ölüne çaput bağlar okumuşlar
Dediydi ölmeden öldük çaputtan muaf olduk 
Be abi
Sayende

Abisinin misafiriydim
Hamama dalan herifi kovalamışsın peştamalla
Kız namus elden gitti seni o oğlana verelim dediydi
Halden bilen annesi
Kafasını kıracaktım da kıyamadım geberesicenin
Baktıydı al al, mor mor
Jip peşinden gazlayınca hamama dalmışmış çocuk
Sana mı bakacak
(Yok baktıydım, parçalardı, kıyamadıydı
Yani bakmadıydım, okuduydum halini
Pembe yanaklı, terlemiş bir öfke)

Yazlık sinemada Güllü
Ediz ve Türkân
Üstüne üstüne gittilerdi kızın

Sabaha kadar uyuyamadıydım taraçada
Sonra daldım
Suya, toprağa, yola

Ardımızdan ağladıydı
Taş attiydı abisine ve bana
Bir daha geri gelmeyeceğiz diye.


(düzeltilmedi)

23 Ekim 2011

Deprem: Van 2011

Van halkına geçmiş olsun.
Depremde yakınlarını kaybedenlere baş sağlığı diliyoruz.

Felâketlere eskisinden daha hazır olduğumuzu görüyoruz. Ancak büyükşehirlerde olabilecek depremlere karşı yeterince tedbir almadığımız düşüncesindeyiz.

İşgale kadar gidebilecek senaryolar artık az çok geçersiz olsa da, kaldırması çok güç bir felâketle karşılaşabileceğimizi yeniden hatırlamamız gerekiyor. Depreme dayanıksız binaları hızla boşaltmalı, sahillerdeki yeşil alanları artırmalı, dolguculuğu bırakmalı, yolları sahillere indirmekten vazgeçmeliyiz.

Devletin kaçak inşaat yapması ve yaptırması ise suçtur, talandır, hukuksuzluk manifestosudur! Söylentilerin üzerine gidilmeli, her iddia araştırılmalıdır.

Ölenlere tanrıdan rahmet diliyoruz. Kalanların acılarını dindirmek için seferber olacağımıza dair en ufak bir kuşkum yok.

Yardım elini uzatan halklara, ülkelere de şükranlarımızı sunuyoruz.

22 Ekim 2011

İç Savaş Lobisi Devrede!

Cenaze törenlerinde farklı mezhepten, etnik kökenden esnafa saldırılara destek gerekçesi olarak "onlar keyifle çaylarını yudumluyor" diyebilenler yeniden devrede.

Komşusunu şeytanlaştırma, iğrençleştirme, panik yaratma girişimleri ve teknikleri yeniden ve pervasızca gündemde.

Polisin tavrı sağduyuludur ve beş şehirde çok ciddi provakasyonlara izin verilmemiştir. (Aynı tavrı "parasız eğitim" gibi protestolarda da göstermelerini beklemek hakkımız).

Üç beş provakasyonla iç savaş çıkmaz. Ancak yılların emekleri de zayi edilir.

Görülür hedeflerden birisi de tuncelililerdi. Ağırlıkla CHP'ye oy vermiş, Kılıçdaroğlunu desteklemiş insanlara saldırarak pişman etmek, köprü attırmak girişimi kime ne yarar sağlayacaktır? Bu işlerin ardında soğuksavaş yıllarının toplum mühendisliğini arayacaklar tamamen haksız çıkmayacaklardır!

Fanatik jargon ve linç dili yalnız marjinal sağın değil, devletçi tuzu kuru elitistlerin de dili olmaya başlamıştır.

İç savaşçı dile karşı çıkmak, demokrasimizi ve yüzyılların kazanımlarını savunmakla her zamanki gibi mükellefiz.

Tavrımızı bizim gibi düşünmeyen ama aklı başında tüm insanlara anlatmak, insanlık için dayanışmayı güçlendirmek önümüzdeki en ciddi vazifedir.

20 Ekim 2011

Gündem: Ekim 2011

Bölgede teyakkuzda olan güçler, askeri manevralar, yığınaklar üzerine sunulan gerekçelerden yola çıkarak gelişmeleri değerlendirmek mümkün görünmüyor.

Birbiriyle alakalı alakasız olay zincirlerini gözlemleyerek ne olup bitmekte olduğunu okuma imkanımız söz konusu olabilir belki. Veriler şu an için yeterli değil. Ne yapılmak istendiğini okumak gidişatı okumak değil zaten. Bir yığın aktörün, şartın, ivmenin üstüste binmesiyle oluşacak ve üzerinde oynanacak şekillenmelerin bir dinamik kazanması lazım eleştiren bir aktör olabilmek için.

Er Şalitin teslimi sürecinde Çukurca baskınına şahit olduk. Kaddafi likvide edildi. İran ve Suriye üzerine senaryolar yazılıyor. Suudlar yeni manevralarda ön planda. Irak Kürt liderleriyle görüşme trafiğinde yükseliş var.

Ordu sınır ötesi operasyon yapıyor.

Er Şalitin serbest bırakılması durumunda mülteci statüsü kazanacak mahkum ve tutukluların üzerinden bir tartışma yaşadık. Misafir edecek ülkeler, nasıl bir hayat tarzına sosyalize olmalarının düşünüldüğünin de ipuçlarının veriyor.

Çukurca baskını engellenebilir miydi? Bu geleceğe yönelik tartışıldığında sağlıklı olur. Eğer uluslarası gelişmelere bağlı değerlendireceksek, orada engellense başka yerlerde vuku bulurdu.

Münferit bir olaysa, iç konjunktürü okumakla yetinebiliriz. Sınır ötesi bir operasyonu tetikleyen bir saldırıysa dikkati Irak'a da yöneltmek zorundayız.

Türkiye Irak Kürdistanıyla kapalı sınırlar ve kuş uçmaz kervan geçmez ara bölgeler istemiyor. Irak'ın kuzeyinde ticaret, serbest alışveriş, sınır ticareti, ulaşım lojistiği alanları oluşturuluyor. Suriye bu rolü bir ölçüde küçültse de içinde bulunduğu kriz itibarıyla Kuzey Irakın orta vadede öne çıkacak iktisadi rolünü fazla etkilemiyor.

İran'ın Kandile girişini genel reel politika ile çelişkili görmüyorum. Türkiye de benzeri bir harekette bulunduğunda da nasıl çözüleceği şekillenmemiş kimsenin denetiminde olmayan alanların sivilleştirmesi üzerinde bir genel reel politik uzlaşmaya aykırı davranmış olmuyor.

Türkiye ile Irak arasındaki bölge bir serbest ticaret alanı olarak seçilmiştir. Askeri faaliyetlerden arındırılacaktır. Bu nasıl olur, hangi aktörlerin insiyatifiyle hayata geçer, kritik noktaya ulaşılmış mıdır ayrı konular.

Çukurca saldırısı Kandile müdahale çekecektir. Kısa vadede çözümsüzlük seçilse de orta vadede müdahale edenlerin hedeflerine yakındır. Uzun vadede ise, gerilimi körükleyebilecek etkileri olabilecektir.

Kandil bilerek hedef yapılmışsa, Barzani ve Talabaniye de mesaj vardır: Üzerinde uzlaştıkları reddedilmektedir, ancak zaman Irakta serbest ticaret ve entegrasyondan yana işlemektedir. O halde Türkiye içindeki etkiler mi belirleyicidir? Şimdilik bilemiyoruz.

İnternet üzerinden bazı yazarlarımızın tehdit edildiğini, münferit tepkilerden çok kollektif gerekçelemelerle bir linç kampanyası oluşturulduğunu gözlemledik. Oluşturulan linç topluluklarına müsamaha insani ve yerinde tepkiyi tepki mühendislerine yeniden teslim edecektir. İnsanlar beğenmedikleri her gazeteciyi, her fırsatta hain listesine alabiliyor ve tehdit edebiliyorsa soğukkanlılığımızı ve insiyatifimizi elimizden alma üzerinden oynanmasına izin veriyoruz demektir.

Eleştiri, muhalefet, protesto, alternatif geliştirmek fırsatçılık, kin ve kan üzerinden politika yapma işi değildir. Öfke ile kalkan hüsran ile oturur. Birileri halâ bizleri siyasetin ilkelleri haline getirilebilir olarak görüyor olmalı.

Kaddafinin tasfiyesi dünya ölçüsünde izlenmesi gereken bir olaydı. Kaddafi'nin politikaları, siyasi kişiliği tartışılır. Ancak tasfiye edilmiştir! Uluslararası koalisyonların ülke ülke dolaşıp eski yeni devlet başkanı tasfiyesine girişmesi hukuken meşru değildir. Reel politikayla ilgilenenler onaylayabilirler belki, ancak, uzun vadede kaybeden uluslararası hukuk ve demokrasi olacaktır.

Ağır iç gündem Kaddafiyi de dikkatimizden kaçırdı.

Olup bitecekler bunlarla kalmayacak sanırım. Bölge fazla yüklenmiş durumda. Bir olaylar silsilesinin göbeğinin kenarındayız.

Ortadoğu üzerinden dünya yeniden bölüşülüyor. İnsiyatifsiz değiliz artık, ancak kurtlarla arkadaşız. Zayıf düşenin yutulacağı bir sofradayız. Sıfır sorun politikasınin reel getirileri düşük olsa da, onun psikolojik imkanlarından da faydalanacağız bir süre daha.

Türkiyenin imkanı sorun çözüm kapasitelerinde. Bu da ihtiyaçlarımızdan ve kim ne derse desin sömürgeci olmayışımızdan kaynaklanıyor. Kendi sorunlarımız içerisinde başka sorunları çözme kapasitemiz var.

"Patronlarımız"ın sorunlarını çözme halinde ideolojik kılıflar buluyor ve kendi halkımızı şeytanlaştırıyoruz. İç savaşçı kafa yapısı tamamen yenilmiş değildir, sindirmeye kalkışarak değil, eleştiriye tabi kılınacak, kendisine karşı farkındalık yaratılacak bir mentalite olarak ele alınmalıdır.

Türkiyenin pazar ihtiyacı, dinamik sanayisi ve nüfusu yanlışlarını düzeltme imkanı da veriyor.

Hükümetin büyük bir yanlışını da hatırlatmadan geçmeyelim: Tükürdüklerini yalayacaklar politikası, demokratik temsil ve muhalefetin filizlenme süreçlerini de sekteye uğratıcı idi. Birilerine siz başkalarına tabisiniz diyeceğinize, onların temsil güçlerini, kapasitelerini takviye edersiniz, etmeniz gerekir. İki yönden gelen abluka söz konusu idi burada, siyaset, sorun çözme dinamiklerine itileceğine krize itildi.

Yapısal bir değişiklik sonuç verir ya da vermez, hiç bir garantisi yoktur. Gayretten başka hiç bir çare yoktur. Ancak, demokratik siyasetin önünü açmak, medeniyetin de önünü açmaktır. Muhalefeti gereksiz gören, köşeye kıstırıcı politikalar izleyen bir çoğunluk iktidarı demokratik olamaz, demokrasiyle işbaşına gelmiş olur.

Demokratik ve açık diskur sekteye uğratılmamalıydı.

Çevre hareketine, parasız eğitim hakkını vurgulayanlara zulüm ölçüsünde iftira ve propagandaya başvuran, hukukun ölçüsüzlük halinde meşruiyetini yitireceğini farketmeyen ufuk bizi bir yere götürmez!

Siyasi iktidar türkiyede iç savaş olmadığını hatırlamalı, tutukluluk sürelerini, temsil sorunlarını, tutuklu milletvekili düğümünü çözmenin adalet ve dayanışma duygusunu güçlendireceğini farketmelidir.

Daha yolun başındayız, canımız yanacak, güneşli güzel günler vaad edemeyiz birbirimize o kadar kolay. Daha adil, daha kardeşçe bir hayat dünyasının ufkundan eylemek, düşünmek, siyaset yürütmek geleceğe verilecek emeğe davet edecek olan!

10 Ekim 2011

Yılanlar Raksederlerken

Asaf Halette yılan, hint ülkesinde(n)dir muhakkak.

Zehrini akıtmış, zehri alınmış rakseden dalgınlıktır. Zapt edilemez candır.

Onlar elif der, insan eğilip bükülür, ezilip büzülür.

Kolay anlaşılmaz, bildirişimde değil bildirimdedir çoğu kez, konuşan insan. Aynı anlaşma topluluğuna üyeliğin insanlar birbirini tanımasalar da mümkün olabilecekken, insanlar birbirlerini tanısalar bile söz konusu olamaması bundan bazan.

Sözün parçası olamayan insanı hesaba katmak benim işim değilse, kimin? Sözümün bir anlamı böyle, bir anlamı öyle, bir anlamsızlığı da şöyle:

Hayat bir oyun, tehlikeli bir oyun. İnsanlar tehlikeli oyunların edebiyatını sever, oyunu da sever, ama hayatta oynanmasından haz etmezler. Bunda bir tuhaflık da yoktur.

Tuhaflık edebiyatı hakikatle ayırd edemeyenlerde olsa gerek. Onca ayrımdan sonra, her şey bir ve aynı deyiş, kabul görmek zorunda değil.

Kabullerin varsa, tokat da yiyeceksin. Hayatla oynanmaz. Hayat seninle oynar.

Binalarla da oynanmaz. Ufku tacizdir fazlası. Ufkumuzu taciz.

Söylemek istemediğimi söyleyebildim mi? Kime ne?

İnsan olduğumuz için özür dileyeceğiz hep. Kasdetmediğimiz şeyler kasdettiğimiz şeyler olduğu için.

Biz neredeyiz? Dert anlatamıyorsak? Artık dert anlatmıyorsak?

Hikâyeler bulmak, bildiklerimizi anlatmak zorunda da değiliz sanırım.

O halde linç edileceğiz!

Bazan.

Ne zaman ki, paramparçalıklarımızdan bir parça kımıldanacak ve konuşacak, o zaman dinleyeceğiz ve göreceğiz acaba ne diyoruz.

Ne dediğimiz, bizden ne kaldığı da biraz. Kötü şeyler bırakma arzusu nedendir? Mükemmel oluş teranelerine izin vermemek için mi?

Melamet bile bilindiğinde alkış alır. Köpeklerin yalından yersen övülürsün. Yemeyeceksin o halde?

Övülmekten nefret edenler neden övülmeyi bekler?

Övülmekten hazzetmeyecekler neden övülecek işler yaparlar hep?

Anladığında insan oyum da şuyum da buyum da, hiç birisiyim de diyor.

Anlıyoruz ve orada anlayışsız kalıyoruz yine.

Anlamak, anlaşılmak, şu, bu yerine bir işe yaramayı istesek?

İnsanlar ister sever, ister söver. İnsanlar ister bir piyanoyla rondo çalar, işter o  mobilyayı odun olarak kullanırlar ve donmaktan kurtulıurlar. Kullanma klavuzu vermek istememizin ne anlamı var?

Bir yanım odun, kütük. Bir yanım hep anlaşılmaz kalacak kadar ince, kavruk, pişmiş, lâpa. Ne imkânlarım var yanıp buharlaşamayacak kadar anlamına çakılı, ne de konuşmakla bitecek bir söz olarak yazılı.

Anla ve git, anlama ve kov, kal ve saçmala, kaç ve uç bir şey söylemiyor fazla.

Kendimizi abarttığımızda şaşkınlaşıyoruz. Karşı tarafı abarttığımızda şaşkınlaşıyoruz. Şaşmadığımızda daha çok şaşkınlaşıyoruz.

Risk almayan kazanır. Risk alan kazanır. Kazanan kaybeder. Kaybeden kazanır. Neyi, niçin, neden, nasıl? Ne önemi var?

Acıda nükte aramak, uçuruma düşende umut aramak işimiz, işimiz de düşen kim? Bizler değilsek?

İtirazı dile getirmiyoruz ki? Anlayışla karşılamanın ufkunda vakit çok geç.

İyi şeyler söyleyenlerinde insanlığın, insanlık yok. Ben saçmalıyorum. Çünkü her şeye çare yok. Bazan sismik araştırma yapan külüstür gemiler gibi sesler gönderiyorum, tepkiler ölçmek, fay hatlarını bulmak için de, insana jeolojik yaklaşan, çekiçle yazar şiirini.

Can Yücel çinçekiciyle çinçinliyordu. Biz cinçekicimizle çınçınlıyoruz.

Öyle ya da böyle. Hiç bir şey işlemiyor vermeyince mabud. Ve her şey işe yarıyor yollar açıkken.

Her hisse iyi hisse borsalar yükselişteyken.

Düşüncem o ki iyiliklerimiz batıracak dünyayı biraz da.

Bilinmez anlaşılmaz iyilikler yerine, itiraz etsek hale, daha iyi olacak sanırım.

Yok, evet, siz zaten itirazdasınız. Ben neredeyim? Beni anladığınız gibi anlamayın yav mı diyorum son zamanlarda, adam gibiyken sokulmadığımız kenef çukuru kalmadı, şimdi ne bok yerine koyarsanız koyun mu diyoruz, yoksa, yeni dil mi arıyoruz, kendi heykelimizi mi taşlıyoruz, bilemiyorum.

Tek bildiğim, hayattan bir şey beklemediğim. Bekler görünmem neden? Beklemezlik neden? Belirsizlik ihtiyacı nasıl anlaşıldığımıza mı yönelik, kendimizi anlayışımızı belirsizleştirmeye mi yönelik?

Konuşturduğunuza pişman olun şimdi, söz sizin!

Bende söz bitti: Artık bol bol konuşabilirim, bir beis yok!

15 Ağustos 2011

Kaçsam Bırakıp Senden Uzak Yollara Gitsem



Makam: Nihavent
Usul: Semaî
Beste: Mehveş Hanım
Güfte: Mehveş Hanım

Parmak kadarken büyüklerimin mırıldandığı şarkılardandı. Denizkızı Eftelya güzel söylerdi. Halam da. Ah, Halamın sesi!

Ses aralığının genişlediği kısımlar bir duyarlılık paylaşması duygusu verirdi hep bana. Nakaratlara doğru (üçüncü mısralara girerken) çocuk kalbim pıtpıt atardı. Şimdilerde neredeyse farketmeden geçeceğim. Belki de dayanışmasız bir dünyayı verili kabul etmeye başladığım için beste tekniğine, akışa, dinamiğe dikkatimi veremez oldum. İnsanlık kaybı, insanlığımı kaybım.

Parça bana her zamankinden daha hüzünlü geliyor artık, eski icralarını düşündüğümde bile, o an için değil, ama bu an için. Canım yanıyor, kıvranıyorum dinlerken.

Can yakıcı, acıtıcı olan kimseyi avutamayışımız, kucaklayamayışımızdan. İnsan kurdu olduk, yıkıntıların altından insan çıkaracağımıza yağmalıyoruz artık. Aman vermiyoruz birbirimize. Aman vermiyoruz birbirimizin iyi yanına, güzel yanına, duyarlı yanına. Yaralı yanına.

Çakalsız bir ormanda yaralanır yiğit sanmaktaydık, güzel bir yanılsama imiş.

İncesazdan aynı parçanın bir başka yorumu:



Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem
Derdinle ufuklarda sönen gün gibi bitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem

Gönlüm o kadar aşkınla yanmış ki ezelden
Bir lahza unutmak seni bak gelmiyor elden
N'olurdu ölüm zehrini içseydim ecelden
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem

12 Ağustos 2011

Soğuk Savaşta Tecavüz Devlet Politikası İdi!

12 Eylülde işkencehanelerde tecavüze uğrayanlar genellikle kimselerden destek göremediler. Çevreleri zaten darmadağınıktı. Ummadıkları insanlarca terkedilebildiler ve yine ummadıkları insanları yanlarında gördüler.

Tecavüze uğrayanın çevresinin de uğradığı bir travma var,çevredeki insanların aklıbaşında davranamayışları, içe kapanışları; kendilerini, etraflarını ya da dünyayı suçlamaları; bazı davranış bozuklukları gösterebilmeleri kimselere şaşırtıcı gelmemeli.

Bizler işkenceye uğrayanlara ve onların yakınlarına yönelik yapılması gerekenlere hazırlıklı değildik. Evet, dayanışma içinde bir toplum, sarıp sarmalayan bir arkadaşlık kültürü vardı. Ancak işkence sonrası ve daha da önemlisi tecavüz sonrası travmalara karşı bir bilinç, terapi geleneği, anlayış da yoktu.

Sosyalistlere, devrimcilere tecavüz edilmesini onaylayan soğuk savaşçılar içerisinde bugün kendilerini modern hayat tarzının militanı gibi gösterenler de var; muhafazakar, maneviyatçı, liberal takılan insanlar da. Bu çevreler birbirleriyle bazan demokrasi, insanlık, hayat tarzı üzerinden kapışıyorlar da.

Tecavüzün yaygın bir sindirme, ele geçirme, yıldırma, aşağılama aracı olarak kullanılmışlığına karşı çıkmış hiç bir devlet ya da kamu kurumumuz yok. Kimse mağdurlardan bir özür dilemiş değil. Kimse bunun bir devlet politikası olmasının hesabını vermiş değil!

Tecavüze uğrayıp herkes tarafından terkedilmiş bir genç kızın, bugünün orta yaşlı, torun sahibi insanının, eğer halâ yalnız değilse, halâ bir kenarda geçmişinin yükünden kurtulmanın çırpınışı içinde değilse, nasıl ortaya çıkmasını ve geçmişi yeniden yaşamasını, şikayetçi olmasını isteyeceğiz, bekleyeceğiz kendisinden?

Halâ geçmişinin çilesini çekiyorsa, hangi yüzle yeniden yüzleştireceğiz onu yalnız bırakılma, satılma, terkedilme tarihiyle?

Tecavüzün bir devlet politikası olmaktan çıkarılması için, öncelikle devletin, darbeyi yapan güçlerin, güvenlik kuvvetlerinin, milli güvenlik politikasının sözcülerinin özür dilemesi lazım. Geç de olsa travma merkezleri, terapi kültürleri, bilimsel platformlar oluşturma çabalarının gösterilmesi lazım.

Tecavüz mağdurları için uzun vadeli politikalar, ciddi maddi ve toplumsal kaynaklar, sosyal dayanışmanın zayıflamasının gerektireceği destek ağları bir an önce hayata geçirilmeli. Amatör ruhla yapılanlar, insan hayatınındaki kırılmış, ezilmiş, yanlış yönlenebilmiş mekanizmaları sadece ve sadece altüst edecektir. Terapi kararlılık, süreklilik ve farkındalık gerektirmektedir.

Tecavüzü bir kurum olarak ortadan kaldırmaktan bir mağduru rehabilite etmek daha uzun zaman alabilmektedir. Mağdurlara bir borcumuz vardır. Onların yaralarını sarmadan bir halk olmamız, ortada insan diye dolaşmamız anlamsızdır.

İşkencenin yasaklanması yeterli bir adım olamaz, işkencenin mağdurlarının da yaralarının sarılması gerekir. Önce resmi bir özür şarttır. Soğuk savaş politikalarının yerle yeksan edilmesi, ondan nemalanmış modernizmin ya da muhafazakarlığın kendilerini eleştiriye açmaları şarttır.

Tecavüz mağdurlarının yaralarının sarılması, yol açılabilecek davranış bozukluklarının çözülmesi amatör terapi ya da geçici müdahalelerle, dost eliyle hayata geçirilemeyecek kadar ciddi ve organize süreçler gerektirmektedir.

Bugün halledilmiş görünen sorunlar dahi, konu tartışmaya açılınca, tek tek konular üzerinde konuşulmaya başlanınca kapanmamış yaraları da açabilecektir. Korkum budur.  Suskunluğum buradandır.

Konuyu bilen, kararlı ve uzun vadeli, iletişim ortaklarını zorlayabilecek terapi politikalarının bireysel ya da özel planda yürümesi de imkansız hale gelmiştir. Libertaryan, hiç zorlanamayan hayat tarzları içinde terapeftik iletişim dayanak ve destek bulamayacaktır. Liberal çok bilmişlik zorlayıcı ve çileli yolu bloke edecektir. Yeni hayat tarzlarının bir konuda avantaj sağladığı ise aşikar: Mağdur cinsel istismar, taciz ve tecavüzden kendisini daha az suçluyor. Tecavüz kadının kendi başına göğüsleyeceği bir acı olmaktan çıkıyor. Ancak insan ilişkilerinin uzun emeklerle oturtulması fikrinin kalkması, gereğinden uzun gelebilecek terapi süreçlerini de devre dışı bırakıyor.

Özel hayat içerisindeki "terapeftik" faaliyete ben terapi özüyle bakmıyorum. Anlaşılabilmesi için analojik gelebilecek bir temel sunmaya çalıştım. Çoğu sorunun aşılması hayat süreçleri içinde de mümkün. Teknik destek, hayat tarzlarının ve kalıplarının oturmuşluğu içindeki esneklikte daha kolay. Uzman bakışı her ortamda bir gereklilik. Hayat tarzlarının olmadığı, belirsizleştiği konjunktürlerde ise terapi ve rehabilitasyon faaliyetinin imkanları bilgi alanından daha dar.

Kırılmış, ezilmiş, bükülmüş bir anlama anlaşma sürecini yeniden kurmak, aşk, sevgi, inat, kapışmayı göze alabilirlik dahil çok şey istiyor. Profesyonellerin yapamayacaklarını göze almak, konuyu insanlar bir ucundan yakalamış olsalar bile zor. Öncelikle terapeftik süreçler dayatmalar olarak algılanacaktır etraftan, başarı imkansızdır neredeyse. Karşı çıkış, karşı koyuş ve karşı duruşun zaten kendisi yıpratıcıdır. Vazgeçilemez bir otorite oluşturma, bir başka bağımlılık yaratma durumuna düşmeyi özendirirsiniz.

Kimyasalların bu kadar ağırlıklı kullanımı rehabilitasyonun sosyal ve doğal cevresindeki kayıplar ile de ilgilidir. Oturmuş bir paradigmadan hareket edilememesi kadar.

Bugüne kadar hiç bir ülkede ciddi bir tecavüz mağduru rehabilitazsyonu yapılabilmiş değil. Mağdurluğun korunma gereksinimini karşılamak iyi ama yeterli değil. Ortaya çıkabilecek davranış bozukluklarının tutarlı ve kararlı bir biçimde aşılabilmesi için hem mağdurun isteği, hem mağdurun çevresinin dayanışması, hem de sürece mağdurun zor ve uzun süreçlere müdahalelerine mağdurdan yana çıkma adına  bir zahmetsizlik kültürünün çok bilmişlikleriyle kesintiye uğratılmaması şart olduğu için. Böylesi bir dayanışma ve oraganizasyon kendiliğinden olmaz. Mağdurların sonsuz sabrı da söz konusu olamaz. İnsanın çoğu sürecinin zorlayıcılığının, bıktırabileceğinin bilincini yerleştirebilmenin bir yolu var mıdır, bilemiyorum.

Tecavüzü hem mahkum etmek, hem de mağdurları şikayet edebilir, rahabilitasyonu göze alabilir hale getirmemiz lazım. Mağdur yakınlarının hem değer yargılarını hiç olmazsa paranteze almalarını sağlamamız, hem de onların da davranış bozuklukları gösterebileceklerine, bir biçimde etkilenmiş olduklarına dikkat etmemiz, onları da incitmeden angaje edebilmemiz lazım. Sadece mağdur için değil, kendi hayatlarının anlamı için de.

Zaman yaraları sarar, ama zaman her yarayı her zaman için sarmaz. Gelgitler olur. Herkes için. Yarasız insan varsa beri gelsin. Daha basit bir mevzunun daha kolay atlatılacağı diye bir şey yok. Bazı sorunların bir arada oluşu daha değişik şekillenmelere yol açar. İnsan insana benzer. Ancak, hal hale, tepki tepkiye, çözüm yolu çözüm yoluna benzemez.

İnsanlara karşı sorumluluk aldıkça her daim yanlışlar yapacağız. Hata yıkmaz. Hoyratlık yıkar.

Otoritesinden bir biçimde yararlanmayacak bir rehabilitasyon gücü, anlayışı ütopik de gelse şekillendirilmek, sunulmak, hayata geçirilmek zorunda.

İnsanın zulmü dostun, terapinin, rehabilitasyonun, dayanışma lafzının, otoritenin, sığınılan yerin zulmüne dönüşmemeli, yani öyle algılanmamalı.

Mağduru sorunlu mu gösterdim bilemiyorum. İşte bu yüzden de konuşmak istemiyorum! Sorun büyük. Hiç bir şey sanıldığı gibi değil. Otuz yıldır vicdanımı kemiren bir şey yapamamışlık azabı işkenceci ve mütecavizleri mahkum ettirmenin dışında bir çaresizliği besledi ve büyüttü. Mağdurların, mağdurların dünyalarının sessiz çığlığını, küskünlük ve kırgınlıklarını, bazılarının halâ boğuştukları varoluş çırpınmalarını işitebilerek yaşamak kolay bir iş değil.

8 Ağustos 2011

Fâize Ergin: Kime Hâlim Diyeyim, Kime Feryâd Edeyim, Kime Rüsvay Olayım, Kime Şekva Edeyim



Uzun yıllar, aralar sonrası eve uğradığımda pek fazla konuşamazdık. Doğrudan konuşamazdık.

Sofra sonrası geçilen şarkılarda Faize Ergin'in "Kime Hâlim Diyeyim Kime Feryâd Edeyim"i muhakkak icra edilirdi. Görmememiz gerekeni görecek, duymamamız gerekeni duyacaksak; görmüş ve duymuşsak, görme ve duyma ihtimalimiz varsa ve susulacaksa Annem de katılırdı ayakta, mutfaktan, meşguliyetinden.

Artık susmadan susmayı öğrendik. Sofra yok. Geri dönüş noktalarımız gitgide siliniyor. Bir zamandan sonra, asıl, ileriye bakmak şart oluyor. Enver Paşa'nın ölümü bu hali hatırlatır bana. Şarkıyla alakası yok.

Şarkıyı bir başka söyleyen ağırbaşlı bir köpekti. Aralarına dönülebilir insanların bakî olduğu zamanlarda. Yeni bir insan önerilmemesi gerektiği günlerde.

Beste: Fâize Ergin. (Tanburî ve bestekâr Fâize Hanım, Fahire Fersan'ın kızkardeşi ve Refik Fersan'ın baldızıdır.)
Usûl: Düyek
Makam: Acemaşîrân
Güfte: ?
Yorumlayan: Melihat Gülses
Ney Taksimi: Murat Aytekin
İcra Üzerine: Sabite Tur yoğunluğunda, ama bana hitap edemedi. Musikî meclislerinde bir haleti, söylenemezi, dile gelemezi paylaşırken pırıldayan; ortak ruhu çağıran, bir ruh ortaklığı bildirisine dönüşen şarkılardan idi, bir başka icra edilirdi, ondandır. "Dağ-ı derûn"da Şeyh Galibe de bir gönderme var, sanırım.

Kime hâlim diyeyim kime feryâd edeyim
Kime rüsvây olayım kime şekvâ edeyim
Kime bu dağ-ı derûnum kime ifhâm edeyim
Gülerek gel güleyim kendimi handân bileyim


(Dil aynasızlarına soru: "Aralarına dönülebilir insanların bakî olduğu günler" mi, yoksa "aralarına dönülebilir insanların bakî oldukları" günler mi? İkisi de mi? Bir üçüncüsü mü? Ne zamandan bu yana? Hangi dönemde? "Seyh Galibe" mi "Galipe" mi? Gaalip ya da Gaalib mi? Yoksa Gâlib ya da Gâlip mi? Hangi kurala, dile, dil dünyasına, dil zamanına göre?)



7 Ağustos 2011

İyi ki Kapımı Çaldın










Geldin, insanlığımın hesaplaşamadığım yanları ile boğuşmama vesile oldun.

Henüz ele alabilmek için yeterince olgunlaşamadığım konuları rafından indirip önüme koydun.

Hayatım ellerimde. Yoğuruyorum ne olup ne olmayacağımın hamurunu.

Hisarlı Ahmet, Yağmur Yağar




Yitirdiklerimiz için ağlamayacaktık. İnsanlık devam edecekti. Ama etmiyor.

Neden bu talancı güruh, çok bilmişler, mezar yağmacıları sizlerin devamı, eleştiricisi, mirasyedisi.

Neden en namuslularımız, en aydınlarımız, en yiğitlerimiz kayıp?

Sizlersiz hayat dayanılacak gibi değil!

Sizler bu halkın, bu toprakların arif tavrının temsilcileri idiniz.

Toprak, hava, rüzgar, su, kan ve ter kokmuyor bu insanlar, bu ezber, bu çok bilmişlik, bu ot bitirmezlik.

Hava kurşun gibi ağır. Hava kısır. İnsanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakamıyorlar artık. İnsanların gözü birbirlerinin elindeki acıda, emekte, çilede.

Sizlersiz ne meyhane hoş bir yer, ne dost meclisi şen, ne saki havada, ne de sokaklar koşuşturmada.

Ya sizler geri gelin, ya da beni alıp götürün, dünyada hasrete değer bir şey kalmadı gibi.

Umut yoksa insan da yok!

4 Ağustos 2011

İnsan Ecinnilerini de Sevdiklerine Benzetir


İnsan sevdiklerini, en yakınındakileri, pisipisine kaybettiklerini şeytanlaştırır.

Kaybetme korkusu korkuların en büyüğüdür. Kaybetme korkusunu yenmek için ya korkusuz olmaya kalkışacaksın, ki onun da hala can çekişse de devam eden bir geleneği var, ya da ufkunu, duruşunu değiştireceksin.

Eskilerde bir çocuğun terbiyesine sıradan bir şey imiş gibi yerleştirilen fanilik, geçmiş, gelecek, rıza, karşıkoyma ve insanlık anlayışını bugün edinebilmek, erişimi bir ömür gerektiren uzaklıklarda.

Hazcı kurtulmuşluk steril, zamansız, geleceksiz ve geçmişsiz bir an’a esir bir bilmişlikten buyurup duruyor.

Mesafelilik, ölçülülük ve rıza kaçış değildi. Nietzsche’nin hayattan kaçış olarak eleştirisi aynı zamanda "emansipe"msi söylemin cıkış noktalarına karşı idi.

Kurtulmuşluk, kurtulmuşluktan konuşmama inceliğinde olmalıydı.

İnsan bazan hayat acısıyla, kendisine hayat gücü vereni besleyen damarları söküp atmaya kalkar. Bu anlaşılır işi aydın yaptığında ne diyeceğimizi bilemez oluyoruz bazan.

Kendine zor zamanda kucak açan, kaderini daha kötü bir kadere benzeyen bir kadere açan dayanışma; yalnız bırakmamanın, sadakatin, kendini vermişliğin ya da adamışlığın bazan yapışıp kalacakmış, tutsak alacakmış gibi gelebilen sarıp sarmalayıcılığı ne kadar boğucu gelebilir, açıkta kalmışlığı, itilip kakılmışlığı artık unutmaya başlamış birilerine.

Yeni Hayat sığınma kapıları açıyor güne, an’a. Gününde olmayana ah ne yazık!

Ne yazık tedevülden kalkana, hastaya, yolda düşene, artık beğenilecek bir şey sunamayana!

Çocuğumuz okulun en güzeli, en akıllısı, sağlıklısı olmasa da evin sultanı. Daha akıllısını, güzelini, kibarını, sakinini, üstününü aramıyoruz bağrımıza basmak için. Huysuz kedimiz bile evin kedisi, daha iyi kediye başkaları için bakıyoruz. Sıradanlaşmış, rutinleşerek gündelikte kaybolmuş veya çözünmüş, üzerine tartışılması akla gelmeyen bir vefa, gündelik bir arada olabilişin olmazsa olmazlarından idi.

Daha işimize geleni söyleyenle, daha kolayıyla, daha güzeli, rahatı veya akıllısıyla değiştirmiyoruz elimizde olanı, en azındından hepimiz, her daim.

Rahat kendisinden kötü değil. Bunayan eşimiz, dengesini yitiren çocuğumuzun verdiği rahatsızlık ise hayat tercihi mevzusu değil çoğu kez. Her yoklukta, hastalıkta, kafa karışıklığında, yoksunlukta, zorda, darda evden kaçmıyoruz.

Kolayı varken zorunu yapmak, rahat edebilecekken rahatsızlığı aramak başka bir şey, her şeyi inceliğinde yapmanın toplumunda oluşta ve insanı ayakta tutmanın çırpınışları içinde kan ter içinde kalmamız başka.

Çocuklarımızın, geleceğimizin temellerini zamansız, mirassız, tecrübe aktarımsız bir insanlık anlayışına zorlamanın bir göstergesi de insanlararası ilişkinin haz sömürgelerine dönüştürülmesine izin vermemizde. Haz kötü bir şey değildir. Hazzı derinliğinden koparmak ise zulümdür.

Hakikatlilik acıtır, ama geleceğe miras bırakır. Günü atlatan ise çocuklarını bile sokakta bırakır: Yine bizim sevmedikleri beğenmedikleri hayat anlayışımızın, niyazlarımızın, derimizle giyindirip koruyuşlarımızın, ama azarlayabilişlerimizin, karşı çıkabilişlerimizin, isyan edebilişlerimizin zevrak-ı derûnunda hayat bulup, serpilip, neonlara ve itibara koşarak…

Bizim gibi olmayı istemeyiş, insanî bir korku. Çileden kaçış, hayata sarılma da. Bizi bilenlerin, evimizdeki insanlara "tatlı hayat"ı göstermesi ise anlaşılır değil: Sokaklar acılı, yolunu kaybetmiş insan kaynarken, yolunu kaybettirecek başka insan mı yok?

Sezarın sırtındaki hançer öncelikle kendi mutfağından çıkar.

Acı çeken kaçacak, içine kapanmayacaksa, işine bakmayacaksa. Bundan doğal ne var?

Eger gelecek nesiller olmasaydı, kaynaklar sonsuz olsaydı, hayat boyu güzel, yakışıklı, zengin ve insan olabilseydik dayanışmaya ihtiyaç kalmazdı belki.

Yarım çocukluklar yaşayacak artık insanlar, kendilerinden vazgeçilemezlikten vazgeçemezken, onun kültürüne, terbiyesine meydan okuyarak.

Meydan okumalar, daha iyi bir argümana, temele, söze de kapı açsa insanlığın sözcüleri kendi yollarını bulmada aciz kalıyor, çıkış yapamıyorlar. Mezar talanı gibi geliyor, bu yüzden, insanların acıdan, yalnızlıktan çıkış için, yollarını ararken, yüklerinden kurtulmak için yaptıkları.

Meydan okumalar değil mesele. Şeytanlaştırılışlarımız, aradan çıkarılıverişlerimiz, emeklerimizin süpürülmesi, ihtimamın zulüm diline çevrilmesi olağan işler. Asıl söylenecek şeyleri olanların ayağa kalkamaması, yalnız kalmalardan konuşmanın zehirinin bize de bulaşmış olması fena.

Yanlışımız, iyi olanın bekçiliğini de yapmaya kalkışımız. Sonuç almaya çalışmamız. Yenilmeyi, dikiş tutturamamayı kabullenip, uzaklaşmayı beceremememiz.

Dayatılan güzel, şeklen güzeldir. O anlayışı bir ihtiyaçtan, arayıştan savunamadıka insanlar, bir elbiseyi çıkarır öbürünü giyerler.

Elbiselerden birisi Hallacın derisi, diğeri ipek. Elbette ipek evladır, giyinmek için.

Çıplaklık, moderenlik, doğallık karşıtı gibi mi görünüyorum/görülüyorum bazan bilemiyorum, ifade edeyim kendimi yeniden: Benim gözümde çıplak Hallaçtır!

”Derin yüzülmesin ey insan!” diyorum; rüzgardan, şakiden, tecessüsden sakın, perdelerini çekmesini bil. Sözünü tüm çıplaklığıyla/çıplaklığında söyleyeceksen kendi idam sehpana tekme atabileceksen, "derimi halâ yüzmediniz!" diye zulmü kışkırtabileceksen yap!

Kültürü eleştireceksen, ”Deccal”ı yazacak kadar ileri git, kendini sars! Sarsıl!

Mıymıylığın modernizminden, populer kultüründen, aşksız aşk lafzından bıktık, usandık, yorulduk!

Vazgeçemeyen, eleştiremez!