30 Temmuz 2009

Aşık Veysel Fötrşapkalı mıydı, Takkeli mi?


O bir aşıktı. İnsandı. Köylüydü. Bilgeydi. Halktan birisi idi. Bir istisna idi.


Hakikatliydi. Gözü hakikatine açıktı.


Söyleyeceği bir şeyler olan bir insandı. Bir itirazı, bir katıldığı olan bir insan.


Geleneği aktarırken gelenekle aktarılan bir insan.


Sınırlarını tevazuyla, aşkla, sabırla, tokgözlülükle aşan bir insan.


Dinleyen bir insan. Duyan bir insan. Cevaplayan, paylaşan, soruyu öksüz bırakmayan bir insan.


Bir halkı, derdi, aşkı, dünyası, hayatı, ölümü olan bir insanı; çayır çimen kokusunu, çıngırak seslerini, yıldızların gözler kapalı nasıl seyredilebileceğini, yolda kalanları kamçılayan karı, boranı, yağmuru; köprü yıkan seli, balıkların zıpladığı şelaleleri; lalaeyi, sümbülü, menevşeyi kalbine nakşetmişliği; bir hikmetin kapısını açmış olmanın huzurunu, çoluk çocuğun kokusunu, ocağın cızırtısını ; eski şiirin ve insan olma isyanının sokakları okşayan rüzgarını nasıl nakşedebilirsiniz?


Veysel olmanın köylülük; boğaza kusmanın, borsada oynamanın, öğretim üyelerine hakikat yasağı ama yabancı ülke mecburiyetinin ilerlemecilik olduğu; Refik Fersanı, Refik Başaranı, Gastambolulu Sarı Recep Ustayı, Muharrem Ertaşı tanımamanın sıradanlaştığı bir ülkede kim neyi nasıl ifade edebilir?


Bir dilin gücünü bilmeyen, dilinin taşıdığı fırtınaları duymayan, başka insanları, dilleri, renkleri, acıları, sevinçleri, bilgelikleri de duymaz.


Aşık Veysel, çocukluğumuzda er ve köylülerin lokantalara ayakları kokacağı için alınmadığı, elinde tamburayla geçenlere alaycı gözlerle bakıldığı bir dönemin yiğit sesiydi. İsyan etmediğine isyan edildi. O bir kasırganın, fırtınanın şefkatiydi, okşayan eliydi. Ülkesini savunan, ayakta tutan, besleyen, yar ile meleşen, kuzularıyla koklaşan, aşkın dilini közde tutan bir bal arısıydı.


Aşık Veyselin Heykelini dökebilir miydi rahmetli Kuzgun Acar? Kuzusunu koklayan bir koyunu, kelebekle danseden bir danayı, aşık kahvelerini büyüdüğünde bulamayacağını hiiseden, ama içeriye girmeyi sınamayan vakur çocukluğumuzu, kamyonun üzerinde oynayan bir Neşet Ertaşı, sohbetteki bir Ali İzzeti, asker yavrısına kavuşmuş bir anayı nakşetmeden ama?


14 Temmuz 2009

2009'un İlk Yarısında Türkiyede Hâl ve Gidiş 1: Avrasyacılık ve Çin


Çinde olan bitenleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye açısından okumaya çalışır mısınız?


Avrasyacılığın sonu gibi görünüyor. Olan bitenlerin komplo olduğunu, bozguncuların işi olduğunu düşünmüyorum. Bunun böyle olmasında Çin'in sorumluluğu var. Öncelikleri bizdeki Çin dostlarının öncelikleri değil, kendi homojenite, iç genişleme, devamlılık sorunları önde geliyor olmalı. Tabii bunun bir de ideolojisi var. İdelolojilerin içekapalılık getirdiğini, içekapalılıkların da ideolojik setler/duvarlar gerektirebildiğini söyleyebiliriz, Marx'ın "yanlış bilinç" vurgusu ile kullanırsak kavramı. İdeolojide her daim ezber, bazan alışılagelmişin aklıselime iktidarı var. Çin, ufuk genişlemesine hazır değil. Sorun çözerek değil, ezerek, kapışarak, planlayarak, düzenleyerek "meselelerini" hallediyor gibi görünüyor. Uluslararası dayanışmaya katılma ve onun sorumluluğu ile davranma durumunda değil gibi görünüyor Çin.


Kapalı bir toplum mu Çin?


Bunu söyleyemeyiz. Kapanmak durumunda mı, kapalı mı, bazı açılardan kapalı mı Çin uzmanları değerlendirsin. Burada dikkat edilmesi gereken Çin'in ekonomisi, finansal durumu, dünyanın yeni şekillenmesinde Çin'in karşı karşıya kalacakları. Reel politik ufuk, çaresizlik, dünyaya kapalılık pekâla paralel gidebilir.


Çin'in Doğu Türkistandaki tavrı kendi çıkarına mı?


Sanmıyorum. Gorbaçovun hatasına düşmedikleri, yeni ekonomik açılımlarında izledikleri siyasetin dengelerini koruduğu gibi şeyler söylendi durdu. Tibet ve Türkistanda zorlayıcı bir tavırları var. "Kışkırtma", "üç kuvvetler" gibi kavramlara başvurmaları, ama bölgeleri kaynatabilecek politikalar izleyebilmeleri asyalı merkezi devletlerin yapıları yakkındaki önyargıları güçlendirici.


Tibet ve Uygur bölgeleri Çinden kopabilir mi?


Bir kaynayış var. Komünist dönemde fazla zorlanmayan demografik dengeler radikal bir biçimde değiştirilmeye başlandı son yıllarda. Bunda bir ölçüde boş alanları kullanma, altına hücum gibi demografik akışlar olduğu da söylenebilse de sosyolojik anlamda, etnik politikalarda radikalleşme, homojenleştirici planlamacılığın öne çıkışı ağır basmakta. Dış dünyanın Çini zorlama politikaları var. Ama bu tek yanlı bir politika da değil. Karmaşık bir alışveriş, entegratif bir kapışma ve gerilim. Türklerin ve tibetlilerin kopma ihtimallerine gelince, rahatsızlar, ayrımcılığa tabi oldukları kanısındalar, ortak bir ülkede yaşadıklarını değil işgal altında olduklarını düşünüyorlar. Ne düşündüklerine aldıran, cevap veren bir tavır ile karşı karşıya değiller. Güçler dengesiz. Sorunlar dış müdahaleden değil iç dinamiklerden kaynaklanıyor. Kopuş olursa, dünyada beklenmedik gelişmelerin olmasıyla olur. Ne Çinin politikaları ne de dış dünyanın müdahaleleri böyle bir "entropi"ye yol açmaz.


İnsan Hakları?


Bizde "kahrolsun insan hakları!" diye bağırarak yürüyenler olmuştu. Bugün demokrasiyi savunuyorlar diyenler olacaktır, bir ölçüde haklılık payları da olabilir. Dünden bugüne böylesi geçişler o kadar kolay olmuyor. Ne gelişmemiz, ne de ceberrut söylemlerimiz alelacele değerlendirmelerle ele alınabilir. Çinde de dengeler kurulmuş değil. Sosyalist hak kavramından, genel bir hak kavramının sistematiğine doğru bir hak pragmatiği ve praksisi kurmak zaman alır. Yüzeyde savunulan, cepheden karşı çıkılan kavramsallıklar olsa da, hak ve hukukun temellendirilişi her daim farklı biçimlerde de olsa söz konusudur. Ortak hayat bir hukuk ifadesidir de. Bunun sarsılması hukuksal bir sarsıntıdır da. "Kahrolsun haklar" diye bağırıldığında haksız hukuksuz değildik. Şimdi bağırılmıyor ama, sorunlarımızı çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Çinde de hukuk yeniden keşfedilecek değil. Ama geçiş döneminde özellikle, hangi kanallar, saikler, politikalar ağır basacak düşünmek biraz ürkütücü. İnsanlığa zarar vermeme kaygısı risk almayı da getirir. Sadece kazanma ve kâr üzerine toplum inşa edilemez. Ama bunların öne çıktığı ve bunları öne çıkaran devletler, dönemler olabiliyor, oluşabiliyor. Çinin kısa orta ve uzun vadedeki açılımı bugünün şartlarından yola çıkarak yapılabilir, gerisi kehanet olur. Kehanet olmayansa projedir, büyük devletlerin gelecek okumalarını programatik anlamıyla, proje olarak okumak lazım. Ben sadece tahlil yapabilirim, tahminde bulunabilirim, yeni verilerle düzeltilmesi gereken.


Tahmininiz nedir?


Çinin sorun çözümünü sadece "büyük politika" olarak görebildiğini düşünüyorum, gündelik demokratik pragmatiği işletemediğini görüyorum. Tıkanmalar insanlığa büyük acılar yaşatabilir. Ancak ne Çin tek başına, ne de dünyanın sistematik imperatifleri, iktisadi eklemlenişin yeniden şekillenişlerine çeşitli müdahaleler büyük tıkanışları tetikleyebilecek tek yanlılıkta. Riskler büyüyor. Riskle kasdettiğim uygur ve tibetlilerin taleplerinin zamanda uzanımında değil. Haklarını talep etmede haklılar. Riski büyüten onlar değil. Sorun çözümünde soruna baskı ve ertelemecilik, kendiliğindenci görünen bir dünya sistematiğinin dinamiklerini daha da karmaşıklaştırabilir. Çinin iç diyaloğunu kuramaması, buna önem dahi vermemesi herhangi bir depremden daha ciddi sarsacaktır dünyayı. Tahminim, belli bir döneme kadar dünyayı gerseler, ya da reel politik gerilimle yaşamaya çalışsalar da bir süre daha, Çinliler, daha saydam, daha diyalogcu bir iç ve dış politika değişikliğine gitmeyi düşüneceklerdir. Başarabilirler mi bunu? Risk alarak riski küçültmek kolay kabul edilebilir bir şey değil.


Avrasyacılığa dönersek?


Bu işte Çin'in olmadığını gördük. Büyük politika olarak düşündüklerini düşünelim: Gündelik pragmatiği olan bir projeleri yok. Sorun çözümünde planlamacı bir paradigmadalar. Planlamacılık yanlış değil ama yeterli de değil.


Aydınlarımızın içinde Çin olmayan bir Avrasya düşündüklerini düşünebiliriz. Hindistan da Çin'e benzeyen sorunlarla karşı karşıya. İran aktör olmaktan tepkisel bir alana çekilme arası bir pozisyondayken seçim sonrası sorunlara gömüldü. Rusyanın kendisi de avrasya(da) ittifakı olan de bir avrasya olarak düşünülebilir belki.


Rusya da sorunlarını çözmekle megul. Ancak dışpolitikada bir aktör. Türkiyeyi hesaba katmak durumnda olan bir ülke. Bunu Türkiyeyi zorlamadan da yapabiliyor, yani hafif ve radikal avrasyacılık arasında çeşitlemelerde bulunabiliyor.


Periferisinin dinamiğinde daha esnek ve pragmatik. Büyük politikayı, gündelik pragmatikle birleştirebiliyor. Ancak kurabildiği dengeler, rakip dengelerin üzerinde.


Avrasyacılık olsa da olmasa da, Rusya hem Türkiyeye kendi dengelerini kurma fırsatı verecek, hem de bir ölçüde rakip olacak. Rekabette ölçü kaçırmak oldukça zor olacak. Yani bir ekseni olacak ilişkilerin. Ticaret ortağı, sistemik rakip, verkaçlarda takım arkadaşı oluş, aynı periferide rekabet, aynı periferide değişik müttefik kombinasyonlarıyla gelen dayanışma ve çatışma, esnek ve dayanıklı ilişkiler şekilleneceğine delalet ediyor.


Aydın'ın avrasya diye bir alternatif olarak Rusyayı işaret etmesinin de içini boşaltıyor, olan bitenin, bir pragmatiği olanın ideolojiye dönüştürülmesini anlamsız kılıyor.


Avrasyacılık?


İdeolojik ifadesiyle sona erebilir, şimdilik. Ancak rakip duruşa entegre olabilen (ortaklık, rekabet, alışveriş dinamiklerinin iç içe geçişiyle) bir avrasyacı ilişki da söz konusu olacak gibi görünüyor. Bizdeki ideolojik temsilcisinin yerini, diplomatik, iktisadi pragmatiğimiz alacak gibi. Fikirleri bir başka boyutta, başka bir sistemik aidiyet içinde nispi bağımsızlıkta hayat bulur gibi olacak.


Kehanette bulundunuz ama?


Hayır. Görülen köy kılavuz istemez. Ancak gördüğüm köy, buradan ne görülebiliyorsa o. Ve gelişme zincirlerini dondurarak, konuştum. Dünya kadar perspektifi ihmal ederek. Bazı şeylere dikkat çekebildiğimizde onların hakikatini gösterebilmiş oluyoruz. Ancak kehanetle varılabilecek bir yer yok. Tarihi inkar ederek, tarihi oyuncağımız gibi görerek sadece ve sadece kendimizi aldatabiliriz, o kadar.