31 Mayıs 2009

"Ceberrut Devlet" Kavramı ve Sivil Toplumculuğumuzun İçedönük Oryantalizmi İçin Not


"Doğu despotizmi", kültürel genetik, dini genetik, medeniyet yıkıcı kültürlerin varlığı, doğunun batının açılımlarını yapamayacağı, demokratik gelişmenin batı tipi gelişim şeması izleyeceği, geriden gelenlerin söyleyecekleri birşeyin olamayacağı, Asya Tipi Üretim Tarzı, kapitalizmin insanlığın gelişiminde zorunlu bir aşama olması, kapitalizme geçişi engelleyen (ve dümdüz edilmesi gereken?) kodeksimiz gibi listesini çıkarmada zorlanacağımız bir yığın tez "Ceberrut Devlet" kavramıyla birlikte kullanıldı.

İdris Küçükömer üzerinde zamanla yeniden düşüneceğiz. Tezleri üzerine düşünerek, onu açarak, önyargılarımızı (sorgusuz katıldığımız ve tereddüte karşıladığımız iddiaları)açarak daha derinden anlamaya ve ufkumuzu eleştirmeye çalışacağız. Daha sonraki dönem için Asaf Savaş Akat, Murat Belge ve Mete Tunçay gözden geçirlebilir.

Ceberrut devletin algılanmasında çeşitli planlarda orientalist yaklaşım söz konusu.

1) "Ceberrut Devlet" evrenselleştirilemezlerden görünüyor ve batılı toplumlar için düşünülmüyor (gibi). Mümkündür belki, ancak, "böyle mi ve doğru mu?" kurcalayacağız (zamanla).

1a) Kavram, doğulu merkezî devletlerin üzerinde kalıyor. İsveç modernleşmesi, Alman Merkezciliği ve devlet anlayışları karşılaştırmalara, devlet kavramının tarihi ve sosyolojisi içerisinde yeterince ele alınmamış.

1aa) Soğuk Savaşın ve Oryantal Despotizmin uygulamaları birbirine karıştırılıyor. Soğuk savaşın bir çok kurumu askeri ittifaklar üzerinden Almanyadan nakil gibi görünse de bu işlerin daha karışık olduğunu sanıyorum. Analojilerden kaçılmıyor, edebi deyip geçsek bile çoğu kez, analojilerde tarihsel ve kültürlerarası (iddia edilen) geçişsizlikler geçişliliğe dönüştürülüyor, arguman olarak kullanılıyor.

1ab) Kurum transplantasyonları çarpık batılılaşmaya da gösterge olarak alınıyor. Ama ihraç edildikleri toplumlardaki "işlevleri" karşılaştırma dışı kalıyor.

1ac) Karşılaştırmalar bir yöntem olarak reddedildiğinde de, kavramın genel tarihi gözardı edilebiliyor, tarihsel ve tarihdışı argüman aynı düzlemde bazan tamamen edebi bir söylemde bir araya (ve karşı karşıya?) getiriliyorlar.

1ad) Toplumlar, kapitalizmler, sosyalizmler, sistemler olgunluklarıyla ele alınabilecek forma sahip değiller. Anlama her zaman için sonradan anlama, dönemin bir biçimde kapanması, "kapanır görünmesi" gerekiyor. Kesinlik iddiaları da relativist olmayan bir anlamda yanlış. İdeal tipik olanla, en olgun, kendini ele vermiş, açıklığına kavuşmuş ve hakikatiyle kendisini ispatlatır kavram (olsaydı bile, olduğunda bile) birbirisi ile örtüştürülmemeli. Bu çok sık yapılıyor!

1b) Habermas'ın batı toplumları için geçerli toplum kuramını az eleştirmiyoruz. Hiç de "anlaşılamadığı gibi" Gadamer ile "universalia" üzerinden bir "karşı karşıya" gelişe tanık oluyoruz burada. (İlerde açılacak: Habermas - Gadamer: Universalia, Praksis, Fronesis.)

1ba) Bizde de tersten bir doğu için geçerli toplum kuramı var. Toplum kuramı haline getirimemiş, ama öncülleri ve ardılları, argumanları ve varsayımları bu forma dönüştürülebilir, ve Gadamerden ağır bir itirazla karşılaşır. (Popüler versiyonlarda, Kant eleştirisinin Kant estetiğinin gölgesinde kalması, dahi estetiği sorununun aşılamamış olması, estetliğin implicit savunusu (gurmelik, mutfağımızı per se ilkel ya da gereksiz görme (kültürel hakimiyet iddiası), halının üzerinde bizde resim yok ya da ilkel tartışmaları gibi mevzular, ), Gadamerdeki sosyalize ve primordial "önemi" olan (intersubjektif temellenen) zevk, ölçü, had hudut bilme, geçicilik içinde, tarihin sonundan bakmadan anlama ve anlaşma düşüncesi ile de cepheden çatışıyor (hani nerede?).

1bb) İsveç ve Türk Merkezileşmeleri Rusya, Çin ve Belki de İranla birlikte değerlendirilmeli. Evrensel kanunlar çıkarmak için değil. "Lokal" olanın, daha evrensel anlamları farkedilebilir. ya da tersi.

1bc) Çeşitli ülkelerdeki "din birliğinin sağlanması" süreçleri, Din - Merkezi devlet ilişkileri siyaset ve düşünce tarihi açısından da daha geniş eleştiriye (anlayıcı çabaya!) tabi kılınmalı.

...

2) Ceberrut devletin "içeriği"nin modern devletlerin süperdevlet örgütlenmelerinde, aydınlanmalarında, kriz çözümlerinde devreye girebildiğini görebiliyoruz. Ademi merkezi yapıya paralel olmasında ne sakınca olabilir? Toplumlar şizofren mi olur? Bireysel plan için yazılan patolojileri toplumlara yazamayacağımıza göre, "sağlıklı" gördüğümüz ya da sandığımız toplumlardaki çelişen gelenekleri, farklı düzeylerde farklı işleyişleri, modernitenin arkaik bagajını daha derinden anlamaya çalışmamız lazım.

2a) Oksidentalizm, ters çevrilmiş bir klasik oryantalizm olarak. İdeal tipik değil, idealize edilmiş uzak ve dış. Sömürge etmemiş (henüz) edebilir, edilebilir. Burada alt üst, as üst ilişkisi aranmamalı.

2ab) Batı toplumları ya oksidentalist bir ideal, ya da daha edebi siyasi tartışmalarda reel ve olgunlaşmış model. Eleştirel boşluk zamanda, hakikette, iddia alanlarında kendini gösteriyor. Örtüşmeme olarak. Önerilen ahlakî değilse, bilimsel mi? (Ahlak üzerine şekillenen toplumculuk ve karşısında insanlığın aşikar evrimsel gelişim aşamaları vb. Burada ahlakçılık adıyla ahlak üzerinden temellendirme, pozitivizm adına tarihin şaşmaz akışının yadsındığı oluyor. Eleştirel alaka da tarihsel ve evrensel "gap" yüzünden kurulamadığından ne öneriliyor, nasıl öneriliyor, "proje" kendi projeleri olabiliyor mu, olabiliyorsa nasıl?)

2ac) "Ya Avrupa ya da Barbarlık!" tezi, kendi dinamiklerimizi, ve eleştirel ufkumuzu sınırlayan bir slogandı. Burada avrupada dinamiğe oturanın, bizde ise kendi dinamiğimizin kırılıp daha mantıki, insani ve verimli bir teleolojiye sahip kültüre endekslenmemize de vurgu yapıyor. Burada Oksidentalizmden oriyentalizme geçiş yapıyoruz, batı orientalizmin batısına dönüşüyor tekrar. Batıyla simetri burada da devam ediyorsa, birbirimize "ayna" olamayacağımız iddiası da ileri sürülüyor. (Yansıma kurallarını kasdetmiyorum, bir "modelsel?" örtüşememezlik)... Sorun şu: Ya tabula rasayız, ya da aynı toplumuz, aynı dinamiklere sahip'iz, anlaşılmaz bir biçimde????

(devam edecek çok yorucu... yarın 12 saat taksi süreceğiz. Mağdur mağrurlara uzak durarak ve bizi üniversiteden uzak tutan cahillere hayıflanmadan. Yüzeysel olma, hızlı yazma, düzeltememe hakkını elimizde tutarak. Kalenderane. Aşk ile.)

28 Mayıs 2009

Vatan Dedikleri Bir Mayınlı Tarla

VATAN dedikleri bir mayınlı tarla. (Ay karanlık, gece vurdular beni.)

İRADE. Mayınları döşeten, döşeyen iradenin mayın sökme yükümlülüğünün de olduğunu, gerekirse mahkeme iradesiyle hatırlatmak gerekiyor. Beyler! Dişinizle, tırnağınızla çıkaracaksınız! Ne komşularımızla savaş halinde olanlara, ne de süper bir güce orada üs olarak armağan edebileceksiniz adına "vatan" denilen o mayınlı arazimizi! "Bu kırmızı çizgimizdir!" dedik, binlerce aklı başında kişi. Ciddiyiz! Kaçakçılar nasıl öğreniyorsa, uluslararası göreve gittiğiniz o ülke halkları kol bacak koparak nasıl öğreniyorsa, siz de onca imkanlarınızla incinmeden ve incitmeden öğreneceksiniz! Unuttuğunuz krokilerden, mühendislerden, oraya gömenlerden, diğer ülkelerde mayın temizleyen gönüllü kuruluşlardan.

Daha dün limanlarımızı, üs olarak istenen alanlarımızı peşkeş çekmekten kurtulduk ve bin bir tehdit ve aşağılama ile karşılaştık. Bugün bahane üreterek davet ediyoruz aynı aşağılanmanın bin beterini!

"GÖREVLİLER". Devletin bazı kurumları aydınlarını, bağımsız duruşu olan insanları sokakta vuranlar için "görevlimizdir" demedi mi mahkemelere? "Devletlilerimiz" yok etmek, asmak kesmek, tehdit etmek, her bağımsız harekete müdahale etmek, düşünceye limon ve tutuklululara soğuk su sıkmak, cop sokmak, husye sıkmak, elektirik vermek, balta ve gazyağı tenekeleri dağıtmak, gençlerini asarak büyümek dışında bir vazife edinerek aklamalılar kendilerini. Görevleri otellerde insanlar yakılırken kaybolmak olan görevliler, görevleri hırsızları değil şairleri takip olan görevliler, görevleri tacizcileri, tecavüzcüleri değil erdemli insanları taciz ve takip olan görevliler. Ve bu insanlardan kendilerini farklı gören, ama aynı gemide farklı kamaralarda birbirine bulaşmadan, dokunmadan yolalabilmiş görevliler!

KIRK DÖRT günlüğüne bile kiraya veremezsiniz, böyle bir görev yok, bu yetkiniz yok! Böyle bir mülkünüz yok! Torunlarınızın torunları bile sizi yargılar! Daha önce de kiraya verilen topraklar oldu. Aslında bizimdi veya değildi, tartışmaya kalkmayın. Verdiklerinizin miydi? Geri alabildiniz mi? Geri almamak için vermediniz mi? Halka, o topraklarda yaşayanlara mayınlı tarla ettiğinizi neden sömürgecilere gümüş tepside sunarsınız ikide bir? Sizde hafıza yok mu? Bizi hafızasız mı sanıyorsunuz?

GİZLİ ANLAŞMALAR'dan bize ne? Toplumsal Mutabakatımız diye bir şey kaldı mı? Delik deşik ettiniz, her ortak değer kataloğunu. Bize işkenceye uğramak, sokaklarda vurulmak, otellerde yakılmak, asılmak, askeri cezaevlerinde tazyikli su ile yıkanmak düştü. Size de topraklarımızı hediye etmek! İnsanlarımızı mayınlanmasına karar verdiğiniz tarlalarda paramparça ettirmek.

TOPRAK REFORMU yapılmışmışmışmış da tutmamış da? Ne diyorsunuz siz? Orada topraksızlık reformu yapıldı, yıllardır. Halktan ikinci kere gaspedilecek olan peşkeş çekilecektir!

MEŞRU YOL DEĞİL BU. Halka yaslanmadıkça, eleştiriye açık olmadıkça, nesillere dönük hesap vermedikçe ve herşeyden önce yeni bir toplumsal mutabakat ya da uzlaşma sağlanmadıkça sınırlarımız, topraklarımız, dayanışmamız, kültürümüz üzerinde geriye dönüşsüz adımlar atamazsınız.

RED CEPHESİ yaratmak üzeresiniz (yoksa "söz verdikleriniz"in hedeflediği bu mu?). Saf, naif, tarihsizsiniz.

PROVAKATİF adımlar atmaktasınız. Toplumsal anlaşma, mütabakat ya da uzlaşma delik deşik edileli çok oldu. Ortak zemin ne kurucu meclisle sağlanabilir (kurucu meclis kavramı darbe kokuyor, en azından varolan ortamda), ne de gücü olanın, arkasında bir güç bulanın dayatmalarıyla dikte edilebilir. Birlikte yaşadığımızı (mağdurluk edebiyatını, rövanşçılığı bir kenara atıp) hesaba katarak eylemekten geçiyor bu.

AÇIKLIK, yanlıştan dönebilirlik, dayatmalardan vazgeçme, kendi halkına ve insanlığa sırt dayamak o kadar zor birşey değil. Kurucu adımlar çok basittir, her daim işler ve ayakta tutar.

TERÖR DENGESİNİN gölgesinde barış yapılmaz. Barış için risk almayan, direnmeyen, fedakarlıkta bulunamayandan, mağrurdan, profesyonel mağdurdan, mağdurluğun rantcılığından ne umulabilir ki?

KONUŞARAK, koklaşarak halk oluyoruz. İzah ederek. Gürültüye getirmeyerek. Uyanıklığa tenezzül etmeyerek. Ya halk olmaya devam edeceğiz. Ya da kapışacağız demokrasi, adalet, hak, hukuk, ölçü, insanî gelenek için. Sınırdayız. Sıfır noktasındayız?

Komşu yoluna mayın döşememekle başlamak durumundaydı "başka bir" globalite. Ahlakla, bilimle, hukukla, dayanışmayla, dik duruşla.

Komşusu olan nasıl "faşist" olabilirdi ki?

19 Mayıs 2009

İnsansızlık ve İnsafsızlık Kültürü Olarak Dinlemecilik, İzlemecilik


Herşeyi bilen, herşeyi gören, akıldan geçene/geçeceğe/geçmişe sahip olmaya çalışan bir duruşla karşı karşıyayız.
Bize şah damarımızdan da yakın olacak. Ama ne merhameti, ne bağışlayıcılığı, ne sunduğu bir edep ne de rahiplerine, sürdürücülerine şart koştuğu bir deontoloji olacak.
Söylenip rahatlatan, daha düzgün karar almayı sağlayan söz’e, söz alışverişine; mahrem’e; terapeftik olana; yenilmeye, aşılmaya çalışılana; özel olana, geçmişte bırakılana karşı hiç bir hassasiyet olmayacak.
İnsanı, toplumu, hukuku, demokrasiyi savunma adına yapılanlar, tersini savunma için yapılanı aratabilecek. Bütün toplumlar belli yollardan kimin hangi saatte geçtiğini, geçenin gen kodeksini, mektubatını, banka hesabındaki hareketleri, düzelttiği yazılarından çıkarılmış kısımları, aldığı ilaçları bilecek. Bunu kaza anında kullanmayacak. Güvenlik için depolayacak.
“Güvenlik Dini” çarkı güvenlikle uğraşanları da fişleyecek izleyecek. İzleyenleri izleyenler de izlenecek fişlenecek. İnsan sonunda aradan çıkacak, çıkar sanılacak. İnsana, kurumlara gereken kuralları bu otomasyondan bekleme hakkımız olmadığı düşünülecek.
Herşeyi bilmek, herşeyi kaydetmek, herşeye sahip olmak, sözde düşünce okuyan ilkel aletleri havaalanlarına, marketlere, sorgu odalarının dışına yerleştirmek artan güvenlik ihtiyacımızın değil, kök salan bir güvenlik dininin sorgulanamazlarından.
İşkence, ispiyonculuk, hafiyelik kültürlerce dışlanabilir; hukuk anlayışlarınca yaptırımda bulunulabilirdi. Şimdi ne bir hak, ne bir meslekî ahlak öngörülüyor. İlkelleşiyoruz.
İnsanların mahrem konuşmaları hukuki düzlemde teşhir edilmeye başlandı, özel hayatlar gazetelerde asılıyor, sidikli bir çarşaf gibi teşhir ediliyor. Dedikodulardan, özel konuşmalardan tepkiler derlenmeye çalışılıyor. “Sizin için şu söylenmiş!” denildiğinde, “kaynak meşru değil!” diyenler ne kadar az.
Propaganda, toplum mühendisliği şirk sibernetiği lehine emekliye ayrılma durumunda.
“Güvenlik Tanrısı” kendisinden başka kimseye güvenlik, hak, hukuk, özel hayat tanımadan hükümranlığını yayıyor.
Bu “Olmayan”ın ruhban sınıfının hiç bir yükümlülüğü yok.
Kayıtlar nasıl temizlenecek. İnsan’ın aklından geçen fikri midir, zikri midir, eylemi midir hiç bir önemi olmayacak. Pırasa gibi aklı saf tutmayan yanacak. Hayali geniş olan iyi insanlar yanacaklar. İyi kalpli haydutlar durumdan pek yararlanamayacaklar.
Teşhir eden de teşhir edileceği, kimin mazlum, kimin mağdur ya da mağrur olduğu bilinmeyen bir dünyaya doğru gideceğiz.
“Suç önleme” gibi gerekçelerle meşrulaştırılamayacak bir mekanizma kuruldu, geçmiş olsun.
Bu mekanizmaları “milli güvenlik” gibi gerekçelerle sömürgeleştirenler de yakında şikayetçi olacaklar. Bilerek, bilmeyerek karar verenler.
Vatan, millet, sakarya aydınları; soğuk savaş teologları da işe gelmeyeni yaptıklarında söylediklerinde düşündüklerinde terleyecekler. Bu sistemin kalbi, insafı, dur durağı yok.
Tereddüt edemeyecekler, başlarında sallanan bir kılıç olacak.
Sistem sorgulandığında, sistemin ruhban sınıfı da kana aç topluluğun önünde aslanlarla boğuşturulacak. İlkelleşiyoruz. Bir kişi bile araçsa, herkes araçtır, yeniden.
İnsanı eyledikleriyle, eylediklerinin toplamıyla yargılayan, kusurlarımıza saplanmadıkça gece gibi örtücü, sakınıcı olan bir ilahi yargı, arenalarda yargıyla değişecek. Bazan devleti koruma, bazan demokrasiyi savunma, bazan tepedeninmeciliği ortadan kaldırma, bazan demokrat başıbozukluğa otoriteden müdahale adına. Bazan dinden kurtulmuşluk, bazan dini galebe getirme adına.
“Niyet önemlidir” dediğimizdeki niyeti aşmış durumdayız. Bazan öncesinden, bazan sonrasından konuşuyoruz. Akıl fikirsizlikten. Çok bilmişlikten. Gözü karalıktan ve kararmışlıktan.
İnsan bir kere düşünceyi, düşünceliliği, aklı başındalığı bıraksın, rekabetin imperatifleriyle, kölelik hukukuyla eylesin gerisi gelir.
İnsanlık bir ödevdir. İnsanlık şartımızdır. İnsan emek, emekleme işidir. İnsan toplumludur. İnsan oluş ahlaklı oluş, hakkani oluş, farkında oluştur. Konuşmanın, koklaşmanın, anlaşmanın, dayanışmanın dilinde çiçek açıştır.
Yepyeni bir din, ruhban sınıfına hiç bir yükümlülük vermeyen yepyeni bir hukuksuzluk, ilkellik, vahşet dini yerleşmektedir, Ey İnsan! İnsanlık terkedilerek vatan, hukuk, demokrasi, devlet, din, aydınlanmışlık, insani yükümlülükleri olan hiç bir duruş ve tavır ayakta tutulamaz!
Kendini sonsuzlaştıran bu anlayış yenilmedikçe; insan eti çiğnemeyen bir duruşla gözden geçirilip eleştirilmedikçe medeniyet kuyruğunu yutan bir sisteme dönüştürülmektedir. İnsansız ve insafsız kalarak ortadan kalkacak olan.
İnsanı, insaf’ı, hukukun üstünlüğünü, dayanışmanın ahlakını bir kenara atarak, reel politika yapılabileceğini düşünerek, kurnazlıkla zalimi ya da haklıyı alaşağı edebileceğimizi düşünerek gidebileceğimiz bir yer kalmadı.
Vahşi, ilkel, insansız ve insafsız bir din yaratıyoruz. Herşeyi bilme, herşeye hakim olma, herşeyi kontrol etmenin dini. Kontrol dini.
“Determinizm ile Özgürlük bağdaşır mı? İndeterminizm ile Özgürlük uyuşabilir mi?” tartışmalarını çok arayacağız. İnsanlık, genetiğinden, zihin akışından itibaren zincire vurulmak üzere. Bu “hiç de ırkçı olmayan, pek çok aydınlanmış, kurtulmuş, hidayete ermişlikten dem vuran, milli, muhafazakar ve bilimselleşmiş” dünyada.

18 Mayıs 2009

Fil Zamanı

Fil'i bir bütün olarak gördük diyelim: Artık bizim için filin dışı var.
Ama, filin bir de içi var.
İç dünyası var.
Fil gözüyle dünyâ var.
Fil zevki, fil sabrı, fil öfkesi, fil doğumu, fil ölümü, fil kültürü, fil dili var.
Ve fil zamanı.

Komodinin üzerindeki işlenmiş, sızlayan fildişi taç.
Ve gürül gürül akan, kendini yutan bir dünya.

11 Mayıs 2009

Kamil Bey 5 / Süleyman Bey 2


Su çamurlu, insanlar sıtmalıydı. İshalden ve açlıktan bir deri bir kemiktik. Suyu kaynatmaya çalışıyorduk, olabildiğince.


Bizimkiler çıkartmadı ki Bayazıtı tahta, efendim dedim.

Sizinkiler, Bayazıtı, eleştirebilme hakkını korumak için onayladılar, omuzladılar, korudular. Cem'i sevdiklerini büyüklerinden duydum.


Biz saray entirkalarından çok uzaktayız Efendim. Biz İttihatçı bile olmadık. İttihatçı karşıtı da.


Aynı şey! Sizinkiler Cem'i sevdiler, ama yeterli görmediler. Cem'in yapılması gerekeni yapabieceğine dair umutları yoktu. Bayazıt onlara da emanetti. Yalnız yolunu kesmemek değil, yolunu açmakla da mükelleftiler. Yetiştirilmesinde sizlerinde payı vardı. Ama elinizden gelenin dışında bir şey yapmazdınız o zamanlar da. Kendi çocuklarınıza yaptığınız gibi. Ve hayata atardınız. Hayatla sınanırdı. Bayazıta bir soğukluğunuz vardı. Ama verilmiş bir sözünüz de vardı.


Sadakat, sevmediğinedir çoğu kez, bunu dedelerinden öğrendim. Sevdiğine sadakat daha kolaydır. Cem'e verilmiş bir söz yoktu. Kendi çocuklarına yaptıklarını yaptılar. Arenaya alınmalarına, aslanların önüne atılmalarına ses çıkarmadılar. Akşamları gazellerde, şiirlerde, çetrefilli deyişlerde andılar.


İşi ehline vermek bir sözdür, verilmiş sözdür Efendim.


İşte bu yüzden Asker! İkisini de ehil görmediler. Ehil idiler, ehil olmayanı bilirlerdi. Rekabete girişmezlerdi, entrikaya bulaşmazlardı. Kapılarımızı tekmeyle kıranlar olduğunda kimseden izin almaz, sonra iktidardan, ulemadan, siyasetten uzak yurtlarına çekilirlerdi. İddiasızlığı nereden edindiler bilemiyorum. Bir yerlerde bunu da keşfettiler. Arada bir sizleri yanımıza salarak bizi hep şaşırttıkları gibi. Onlar insanı, içtimai hayatı acele işi görmediler. Siyaseti uzun zamanlı bir iş olarak gördüler. Bizi aceleci, ilk çıkacak duvara toslayacak acemiler olarak görmelerine kızmıyorum. Yanılmalarını isterim. Ama haklı çıkmalarını da isteyemiyorum. O kadar zulme, sefalete, tepe takla oluşa dayanıklı oluş. Ayağa kalktığın zaman, yapılacak başka bir şeyin olmaması. hiç bir propagandaya ihtiyaç duymayış. Kolayca birlikte davranış. Yüzyıllarda olulturulan güven, dayanışma duygusu, nesillerce devam eden dostluklar. Başkalarını evlatları üzerine titreyiş. Kendi evlatlarını sokaklarda bırakış. Bazan mirassız, hukuksuz, evsiz barksız. Ama sizleri iktidar kavgasından, cehaletten de korudular. Başkalarının tekkede öğrendiğini, başkalarına mektepte öğrettiklerini, siz soksktan öğrenin istediler. Bu ne büyük güven, ama ne büyük risklere atış. Bin evlattan bir kaçı yuvaya dönebildi. İnsanlıktan çıkmamak ne zor.


Ben artık asker değilim efendim. Çifte asker olan sizsiniz. Ben sadece gönüllüyüm. Belki gönüllü de değil. Gönlü kalmamış birisi. Sadece burada. Sizleri kaderinize bırakamayan. O kaderi kendi kaderine bağlamak isteyen. b,liyorsunuz ki, hem öldüm resmen, hem de terhis oldum.


Peki Asker dedi süleyman Bey. Peki, gönlü kırık, ama insanlığına sadık terhis olmuş ölü. Zehralı bir dünyada ne yapacaksın, buralardan dönmeyi başarırsan?


Hep birlikte Efendim. Ya öleceğiz, ya direneceğiz yıllarca. Dönersek de birlikte. Zehralı da zehrasız da zor olacak herşey.


zehra bu kadar aşka değer mi çocuk? sonunda kendini seveceksin. o zaman çilen bitecek. aşık olan sevilecek işi yapan. zehra, sadece senin onu sevmenle sarhoştu, gördüm. Senşn terbiyesini aldığın bin yıllık bir tavır. Onunkisi içten gelen bir sevme sevilme, özleme, beğenilme isteği, hatta intikamlara açılabilecek bir minik hırs, korkma henüz masum. Her insan gibi.


ben bir şey seçmiyor, tercih etmiyorum efendim. zincirler zaten boynumda doğdum. gülüştük.


yorgundu. emir erine işaret etti, geriye kalan mektepli ve alaylı kurmayları saygıyla, hırpalanmış vücutlarıyla, yaralarıyla, dimdik içeriye doluştular..






Kâmil Bey 4


"Kaybettik mi sence?" diye gülümsedi Süleyman Bey.

Hayır, Efendim, bu daha başlangıç.

"Başlangıcın son perdesi mi Kâmil?"

Adımı bilmesine şaşırdım.

"Dedelerin hiç kaybetmezlerdi Kâmil. Kaybettiklerinde bile kazanırlardı."

Sanmam Efendim. Kazanmayı önemsemediler. Adam olma gibi bir saplantıları vardı. Bu yüzden bazan hepimiz sokaklarda büyüdük, dağıttık, yollara düştük, kaybedilecek savaşlara yazıldık.

Onun için mi geldin buraya? Kaybedilecek savaş mı aradın?

Hayır Efendim. Bu savaş, duruşumuzu, ruhumuzu geri kazanma savaşı. Yanlış bir emirle telef olmayı seçmek, emre karşı durmak, yanlışı doğruya çevirmek onların işiydi. Ama, sokakta, cephede, dağda, çölde herşey öylesine karışık ve yavaş bir hız içinde ki. İlerlemiyor sandığın zaman bir de bakmışız ki geçip gitmiş. Cazgır kenarı gösteriyor. Sen yeni ısınmışsın, ya da kemiklerin sızlıyor, farketmez, rakibin gitmiş göbek taşına uzanmış keseleniyor, seyirci dağılmış. Dünyanın en büyük pehlivanısın, ama kenardasın.

Bizim üzerimizde akbabalar uçuşuyor,Kamil, dedi Sleyman Bey. Burada yaptığımız, teslim olmayacağımızı gösterdi, bize bile. Temenni, umut, hakikatini gösterdi. Yeniden doğacağız. Yenilmeyeceğiz. Biz bu şartlarda dahi, prensipleri belirleyen, imkan ve şerait bahanesine sığınmayanlar olmak durumundayız. Umudunu kesmiş askerler gibi davranamayız. Arkamızda gelenler olmayacakmış gibi kendimizi korumaya yatamayız. Hakikatimizi efsaneye çevireceğiz gerekirse, geri adım atmayacağız. Atarsak, kafa olarak bir daha toparmanamayız.

Sesimi çıkaramadım. Çok sıkışık bir durumdaydık, ama bir efsane, kimsenin bilmediği ve anlatamayacağı bir efsanenin de kahramanlarıydık, bir doğrudan ya da yanlıştan yola çıkmanın öneminin olmadığı, buulunduğumuz yer değil, bulunuş tarzımızın önem kazandığı bir noktadaydık.

"Dedelerin neden Cem'i sevip, Bayazıt'ı tahta çıkarttı Kâmil?"

"Dedelerim?"

"Anlarsın bir gün Kamil " dedi Süleyman Bey. Üzerini örttüm. Çam bardaktan sararmış bir yudum su içirdim, dudaklarını ıslattım. Tahta, çelik, bakır, tunç keçeli keçesiz matara ve tulumları topladım.

Cem kazansa ben senin emrinde olacaktım. Bayazıt kazandı, sen benim emrimdesin. Aslında, Asker, sen sadece hakikatinin emrindesin.

İktidar olmayı bu kadar az seven dedelerin, neden herkesin önünü açık tutup kendileri son düzeltici gibi bir kenara çekildiler, buraları yaşamadan anlaması güç.

Amcan, Niyazi beyin yanındaydı bir ara, haberin oldu mu?

Hayır Efendim, Dedemle arası bozuktu, hiç haber alamazdık.

Hiç sesi çıkmazdı. ne zaman uyur, ne zaman uyanık anlaşılmaz. Silaha elini atmaz. Yaklaşır. Bekler. El atarsa, kıyamet kopmak üzeredir. Ve kesilmesi gereken en kısa zamanda ateş keser, düşman askerlerin kurşunlarını çıkarır. Tütün bırakır. İkmal hatlarını onunla dolaştım. Çok çatışmaya girdik. Dostu, komutaları rakip gibi davranır, kaldıramaz onu, düşmanları yaklaştığına sevinir, ayak altında dolaşmazlar, çoluk çocuklarını saklamazlar. Kayboldu sonra. Babası ölünce, memleket dağlarnda dolaşmıştır, sahip çıkmak için sizlere.

Nasıl sahip çıkacak ki? Yakın olmak istemiştir.

Yok hayır sizi beklemiştir. İçi rahat etmezdi. Sizi beklemiştir, size yapılacak yanlışı değil, sizin yapacağınız yanlışı da engellemek için.

Büyüklerimiz kimseye hayat ve hareket alanı bırakmazdı ki Efendim. Yanlış da doğru da yapılamaz bizde.

Asıl doğru da yanlış da, oradan sonra yapılır. Ya ezileceksin, ya daha geniş bir ovada gezineceksin, daha yüksek bir dağdan bakacaksın.

İşimiz şiir dinlemek, gazel okumak, nazire yazmak, hatır bilmek ve ne yaparsak yapalım beğenilmemekti.

Ama etrafınız gıptayla bakardı size.

?

Çok misafir oldum, şaşırma.

Bu yaşı benden fazla büyük olmayan zabit, görmüş geçirimiş, ihtiyarlığın olgunluğuna kavuşmuşluktan konuşuyordu. Hakkımda birşeyler bildiğini bilsem, hemşerilerimin kimlik değiştirdiğimi söyleyeceklerini bilsem yakın durmaz, başka birliklere katılırdım. Yolunu, yerleşimini kaybetmiş.

Menekşe gözlü kız için çektin gittin değil mi dedi. Seni görünce, Amcanı görmüş gibi oldum. Ve o frenk müziği çalan kız. ondan başkası seni çöle düşüremez. Vatan? O hem koruduğun, hem kendisinden kaçtığın, buruk bir aşkla sevdiğin vatan.

O olmasa da burada olman için bir bahane olurdu. Hepimize kızsan da, vatan senin canını yaksa da burada olurdun.

Amcan da savaş sevmezdi. Ama silahı çaprazlar yatardı. Sizleri anlamaya uğraşmıyorum artık.

Gülümsedi.

Çift çubuk, huzursuz aile büyüklerine katlanmak, halkının yanında olmak, sevdiği kız yüzünden uykusuz kalmak, haysiyetten başkasına varmasına yol açmak, hep buruk, hep heybetli ve hep neşeli yaşamak. Çalışarak yaşamak. Ailenin aylaklarına, kibirlerine dayanamamak. Gece serinliğinde eski şiiri sokağa salmak.

Ben de babayım dedi. Bir şey soramadım. Bir şey yapmanıza gerek yok, yapmanız gereken ne ise onu yapın bir gün bana birşey olursa.

Süleyman Beyle nadiren bir araya gelirdim. Ben daha çok yollarda, ikmal hatlarında, cephede hatların birbirine girdiği yerlerde, işgal altındaki şehirlerdeydim. Kimsenin emrinde değildim artık. yapabileceğimi yapıyordum, Mecnun gibiydim. yapılacağı yapıyor olmalıydım ki, karışanım edenim yoktu. Zaten insanın insanlığa, yiğitliğin deliliklerine, hasrete, aşka en toleranslı olduğu yer cephe idi. Biz delik deşik olmuş bir cephede idik. Cephe idik.

(Online yazıldı, tamamlanmadı)

10 Mayıs 2009

Şeref Gizilgüç


Emekliliğimi istediğim şu günlerde, hiç bir şey olması gerektiği gibi gitmiyor. Sanki onca insan bilgisi, onca takip, onca dinleme boşa yapılmış gibi. Onca tanıklık.


Kendisine can yoldaşlarından yakın olduğumuz, ne düşündüğünü, nasıl düşündüğünü bildiğimiz, hamlelerimizi kestirebilen, hamleleri kestirilebilir (düzensizliğin içinde bile bir düzen tutturan, biraz da yapışık yaşamamak için) insanlarla haşır neşir olunmuyor artık. "Angaje olmayın!" diye bir şart yoktu, soğuk savaş günleriydi, tamamen farklı olduklarını düşüdüğümüz, şeytanlaştırmakta sakınca görmeyeceğimiz insanları tanıma çabamız bir karadelikte yaşamadığımıza, sınırsız sonsuz bir düşmanlıktan bakmadığımıza işaretti. İnsan kurdu olmak, insanı tanımak, başına türlü işler açtığımız insanın tek tanığı olmak, düşmanımız olması gereken bir insana hayranlık, dostluk ve kardeşlik duygularıyla emekliye ayrılmak, mesleki bir sakatlanma değildi, bu işe başladığımız zamanın dünyasında.


Evet, yetiştirdiklerimize mesafe koymayı, özdeşleşmemeyi, bir yığın fasa fiso kuralı da öğretmedik değil. Piskologlar, psikiyatrlar için yazılabilecek bir el kitabını sunduk, bu kadar ayrıntı, insani mirasla yaşamayı beceremeyeceklerini düşündüğümüzden.


Kurala gerek olmadığını zamanla gördük. Yeni nesiller, tanıyacaksın emrini bile versek bunu başarabilecek bir sermayenin sahibi değillerdi. Yetiştiğimiz dünyada bize insanlık yasak bile olsa tanımaya, angaje olmaya, vicdan azaplarına, bazan adeta alkolle uyuşmaya itekleyen bir insani köz yerklşeridi içimize . Ne kadar farklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, düşmanlığımızdan sadece kardeşlik doğdu, büyüdü, filizlendi. Bizi tanımayan, başlarına açmadık iş bırakmadığımız insanların hayata bağlanmak için gerekçe oluşları. Gönülsüzce, ama titizce yaptığımız dinleme ve izlemenin artık bir üzerine titreme, insani merak ve dostluğa dönüşmesi.


Kamil Bey dinlememiz üzerinden bizlerin rahatını kaçırdı, insanlığımızı besledi, yerin dibine geçirdi, bazan bir bayram tebriği, evlilik kutlaması, çocuklarımıza ad önerisi bekletir hale getirdi.


Daha bıyıkları yeni terlemişken bir binada yaralı bir hayvan gibi kıstırılmasına yolaçtım. Defalarca sürek avına düşmesine. Sevdiği kızla vedalaşamadan ve bir daha asla buluşamadan kaybolmasına.


Çevresine zarar verebileceğimizi düşünmesi özel hayatsız kalmasına yol açtı. Bu kadar sevebilen, sorumluluk taşıyan bir insanı boğduk, cendere altında tıttuk. Çıldırmasını azap içinde beklerken, hep bir çözümle karşı koydu. Mesafeyle yaşadı, yanına yaklaşanlara, samimiyet duygusunu köreltmeden, her ihanete, satılmaya hazır bekledi, paranoyaklaşmadan.


İsyan da etti, meydan okudu, yanlış yaptırmaya çalştı, proveke etti. Terbiye de etti. Buyrun nasıl bir insanla uğraşıyorsunuz, azap içinde tamamlayın ömrünüzü havasıyla da saklısız gizlisiz yaşadı herkesin önünde.


Bir başka insanın sırrı, ona açılabilecek, yalnız ona açılabilecek sırlara ortak olmamız bizden nefret etmesinin asıl sebebiydi. Sır saklayamaz oluşu yerle bir ediciydi onun için.


Ama biz onu, dostlarından, ailesinden, yakınlarından, onu binbir palavradan nedenle sevenlerden daha iyi tanıdık. yaptıklarının gerekçesini, yalan söylediyse, şaşırttıysa, bir şeyi gizlediyse ya da uluorta konuştuysa nedenlerini şaşırarak öğrendik. Çoğu kez utanarak. Her yaptığında bir hikmetin yattığını bekler hale gelerek.


Memleket değişti. Bizler de inimizde yaşadık durduk, biz değişmedik, ileriye taşınmış eski olduk. Hakikate tanıklık ne zor iş. Aynı yere aktık. Aynı denizde, aynı hasrette buluştuk.


Hayatta en yakından tanıdığımız insan, bizi tanısa tiksinerek, iğrenerek bakacak.


Hayatta tanıyacağın en hakikatli insanlar bizleriz diyemeyeceğiz, en yakın dostumuza.


Şimdikiler parça bölük, o işe gelen cümleyi bu işe gelen cümleye bağlayarak, alel acele paldır küldür işlerini yapıyor, hayatlarına dönüyorlar. Biz zenaatkardık. Aslî görevimiz insanlıktı. Karaktere , işin aslına astarına bakardık. Farkına varmadan insanlığı meslek edinmiş insanlardık, en düşman, en gaza getirilmiş, en emir kulu halimizle.


Şimdi, dostu da düşmanı da insanın kendi derdinde. Sevdiklerini bile kullanıp atıyorlar. Ya dinlediklerini?


Bir tesellisi de var işin, şimdikilerin düşmanlıkları o kadar derin, keskin değil. Kestirilemez hafiflikler. Kestirilemez tembellikler. Kendine güvensizliğin en derin halleri.


Biz güvenir miydik kendimize? Biz daha büyük birimlere güvenirdik. Onun içinde şekilleneceğimize, nefes alacağımıza. Yok hayır daha özgüvenli değildik. Ama güvensiz de değildik. Kamil Bey ve arkadaşlarının buyurdukları gibi: "Bir toplumdaydık, toplumlaydık".


Bayramlarda seyranlarda, bazan başa gelmemiş belalarla bizi rahatlatan, ruhumuzu hafifileten şeyler de işitirdik. O kadar düşmanlık duymadığını, insan olduğumuzu kabullendiğini düşündüğümüz olurdu.


Elimdeki onca belgeyi, bilgiyi kullanmam etik olmaz. Kamil Beye saygılı da olmaz. Her olayda onun bilmediği binbir şeyi bilmek. Her konuştuğu kişinin yüzlerce diğer kişiyle konuşmasını dinlemiş, mektuplarını okumuş olmak.


Onunla her konuşanın daha sonraki konuşmalarını, o konuşmalar hakkındaki konuşmalarını bilmek ne ağır bir yük. Kurdun kuşun dilini bilen Süleymana dönüşüyorsun. Ne ağır bir dilek. Ne ağır bir yük.


Kamil Beyden başkaları? Ne kadar çok insan öldü. Telef oldu. Kalanlar kendilerini bir biçimde zamana uydurdular. Kamil Bey en savunmasız halinde meydan okudu, kendisi olmaya devam etti, hep kendisi kalarak, hep sadık kalarak değişti. Meslekler zenaatlar değiştirdi, sertleşti, inceldi, yumuşadı, kapısını çalana göre yeni baştan gayret etti.


Emekliye ayrılmam, bildiklerimi kimselere öğretememem, bir dönemi en insani yanlarıyla anlatamamam ne feci bir şey. Elimde, hafızamda, hafızalarımızda birikenler, yerine ulaşmamış mektuplar, söylenmek istenip de adresine söylenememiş sözler. Bir yerine ulaşmamış mektuplar deposunda oturmak, yaşlılığının son günlerindeki bir zamanların şen şakrak genç kızına "O seni seviyordu", yapayalnız kalan bir insana "senin çocuğun bak şu çilli genç kız" diyememek.


Kapı çalındı.


(online yazıldı, düzeltilmedi, hatırlama notudur, edebi metin değildir)

1 Mayıs 2009

Hiç Bir Halkın, Milletin, Sınıfın, Cemaatın, Cemiyetin Barbarlığa ve Zulme Bağdaşıklığı Yok!

Türk, Kürt, Amerikalı, Ermeni, Rum, Yahudi olmak, Keldani, Müslüman, Hristiyan, Ateist, Agnostik, Laik, Antilaik, Sağcı, solcu, topçu olmak ya da olmamak bize barbarlık yapmama garantisi vermiyor.

Kötülük çıkarılacak bir hırka, atılacak bir gen gibi görülüyor. Aradıkları, savundukları kesin bir yer, keskin bir yer, tevazusu olmayan bir yer!

Yanılmazlık, zulmetmezlik, hata yapmazlık kendini tanrılaştırmaktır! Bu iddia dindar'a da, aklı başında dinsize de laiklere de, mutaassıplara da ters düşmektedir!

Aklı başında yaşam, iyi bir yaşam, düzgün bir yaşam biraz da sürekli didinmenin, sürekli çırpınmanın, "ben yapmam!", benim kanım daha iyi, benim fikrim daha medeni, daha meşru, daha temelli dememekten geçiyor.

Bütün fikirlerin, dinlerin, dinsizliklerin insanları, değişik soylardan insanlar, kimse hiç bir insan zalimlikten, kötülük yapmaktan muaf değil. Bunun ne aşısı, antikoru, geni, aidiyeti var ne de garantisi.

Tüm insanlığı, canlıları, dağı taşı, kainatı kardeş bilmedikçe, başka bir deyişle derin bir dayanışmayı temellendirmedikçe, cemaatçiliğe, sekterliğe, particiliğe, yalanla yaşamaya köle oldukça, fenalığı yalnız başka millet sınıf ve dinlere yazdıkça varabileceğimiz bir yer yok!

Büyük bir kültürden geliyoruz. Yakma yıkmadan başka birşey yapmadık diyenler halt etmiş!

Ancak, insanlık medeniyeti bizden öğrenecek diyenler de halt ediyorlar! Önce dön, komşunun haline bak, çocuklarının, kardeşlerinin onlara neler yapabildiğine bir bak!

Medeni oluş, sürdürülecek bir duruş! Bir kereliğine tüm zamanlar için medeni olamıyorsun!

Depremde talan için gelenler, yardım için gelenler kadar çok oldukça fazla konuşmamak lazım. Hala kendimizle övünmek haysiyetli bir iş olmaz! Didineceksin, çırpınacaksın insan olmak insan kalmak için!

Sürekli toplumunu aşağılayan aydın bir kültür terminatörü gibi davranıyor. Onun gibi mi yapacağız dediğimiz de, söylediğinin eğriliği ama yaptığının doğruluğu ile karşılaştıklarımız da az değil.

Düzgün davranan, yani hayatında tevazuyu yaşayan, etrafına insanlık saçanlar da eğri büğrü, haldır huldur tartışabilir, konuşabilir şaşmamak lazım. Her şey lafz işi değil. Ama lafz da önemsiz bir iş değil, hakikat işi.

Önce, terbiyenin, kültürün, insanları yetiştirmenin, toplumsal dayanışmanın, toplumsallaşmanın önemini anlatabilmemiz lazım. Bunu yaparken de yapabildiğimizce düşünceli, olgun, ince ve cesur yaşamamız lazım.

Ben, "nefret ettiğim şeyleri yapan insanlardan üstünüm, öyle yapmam hiç bir zaman!" demiyorum. Yapmamış olmam tesadüf, denk gelmemiş, sınanmamışlık eseri, hayatıma bir armağan. Yapmamak istemem de yeterli değil. İnsanlığın, insanlaşmanın, olgunlaşmanın peşini asla bırakmamam lazım.

Asla kendisine hakim olmayacağımız kültürü, geleneği dümdüz etme yerine, bize çiçeklendiği kadarıyla anlamaya çalışmamız, tevazuyla eleştirmemiz (anlamaya çalışmak zaten eleştirinin hasıdır!) gerek.

Ne zalim olmaktan ne de zulme uğramaktan kurtarılmışlardanız. Olunacağı olma çabamız, sürekli karşı koyuş, ter döküş, kendimizi çocuklarımızı yetiştirerek, mesleki ve gündelik ahlakı canlı tutarak, bazan geriletilerek, bazan insanlıkta ilerleyerek son insan hayatı da sönene kadar devam edecek.