21 Temmuz 2008

Söyleyebileceğim Birşey Kalmadı Sanırım



Söylenecek şey o kadar çok iken.

Söz hakkımızı savunan hiç bir çevre görmedik.

Söz hakkımızı savunan dostlarımız olmadı.

Açık, tartışmaya açık hiç bir ortamda bulunma şansımız olmadı.

Herkes bir şey dayattı, karşı koyduk.

Öğrencilerimiz, ustalarımız, yakınlarımız işlerine gelmedikçe ortak dilimizi telaffuz etmediler.

Telif'i önlerine koymamız gevezelikle eşdeğer görüldü.

İki sayfa ezber okuyabilmek için sözümüü boğazımıza tıktılar hep.

O kadar dinledik, saymadılar. Konuştuğumuzda hep konuşan olduk.

Söyleyeceğimiz, soracağımız, dinleyeceğimiz, merak ettiğimiz çok.

Kapalı bir toplumun, bir ezberin toplumunun dışında kalanları utandırmadan ve utanmadan konuşacağız.

Fazlası, yani bir harfin bile fazlası gereksiz.

Kimsesiziz. Bu ülkenin sahibi, insaniyetin sahibi gibi konuşmayacağız.

Söz hakkımıza sahip çıkıldığında, yalnız dinlediğimizde değil, söylediğimizde de insan yerine konulduğumuzda blogları, siteleri yeniden açacağız.

Dinleyenimizin olması, bir söyleyeceğimizin olduğunun kabul görmesinden çok, bir söylenenin olabileceğinin düşünüldüğünü görmek.

Ölü filozoflar, akademik ezber ve yeni aydın değil, körfezdeki dalgın su avcumuzdaki emanet.

Bizi dinleyenlerin olması, dünyayı, dünyamızı değiştirmeyecek. Boşa nefes tüketmeme hakkı da nefes tüketme hakkı gibisinden bir hak.

İnsanlara dokunamıyoruz. İnsanlar insanlığa itibar etmiyor. İnsan durdukça, insanlığı aşağılatıyoruz. Bu söylediklerimizin içeriği ile alakalı değil.

Biz boş konuşmalardan bile dolu şeyler çıkarıyoruz. Anlıyoruz. Okuyoruz, insanı. Bizim boş konuşmamızı dolduracak bir dolulukla muhatap değiliz, derdimiz budur.

Susuyoruz.

İnsanlar konuşurken biz başka bir şey okumaya çabalamadık. Bir kedi bile konuşurken işi gücü bıraktık. Söyleyeceği birşey vardı.

Bizi insanlar zaten esneyerek dinliyor. Kulaklıklı insanlara konuşuyoruz. Bir metni okumaya çalışan. başka birisine klavyede laf yetiştiren. sözümüzü bastıran müzik? Boş tekrarlar, gevşek ama kalın örgülü armoniler, alıntı, çalıntı bir seyirden de ibaret olabiliyor. Metinler bir ezberin çeşitlemeleri genellikle. Demek insanlar boşa bir anlam verebilmekteler. Üretkenler. Bizim boşumuza ne ihtiyaçları var? Dolumuz varsa üretkenliklerine set çekmeden ibaret değil de ne?Gerekmiyoruz.

Zaten düzeltmiyoruz. Yeni birşey söylemeye gayret etmez hale geliyoruz.

Her söylediğimize dikkat eden bir kaç kişiye gelince. Ben sizlerin ne dediğinize dikkat etmeye çalışacağım bundan böyle. Benden öğrenilebilecek bir şey varsa, öğrendiniz. Sizlerden öğrenme sırası bende.

Saygılarımla Efendim.

Sömürgecilerimiz Kapışırken


Türkiye gerilim hattının üzerine düşünmeye çalışıyorum.


Hayatım bağımsız davranmak, eleştiriye açıklık, geleceğimizin elimizden alınmasına karşı koymakla geçti.


Yok sayıldık sanmayın, yoktuk. Ölmeden ölmüştük.


Unutturulduk sanmayın, kalbimizde taşıdıklarımız adlarımızı sildiler, herkesten önce. İşe geldikçe hatırlanan, işe gelmedikçe varlığı, düşüncesi, fikri, zikri itilip kakılan insanlar nasıl unutturulabilir ki? Biz kendimizi unutmuştuk bir yerlerde.


Dostlarımız sokakta bizimle görünmek istemezdi. Gene istemezler, işlerine gelmediğinde.


Kızlar bize varmazdı, çalıp çırpmıyorduk, bu affedilir bir şeydi, ama çalıp çırpana itiraz da ediyorduk, bu hoş değildi. fikirlerimiz vardı, Parasız kalmayı göze alabiliyorduk, şimdilerdeyse ideal aydınlarız, hatta ideal insanlarız, ama amamız var, yaşımız geçkin. Biz zaten hep sakıncalıydık. Hep sakıncalı olacaklardandık. Yani en beğenildiğimiz yıllarda bile beğenilmezdik. Değişen ne var ki?


İşe alınmazdık. İşimizin ehliydik hep. İşinin ehli olmayanı yetiştirmeye çalışırdık. Çaldırmazdık. Çırptırmazdık. Çalışarak geçinmek, işimizi düzgün yapmak kültürümüzdü.


Sömürge valilerine aldırmazdık. Karşılarına dikilirdik. Bizi onlar sarsamadı. Sevenlerimiz, yakınlarımız, yakınımızdakiler sırt döndüler hep. Az değildik. Uz değildik. Kendi soframızdan kovulduk. Sömürgecilerin kabahati ne?


Üniversiteye tanıdığım her zır cahil öğretim üyesi olarak alındı, biz görüşmelere bile alınmadık, iltifatlarla, övgülerle. İlgilenmediği alanların uzmanı olarak show yaparke gördük, bz geldiğimizde şehir değiştirenleri. Yokluğumuzda yerimizi almışlardı. Yavuklularımızla evlenmişlerdi. Kaybolmamızla kariyer yapabilmişlerdi. Kapıları herkese açtılar, şu alanlarda yetişmiş insan yok bizde diyerek, o alanların insanlarıyla üniversiteleri buluşturmayarak, saçmalayarak, şakşaklanarak, aydın nesilleri kendilerine benzeterek silinmekteler vitrinden. Biz onların önünü açmıştık. Varlığımız onların varlık sebebiydi. Kendini yoklayabilen, yoksayabilen aydındık. Kapıları olumsuzlamayı bilmeyenlere açtık. Olumsuzlamayı olumsuzlayanlara. Kendisini ortadan kaldırabilen varlığın şikayeti de ne?


Ne yangınlara, ateşe vermelere karşı koyduk. Sivasta olsak o otelin önüne dikilirdik. İşte o gün ne yazık ki yokuz dedim, ne yazık ki yoktuk. Bizi kim aradı ki? Sual eden kim oldu ki? Geldik, "işlerine gelen biz"i bozduk, uzak tutulduk. Geri döndük, kaybolduğumuz yerlere, varlığımız kimsenin işine gelmiyordu, her yalan, talan, dolan, yokluğumuz üzerine kurulmuştu. Kimseleri utandırmadık, usandırmadık, bu utanç bizim.


Ne ders verebildik, ne yazabildik, ne derdimiz aktarabildik. Çoluk çocuk da yetiştiremedik. Bir itiraz geleneğini de devredemedik. Bir aidiyeti, sorumluluğu, sevinci, tevazuyla kaynaşmış özgüveni.


Havada, suda, karada, içerde, dışarda, ormanda, en ıssız adada insanlığı insaniyeti savunan kim kaldıysa mirasçımızdır. Kendi konuşup, söyleyeceği olanı susturan, kendisini artık omuzlarda taşınması gerekene taşıtan bizden değildir.


Bizler de vardık sayın seyirciler. Karşı duranlar. Teslim olmayanlar. Teslim etmeyenler. Hakkaniler. Kendini hakikatle düzeltmeye vurgunlar. Hakikatliler. Aşıklar. Ahlaklılar. Şeffaf yaşayanlar. Bizim kaybolmamızla başlamadı her kötü şey. Varlığımızla dünyanın karışmadığı gibi.


Sizler işinize geldiği gibi yaşadınız. Elimizden tutup dolaşmaya utandınız, biz sizlerden utanmazken. Bize giymediklerinizi giydirmeye kalkıştınız, karşı çıkmadık, ama üzerimize olmayanlarda inat ettiniz. Bizi ihbar ettiniz. Bize kapıları kapattınız. İnsanlığı birbirine kışkırttınız. İtekleyenimizdiniz, sizi ciddiye almadık, kendi hızımızla gitmeye çırpındık. Darağaçlarımızın üzerine de siz tünediniz. Arkadaşlarınızın katillerini savunarak, çocuklarınızı kayalardan atarak, halkınızın omuzlarına basarak.


Bugün bu toplumun kanaat önderleri olmadığımızı biliyoruz. Hakikatten kaçıyor insan. İnsanlığından kaçıyor. Kaçmasalar ne farkedecek? Daha başka bir duruşun garanti edebileceği ne var? Bir başka çabanın önünü kapatmaktan başka ne günahları var? Zamanımız gelse, kim engelleyebilir halkın aşkla akan selini? Halk zalim de olur. Bunun önünü açışsa nedense her daim başarılı olur. Açan bir başka şeyi kapatır. Kapatan başka bir akışın önünü açar.


Hangi zulüm sonsuza kadar akabilir? Sosyal mühendisliğin kötü yanı da bir palavra üzerine kurulu, yatsıya kadar doğru çıkaran bir ışıkla aydınlanış.


Kapışanlar, tepişenler halk, insan, hakikat dememekte.


Hakikati, hakikatliliği telaffuz edenler taşlanmamakta evet. Dinleyen kim, söylediğimiz her şey yakınlarımıza dahi gevezelik, hezeyan. Hatta iğrenç, kaba, eleştirel, kurcalayıcı, kazıyıcı Hakikat dediğimiz.


Dehalaştırdıkları zorbalık, kabalık, kuzu sessizliği, kendi sessizlikleri, soluksuzlukları.


Düşünce karşısında sesi çıkmayan kim var ki? Geçim derdindeki üç beş aydından başka?

20 Mayıs 2008

Zehra Hanım


Hükümet dairelerine kolay giren çıkan bir çocuktum. Bir haksızlıkta dilekçe yazabilir, kesilen suyu açtırabilir, halktan birisinin arsasını belediyenin sorgusuz sualsiz kullandırmasına itiraz edebilir, vermediği bir kredi için banka müdürünü ziyaret edip nedenini sorabilirdim. Yolda kalandan para alan hancıya teessüf edebilirdim. Paranın geri verilmesine hayret eden hancının oğulları babalarından futbol için izin almamı rica ederlerdi, nice aksi adamla çocukları arasında elçiydim, "Selami Amca oğlunuzun evlenme yaşı geldi artık, çıraklık için artık çok büyük, dükkanı teslim edemeyecekseniz bıraksanız bir işe girse?" En kızgın köpekleri azarlar, iki ayak üzerinde durmadan sıcacık ekmeğin kulaklarını havada kaptırmazdım. Şaşırılması ne kadar şaşırtıcıydı. Bir vatandaştım kimsenin henüz kendisini vatandaş hissedemediği yıllarda, cumhuriyetin tadını çıkaran, zincirlerini kırmış bir maraba gibi davranıyordum. Bana haklarımı cumhuriyet verse de her dönem kapıyı çalıp içeri girmiş bir çevreden geldiğimi ayırdedemiyordum. İçimden geleni yapıyordum. Ben bu halk için yanıp tutuşuyordum. Ayırtettiğimde, hiç bir kapıyı çalamaz hale geldim. Ayrıcalıklarımı terkettim ve köleleştim. Ve kölelikten, küllerimden yeniden yükselmeye çalıştım hep. Olmadı.

Zehra Hanımın kapısında ezilen büzülen içeri giremeyenlere aldırmadan kapıyı tıkladım, gel demeden içeri daldım, gel demek zorunda kaldı, tıklamanın tonu, açmanın kararlılığı, hayır denemeyecek birisi olduğuma işaretti. Ürkek sekreter bile kararlı adımlarım, topuk seslerim karşısında görmemezlikten gelmeyi tercih etti. Zehra Hanım gözlüğünü çıkardı masadaki kağıt yığınının üzerine attı. Kamil! Kâmile ne kadar benziyorsun. İmparatorluk, beylik bitti, ne bu hava, bu kurum evladım. Ne kadar da efendi çocuksun. Bakıyım ayakkabılara, Altınçizme Kemal mi yaptı, süvari işi adeta. Ata mı biniyorsun? Dur bileyim! Cirit oynuyorsun. Sinsin de oynuyosun. Güreşemezsin, kolların bacakların uzun. Ama atlarla beraber büyüdün, seni arkadaşları sanıyorlar. Evet, Zehra Hanım Teyze. Teyze değilim çocuğum, Hocam. Zehra Teyze Hocam. Teyze nerden oluyom lan? Kâmile gönül verdik bir zamanlar diye mi bütün bunlar? Gönüllü gitti beni bırakıp bozkırın ortasında. Bozkır değil, Efendim. Sus, sen mi bileceksin. Ot bile bitmiyordu o yıllarda. Bir kuzu kesilse yağı olmazdı, eciş bücüş, aç kuzular. Tavukları kaynat kaynat yenmez. Kıtlık açlık. Ve Kâmil Bey gönüllü savaşçı. Mimar oldu, Viyanalara gitti geldi. Sonra savaşa, ilk denk gelen savaşa. Mekkeyi müdafaa ediyormuş. Kime karşı? Sonunda hançerlediler savundukları trende onu. Hançerlemediler Efendim. Sen de arapların dostusun yani. Hıh demiş burnnudan düşmüş. Şeyh Sadunla fotoğrafı vardı burada. Çekmeceleri karıştırdı. Yok. Birşeyin yerini bulamıyorum artık. Kızım, sekreter içeri şıpıdık koşturdu, kapı aralığından kelebek gözlüğü ve tiffanyde kahvaltı yapan saçının topuzuyla gösterebildi kendisini. Çekmecelerimi kimse düzeltmesin. Fotoğraflarım nerde? Torununuz kolaj yaptı efendim, dün bugün müsameresi için. Zehra Hanım morardı. Sekreter çekildi.

Bu fotoğraf trende ölmedi diyor. Düşünmedim. O kadar kızdım ki. Fotoğrafını parçalayacak haldeydim. Bir merhum harp tarihçisi dostumuz, Zehra Evladım şu askeri çıkarabildiniz mi, Osmancık Taburundan demez mi. Yanındaki? Şeyh Sadun. Meclisteydi Babamla beraber, onu çıkarması zor değildi. Tanımıyorum dedim, yanındaki kılıksız askeri. Gösterebilir miyim başkalarına? Öyle kaldı. Er kılığında bir zabit. Kıtlıktandır sandım.

Ne? Bakma öyle. Tamam. Yakışıklıydı yine, canı yanmıştı, kulakları kavrulmuştu, yüzü yaralarından berelerinden, kırıklarından, çıkıklarından gergindi. Ama yine de ferah duruyordu, Kamil dedim bunu bana nasıl yaparsın Kamil, eşşek Kamil, beni nasıl bırakır gidersin, beni nasıl bırakır gidersin? Alıp da gitsene, kaçırıp da gitsene.

O zaman profesör olamazdınız Hocam. Beklerseniz olamazdınız. Divane olurdunuz. Önce nasıl hitap ettiysen öyle et çocuk. Olmazdım. İlk defa aşık olur gibi oldum, bey adayıydı, beni ondan kaçırmazlardı, verirlerdi. Bir uzlaşma evliliği. İşleri kolaylaştırma evliliği. Neyse ne evliliği. Ömrüm boyunca kimseyi sevmedim. Kamili de sevmedim. Sadece kızdım durdum. Viyanalardan gel, çaldığım valse rast semai de.

Konaklarında seyisleri uzunhavalarına ne yaptığına aldırmayanların rahatlığıyla Puccini fragmentleri ekler, ressam halaları korkunç fırça darbeleriyle yastıklara yağlı boya gül yapar, ipek halı dokuyamadığına hayıflanır, Büyük Beyi bahçede koyunlara kaval çalarken yakalarsınız, sihirli flüt tanrım, adamların hepsi kaçıktı.

Aldıkları her kitabı kendileri ciltlerler, ağırlıklar koyarlar, cilt iplerini kendileri yaparlar, bıçakları kendileri yaparlar, bana ebrularla zarflanmış defterler hediye ederler. Su damgalı kağıtlara hatırladıkları beyitleri yazıp hediye ederler.

Kocakafalı Kamilin ben ata binmesine vuruldum. Sentor. Yaysız, mızraklı, ciritli sentor. Büyük Beyin bunayıp damda zurna çaldığı günler. Eline kimi ney kimi klarinet tutuşturur, ama o koca yörük, dama çıkar zurna çalar, kartallar evin üzerinde uçuşur.

O bozkırda, o tozlu yerde, o bazan, tamam, sulak yerde, harpsikord çalan bir genç kıza, kızım neden tuşların hepsine birden vuruyorsun demez mi Koca Yörük. Kızma, evladım, tamam, adama basit geldi. İki ayrı ezgiyi bir biriyle atıştır evladım dedi. Kopar birleştir, durakları, güçlüleri kaydır. Ama bu adam, bu adamlar medeniyeti ciddiye bile almayan bir medeniyettiler, fosildiler. Bir rüya gibiydiler. Büyük Bey doksanında bile yakışıklıydı. Kemal Paşa ziyaretine geliyordu, çardağın altına sofra kurulmuş kuzu dolmaları çevriliyordu. Yolu çeteler kesmiş. Büyük Bey gergindi, beline silah takmıştı. Akşama kadar nargile içti. Kimse çıt çıkaramadı. Beni gördü, kızım tuşların hepsine birden bas dedi. Gece yarısına kadar marş çaldım.

Gözlerini kurulamak için mendil aradı. Dudaklarının kenarındaki boyayı ipek beyaz mendilin ucuyla düzeltti. Çok güzeldi. Halâ. Kâmil Amca yüzünden mi kimseleri sevemedi? Evlendim, çocuk yaptım. İhtiyar kocaya biraz baktım. Sonra eziyetten kurtulduk. Kız Operadan emekli. Oğlan mimar. Aşksız bir mimar. Kâmil bir ev yapacağım sana derdi. Şehrazadın evi diyecekler. Sadece konuşur, kuma kağıda çizerdi. Konakta oturmaktan bile utanırdı. Kaşmir giyinemezdi. Mavi donluydu, memlekete geldiğinde, herkes gibi.

Muallim mektebine aldılar. Evde ders almıştım. Sınıf atlaya atlaya gittik. Kâmil köprüler yapacaktı. kamil kaleler yapacaktı. Kâmil bahçeler yapacaktı. Kâmil Bemerkand, Buharadaki eski bahçeleri anlatırdı. Oraları kurtarmaya gitti. Sen de doğudan doğuyor güneş diyeceksin. Güneş batıdan doğuyor, batıda güneş evlâdım.

Muzip bir kadındı, ama, Kâmil Amca sağ desem, onu bulur parçalardı. Sustum. Kamilin çenesi. Burnu, ağzı. Şiirden anlıyor musun Çocuğum? Ahmet Gazali okuyoruz, Efendim. Yahya Kemalin yeni şiirlerini de takip ediyoruz Osmancıkta. Dante yok, ama Mesnevî okutuyorlardır? Okuyoruz Efendim. Danteyi sizden öğrenmemi istediler sanırım. Latin dillerini ne yapacaksın? Efendim, sizi tanımamı istemiş olabilirler. Ya da benim seni tanımamı istemiş olabilirler Çocuk. Diyorlar ki bana, yıkılmadık, ayaktayız Cadı Avrat! Estağfirullah Efendim. Evet. Radyodan dante konuşmama içerliyorlardır. Ahmet Gazaliyi okuyan, okutan yokken. Onlar okutuyorlar Efendim. Gülmsedi. Onlar farkında bile değiller yenik düştüklerinin değil mi Çocuk? Onlar yenilmezler ki Efendim. Kahkaha attı. Hiç kahve içtin mi ömründe çocuk? Hayır Efendim. Sana bir sade kahve, kakuleli olacak, Kâmil hayırsızına yapardım. Kızım!

Sekreter sade kahvelerle geldi. Sigara? Filtressiz bahar sigarası uzattı. Kullanmıyorum Efendim! Azarladı. Yak! Yaktım. Öksürerek, duman perdesi arkasına saklanışını izledim Zehra Hanımın.

Kızlar önünü kesecekler, beni almazsan canıma kıyarım diyecekler Çocuk. Demezler artık Efendim, taşra öldü. Ölmez çocuk, ölmez. Sen geçerken, ağaçlara çarpacak kızlar, çukurlara düşecekler. Ben bilim adamı olacağım Efendim. Korkunç bir kahkaha çınladı. Bir patlamadan önce boşalan hava gibiydi kahkaha öncesinin esintisi. Koridorlardaki hayatı, şaşkınlığı, sıkıntıyı, beklemeyi, zaman geçirmeyi okutan her işaret kesildi.

Ne istiyorsun çocuk? Sizden latin dilleri ile cermen dillerini kıyaslamanızı istiyorum. Ve dilimizle olan olmayan alakalarını. Anlatmam ve sizden öğrenileceği öğrendiğimi göstermem lazım. Asıl onlar seni bana gösteriyorlar, bak yetiştirdik bir tane daha diye. Efendim? Bir şey yok evladım. Bu adamlar asla teslim olmazlar. Efendim sonra kızınıza gidip senfoni ile mevlevi ayini arasındaki farkı soracağım. O ne bilir? Ayin mi dinlemiş? Efendim senfoniyi bilir. Ayini ben biliyorum. Çocuk sen adamı hasta edersin. O sosyete senle türkçe konuştuğuna bile utanır. Anlat bakiim bana.

Aah, alaturka evladım, ah.

Elimden sımsıkı tuttu. Meşrutiyet Caddesine kadar koştururcasına yürüdük. Maraş dondurması aldık yine koşturarak yürüdük. Akşam bende kalacaksın, itiraz yok. Hiç konyak içtin mi? Hayır Efendim. Ben içirsem kızmazlar değil mi? Hayır Efendim, bir hikmeti vardır derler. Baban? Evden kovar. Kendisi içer değil mi? Evet. Güldü. Evde güzel bir Martell var dedi. Ben içmesem Efendim? Seni bana gönderirler ha, görürler dedi. Yoldan çıkmaktan korkmuyorsun çocuk? Nasipse Efendim herkes çıkar dedim. Şimdilik istesem de çıkamayacağımı biliyorum, velayet altındayım. Burada velin kim? Siz efendim. Düşüp,bayılıyordu. Konyak kalsın, dedi. Ama içeceksen bir gün, ilk kadehi benle kaldıracaksın.

Yorulduk. Bir apartmanın duvarına oturduk. Nahivci mi olacaksın Evlâdım büyüyünce? Hayır efendim, fizik okumayı düşünüyorum, maddeyi merak ediyorum, nedir ne değildir. Ruhtan vaz mı geçtin? Ümidini kestin yani? Hayır efendim, ben ruh madde ayrımı yapmıyorum, maddi manevi ayrımı yapıyorum.

Ben aşksızlar yetiştiriyorum Evladım. Ben aşksızlar yetiştiriyorum. Kucakladı. saçlarımı kokladı. Memleket kokuyosun, toz, toprak. Çayır, çimen dedim. Kuzu koyun dedi. Meleşe meleşe dedim. Konuşa koklaşa büyürdük dedi. Kamil yaşıyormuymuş tren faciasından sonra? Ses çıkaramadım. Peki çocuk dedi.

Benden öğreneceğin herşeyi öğrendin mi? Evet dedim. Gelmeyecek misin? İmzanızı taklit edebilir miyim dedim. Fesüp dedi. Et lan göbel dedi. Çocuğa göbel diyen başka bir yer biliyo musun dedi. Erkek çocuk dedim. Seni görmeye dayanamayacağım çocuk. Kâmilin kabahati değildi onca harp. Değildi efendim, o savaşı sevmiyordu, sizleri seviyordu, korumak istedi o kadar. İyi ki savaş yok, sen de giderdin. Evet efendim, giderdim. Bunca emeği, bu ince eğitimi çöllere salıvermek, sizlere mahsus. İç çekti.

"Dünyaya karşı hiç bir aşağılık duyguları yok ihtiyarların değil mi?" dedi. Gülümsedim. Kâmili çöle saldılar. Seni de salarlar. Bana bunu gösteriyorlar. Bizi küçümseme diyorlar. Anlamadım Efendim. Senin gibi bir öğrencim olmadı, olmayacak. Ama, sen belki marangozlukla geçineceksin, belki bir çölde kalıntılarını sırtlanlar paylaşacak. Ama, isterdim ki, yanında olayım çocuk. Ama bizleri ayırdılar. İki yakamız birbirinden ayrıldı, Kamil çöldeyken oldu herşey. Kâmilim çöldeyken.

Ellerimle göz yaşını sildim. İki dünyayı sizler birleştiriyorsunuz Evlâdım. Kucakladı, ayrıldık. Cebimde para yoktu. Nereye gideceğimi bilemedim.

Kâmiiiil diye seslendi gözlerine inanamayarak, Zehra hanımın apartmanının kapıcısının hanımı Hanife Abla. Teyzemlerin ortakçısının kızı. Tarhana çorbası hafızamı sardı, sarmaladı.

18 Mayıs 2008

Bülbüle Terlemez Gül


Saki de, akşamda baki de, ol bahçe de güne cevap vermede, yeşermede. Bülbül yorgun, dal yorgun. Gül, kokusunu terlemede.

Ey Aşık, sen çırpındıkça dağılmakta gülün.

Gel bezmimize ki, unutulanlardan ol, sözü kalmayanlardan, kendinden başka uçacağı yer kalmayanlardan.

Bize yar selam vermez, biz artık gönüllere giremeyecek kadar küçüldük, ufaldık, unufak olduk.

Bizi rüzgâr neşe meclisine sürükleyemez, biz rüzgârın dahi sürükleyemediklerindeniz. Yok gibiyiz.

Yar bizim bir parçamız kadar olmak ister, yine de bizi bedel olarak almaz. Biz paha biçilemeyecek kadar değersiz olanlardanız.

Yare senin için canım feda deseydim, sen de can mı kaldı derdi. Yare dahi sözümüz yoktur.

Artık kendimizi başkalarının yerine koyamayız. Başkaları bizim kabımıza sığmaz.

Yine de dokuz kıtadan kovulduk, kanımız her yerde aktı Ey Farabî. Kanımız tükenmiştir, bizde renk kalmamıştır. Söyleyeceğimiz bir kırıntıdır. Yükümüz ne hafiftir. Ama kıymetsizliğimizi tartacak bir terazi bulamadık. Bize kapısımı açacak kadar küçük bir okul, bir yazımızın sığabileceği kadar küçük bir kağıt, içinde yuğrulabileceğimiz kadar dar bir tekne, içine sığabileceğimiz kadar küçük bir yurt, bizi itip kakmayan bir ülke bulamadık halâ.

Dünyamızı beklememize neden gücenir insanlar? Yok'u beklemek her yere, hiç bir yere aitlikse bize ne?

Bülbül çırpınır, yine de çizmelerin altına bırakır yapraklarını gül.

Çizme gül kokusundan mest ya da değil. Ezen, ezer geçer. Küçücük bir oluş ezilişten gül kokusu duyar da gülümser.

Ol vefasızlığa, ol ezilişe, çaresizliğe çare olmayışa ağlamıyor da gülümsüyorsa neden taşlansın bülbül?

Ezilir şarap olur her harap bağçe, kadehini arar neşe, can-ı cemle dolar çınlar bu kurumuş gövde, ülkeniz benim, ülkeniz benim ey kovulduklarım, Ey Yoksayan Sevgili, dokunamayan rüzgâr, görseniz de, göremeseniz de.

16 Mayıs 2008

Mayıs 2008/2

Mesnevîyi Okumak ana blogdan ayırılmış durumda.

Medya Eleştirisi sadece Eleştiri adı altında "yayınlanacak". Yeterince eleştiri ya da öneri alamadık, ama gidişat bu yöne işeret etmede. Yemek eleştirisi dahi yazmak durumundayız, en azından yemek kitapları eleştirisi. Estetlik, gurmelik gibi kavramları gözden geçireceğiz oburluktan çok.

Yorumbilgisi de kısa zamanda aktiflenecek.

Blogların alanlarında daha geniş bağlantı hatları sunacağız.

Diğer bloglara da geçici olarak "maille abonelik imkanı" sunacağız, sadece ilgiyi "ölçmek", tamamen ayrı çevrelere hitap edip etmediğimize dikkat edeceğiz.

Fikrimizi, kavrayışımızı değişik alanlardaki uzanımlarıyla sınamak, dar bir alana sıkışmamak, okuyucuyu ilgi alanının dışında yazılarla zorlamamak durumundayız.

Posta kutunuza daha az yazı göndermeyi başarabileceğimizi düşünüyoruz Sayın Okuyucu. Bunaldığıının farkındayız.

13 Mayıs 2008

Mayıs 2008'de Blog'da Durum


BLOG'LA İÇİN KARAR VERMEM GEREKİYOR. Okur artırıcı yöntemlere uzak durduğumuz halde günde ortalama 100 tıklama sınırına yaklaştık. Bu ay okunmada yüzde yüzlük artış beni şaşırtmayacak. 100de stabilize olduğunda ya blog sadece üyelere açık kalacak, ya da tamamlanıp biten yazılar herkese açık bloglara aktarılacak. Kapalı olması halinde yorum ve forum açabiliriz.


4 YENİ BLOG AÇILDI: Yorumbilgisi, Medya Eleştirisi, Mesneviyi Okumak ve Geliştirilen Metin. Herkese her yazıyı okutmamak, istediği tip yazıyı takip etme imkanını vermek daha makul görünüyor. Yeni bloglara henüz yazı yüklemiyorum. Bir de yedekleme sitesi hazırlıyorum. Her hangi bir teknik sorun çıktığında devreye sokulabilecek bir site. Yorumbilgisi bir başvuru sştesi haline getirilebilir ileride. Mesneviyi Okumak da yorumbilgisi sitesi olsa da bir Mesnevi Okuması da. Hazirana kadar bu konuda erkene alınmış bir online kitap yazma çabası ise hüsrana uğradı. Hızlı başladık, ama soğuk karşılandı. Bizden bir ezber, eleştirisiz bir estetik, toplumsuz bir insan bekleniyor sanıyorum. İhtiyaç olmadığına göre, kendi ihtiyaç, imkan ve hazırlığımız belirleyecek neyi nasıl yazacağımızı. Medya sözcüğü yerine basın diyebilmeyi istiyorum. Şimdilik devam edelim kullanmaya. Ya da sadece eleştiri diyebilir, aydın eleştirisi de yapabilirim. Yahya Kemal, Tanpınar, Haşim, Cemil Meriç, Doğan Avcıoğlu, Oğuz Atay, Yalçın Küçük, Murat Belge değerlendirmeleri yapmayı istiyorum. Güncel siyasi konulardan çok aydın, toplum, bilim, kültür üzerine düşüncelerini değerlendirmem ilginç olabilir.


GELİŞTİRİLEN METİN'de şu anda "Seni Seviyorum"a öncelik verilecek. Paralel bazı hikayeler, zaman dizgisi vesaire sınanacak. Örneğin tarihi sıralama yanlış da olsa aynı anda hem oarada hem burada olması imkansız mekanlar ve olaylar sınanacak, imkanlar yoklanacak, gereken malzeme, eksik olan bilgi ya da kavramamdaki zayıflıklar ortaya çıkarılacak. Tarih bağıyla tarihçi arkadaşlarımın, dil linkiyle dilbilimci arkadaşlarımın öneride bulunabilmeleri kolaylaşacak. Metin kimsenin yardımı olmadan da yazılabilir. Ancak, o dönemleri çalışanlar o insanların hayat anlayışını, hayat dünyalarını merak etmekteler sanırım, ben bugüne yansıyan kısmını, bağlayabildiğim kısmını konuşuyorum. Tarihi roman yazma düşüncem yok. Yazdıklarımda Osmancık, çöller, savaş, esir kampları, göçler, kuruluş sorunu ve sancısı arkaplanda da olsa sık sık gündeme gelecek. Tarihe tanıklık değil, insana, insanın rüyasına tanıklık söz konusudur sadece, aşkı, ayrılığı, fedakarlığı, itilip kakılmayı, yüksek sesli de olsa bazan bir tevazuyu kurcalamaya çalışacağım. Bu bloğ kapalı olacak, hem gözönünde yazıp kurgulayacağım, hem de ruhunu bilip tarihini, coğrafyasını, gündelik hayatını yeterince bilmediğimi düşündüğüm bir dünyayı henüz tanıkları yaşarken sınayıp fikirlerini almaya çalışacağım. Bu eleştiri yazdıklarıma yansımayacaktır, yazmadıklarıma, anlayışıma kazınacaktır. Öğrenmenin, biraz daha anlamanın bir yolunu bulacağız.


MAİLLE ABONE OLANLAR. Çok fazla yazdığımda şikayetçi olan arkadaşlarımı üyelikten peyderpey çıkardım. Kazara üye olan, nezaketen üyelikten çıkamayan arkadaşlarımı da ya maille takibi kaldırarak, ya da bu bloga yazılanları sınırlayarak rahatlatmaya çalışacağım. Mail listesine düzeltilmemiş metin gidiyor. Ama okuyucuyu tanımam, yazarken onların ufkunu da ihmal etmememe de neden olabiliyor.



ARAMA MOTORLARI. Bu ay en çok "komşusuzluk" sözcüğüyle girildi siteye. Araştıranların işini kolaylaştırmak için hem bir "komşusuzluk" bağı koymak, hem de kısa ve derli toplu bir açış yazısı kaleme almayı düşündüm. Bu duruma göre siteye girenlerin çoğu ortaokul öğretmeni. Bismilden Tekirdağa, Trabzondan Antakya Arsuz'a.


Dertli, aşık, anlamaya yeminli çilekârlar her daim misafirimiz. Neşeyle girş de arttı. Demek eskisi kadar tek yönü değiliz. Her meşrebe uygun yazmak işimiz bile olsa, zaman ve hal çeşitliliği istiyor.


KONULAR. Felsefe orta vadede biraz daha hakim olabilir. Tasavvufu Okumam ya da üzerine düşünmem, Mesneviyi Okuma konusuna kayacak. Her alanı ilgilendiren kavramları ele almaya devam etsem de, düşünen, tartışan, düşünceye önem veren, düşüncenin önünü açan bir sufi gelenekle karşılaşma ümidimi yitirmiş durumdayım. Tasavvufa ve tassavvuf tarihine öncelikle kendi düşünce geleneğimizi ve hayat dünyamızın temellerini kavramak için eğildim. Gereksiz görmesem de, daha sessiz okuma, öncelik vermeme durumundayım.


Arzeyleriz, halimizden.

12 Mayıs 2008

Cevapsızlık


Cevapsız olmak, hakikatli olmanın, hakikate açık durmanın hallerinden birisi.


Cevapsız olmayı göze almayanın söylediğinde, gördüğünde, işittiğinde ne hikmet olabilir?


Hikmet ezberin, idare etmenin, yalanı devam ettirmenin, aldanmanın, aldatmanın, onca kurnazlığın içinde en çok kendini kandırmanın dünyasında ve dünyasından değil. Hikmet hayatla, tecrübeyle, açıklıkla, sarsılmayı göze alabilirlikle, hakikatle yüzyüze gelmekten korkmayışla konuşan düşünce, kayıp giden hakikatten elimizde kalan bir inci, bir tohum, kokusunu terleyen gül yaprağı.


Etrafımız her şeye cevabı olan insanlarla dolu. Hiç bir şeye cevapları olmayan, herşeye cevapları olan hep bu insanlar. Ne bir tereddütleri var, ne de göze alabildikleri bir azap.

Gözlerinde hakikat, hakikatlilik zor, karmaşık, imkânsız. Hakikat, hakikat kapılarını çaldığında bile beğendiklerini söylemezse açmazlar, açılmazlar, hakikate kapı olamaz, kapılanamazlar. Eşikte oluşları ayağa takılmaktır, dostlukları olanı inkâr, olmayanı dayatmadır. Düşmanlıkları küçümseyici bir hoşgörüdür. ellerinde olmayanı, ellerinden kayıp gideni, sokakta bıraktıklarını büyültür, küçültürler.


Hakikate sırt dönenler, hakikate kendilerince efendidirler. Hakikatle düzeltilmezler. Kapalılık, ipeğe dönüşmeyen bir kozadır. Akla, fikre, hakikati zikre, insaniyete, aşka, düşünceye kapanma değildir.


Sokakta kal. Cevapsız ol. Cevabını bulduğun her şey yeni bir soruyla cevapsız kalana kadar cevaplı ol. Cevepsızlığın, yanılırlığın, insanlığın, hatanı düzeltirliğin, dediğini düzeltirliğin cevabındır.


Cevap, anlamın, anlamanın açıklığıdır, açıkta oluşudur, açık duruşa açılıştır.


Kainatı toplumu yani sohbet divanı yapamayanın cevabı yoktur, onca cevapların çöplüğünde.


Cevapsız olarak cevapsız kalmıyoruz, kendisiyle kendimizi düzeltebileceğimiz bir hakikatimiz var, Efendim.

10 Mayıs 2008

Kâmil Bey


Kandiber Kalesinin en uç noktasına uçarcasına ulaştığımda, Kâmil Bey ramazanda fişek atılan kayanın en uç noktasında sırtına vuran rüzgarla denge kurmuş yaylanıyordu. Parmak uçlarındaydı, kolları açık, gözleri kısıktı, işliği rüzgârını almış bir bayrak gibi direğini dövüyordu.


Paçasından, kemeri ya da uçkurundan, işliğinin ucundan tutmayı düşündüm, berceste mısraı bulamamış bir şair gibi aranıyordum, kaldıraçın, levyenin, dengenin eteğini bulmak imkânsızdı.


Çenesini oynatsa, gözünü kırpsa boşluğa uçacak gibiydi. Kısık bir sesle "rüzgârı kesme çocuk!" dedi.


Kâmil Beyle tanışmamız ırmakta buzun en ince yerine uzanıp bilmediğim bir dilde ezgi söylerken oldu. Ay ışığıydı. Rakı almaya göndermişler, ırmak kenarında tek açık büfenin sahibi Karabet Abinin yatsı namazından dönmesini bekliyordum. Karabet Abi her dine inananlardandı. Babası şarap fabrikalarını satıp batıya doğru gitmiş. O buralarda kalmış. Tekel bayiliği yapardı.


Küle basmak, küle işemek uğursuzluk sayılırdı. Cin, dede çarpardı. Başka yerlerin dedeleri canlı, bizim dedelerimiz ölüydü nedense. Dükkân sahipleri mangallarının küllerini ırmak kenarına belki çukurları doldurmak, belki de buzdan kaymamak için döktüklerinden ayetelkürsi okuyarak geziniyordum.


Buz üzerinde çarmıha gerilmişcesine uzanmış bir adam kuzuların hopladığı, rüzgarların şarkıları uzak illere götürdüğü, çayırlarda tayların kıç atarak koşmayı öğrendiği, annelerin ot biçtiği, babaların avda sessizce beklediği bir ezgiyi mırıldanıyordu. Bilmediğim, hiç işitmediğim bir dilde. Steplerden, dağlardan, ormanlardan, yıllarca yürüyüp ulaşılabilecek diyarlardan birisinin dili.


Irmağa indim. Yanına yürüdüm. Buzun çatladığını, suya doğru çöktüğünü hissettim. yapabilceğim tek şey buza her an dibe çökme korkusuna rağmen uzanmak oldu. Uzandım. Ve buzun tekrar donmasını bekledim. Buzu mu biliyordum? Buzda çok mu gezmiştim? Yok, hayır. Vahşi her hayvan gibi, yaralı bir hayvan gibi ne yapacağım beni yönetiyordu.


Kâmil Bey hiç kıpırdamadı. Bana bakamadı. Buzun nefes alışına, kıpırdanışına, suyun kabarışına uyarak, benim buzu sessizce dalgalandıran hareketime aldırarak ezgisine devam etti.


Korkma çocuk. Fısıltıyla. Konuşup buzu sarsmaktan korkarak bekledim. Büyük bir balık ya da hava boşluğu geçti altımdan. Gözlerimi kapadım. kollarımı açtım. Ayazdı. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Misafirlerini rakısız bırakmama sinirlenecek olan babamı, ben gelmedikçe ızgarayı yapıp mutfaktan kurtulamayacak olan annemi, kendimi, kedimi unuttum. Gözlerimi kapadım. Bir rüya, hayal, düş adı neyse, ondan gördüm, dünya devam ediyordu, ben bir buz parçasında suların altında üstünde üşümeden, balıkları kayaları, köprü kazıklarını, değirmen dolaplarını teğet geçiyordum. Suda uçan bir kuştum.


Buzun daha az dalgalandığını hissettiğimde kazağımın kollarını ellerime doğru çekip uzatarak buzda yüzdüm ya da süründüm. Topuklarımı oynatmam, buza dayamam halinde dibi boylayacakmışım gibi bir his vardı içimde.


Sahile ulaştığımda, tekel büfesinin kapanmış olabileceği aklıma geldi, nefesim kesildi, içimi ateşler bastı, ağzıma acı sular geldi. Fırladım. Karabet Abiyi büfesini kapatırken buldum. Cebinden çıkardığı otuzbeşliği gülümseyerek uzattı. Damla sakızlı, ağır kokulu bir rakıydı, belki yaz günlerinde ağır kokardı. Sizde misafir var. Geleceğini düşündüm. Yolda karşılaşırız diye kayadibine doğru gitmeyi düşündüm. Hesaba yaz Abi. Gülümsedi. Sanki unutacakmış gibi düşünmeme, Sanki unutulacakmış gibi. Unutmazdı, çünkü, borcu olan hatırlatırdı iki de bir alacağını. Parası olanlar da pek parayla dolaşmazdı. Kimsede cüzdan yoktu, aynalı cüzdanlar çıkana değin. Horozlu ayna ve tarak vardı erkeklerin arka ceplerinde. Bozuk para için kullanılan kesif meşin kokulu cüzdanlar bayramlarda ortaya çıkardı. Yazın rakılar ne fena konardı. Şişeleri satardım. Sinemaya giderdik arkadaşlarla.
Kimse buzdaki adama, uzakların dilini bilen bir adama inanmazdı. Anlatamadım. Babam geç kaldığım, dalgın bir mankafa olduğum için bisiklet almaktan vazgeçtiğini söyledi, misafirler kestaneli hindi dolmasıyla kendilerinden geçmişlerdi. Amcalarım olan bitenden, yemekten, rakıdan bihaber Rahmi Beyin bir şarkısını geçmekteydiler. Sofranın öbür ucunda. Malumatlı br çocuk olduğumu düşündüm. Gülümsedim. Büyüyünce, mankafa çocuklara bisiklet alacaktım. Öcünü almış her çocuk gibi sekeleyerek dolaştım evin içinde.

Hükümetin damında, fişekçi kayasında, minarelerde rüzgarı dinleyen, şerefelerde kuşlarla oturan bir Dedenin varlığından bahsedenleri Babam haşladı durdu. Öyle bir his vardı. Ancak memlekette Babamın inanmadığına inanılmazdı, hakikat Babamdan sorulurdu. Babam masalın dünyasına karışmazdı, bu alanda özgürdük, kuşlar gibi.

Hükümetin damında, müftünün bacasında, kaymakamın kümesinin üstünde oturan Dede, Babamın yine bir Osmancık Taburuyla gönüllü gitmiş şair, hafız, gazelhan, mimarlığı bırakıp kunduracılığa başlamış, uysal zevklerin ehli, cirit ve sinsin ustası Amcası olamazdı. Öldüğü kayıtlıydı, şahitliydi. Madalyasızdı, beratsızdı, icazetsizdi, iki devlet arası bir kahramandı, es geçilmişti, ama zeten memleket es geçilmiş savaş kahraman ile doluydu, sessiz sakin insanlardı, sessizlik sakinlik için yaratılmışlardı, evlerini konaklarını demir yumrukla yöneten teyzelerin gölgesinde, birşeye karışmadan, birşeylerine karışılmadan sessizce kayar giderlerdi.

Bir Dedenin Osmancığı ziyerette olduğu söylentisi yayılıyordu. Ne olur ne olmaz düşüncesiyle, yaşıma uygun olmasa da, henüz öğrenme yaşım gelmese de, arkadaşlarıma sahip çıkabilmek, onları yatıştırabilmek için ayetelkürsiyi öğrendim. Artık sokağa çıkabilir, kazara da olsa küle basabilirdik karanlıkta.
.....
Babamın bir sözünden cayması halinde yapılacak hamle kesin, net ve apaçıktı. Baba, az daha unutuyordum, Hacı Durmuş Efendi Enişte yarın bizleri saat altıda bekliyor. Babam rakısından acı bir yudum aldı. Yoksa ferahça kayardı rakı boğazdan. Yarın çağırmadıklarını anlar, ama birşey diyemez, karıncalanırdı. Ne sorsa, doğrusunu Kâmil Evlâdımız bilir, ne demiştik sana evlâdım? Ben ne dersem oydu, Babamın yanında.

Babam aslında alaturka bir adamdı. Bu büyük adamların yanında ne demişse yapar, söylediklerini her daim hatırlar, ayak kitler, kıpırdamadan oturur, lafı bölmez, mecliste her söyleneni ciddiye alırdı. Benim söylediklerim hariç tabii ki. Ama elinden ne gelir?

Yemekten sonra meclis kurulur, Ben divanın duvarla kesişme noktasına, şah minderine, kapıya ve ocağa bakan köşesine oturtulurdum. Ben olmadığımda burası Hacı Durmuş Efendi Eniştenin yeriydi. ölümünden sonra bile buraya kimse oturmaya cesaret edemedi. Tabii ki ben de.

Hacı Durmuş Efendi Enişte kelâm alimiydi. Yanılmıyorsam, mesnevihandı. Bazan divanda mı yer de mi nerde hatırlayamıyorum pek, posta oturur, etrafını dinleyen insanlar insanlar sarar, ben odaya girince toparlanır, ciddi ifadeyi yüzünden siler, beni mutlaka başköşeye oturtur ve sorular sorardı. Meclis maşallah çeker aralıksız, her cevabıma, sonra baş keserek kapıdan geri geri çıkarlardı. Ekvatorun yarıçapı nedir? Güneydekiler neden dünyadan düşmüyor? İklim mi insanları değişik yapar? Sirke haram mıdır? Yemek neden pişirilir? Ömür daha uzun mu olsa iyi olurdu. Bir insanda kaç saç teli olduğu nasıl hesaplanır, tahminimce kaç saç telim vardır? Hangi dilin lugatı daha geniştir? Hangi dili öğrenmek bu zamanda elzemdir? Hangi ilimlerle meşgul olmaklığım gerekir? Isanaklı kıymalı yumurtalı böreği daha çok sevmemin ilmi nedenleri var mıdır? Gündelik meseleleri konuşurken kaç kelime yeterlidir? Bir dilde söylenilebilecek her şey söylenmiş olabilir mi, bir gün? Kunut Duası neden okunur? Fatiha okumak neden önemlidir? dede Efendi mi büyüktür, Bach mı? Opera günah mıdır?

Belediye Encümenine göre çiftçi idi. Encümen azası, çiftçi. Hacı Durmuş Efendi enişte siz çiftçi misiniz? Bana çift sürmeyi öğretir misiniz? Babam, elinde olsa bir kaplan gibi üstüme atlayacak, ama arada Hacı Durmuş efendi Enişte var, kaş göz işaretine fena bir kaş göz işareti alabilir hacı Durmuş Efendi Enişteden. Babam, çaresiz, öfkeli, sinirli, üstelik eve gidince hesap soramaz. Hacı Durmuş efendi eniştenin meclisindeki bir lafza karışamaz. Sözünün üstüne söz söyleyemez. Ama ben söyleyebilirim. Hayat ne güzel. Ne kadar adil, eşit ve hoş.

Hacı Alâaddin Efendi Enişte ise, Ramazanlarda Kadirilere ait olabilecek metinler okutur, dinler, araya yorumlarla, hikayelerle, şiirlerle girerdi. Evi daha modern döşeliydi. Koltuk ve sandalyede oturulur, plâk dinlenir, o çarşıya çıktığında genç kızlar çarliston yapabilirdi. Hacı Durmuş efendi enişte kadar sert ve otoriter değildi. O yüzden, ana daha fazla söz hakkı koparamazdı babamdan. ama Hacı durmuş efendi eniştenin yanında öyle sorular bulurdu ki beni konulturacak, Babam asla ikisinin bir araya gelmesini istemezdi. Onlar ben ve babam.

Ortak mevzuları Gazali ve Ahmet Gazalinin şiirleri idi. Bana şiir yorumlatırlar, şiir sever babam, o şiirden ne anlar, bu rezil herifi nasıl şiir meclisine alırlar diye homurdanır dururdu.
Ahmet Gazali okumalarımıza, yataklara düşmemek, utancından yerin dibine girmemek için gelemez, bin bir bahane bulurdu. Babam olmadan meclis kurmak için mi Gazali okuturlardı? Kim bilir?

Evet Kâmil Bey, bu gece neye dua ettiniz? Neden omuz silktiniz? Kendiniz için mi bir şey istediniz? Ayıp değil ki, tabii ki isteyeceksiniz bazan, söyleyin lutfedip? A olur mu bilelim, bu duanız da kabul olacak mı? Şefik Bey, Mahdumunuz diye söylemiyorum, Kâmil Beyin kalbi temizdir ki ne için dua etse kabul olur, rüyaları çıkar, keşke bizler için de duacı olsa öbür dünya için, keşke bize de anlatsa da kendisi için dilediğini biz yerine getirip sevaba girsek. babam kıpırdanır, kıvranır. Hadi söyle evladım. Babam homurdanır sonunda: Hadi söyle neyse artık. kırmızı bir bisiklet diledim. A ne kadar kolay bişey evladım, Şefik Bey için. Şefik Bey bu sevaba girer. Tabii tabii der meclis, marka tartışılır, zil mi, boru mu, pilli zil mi yine bana danışılır, Babam kan ter içinde kalır. Eve gidince ben çarşıya çıkıyorum diye gider. artık br kaç gün yüzüme bakmaz.

Bu asla yalan söylemeyen, etraflarından çok şey bekleyen, babamı bile hazırolda tutan insanlar neden bana kol kanat gererlerdi, neden bunu kendi torunlarına, çocuklarına yapmadılar, başkaları da onlara onların yaptığı gibi yapsın diye mi beklediler bir bilen asla bulamadım. Babam? Bilir ama, ben ne söylesem tersidir, onun için, halâ.

Hacı Durmuş Efendi Enişte bir gün emekli olup memlekete yerleştiğimde, arabi ve farsi öğretecekti. Hacı Alâddin enişte de eski şiirimizi. Ama önce batı dillerini öğrenecek, ecnebi adet ve hayatlarını öğrenecek onlara iyi kötü yanlarını anlatacaktım. Döndüğümde, evleri, divanları. sedirleri, ambarları. Oymalı, kakmalı dolapları, gömüldükleri koltukları. Anıları, anlatanları yoktu.

Adınızı lutfeder misiniz dedi Kâmil Bey. Kâmil. Benim de Kâmil. Biliyorum, Büyükamcasınız siz.


Beni taşıyamadılar, adımı mı taşıtacaklar?


Bilmek nedir? Kendini bilmedeki bilme mi Büyükamca? Gülümsedi. Balık tutuyor musun? Hayır, canlıları yemekten hoşlanmıyorum. Buğdayın gönlü, canı, kanı, duygusu yok mu sence? Ispanaklı börek seviyorum? Pancarlı börek mi? Evet. Kıymalı, yumurtalı, ıspanaklı halâ iyi yapıyorlar mı evde? Sanırım. Annem müthiş aşçı. Ama Babana herşeyi beğendiremez. Nerden biliyorsunuz Büyükamca? Siz şehit olduğunuzda o daha doğmamışmış. Bey takımını iyi biliriz evlâdım. Şehit mi olmuşum evlâdım? Ölmek istedim sadece. Evet bir harp kahramanıydım, ama hayat kahramanı değildim. Zehramı başkasına verdiklerini duyunca eşi nüzul olan bir arkadaşıma tezkeremi verdim, kimlik değiştirdim. Herkes de buna göz yumdu. Çöldeydik. Ağır ateş altındaydık. Kalmak, ölene kadar orda kalmak istedim. Kahramansam öncesinde kahramandım, ondan sonra derin bir acı içindeydim, savaşa rağmen, ben yenilgimi almıştım, ne yaptımsa dalgınca yaptım, ne yaptımsa hayatta kaldım, yaşadım. Benle yer değiştiren arkadaşım trende pusuya düşürüldü. Benim yerime öldü. Ben Medine kuşatmasında kaldım. Hacı Durmuş Efendiyle karşılaştık Medinede, mühimmat aktardılar. Ama yine de ölü kaldık, gözlerinde.


Çocuk, herkes bana kurtulmak, ruhunu kurtarmak için gelir, sen beni kurtarmaya geldin, kurtarmak için etrafımda dolaştın. Sence çok mu vahim dururmum? Sizce çok mu vahim yaptığım, Efendim? Elini omzuma koydu. Sakayı da cebime. Giderken burada bırak. Annen istemez, hanım kızıdır. Ya da kafese koyar. Ya da kedi kapar. evet annem hanımkızı, ama hizmetçilere bile hizmet ettiği için evde yalnız, bütün yük omzunda, kömürü bile o taşır. Beyler kömür taşımaz, evet. Yok ben taşıyorum, ama, yok, evet ben bey değilim, olmayacağım. Baban sana adam olmazsın sen diyor herhalde. Evet, nerden bildiniz? Adam olmazsınız, adam doğmuşsunuz. Estağfirullah Efendim, adamlıktan çıkmamak daha zor olsa gerek. Kahkaha attı, gözünden yaşlar geldi. Ağlama mıydı, nasıl bir neşeydi bu anlayamadım. Büyükamca, sadece bir dosttu. Yaralı bir kuş gibi. Yumurtadan çıkmış bir civciv gibi. Yaşı olmayan bir insan. Yarın çelik çomak oynayalım, bana hatırlat dedi. Peki Efendim, dedim.

9 Mayıs 2008

Bileni Bilen Kılan Bilmediğidir


Bilen bilmediğini bilen, bilmediğinin olduğunu bilendir.

Cahil, bir şey bilmeyen değil, çok şey dahi bilse bildiğine sarılandır.

Bilen az şey bilir, eksik konuşur, ama tamamlar, tamamlanır.

Bilen yanlış söyler, ama eleştiriye açık durur.

Cahil doğru konuşur, istisna, alaka, bağlam, bağ bilmez hakikati düşüncesiyle zorlar.

Bilen eksiğini olacağını baştan kabullenir, hakikatle tartar bildiğini, yani bildiğin hakikate çarpar.

Cahil, hakikati bildiğiyle sınar, bilen kendisini. Bilen, tüm sınanmalardan geçilemeyeceğini bilir tevazudan her dalgaya kendisini vermez. Cahil ya korkak ya da deli doludur, ya hiç rezil olur ya da hep.


Bizi güçlü kılan, bilmediğimizle dost oluşumuz. Bilmediğimize meydan okumayışımız. Bu bize öğretir, öğrenmeye açık kılar.


Cahil, ne çok şey bilir, ne güzel söyler, ne güzel allar pullar ama söylediğine bineni duvara çarpar.


Cahil kendini kurtarmayı hep bilir. İşine geldiğinde, işine geldiğince öğrenir. Felâketi ürkekliği değil, cesaretindedir.


Cahilin cehaletiyle açtığı kapıyı, bilmeye açık olan göremeyebilir bile.


Bilgi üstündür, ama bilen bildiğini bir cahilden fazla bilmeyebilir de. Bir üstünlüğü varsa bildiğinden çok, bilebileceğindedir.


Cahilin malumatlısı malumatsızı olduğu gibi bilenin de malumatı kıt olanı olur. Malumatı kıttır ama, kendine sunulanı zerafetiyle yakalar.


Şimdiye kadar ne bildiğin ne bildiğin değil, değişen dünyada değişerek kendine sadık kalışta dünyayı okuman ne bildiğin. Yeni bir şey söylemeyen, söylemiyordur. Söylenmişi söylemek yeni bir şey söylemek değildir, söylenmekte olan söylenmişteki söylenmiş söylenen yeni bir şeydir. Bilgiyi yaşatmadır, geleceğe de bir mektuptur. Ezberde bile bir söylenen vardır. Cahil tekrarlar, Arif okur, değişir.

Kümes


Fay hattı çatırdıyor.


Kendimize kümes arıyoruz. Sığınacak. Kümes sıcak. Kapısı dar. Yağmura, tipiye çatı. Kovalayana zahmetli bir giriş. Tünek, duvardaki küfe, bulaşacağı pislik tilkiye, aç köpeklere duvar.


Kümes arıyoruz kendimize, omuz omuza olmak depremlere dahi dayanıklı kılıyor ruhumuzu.


Yıldızlı bir gök yüzünün altına sığınmak, sanki sığınmak değilmiş gibi kaçışıyoruz bir omuz omuzalıktan başkasına, daha darına, daha kapalısına, daha kolay ısıtabildiğimize, vücudumuz ve nefesimizle.


Rüyamı ve ufkumu hangi kümese sokabilirim? Gök gürültüsünün altında, sağnağın, fırtınanın, bazan soğuk da olabilen yıldızların altında kalabilsem, gelene geçene yoldaş bir deniz feneri olabilsem, insanlığını arayan sorana göz kırpabilsem.


Acımı ve hasretimi bir an unutabilsem. Kendisini kucaklayan bir dünyaya, kainatıma kanat çırpabilsem.

Arayış


"Arayış" eskiden hakikati arayış, hakikatini arayış idi. Şimdilerde biteviye yalpalayışa, tutarsızca yön ve tavır değişikliklerine arayış deniliyor.


Arayan, yarın ne diyeceği , nerede duracağı belli olmayan haline getirilmiş.


Arayış, derdiyle/derdinden çöllere düşmek, ummanlara açılmaktı. O anlamı yeniden çağırmak zorundayız.


Arayan, tavrını, duruşunu daha hakikisine, daha iyi gerekçeye, daha sağlam temellere sahip olana açmakta. Arayan ilk akla yatkın olana sarılan değil, onu da terkisine alan, duruşunu terkedip kaçmayan, sorumluluklarına devam eden insan.


Şimdi katılmadığınız ve eleştirdiğiniz bir fikriniz için cefa çekmekteyseniz, ağlayıp sızlamayacaksınız, onu bunu suçlamayacaksınız, şerefli duracaksınız. Evet şimdiler de "şeref" sözcüğü de mütareke basınının hayat sayfalarınca alay edilen ve fonlanmış, kondurulmuş, iliştirilmiş, onaylanmış aydının sinirlerini geren bir sözcük.


Arayışın bir ahlâkı var. Belâ, macera peşindelik değil, anlamanın ahlâkıyla giyinmek, açıklık, yanılırlık, fanilik, insanlık gerektirmekte. Arayan insan, son sözü söyleyebilecek bir yerden konuşamadığının bilincinde. Söyleneni, sunulanı, binlerce yılın kafa patlatmasıyla ortaya konulmuş olanı reddetme, kelebekleşme, daldan dala konma derdiyle değil, kendi anlamasının, ufkunun, perspektifinin geçiciliğinin, uçuculuğunun, bir yerde oluşu, bir konumdan konuşuşunun farkında olarak daha derin olana, daha kapsamlı olana, daha karmaşık, daha insanî olana açılış.


Arayan insan, her dönemeçte kılık, fikir değiştirmez. Yokladığı, sınadığı düşünceleri, hattâ uğruna savaştığı, kapıştığı idealleri iki de bir sağda solda unutmaz.


Arayan insan, kolay ideal değiştirmez. Kolay ufuk değiştirmez. O, genişler, genişletir, aşar, yeniden yorumlar.


İnsan olmaktan vazgeçmez, insandan insanlıktan umudunu da kesse. Hakikat ondan kaçsa da hakikatsizliğe, ezbere kaçmaz. Komşusunu derdinde bırakıp kaçmaz.


Arayan insan, duruşu olan insandır. Ahlâkı olan insandır. Toplumu, derdi tasası, düşündüğü, hesaba kattığı olan insandır. Lokmasını bölüşebilen insandır. Yanında kimse olmasa, en ıssız adaya düşse de insanlığı ve kainatı yanında taşıyan insandır. İnsanlığa komşu yaşayan insandır.


İnsanın yalnızlığı, çölün yalnızlığı da bir dalgınlıktır, ortada kalıştır. Ama bu ortada kalış, ortada duruştur da, arada kalmayı göze alıştır da, ortada kalmayı, ufalanmayı, arafın ta kendisi olmayı göze alıştır da.


Arayış ne yiğitliktir ne kaçaklık. Arayış, ahlâkın, ahlâkla eylemenin sürdürülmesidir. Dünyayı, düşünceyi sabana vurmak, ruhunu çapalanmaya, tırmıklanmaya, tekrar tekrar yeşeriş ve soluşlara açmaktır.


Aramak yaşamayı kabullenmektendir. Sorumluluğunu üstlenmektendir. İnsanlığını terketmemektendir. Yükümlülükleriyle giyinmektendir.


Arayan, ne yol arkadaşlarını ortada bırakır, ne hakikati satar, ne de yalana, ezbere kul olur. Yanlışının, eğrisinin, doğrusunun sorumluluğunu asla terketmeden yaşar. Söz, tutulur. Söz tutma, dünyayı dümdüz eden bir ezbercilik değildir ki zaten. Daha iyisini yapmaya açık olana yönelmişliktir. Hatadan ise dönülür. Şerefli İnsan, Haysiyetli İnsan, vereceği zarardan dönen insandır. Bir sözümüz varsa, ne kadar değişirsek değişelim, tutacağız. Söz tutarken de, daha iyisine, düzgününe, daha az zarar verenine, daha incelikli olanına yöneleceğiz.


Arayan insan ne sözünden vazgeçebilir, ne sorumuluklarından, ne de insanlığından.


Yeni anlamıyla arayış sadece ve sadece "şark dansözlüğü"dür.


1 Mayıs 2008

Bir Mayıs 2008: Gaz Kokusu, Cop, Boyalı Su


Limanlarımız, alanlarımız, topraklarımız, tohumlarımız talan ediliyor.

Sadece halkımıza, çalışanlara geçit yok.

Bu meydandan iç savaş başlatmaya yönelik bir müdahalede bulunuldu 1977'de. Bunu kitlesel bir biçimde kınama hakkı yok.

Her taraf gaz kokuyor. Alman Hastanesinin önü. 1 Mayıs Meydanı. Şişli Etfal Hastanesinin Acil Servisine gaz bombası atılıyor. Disk Genel Merkezine de. Disk Genel Merkezinin önünde toplananlara boyalı su sıkılıyor. Hangi kinle? "Bu akşam ailemin yanında olabilirdim, çalışma saatlerim insanca düzenlenebilirdi ne fena!" diyenlerin öfkesiyle?

20 senedir 1 Mayısların kenarından bile geçmiyorum. "Neyi protesto ettiğinizin değil, neyi istediğinizin altını çizin artık" dediğimden.

Gelecek sene ben de 1977 1 Mayısında ülkemizi kan gölüne çevirenleri protesto edeceğim. Gelecek sene ben de meydandayım. İlân ediyorum.

Bu işgal, bu saldırganlık, bu sivil kılıklı örfî idarecilik tadını kaçırdı.

1 Mayıs'a karşı tavır, sömürgecilerimizin bu ülkede karıştırdıklarını savunmaya dönüştü.

1 Mayıs 2009'da bağımsızlığımızı savunmak için yürüyeceğim. İşgalci çeteleri lanetlemek için.

Hastanelerini sokaklarını bombalayan bir iktidara karşı çıkmak için.

Bu hükümet bir 1 Mayısı bile yönetememiştir. Halkına karşı bir önceliği olmadığını göstermiştir.

Alınterinden, alınteriyle kazançtan daha değerli neyi vardır insanın?

Hazineleriyle, talan ettikleri topraklarla, açgözlülüğün zevkiyle, düğünlerde takılan tonlarca altınla yeryüzü cenneti mi kuracak birileri?

Hiç bir şey bize ait değil, eylediğimizden, yaptığımızdan, olduğumuzdan, insanlığımızdan başka. Olduğumuz bile akıp giden, üzerinde her daim söz söyleyemediğimiz bir şey.

Hastanelerine bomba attırabilenlerin insanlıkları bitmiştir!

Öbür dünya konuşmaları, din, hukuk ahlâk lafzı gevezeliktir. Efendileri Vicdanların Efendisi değildir!

İnsanlığı ayakta tutacağız! Çalışanları satmayacağız! Vicdan sahibi olmayı bırakmayacağız!

Bu ülke için, bu ülkenin insanları kadar, söyleyebileceği insanca bir şey olan herkes konuşabilir. Ama sadece İnterkontinentalden işçileri, öğrencileri tarayanların borusu çınlıyor topraklarımızda, insanlığın topraklarında.

Reddediyorum. Bu ülke şiddetin, hiddetin, sosyal mühendisliğin değil insanlığın ülkesidir!

Gelecek sene İstanbulda, 1 Mayıstayım. Sendikalar neredeyse, ben de oradayım.

İlân ediyorum, Efendim.

Ömer Hayyam'dan Gündemin ve Günün Anlamına Dair Rübaî

İnciyi isteyen dalgıç olacak;
Varı yoğu dosta verip dalacak.
Canı avucunda, nefesi göğsünde:
Ayağı baş olacak, başı ayak

30 Nisan 2008

Bir Bir Mayıs'ı Yönetemeyen Ülke de Yönetemez!


Geçen sene 1 Mayısta güç kullanımındaki orantısızlıktan bahsediliyor, şimdi orantılı güç kullanılacakmış. Şehirlerarası otobüslere girilip kafalarına cop vurulmayacak insanların demek ki, beyin kanamasından ölenler olmayacak. Memnun mu olalım?


Geçen sene 1 Mayıs bir sıkıyönetim alıştırması gibiydi. Bir başka sıkıyönetimin. Hem militarizme karşı çıkacaksınız, hem de bu gövde gösterisini yapacaksınız. Herhangi bir sıkıyönetimin yapabildiğinden daha kapsamlı bir kapatmaya başvuracaksınız. Bunu aklı başında insanlar kabullenebilir mi?


Egenekon davası, hükümetin de davası gibi lanse ediliyor. Peki, peki de, neden Bir Mayıs katliamının arkasındaki güce kitlesel bir karşı duruş engellenmekle kalmıyor, buna yeltenilmesinde dahi (sivil?) seferberlik ilân edilebiliyor?


Hükümet, bu katliamın önemini, nasıl bir dönüm noktası olduğunu farketmekte ki, bu denli büyük bir cephe açabilmekte. Eğer öyle değilse, yani restleşme yeni sermayeye, "yeniprotestan" sermeyeye yaşam alanı açmak için yapılıyorsa, bu sermayenin siyasî açılımını belirlemek için gerekli bir duruş inşa ediliyorsa kurulan orantısız ideolojik barikatı anlamak çok zor. Ya yeni sermayeye yeni soğuk savaşçı bir kimlik kazandırılacak, ya da konsensusu unutmuş bir yeni demokratik naivizm söz konusu.


Ben bu gerilimin sözcülerinde yenidemokratik bir naivizm görsem de, soğuk savaşçı bir emek sermaye gerilimi mühendisliğini de farketmemezlikten gelemiyorum. Hükümet liberal söylemle, soğuk savşçılığın buyruklarını nasıl uzlaştırabilecektir? Bu krizi hükümet mi yönlendirmekte, yönetmektedir? Kim yönetilmektedir? Kim krizle yönetilmektedir? Kim krize yönetilmektedir?


Bir Mayıs günün gerilimini almak, demokrasi ve dayanışma yaşantısını güçlendirmek sendikalardan çok iktidarın elinde. Gösteri düzenlemek ya da yasaklamaktan daha ciddi bir ideolojik gerilim, bir gerilim paradigması sunuluyor ortaya. Hitap edilen, muhatap olunanlar da değil söylemin her boyutunda. Her bloklama, bir yerlere karşı gösteri de. Sendikalar, işçiler, radikaller söylemin ya görünürdeki hedefi, ya da bazı açılardan hedefi.


Asıl kapışma, iddialaşma, güç gösterimi bir iç denge kurulması ya da dengelerin bozulmasına, yenisinin koparılıp alınmasına yönelik. Orantısızlık, söylemde, ideolojide, gerilim yönetiminde.


Hükümet, bu gerilimin gerçek tarafı mıdır? Bunu seçmiş midir? Bu gerilimde kimler söylediklerini kasdetmektedirler, kimler söylediklerini kasdettiklerini sanmaktadırlar?


Durum tespiti, kendi ifadeleri, iddiaları ile mühendisliğini yaptıkları "paradigma"nın farkını görmek, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak isteyenlerin derdi olabilir ancak.


Görmek ve yanıbaşındaki kriz mühendisliğne tavır almak, mümkün mü? Bu kriz, yönetenlerince, yönettiğini sananlarınca basit bir kriz sanılıyorsa mümkün. Seyyar ama mükerrer bir çatışma alanında bunu söylemek zor.


Yönettiğini sandığını sandığımızın naifliği, açgözlülüğü ya da ürkekliğinin yanı sıra bazı anlaşılması zor gözükaralıkları biz soğukkanlı yorumcuların da zayıf yanı olmaz mı? Naif olan her daim biziz, çünkü yenmeye çalıştığımız her daim bu. Hakikatin ne sahibiyiz, ne de ortağı.


Kendimizi hakikatle düzeltmek, hakikatli olmak, hakikati olmayan hiç bir düşünceye esir düşmemek ne kadar elimizde ise o kadar, yılmadan yorulmadan, bıkmadan düşünmek durumundayız.


Hiç bir ücret, alınteriyle çalışmanın, işini düzgün yapmanın, gerçek emeğin karşılığı olamaz. Bir Mayısta meydanlarda olmayacağız ama, her gün çalışarak kazandığımızla ekmeğimizi alacağız, çalışmanın, alınterinin ufkundan bakacağız işçilere, amelelere, işsizlere, ayaktakımı gözüyle değil. Onlardan olacağız.


Sendikaların 1 Mayıs 1977'yi önemsemelerinin basitleştirilmesini, kitlesel bir karşı koyuşa karşı koyuşun sıradanlaştırılmasını eleştireceğiz.


Bir kişinin dahi burnu kanamadan geçiremediğimizde bir Bir Mayıs'ı, ne bağımsızlıktan söz edebiliriz, ne demokrasiden, ne de bir toplum, bir halk olabildiğimizden. Tahakkümün toplumu olmaktan vazgeçmemiz, iktidar sahibi olanların mağdurluk edebiyatını bırakıp, kendi kapısınıın önünü süpürmesiyle başlayacaktır. Böyle iktidar olunur zaten. Ülkeyi insanlar için yaşanır kılarak.


Boğaz köprüsünde, Bir Mayıs tedbiri olarak otobüste kafasına darp edilerek öldürülen konservatuar öğrencilerinin cenazelerini kaldırarak değil, konserlerine giderek ayakta tutacağız bu ülkeyi.


29 Nisan 2008

Medya Eleştirisi: Hürriyet 29 Nisan 2008, Dünya. "Namus Cinayeti"

"IRAKLI bir baba, yabancı bir erkekle konuştuğunu duyduğu kızını önce boğdu, ardından defalarca bıçaklayarak delik deşik etti. Görgü tanıkları canavar babanın, kızını öldürdükten sonra "Namusumu temizledim" diye haykırdığını belirtiyor.

Cinayet, Şii kenti Basra’da meydana geldi. Üniversitede İngilizce eğitimi gören 17 yaşındaki Rand Abdül Kadir adlı genç kız, gönüllü olarak çalıştığı yardım derneğinde, Paul (22) adlı İngiliz askeriyle tanıştı. Paul’a ilk görüşte aşık olan Rand, duygularını en yakın arkadaşı Zeynep ile paylaştı. Rand, Zeynep’e Paul ile ilgili hayallerini anlatıyordu. Rand, Paul’ün sarı saçlarına, bal rengi gözlerine, beyaz tenine ve gülümseyişine aşık olmuştu. Son derece yumuşak bir konuşma biçimi vardı. Onun deyişine göre çevresindeki esmer ve kaba erkeklerden son derece farklı biriydi. Rand, Zeynep ile bir araya geldiğinde, Paul’e duyduğu hayranlığı anlata anlata bitiremiyordu. "

Hürriyetin haberini kimin kaleme aldığı belli değil. Çeviri midir? Belki. Kurcalamaya da gerek yok. Bu genç kızın öldürülmesi, daha sonra annesinin kolunun kırılasıya dayak yemesi onaylanacak şeyler değil. Ayrıntı haberde var.

Ancak, iş bir cinayetle başlamıyor ve bir cinayetin telin edilmesiyle de bitmiyor. "Esmer kaba erkekler", "sarı saçlar, beyaz ten" edebiyatı cinayet kadar beter bir insanlık suçunu yerleştiriyor: Irkçılık! Hürriyet'in demek ki ten renkleri ile kabalığı birleştiren ("esmer ve kaba"daki "ve" oldukça yapıştırıcı ve iğrenç) bir antropolojisi de var. (Yabancı damat kara derili bile olsaydı ırkçı söylem devre dışı bırakılmış olmazdı, bu konuyu başka bir yazıda ele alalım).

Alıntı, alıntıdan ibaret değil, propagandif. Haber, haber değil, adeta psikolojik savaş metni.

İngiliz genç ise sanki bir turist, bir barış gönüllüsü olarak Basrada. Ya da bir "backpacker", gezgin.

Irak, habere göre işgal altında değil de kurtarılan, medenileştirilen bir ülke. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Toplumsal tepki, infial, işgal hesaba katılmıyor haberde. Mesele yabancı düşmanlığı, "yabancı genç" düşmanlığı, aşık gençlere mezalimden ibaret adeta.

Iraklılar anlayışsız, kurtarılmaktan anlamayan, beyaz tensiz, gergin, asabi insanlar, yine habere göre.

Haber, müttefiklerin bültenlerinde bile abartılı kaçabilecek, o delikanlının ülkesinde bile tepki çekebilecek bir çerçevede sunulmuş. Biz ne "kolay" insanlar olmuşuz.

Katiller iki saat sonra serbest bırakılıyorlar. Polise göre, iyi vatandaşlarmış katiller, iyi ilişkileri varmış Basra yönetimi ile. Peki bu konuda başka söz söyleyen yok mu? İtiraz eden, onaylamayan, haleti ruhiyeye rağmen insanca bir çıkış yapan arap, şii arap, basının oryantal silüetine dönüşmemiş bir insan?

Fransız direnişinin sinemasını seyredenler, alman askerileri ile ilişkilendirildikleri için sokaklarda katledilen kadınları yaşlı gözlerle izleyebilirler. Direnişçilerin neden tutuklanmadıklarına bir itiraz yöneltmeden. Sanırım orada savaş, direnişi gerektiren durum vahşi geliyor, burada insanlık, insanlar.

O yıllarda namus cinayeti işler miydi bir fransız köylüsü? Bilemeyiz, çok küçük bir ihtimal diyelim. Ya bir fransız aydını, antifaşist, antinazist ve öfkeli bir fransız aydını? Emin değilim, basınımızın beklediği hoşgörüyü bize sunabileceğinden. Herşey olabilirdi.

İşgalcilerden bazı alanlarda daha az insancıl olabilmesi mümkün işgal altındaki insanların. Hayatın her alanında böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Sömürgeci medeniyet getiriyor demek olmaz mı bu? Doğu halkları her türlü sömürgeci müdahaleyi hakediyora kadar gitmez miyiz?

Hürriyet Gazetesinin haberi masumiyetin sınırları içinde kalmıyor, eleştiri bir medeniyet karartmasının içine buruşturulup atılıyor.

Iraktaki genç kızın öldürülmesi trajiktir, katillerin serbest bırakılması hukuksuzluktur. Bunu o aile üyelerinin kızlarına sahip çıksalar yüzlerine tükürüleceğini, o toplumda yerlerinin olmayacağını bile bile ve savaşa rağmen söylüyorum.

İşgalle dans, karaçalıda danstır. Kan revan içindeyiz.

Ve sömürgeleşmiş akıl, insanlığı kan revan içinde bırakarak kuyruğunu yutmada.

21 Nisan 2008

Kuyudan Çıkarılan Cevaplar


Kuyuya düşmeden Yusuf olmak gerek.

Kuyuya taş gibi düşmemeli. İnsan gibi düşmeli, Yusuf gibi düşmeli. Kuyu yalnız kendini bulmak için değil, olmak için de kuyu. Yusuf oluşun, kuyudan öncesi de olur, kuyusu ve kuyudan sonrası da.

Leylanın Peşi var mıdır ki Çöle Düşme'de?

Leylayı bulduğunda imkânsızlık imkânıyla giyinir Mecnun. Evini bulduğunda evsiz kalır da gezinir. İnsan evini arar, Mecnun gezinir, terkeyleyişi dahi terkeyler. Dünyasız kalmayan bir insansız kalışa teslim eder ayaklarını. Dışı kurur, kabuk bağlar, içi yeşerir, olgunlaşır, tatlanır.

Kuldan çekinmeden insan kendini nasıl bulur ki?

Başkalarının bakışında insan kendini yakalar. Ona itirazla bir başka ben olur, geçilecek benden geçerek. Başkasını görmeyen, başkasını aşanı nasıl görür? Dünyada tek bir insan olsa, insan için insanlık olmazdı. Aşk yalnız olmadığını bilmekle, kendinden geçebilmekle, cefayı yani emek vermeyi sevebilmekle ayakta tutulur, hangi anlamında olursa olsun. Dünyayla, insanla, kendiyle boğuşmadan insan nasıl mayalanır, nasıl olgunlaşır, nasıl pişer?

Cennet Hayali, Cehennem Korkusu

İnsan hesap kitapla eylemez. Doğru bildiğini doğru bildiğinden yapar. Cennet düşlese, Ateşten korksa ne kötülüğü var? Yaptığı her şeyi ödülünü düşünerek yapmadıkça? Ödül için iyilik, ödül için kötülükten daha iyi sonuç da verse, ahlakî eylemin karşılıksızlığına ters. Ahlaksızca değil, ama ahlakdışı, yani ahlaka nötral olur yaptığı. İyi ahlâk sahibi olmaktan daha büyük ne var diye düşünüyorsa, oluşuna bakar. Adil olmaktan önemli ne var diyorsa, adalet gözetir.

Yanılmak, yanlışa düşmek insan işidir. Yanlışa tecrübe edinmek için dalmaz insan, yanlış yapmamak, yanlışsız olmamak mümkün olmadığından dalar. önemli olan, dersini alması, öğrenmesi, hareketlerini inceltmesidir. Kabalığın, hoyratlığın esteti olmamasıdır.

İnsan hayattan öğrenir, hayatta öğrenir, hayatla ve hayatta sınanır. Bu maceracılık işi değildir, sabır işidir, tevazu işidir.

Ne yapılmayacağını görmek, ne yapılacağını görmekten daha kolaydır. Yanlışın listesi doğrunun listesinden daha kolaydır ve bir eylem kılavuzu değildir.

Herkesten günahkâr olmak, herkesten daha yaşamış olmak, hayatın hakkını vermek, döktüğünü saçtığını farketmiş olmak, hatalarını bilmektendir. Macera, serüven işi değildir.

Açken ekmek çalan, tokken de çalmayı bilir. Çalmayı bilen, çalmayı düşünene elindeki ekmeği uzattığında Sevgili olur.

Vesselâm.

18 Nisan 2008

Kapıda


İhanet büyükse, sadakatin de büyüğü kapıda bekler.

Ateş büyükse, yağmur ve sel yoldadır.

Seni bilen, rüyânı hiçe sayıyorsa kâbusunu çağırmaktadır.

Kâbusu olanı rüyâsı uyandırır.

Seni itekleyip, taşıdığın rüyâya eğilen, hakikatsiz bir rüyânın peşindedir. Hakikatle uyanır.

Uyanış iyidir, ip üstünde, dam üstünde gezinmeyene. Her uyku uyandırır.

Bin aşığın posasını çıkarsan eline bir aşk bile geçmez.

Bir aşk bin aşığın çırasını tutuşturur, yine de sönmez.

Senin verdiğin huzursuzluğu huzura terkeden, huzursuzluğunun peşindedir.

Huzursuzluğa, sıkıntıya gelmeyenin huzuru da olmaz.

Kaba'dan incelik, zevk çıkaran başkasının çığlığıyla duyuyurur kendini.

Kaba, hoyrat yanını yontan kendi çığlığıyla ürpetir, incelirken. Gerisi lâtiftir.

Kabanın estetiği zevksizdir, toplumsuzdur, dehanın firavunluğudur, firavun dehasıdır.

İnsanın Musa yanı ile firavun yanı karşı karşıya konmadıkça, yani ruhu bütünleştirilmedikçe dili yoktur. Başkasının acısıdır konuşan. Kendi diyeceği varmış gibi yapandır kabalığın estetiğinin dahisi.

Kurban, mütecavizin estetiğini savunduğunda, suçluluğu yeğlemektedir. Suçluluğu yeğlerken, kendi kurbanlığıdır inceltilen, dolaştırılan, sunak taşına yatırılan.

Yer değiştirmekle kurtulan olmaz. Kendisine yapılanı insan ancak, insanlığa sarılarak yapılmaz kılar. Zulmü alteden zalim olamaz. Zalimi altedeceksen kendi zalimliğinle kapışmakla başla.

Dönük sırta çekilmiş hançeri elinden at da "ben kendi zalim yanımla boğuşuyorum" de!

Biz iyi ve kötü yanları, aydınlık ve karanlık yanları birbirinden ayrılmayan insanlardanız, bizde iyi ve kötü bir biriyle zıtlaşır, bir birini tartar, kapışır. Kötülüğü yenersek, bugün için, şu an için yeneriz, bu, gelecek için umut verse de, hayat boyu kurtulmuşluk bir rüyâdır. İnsanlık sürekli gayret ister. Sürekli çaba ister, emek ister.

İnsan olanın fırtına içinde kopar, insanlıkla alıp veremediği olan ise insanlarda fırtına koparır ama kılı bile kıpırdamaz. Onu yalnız kendisi ilgilendirir. Yalnız kendisi ile ilgilenen başkasının, yani bir insan oluşun farkına varamaz:

Bencil, bir ben (bir sorumluluğun beni, kendine itirazın ben'i, anlamanın ben'i) değildir.

31 Mart 2008

Kısa Bir Ara Veriyoruz


Biraz gönülsüz yazdık son günlerde, yazdıklarımızdan memnun değiliz. İş güç. Ve paldır küldür akan bir dünya. Bin bir itilip kakılma. Aklımız yazdıklarımızda değil.

Derdimizi az çok anlatabildik sanıyorum. Bir süre susacağız, dinleyeceğiz. Uyumaya, yüzmeye, yürümeye, dostlarla sohbete ağırlık vereceğiz.

Ata bineceğiz. Perdelerimizi ütüleyeceğiz. Ayakkabılarımızı boyayacağız. Evimizi elden geçireceğiz. Akrabaları, yaşlı ahbapları arayacağız. Neylerimizi yağlayacağız, tamburamızı elimize alacağız. Banyoda yıllar sonra yeniden şarkı söyleyeceğiz.

Bu arada, eski yazılara biraz düzen verme, gözden geçirme fırsatı bulabileceğimizi de umuyorum. "İnternet: Global Kerhane" gibi lâfları çıkaracağız, söz verdik. İfadeleri yumuşatacağız. Kaygılarımızsa devam edecek, insandan beklentimiz de.

Kendimiz için bir beklediğimiz kalmamıştır. Talan edildik. Rahatladık. İşimizin hakkını vermeden başka bir derdimiz, taşıdığımız bir yumurta küfesi kalmamıştır. Yeni dertler, hastalıklar, geçim sıkıntıları, düşüncesizlikler bizi bulana kadar beklentisizliğin, acelesizliğin rindane neşesini yaşayacağız.

Ve gerektiğinde yeniden, yeniden, kapımızı insana açıp başımızı belâya sokacağız, dümdüz edileceğiz.

İnsandan umut kesmeyeceğiz, bu yüzden bıkıp usanacağız da.

Ve hep şaşırtılmayı, yanılmayı bekleyeceğiz. Yanılmamazlıktan, artık yanılamamaktan, yanlışlanamamaktan utanarak yaşayacağız.

Şimdilik hoşçakalın. Etrafta yeterince büyük lâf eden var. Biz lâfta, lâfzda değiliz. Bu puslu, çizik, paslı aynaya yansıyan hakikât değildi. Yüzümüzü döndüğümüze yüzünüzü çevirin, bizle yansıyanda bir şey yok. Bu cephede yeni bir şey yok, Efendim.

Aşkla ve saygıyla arzeyleriz.

Ne Yapmalı?


Hayatımızı yaşamalı. Yani, insan gibi yaşamaya devam etmeli. Komşulu, eşli dostlu. Çocuklarımız azıklarıyla sokak köpeklerini doyurup eve aç dönmeli, eski zamanlarda olduğu gibi.


Zorda olana fırsatçı yaklaşmamalı. Umutsuz olanlara umut olmalı. Mutlu olanların arasına girmemeli. Mutsuz olanları dinlemeli, desteklemeli, yapamıyorsak uzak durmalı. Komşuda pişene göz dikmemeli. Sofralarındaki bir eksik de bizden gitmeli.


Vazgeçmelerle vazgeçilmezi yakalıyoruz. Çektiklerimiz, fedâkarlıklarımız bizi insan yapıyor. Koparıp almalarımızla, açgözlülüklerimizle dünyayı ateşe veriyoruz. Yine diğerkâm olacağız, yine insan olacağız, bir şeyi hak edenin ayak altından çekileceğiz, hak etmeyeni yetiştirmeye çalışacağız. Rekabet etmemizin meşru olduğu yerlerde rekabet edeceğiz. En azından nerelerde rekabet etmeyeceğimizi, nerelerde rekabet edilmeyeceğini az çok düşünmüş olacağız.


İnsanın, insanlığın önünü açacağız. Tercih ediş ve ediliş sebebimiz haketmişlik, ihtiyaç, yetkinlik, insanlık, anlayışlılık, sabır, alçakgönüllülük, söz dinlerlik, doğruluk, açıksözlülük de olacak artık.


Bizden zayıf olanı, yolda kalanı ezip geçmeyeceğiz. Kimin kimi sırtında taşıdığı hiç belli olmaz. Taşıyoruz sandığımızda, seve seve taşıyacağız.


Bir ülkedeyiz, bir halk içindeyiz. Bir yerde, her yerde, nerede olursak olalım, bulunduğumuz yere zarar vermeyeceğiz. Yaşlılarına hürmet edeceğiz, bilgelerini okuyacağız, insana ve insanlığa sadık yaşayacağız. Doğru sözden sakınmayacağız.


Kendi zalimimize, alçağımıza evlâdımız kardeşimiz olsa sahip çıkmayacağız. Ama insanlıktan herkese sahip çıkacağız. Darağacındaki gaddar kişiye de. Eski dostumuza, düşmanımıza, tanıdığımıza, tanımadığımıza insaf ve insanlığı çok görmeyeceğiz.


Bu dünyaya intikam için gelmedik. İnsan olarak geldik. Olarak, olup da gideceğiz.


Sadık olacağız. Sözümüzü tutacağız. Çalışkan olacağız. Emeğimizle geçineceğiz. Ne yapıyorsak hakkını vereceğiz. Lokantacıysak, evde gösterilen özenden dahi fazlası gösterilecek yemeğe. Temiz olacağız. İnsan sağlığına zarar vermeyeceğiz. Etrafa, çevreye zarar vermeyeceğiz. Kuşlara, tavşanlara, karıncalara yuva olan, koruyan, kollayan, rüzgâra kendini duvar eden bir çalıyı sökmeyeceğiz, çok güçlü nedenlerimiz olmadıkça, bir taşı yerinden etmeyeceğiz. Bir yaprağı dalından ayrı koymayacağız, bir goncayı soldurmayacağız.


Sömürge valilerine boyun eğmeyeceğiz, emrirlerinde dünyayı talan seferlerine gitmeyeceğiz. Tencerede taş kaynatacağız. Savaşan, saldıran basın, kendi muhabirlerini göndersin. Talancılar önce kendi çocuklarını seferber etsin, memleket yağmasından, safahattan alıkoyabilirlerse. Biz yokuz. Biz komşuluyuz. Biz insana dostuz.


Yurdumuzu, insanlığı insanca, açıklıkla, saygıyla, özenle savunacağız.


Haklı olduğumuzda, haklı nedenlerle dahi büyük, kutsal kavramların arkasına sığınarak bir günahsızın kılına zarar getirmeyeceğiz. Getirildiğinde hesap soracağız.


Başka türlü düşünecek ve eyleyeceğiz. Hayır demesini, diyene sahip çıkmasını, savunmasını bileceğiz.


Siyaset, din, ırk, dil ayrımı yapmadan düşüneceğiz. Kendimiz için açılımlar, insanlığın açılımları olacak. Kendimiz için istediğimiz, herkese açık olacak, dosta, düşmana. Rüyamızı insanlığa kapatmayacağız.


Ve hiç bir insani, global, ilerlemeci kavramın arkasına sığınıp, ülkemizi, kültürümüzü talan etmeyeceğiz, yağmalamayacağız. İnsanlıkta geri kalmışlardan hazzetmeyeceğiz, bunun politikasını yapanlardan hazzetmeyeceğiz, birilerinden ille de hazzetmeyeceksek.


Halkımızı, komşularımızı, insanlığı savunacağız. Onlar için dara düşmeyi göze alacağız. Zor zamanlarında hiç bir halkın etrafında akbabalar gibi dolaşmayacağız.


Gücümüzü, imkânlarımızı aşacağız. Buna mecburuz.


Sularımıza, ormanlarımıza, tohumlarımıza, insanlarımıza, aydınlarımıza, halkımıza sahip çıkacağız.


Çocuklarımıza zaman ayıracağız. Okuyacağız. Dinleyeceğiz. Düşüneceğiz. Sohbetin kültürünü yeniden canlandıracağız. Yeniden, bir toplum olacağız.


İnsanlığı yeniden, yeniden, yeniden başaracağız!

30 Mart 2008

Bir Zamanların Müziği


Müzik aletleri tarihi, rekonstrüksiyonların, hibridlerin, malzemede kaymaların, ortamın, teknik yakıştırmaların, ihtiyaçların, sesin, imkânların, orkestrasyonun ve çalanın muhtemel duruşunun yani kullanım bağlamının da tarihi.


Orijinal alet bir anlamda hiç yok. Başka bir anlamda, yani değişmelerde dahi aynı kalandan; kullanımı, tınısı, teknikleri, yapım teknikleri, malzeme gibi açılardan; bir tarihi oluşundan dolayı orijinal sazdan bahsedebiliriz. Başarılı da olsa rekonstrüksiyon, başka bir saz, yeni bir saz olarak da görülebilir, başarılı bir yeniden yapımın da bazı kriterlerinin olması lazım.


Yine de değişik çağların müziklerini dahi varsayılan ya da elimize kısmen geçmiş aletleri kurgulayarak; skalaları, meselâ, kemik kaval parçalarından, delik aralıklarından (yeniden) çıkararak; eldeki fikri yaşayan "arkaik" müzik araştırmalarının sonuçları ve bazı anlatılarla karşılaştırıp gözden geçirerek kurgulamaya çalışanlar oluyor, olacaktır.


Bir çalışmadan, öneriden ibaret olsa da, aktarılmış, notaya alınmış müziğin kendi (varsayılan) döneminin (varsayılan) çalgılarıyla/sazlarıyla yorumlanmalarına olumsuz bir tepki veremiyoruz. Notaya alınmamış, aktarılagelmemiş müzik ise materyal skalaları takipten ibaret, seyir geleneğini içermiyor, etnomüzikolojik karşılaştırmalarla gözden geçirilse, ilerletilse de. Yine de, ilgiyle izliyoruz. Öğreniyoruz, en azından, itirazlardan ve itirazlarımızla.


29 Mart 2008

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan: Hatıralarına


Değerlendirmelerin, çözümlemelerin hiçbirisi umurumda değil.


Yiğit insanlardı. Sömürgecilere ülkemizi teslim edebilmek için katledilmeseler uzun yaşayabilirler miydi? Bilemiyorum.


Kayıtsız kalamazlardı, dünyada olan bitene. Yaşasalar, tesadüflerle sağ kalmış binlerden birileri olabilirlerdi.


Hayatlarını yaşamadılar diye düşünmüyorum. Yaşadılar. Milyarlarca insandan daha ciddi yaşadılar.


Canını yaktıkları birisi, birileri varsa, artık tamir edemeyecekleri için üzülüyorum. Geriye dönüşsüzlük söz konusu oldu muydu, insan hayatı söz konusu oldu muydu, insanların yapabileceği tek şey, tekrarını engellemek, ders çıkarmak, tecrübe paylaşmak. Vicdan, yalnız yanlışta değil, yapabileceğinin en düzgününü yapamayınca bile kanamaya başlar.


Onlar, ilk gerçek modern ve sondan ikinci geleneğe hakim kuşağımızdı. Entellektüel bir projeden ibaret değildi hayatları, durup dururken halkın hafızasına, binlerce yılın izlerine katılmadılar. Bu, uçukluk, kopukluk, hayalcilik işi değil.


Cumhuriyetin ilk meyveleri, ilk sokakta, savaş altında, kargaşada, karmaşada yetişmemiş kuşağı idiler. İlk ciddi hasatı idiler. Gök ekinken biçildiler.


Bir ülke, yabancı ülkelerin oldu bittici, kıyıcı, kırımcı, kan güden kuruluşlarını kendi ülkesinin çekirdeğine ekler ise, dünyanın birilri için nasıl şekilleneceği insandan, dünyadan, ahlâktan, hukuktan, hayattan önde giderse olacağı budur. Çocuklarını ulu sömürgeciliğe kurban etmekle kalmazsın üzerlerine de basa basa yürürsün.


Onları ne koruyan kollayan, engellenecekleri yerde engellemeye çalışan; ne de onlarla tecrübe paylaşan, onları geleceğimiz olarak gören, üzerlerinde titreyen, sahip çıkan, eleştiren insanlarımız, kurumlarımız, ortak tecrübemiz, sorumluluk taşıyanlarımız olmadı.


Onların daha yargılanmadan kalemini kıranların, Kızılderenin emrini verenlerin ayaklarında Sümerbank işi çizmeler yoktu. İşgal altındaydık diyenlere haklılardı demekten başka bir diyeceğimiz yok: Aklımız, fikrimiz, gelecek için kararlarımız, rüyalarımız, hülyalarımız, umutlarımız, okullarımız rehin verilmişti . Halimiz, geleceğimiz üzerinde konuşamıyorduk. Konuşan aydın sokaklarda vurulur hale gelmişti. Önce insiyatifimiz, isyan edebilir halimiz, sonra bir fikri olabilir halimiz kıyımdan geçirildi.


Kârını, hazzını çoğaltmak, yurtdışında iş bulabilmek, birer kürsü, makam paye koparabilmek dışında bir derdi olmayan nesiller yetiştirebildik, yemesini içmesini bilmeyen, delikanlılığı bilmeyen, ihtiyarları karşıdan karşıya geçirmeyen, kalemini kalemsiz arkadaşına verip yazılıda sıfır çekemeyen.
Aşık Veyselin ayağına gidip, onunla yaşar mı, öğrencisi olur muydu birileri, Fikret Kızılok gibi? Yurtdışında burs, kongre arar insanlar şimdilerde, merit değil çünkü söyleyeceği bir şey olan çobanın yanına bağdaş kurmak, balıkçılarla oturmak. Bunlar eskiden özenti değildi. Bir halktık. Elitimiz de halktı. Sömürgecilerimize açılan kapılar halkın suratına kapatılmıyordu . Bunu reddedenler taşraya, ya da yoksul emekliliklerine sıkıştırılmamışlardı.


Şiirle atışabilen halkı bir kenara itip, vahşi batı ve uzak doğulardan, yankilerden, latinolardan davranış kalıpları, kültür, zevk öğrenmeye çaılşmaktayız. Birey, kendine yapılan haksızlığı affedemiyor, başkalarına yapılanı okuyabilse dahi bir sorumluluğa dönüştüremiyor. Birarada yaşamanın ahlâkını, hukukunu unutuk.


Günah keçilerimiz, yeni yetmeler mi olacak? Hayır. Bunu haketmiyorlar. Ama, anlamaya başladıklarının ardından gidemeyecek kadar yabancı ve şaşkınlar. Hep dedim, Konya Develisine oynayamazlar, Şeker Oğlana ayak vuramazlar, tango çalınmasını beklerler, o da bir bekleyebilecekleri varsa. Onlar bizden medeniyet, biz onlardan aidiyet göstermelerini, o kadar fena bir hayat tarzımızın olmadığını görmelerini isteriz. Hattâ, daha açıkçası, başkalarına özenmemizin bir anlamının olmadığını. Dinledikleri kaç Refik Fersan eder?


İnsanlığın mirası bizim de mirasımız. Yazarları yazarımız, şairleri şairimiz. Ama artık kendi ufkumuzdan bakamıyoruz. Yemeklerimizi yiyemiyoruz. Şarkılarımızı söyleyemiyoruz. Bu kadar ilkel olduğumuzdan mı bu arayış? Kültürümüze ne kadar hakimiz? Hakim değilsek nasıl eleştiririz? Neyi eleştiririz?


Sömürge tebasına döndük, hattâ alenen sömürge tebaasıyız. Belki daha da beteriz. Kendimizi bağımsız sanmaktayız. Hata kimin? Eğitimimizi, dış politikamızı, kültür politikalarımızı, üniversitelerimizi teslim edenler kimler? Karşımızda devlet, ülke elden gidiyor diye ağlayanlar, ya da göbek atanlar, devamında marifet görmeyenler. Aynı hamasiyatla ya da yalaklıkla nesilleri emperyalizme kurban edenler. Bir tek oğulu değil, nesli, nesilleri. Ta ki, üniversitelerimizi, okullarımızı arka bahçeleri yapana kadar.


Artık bir tek Deniz Gezmiş çıkaramazsınız bu rüyadan, bu okuldan, bu sistemden, bu hülyâdan, bu toplumdan. Çıkarlarsa her şeye rağmen, seslerini duyan, dönüp bakan olmaz. İnsan beklemezler. Ama başkalarının kıyametlerini beklerler, bekçiliğini yaparlar.


Kültürümüz, kültürümüzün en narin yaprakları, çekirdeği "sakız çiğneyen adamlar"a teslim edilir. Tohumumuz, tarımımız, yeraltı yerüstü zenginliklerimiz. İnsanlarımız. Ve ormanlarımızdaki hayvanlarımız. Komşularımız. Sağlığımız. Kararlarımız.


Suçlu aranıyorsa en çok ağlayana, en gürültücü kimse ona bakın ey insanlar. En mağdura. En mağrura.


İnsanlarımız sabırlıdır. İnsanlarımız geniş ufukludur. Binlerce yılın görmüş geçirmişlikleriyle bakarlar hayata. Su çürüdü. Dokunduğmuz her şey dağılır gibi. Ama temellerimiz sağlam. İnsanlık bizle ayakta duracak. Komşularımız bizimle ayakta duracak. İnsanca dokunacağız. hayatla dokunacağız.


Bu ülkeyi ve ülkeleri yeniden ayağa kaldıracağız. İnsanlar birbirinin yüzüne bakabilir hale gelmeli yeniden.


Bir birimizi göreceğiz. Bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Hakikatliysek işimiz kolay. Görüleceği görmeye çalışan, birbirine benzer şeyler söyler.


Konuşmak için insanların susturulmasını beklemeyeceğiz, hep bir ağızdan konuşacağız, gürültüye alışsınlar.


Bu ülke bizim ülkemiz, bu dünya bizim dünyamız. Yakıp yıkmadan bırakmamız gereken bir miras var elimizde, bir emanet var.


Yeni nesillere, acılı, yolunu bulamayan, kendini bulamayan nesillere el uzatacağız, onlara sahip çıkacağız, onları karşıdan karşıya biz ihtiyarlar geçireceğiz, sokaklarımızı sevdireceğiz, bizim gibi oynatacağız bazan.


Denizleri kaybettik. Kayıp büyüttüğümüz kuşakları kazanalım.


Kayıp büyüttüğümüz çocuklarımızı kazanalım. Birilerinin çizmesinin altına altmayalım. Birilerinin çizmesini giydirmeyelim. Efendim. Arzeyleriz, gündüz hayalimizden, gece düşümüzden.





28 Mart 2008

2008'de Türkiyede Neler Olacak? (2)


(Dağınık, kopuk kopuk da olsa yazmaya devam edelim, pek zamanım yok. Karamsarlık hakim olmak üzere, izin veremeyiz. Sonra birkaç yazıyı birleştirir, toparlarım. İlk yazıdaki cinsellik eleştirisi bir makale olarak genişletilecek. Sanıldığından önemli, ancak aktüel değil. Gündemden çıkarıyoruz, eleştirinin detaylandırılmasını. ilk değinmedeki kadarıyla kalır. İleride, çiçek çocuklarından bu yana cinsellik kavramındaki değişimi de ele alacağız. Herbert Markuse'yi, Fromm'u, Freud'u, yerli bazı "düşünürleri", bu konuda ele alıp kurcalayacağız. serbest cinsellikte yeni bir şey, insani bir şey var mı yok mu, nasıl bir "başkası" anlayışına denk düşüyor, asyayla vesaire bir alakası var mı, varsa asya kalmış mı, kalmamış mı görmeye, ele almaya, eleştirmeye çalışacağız. Kader kavramını daha çok kurcalamaya çalışacağız, doğuya yazılan "kadercilik"in içeriğinin bir palavra, yafta olduğunu zamanla daha fazla açacağız. Bu kaderciliğin, eğer öyle diyeceksek, hukuku, ahlakı olan, diğerleriyle, başkalarıyla yaşanan bir dünyada olmanın farkında olan bir kadercilik olduğunu göstermeye çalışacağız. Her mehdici-mesihci anlayışın müdahil-kaderci ve kıyametçi olmadığını az çok göstermemiz, ya da kavramı biraz daha daraltmamız gerekecek. Bu konuların uzmanı olmak istemiyoruz, sadece varolanı düşüncenin alanına eskisi gibi dolaylı değil, doğrudan alıyoruz. Dini düşüncenin düşünürlerce ele alınmaması, bilimcilik dönemlerinde, felakete yol açmıştır. Eleştirisiz kaldık. bu eleştiriyi bizler yapmayacağız, ama alanın uzmanlarından masaya üçüncü sınıf çalışmalar koymamalarını talep edeceğiz.)

KARŞIKLIKLAR, İPİ GERME SİYASETİ. Gergin gündemin yakında Amerikadan gelecek bir yolcu ile alakası var mı diye sormadan edemiyorum. Bir hoşgelmedin vurgusu vardır. Hükümetin bu gelişten memnun olmayan kesimi mi var? Başbakan bu işten rahatsız mı? İpi daha da gerenler "kapatılabilecek partinin olası mağdurlar"ı olduğuna göre, kapatma davası ile başlayan gerilimin ivmesinden medet umduklarını düşünebilir miyiz? Bu sorulara "hayır" diyebilmek için ya siyasilerimizi tecrübesiz görmemiz, ya da tersine, gerilim politikasını sürdürebilecek yetkinlikte görmemiz ve yeterli desteği aldıklarını düşünmemiz gerekir. Bunlar bir toplum kuramcısının gazete okurken falan aklına gelebilecek, ama pek de ciddi analizlerden geçirmeye kalkışmayacağı sorulardır. Sorar ve gülümser, ama.

PAZARLIK İÇİN GELEN KONUĞUMUZ. Önce Kuzey ırak tartışmaları. Sonra parti kapatma davası ve peşinden gelen tutuklamalar. Ziyaretle alaka var mı? Bazı başyazarlara göre var. Hem hükümet silkeleniyor, hem de muhalefet. Yani kamusal ya da sivil her türlü muhalefet.

TEMİZE ÇIKARMA. Diyelim ki, sanmıyorum ama, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının sorumluları da yakalandılar. Ve yargı önüne çıkarılacaklar. Perinçek gibi düşüncelerine katılmadığım ama o yıllardan hatırladığım kadarıyla bu katliamlara karşı çıktığını düşündüğüm bir siyasinin tutuklanması kafa karıştırıcı. Benzeri bir faaliyeti olduysa neden ayrı bir soruşturma değil? Alemdar yıpranmış görülebilir, daha çok etrafa gözdağı içerebilir. İlhan Selçuk gibi gene kontrgerillanın zulmüne uğramış birisi nasıl olur da bu davaya karıştırılabilir? Tutukluların bu işlerle alakası yok mu denilmek istenmektedir? Mağdurlaştırma söz konusu olmuştur, daha önce tutuklanmış olanlar için, iddialar ciddi bile olsa. Bu tür davalarda suçlanabilecek şahıslar ise geçtiğimiz senelerde dava zaman aşımına uğratılarık, gündem soğutularak serbest kalmışlardı. Yeniden tutuklanmaları her zaman ilginç olmuyor. Geçmişteki çok çok kritik meseleler, ülkeyi iç savaşa sürükleyebilecek müdahaleler bu davada söz konusu edilmeyecek, sanırım. Peki ne gündemde olacak? Yerel çatışmalardan başka? O halde, bu hangi kontrgerilla, ya da soğuk savaş kuruluşu? Bir başka soru da şu, bu tip kuruluşlar bağımsızlıkçı değildi. Müttefiklerin binalarında örgütlendikleri, yerleştikleri yazılırdı. Şimdi AB, ABD ve BOP karşıtı olarak sunuluyorlar. Farklı bir çok çevre birbirine karıştırılmış mıdır? Eski olmamış addedilecekse, ne olup bitmiş addedilecektir? Hesaplaşma, bir uluslararası örgütle hesaplaşmaya benzememektedir. Hukukun her daim işletilmesinden yanayız. Ancak son tutuklamalar ve hükümetin uluslararası politikası vesaire iddiaların sulandırılmış olduğunu, seçmeci davranıldığını, işe gelmeyenler ile gelenlerin, dokunulabilirlerle dokunulamazların ayrılmış olduğunu düşündürüyor.

KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİ. İktidar partisinin kadroları da soğuk savaşta görev üstlenmiş çevrelerde yetişti. Soğuk savaşa katılmış olanların bir kısmının artık soğuk savaşçı olmadıklarını görüyoruz. İktidar partisinin dışındalar çoğunlukla. Soğuk savaş nostaljisi olanlar? Vardır, mutlaka. Kimseyi ilgilendirmiyor görünüyor. Başka bir soğuk savaşçı çevreyi, Kanlı Pazar'da bağımsızlık için yürüyen gençlere saldırı düzenlerken gömüştük. Caniler dini motifler kullanmış, dindarları örgütlemeye de devam etmişlerdi. Ya bir eylül ayında Atatürkün evine patlayıcı atıldığı iddiasının arkasından düzenlenen yağma, talan ve sistemik değişikliklerle sonuçlanan provakasyon?

Eğer çetecilik, soğuk savaşçılık sorun oluşturuyorsa, bir soğuk savaşçı çevre öbürüyle kapışırken bizim de sadece kafamız karışır.

Şöyle bir ayrım mı var? Bağımsız kalmış müttefik sahipleri? Sınırlı Sorumlu Müttefik Sahipleri? Bu işler bizim işlerimiz değildir. yani içinde taraf olacağımız, insiyatifimizi, emeğimizi esir edeceğimiz.

Bizim gönlümüz kanlı pazarda katledilen bağımsızlıkçı gençlerledir. Herkes affedilmeyi hakedebilir. Yeter ki, zeytinyağı gibi su üstüne çıkmasınlar. Gençlerden af dilemelerinden geçeceğiz neredeyse.

Soğuk savaşın dünyasına son verme işi de yeterince inandırıcı değil, günü kurtarıcı bir şey mi? Çetelerden, iç savaş örgütlerinden, başkalarının gündem kuruluşlarından kurtuluyor muyuz bunu bilenler açıklarlar. Biz kuşkuluyuz. Bu son kurtuluşumuzu da paranteze alıyoruz.

KUZEY IRAK. Basının ateş püskürdüğü kesim, Barzani ileTalabaniye eleştirel bakan, BOp'a soğuk bakan, araplarla daha iyi ilişkisi olan kesimlerdi. Şaşırıyoruz. Müttefiklerimizle iyi ilişkiler içinde olmayanların, iyi ilişkiler kurmalarını istediklerinden mi savaş zengini olmasına bir zamanlar ramak kalan basınımız ve ezbere takipçileri o kadar savaş narası attı? Gerçekten kendimizi mi savunduk? Bunu basınımızdan başka birileri de söylemelidir. Basınımız bağımsız değildir. Angajedir. Onların atıp tuttukları her konuda, durup iyice düşünmekteyiz.

JİRİNOVSKİ. O da memleketteydi. Bir bizler yoktuk. Halkımız işinde gücündeydi. "Rusturan" diyebiliyorsa bir populist milliyetçi dikkat edilmesi gerekir. Ortadoğudaki fetrete katkıdır.

Ülkemizde çok az insan olduğu gibi görünmekte. Daha çok silkelenmeye, sarsılmaya, sarsılarak kendimize gelmeye ihtiyacımız var galiba. Son ihtimal olarak da bunu sayalım. Aklımızı başımıza getirecekler bu son şiddetli kafa karışıklığı ile. Gerilim hattındayız. Şok estetiği mi derler nedir buna, bir güzelliği de olsa gerek, artık acı acı gülümsemiyoruz. Gülümsüyoruz sadece.

Dibe vurulmak üzeredir. Su yüzüne çıkabilmek için tekrar, fazla su yutmadan çıkabilmek için, ayaklarımızı sıkı vurmamız gerek zemine. Dibe vurduğumuzu hissedişle, çıkışımızı hissediş sadece insanlık tecrübesi istiyor o kadar.

Soğuk savaşçılar patronlarını kurtarsınlar. Bizim üzerine titreyeceğimiz insanlık var. Darbe, komplo, alengirli oyunlarla ilgilenmiyoruz. kendi sözümüzü söyleyeceğiz, demokrasimizi kuracağız, kurmuşsak yerleştireceğiz. Bağımsız düşüneceğiz. İnsanlık ihraç edeceğiz.

Ortalık karıştıkça, kafalarımız da netleşmekte sanırım. O halde karamsarlık niye?

(devam edecek. gene düzeltilmedi. uykulu yazıldı. elden geçecek. hatalı halimizle biliniz bizi deyu, ortaya atmaktayız fikirlerimizi, düzeltilmiş halini de paylaşacağız elbette. iyi uykular memleket. sırtımızı açık bırakmayın, tatlı uykulardayken. nöber sizde:))