24 Aralık 2009

Dünyada İnsan Olmak Ne Zor İmiş !

Çile öğretici, pişirici. Çilen var mı bildiğin de var. Çilesini çekmediğin bir alanın sadece misafirisin.

Zalimden büyük öğretmen yok. Ne yapmayacağımızı, nasıl yapmayacağımızı ondan oğreniyoruz. Zulme uğramanın, itilip kakılmanın ne olduğunu da ondan.


Yorgunluğun, bitkinliğin, sefilliğin, itilmişliğin, insafsızlığa uğramanın, takip altında yaşamanın şahidi olmadan nasıl insan olunur bilmiyorum.


Başkalarının acılarından da ögreniyoruz. O acıların, didinmenin çırpınmanın içinde alınmış kararları da az çok biliyoruz. Ama karar almayı bilmiyoruz. Baskı altında karar almayı öğrenmeden, karar almayı öğrenmek zor.


İsyan etmesi gerekeni sabra iten, sabredeceği yerde ayağa kalkan insanı ayağa kaldıran baskıyı, kıpırdanışı, çaresizliği yaşamadan hiç bir karar da karar olmuyor.


Karar vermek karar kuramını kullanmak(tan ibaret) değil, en meşru yerinde bile.


Karar almak kararın arkasında durmak, kararının önüne geçebilmek, kararının seline çığına set örebilmek, yolunu açabilmek, kaybedeceğini ve kazanacağını unutmuş olabilmekden geçiyor.


İsyan etmem gereken yerde, bir eski borç geliyor aklıma; sabredeceğim yerde geciktirilmiş bir isyanın buyruğu, geride kalmamış insanların çığlığı peşimde.


İsyan etmem gerekiyor ama borcum var, sözüm var. İnsan içindelik var.


Zıvanadan çıkarılış var. Zıvanadan çıkmayı bilen bir aşk var. Değerlendiren, eleştiren, anlamaya çalışan, anlaşır hale getirmeye çalışan bir muhakeme gücü var.


Sabretmem gerekiyor ama sesimi, itirazımı belkiyor içimdeki hayatlılık. Beni sabırda tutan, yolda tutan, sabırlı isyanda tutan, tutan hayatlılık.


Aklım "kalk ayağa!' diyor, 'otur oturduğun yerde!' diyor. İsyana isyan et, isyansızlığa isyan et! İsyan et, isyan etme!


Duruşlarımız, tavırlarımız bin bir bileşkeni olan hallerimiz.


"Borcum var!", "verilmiş sözüm var!" diyemeyen neyin kararını veriyor?


Hangi hayatın, hangi hayatlılığın?


Ekmek tekneme o kadar saldıran var ki, derviş olasım işi gücü terkedesim geliyor.


İşsiz güçsüzlük mü dervişlik? Ne münasabet! İnsanlığı iş edinmek!


İnsanlık her yaptığını düzgün yapanın; iş ahlâkı, iletişim ahlâkı sahiplerinin işi. Hattatlar boşuna dervişan'dan değiller. Mücellitler, nakkaşlar, büyük dokumacılar, bestekarlar, keçe dövenler, pekmez kaynatanlar.


İnsanlık alınteri işi. didinme işi, çırpınma işi.


İnsanlığı hazmetmek, insanlığın ekmeğini pişirmek yalnız ya da çoğul yalnızlıklar gerektirse de, yalnızlık nihaî olarak insanlığı da çözücü bir şey.


Başkalarıyla oluşuyoruz, şekil alıyoruz, dönüşüyor, biçimleniyoruz; hareket halindeliğimizi, hem özdeş hem farklı, hem değişen hem stabil hallerimizi dengesizce olmasa da onca dengesizliğin çorbasında dengede tutuyoruz.


Bu hayattan çıktığımda hayatı anlatmak ve sonra susmak için çıkmam lazım. Hayatsızlık ezberin dili, çokbilmişliğin dili.


Telaşemizden, çırpınmamızdan, telaşelerinden, çırpınmalarından anlayanlar olsaydı kime halden anlatacaktık ki? Anlayış gevezelik işi değil. Diskur dışına taşabilen bir diskursivite gibi susma hali.


Yine zulme uğradık. Yine yalana, dolana, talana maruz kaldık. Yine ekmek teknemizle oynattık birilerini.


"Eyvallah!" diyebilecekken gelene, borç harç, iş güç aklımıza geldi, itiraz ettik, kendimizi savunduk. Ve kimselere bir hayrı dokunmaz görünen halimize devam etmeliliğimizin musikisi aldı götürdü, uykulu seyrine.


Onu yazıyorum. Ha taksim, ha yazı.
Kendini savunmanın dili artık kendini abartmanın dili oldu. Hukuki tekniğin, savunma ile iddianın teknilk ayrıştırılmışlığı insanın kendisini savunmasının ve başkalarının saldırılarının biçimi oldu. Hukuk ilerlemiyor, insanlık kan kaybetmekte. Gidişat bu. İlerlemenin dili ne söyler, henüz avukatı yok.


Bir kapatırsam bu kitabı, bu ocağı bir söndürürsem, bu cekici örse bırakırsam kim susturabilir beni ölümümden başka?


Çaresizim ve yiğidim ey insan. Korkak ve ürkeksem bazan, insan içindeyim, işim var bir işe yaramasa da beni pişiren, aklımı bana geri emanet eden.


Yorgunluk, bitkinlik içinde hiç bir hançerin ısıtılmadğı bir ateşin çarkını çevirişimizden. Bir köşeye kıvrılıyor uyuyoruz. Ve her gün bir nöbetçi daha düşüyor alemden alemine.


Sabrımızı ve isyanımızı dövebiliyoruz sadece, belki, galiba...


Gerçek karar, hayatla alınır, hayatta alınır. Kararın kendisi olarak hayat: Fazla söze o zaman da gerek yoktur.


Biz söylediklerimizi biliyoruz, sonuçlarını biliyoruz, anlayanlar ne anladıklarını, anlamadıklarını biliyorlar mı, bilemiyoruz.


İnsan olmak için eli arkadan bağlanmışlardan olmak da gerek.


İnsanlık ipini kopardığında neler olur, bana sorma ey Sakî:


Zaman, saçlarını çözdüğü akşam neler olmaz

Gündüz olan gecede artık seher olmaz


İmdadınızda sığınırım Efendim.

5 Kasım 2009

Çağrı: GDO'lar, Genetik Manipulasyonlar, İnsan Doğasına Genetik Müdahaleler Üzerine

Zamanım olmadığından pek yazamıyorum.

Blog'umu okuyan arkadaşlarımdan bitki hayvan ve insanlara genetik müdahale üzerine yazmalarını site, blog ya da forumlar oluşturmalarını rica ediyorum.

Bu kavga hürriyet, haysiyetle yaşama, ahlak ve dayanışma kavgasıdır.

Genetik manipulasyona izin veren partileri desteklememeye, sağlık ve doğa ile oynayanlardan siyasi desteği çekmeye çağırıyorum.

Gdo'ları, tarımda kullanılan zehirleri, pervasızca taze ya da gündelik süt diye satılan UHT muamelesinden geçmiş süt ürünlerini gündemin merkezine oturtmakta geç kalıyoruz.

Kuralsızlığı ve gıda etiğine uymamayı kural haline getirenleri yalansız, dolansız eleştirmek; doğru ve düzeltilebilir bilgiler sunmak; soframızı, gelecek nesilleri, doğamızı savunmak zorundayız.

Sağlığımızı, dünyamızı satanlarla, tanrılık taslayanlarla daha güzel bir dünya kurmamız mümkün değildir.

Haydi tartışmaya, dayanışmaya!

3 Kasım 2009

Kahramanları Sırttan Vururlar


Haşek, antikahramanı mı yazdı, sıradan, gündelik kahramanın següzeştini mi şimdinin dünyasından bakılırsa, ahkâm kesmek güç.


Bir dönemin dünyasından, ihtiyacından br kavramın içini doldurmak ya da boşaltmak boşuna bir çaba. Dinamiği olmayan, tarihi olmayan bir sosyolojiden konuşmak gerekiyor. Geçmişi bugünde eritecekiniz, geleceğin ihtiyaç ve şekillenmelerini ihmal edebileceksiniz, yani bugününüz insanlığın bir daimi bugünü, merkezi, kavramsal şekillendiricisi olacak.


Kahramanlık sanıldığı gibi militarist, baskıcı bir kavram değil. Üzerinden dünya yıkamaz ya da kuramazsınız zaten, olacaklar bir biçimde olur size, keyfinize ve tercihlerinize rağmen .


Bazan dünyayı karşınıza alırsınız, bazan tüm dünyayı arkanıza. Yapmamanız halinde sizi kimsenin eleştiremeyeceği şeyleri gerçekleştirirsiniz. Çernobildeki itfaiyeci. Yalnız emirden mi? İnsan oluşun kendisinden, hakikatinden gelen bir şey bu.


Kahraman bir cengaver, bileği bükülmez insandan çok, herkes sorumluluktan kaçarken ve bunun ayıplanamayacağı, eleştirilemeyeceği durumlarda sorumluluk alabilen bir insan. Riski üzerine alabilen, başkalarının sırtında yükselmeyen bir insan.


Belki bir borçluluk duygusundan, belki bir yetti artık duygusundan, belki artık eylemenin, ölmenin ve kalmanın meşruiyetinin tartışılamaz olmasından. Bir zorda kalış, darda kalış, çaresizlik anı gerekiyor kahramanlığın tomurcuğunun patlaması için.


İnsan borcunu ödüyor, insan kendisini ispatlıyor, insan ayak sürüyerek yola çıkıyor, ama gerisini getiriyor.


Esir askeri, karşı emre rağmen ameliyat eden cerrah da, kucağında komşunun hasta çocuğu dağı taşı, çığı aşarak koşturan mahallenin delisi de kahraman.


Kahramanlık bir sınır aşma işi. Zorda kalma işi. İnsan olmayan zorda kalmaz, darda kalmaz. Kırılgan bir hayatta, ayağımızın altından her an çekilebilen bir zeminde sabitlerimizi, değişmez, geriye dönüşsüz sandıklarımızı yükseltiyoruz.


Kahramanı sevmek bir özveri, kendini aşma patlamasını da sevmek. İnsana ve insanlığa güvenilebileceğini hatırlamak, bilmek, sezmek.


Nasreddin Hoca, ol rivayette, Timurlenkten bir fil daha isterken korkak mı? Hikmet kapılarını açık tutan bir kahraman mı? Bir fırtına gibi esen, kükreyen bir hükümdar. Bir aleladelikteymiş, halden habersizlikteymiş gibi dünya yazan bir hakim, nükteyle, söze ve insaniyete hakimiyetle. Sözünde durmayışları, korkuyu, savuşmayı insani bilen; kendi korkularından korkup kaçmayan, insanlığın buluşmalarından emin bir bilgelik.


Kahramanlık en çaresiz, en güçsüz, en sıkışık anda filizlenir. Kahraman genellikle şaşırtır. Şaşırken de doğal karşılatır, sanki biliyoruzdur böyle olacağını, ama hayret ve hayranlık içindeyizdir de.


Kahramanın, kahramanlığın sonunu aydınların ilân etmesinde bir içerik, anlam yok, dünyanın dümdüz edilmesi, teknokratlaştırılması, egoize edilmesinden başka. Delice bir özveri, çılgınca bir kendini veriş, yürekten karşı koyma tartışarak, kapışarak, koklaşarak, çöllerde deli divane dolaşarak gezmeyecek olanın kültüründe bir anlam taşımaz. Hayata açık olmayan, hayatla sınanmayan bir kurguyu, dayatmayı, serabı hakikat edinir. Başkaları ile bölüşülemeyecek olanın alanında.


Kahramanlığın sürekli olması, artık ne yapılırsa kahramanca olması, kahramanlığın bir terbiye olarak giyinilmesi hem dilin, insanlığın, hayat dünyasının, kültürün hem de o zamanın sofrasının işi.


Kahraman sağ kaldıysa, ya içi doldurulup vitirnde sergilenir, ya da yok sayılır, itilip kakılır. Trajedi ancak ölü kahramanlarla yazılır. Ya geride bıraktıkları?


Hindistandaki esir kamplarından dönen gönüllülerimizi memlekette nelerin beklediğini bilen kaç kişi kaldı?


Denizler taburelerine tekme attılar. Hallaç derisiyle dersini verdi.


Düşünce, hayat, gök ekini biçilerek akmak zorunda olmasa da , başka bir yol, tarz seçmiş olsak da bizim için can verenleri bize can verenler olarak görmemizde ne sakınca var?


Sivasta Madımak Oteli yakılmadan kapısına dikilecek bir yiğit erkeğe, kadına, çocuğa ihtiyaç yok mu idi sanıyorsunuz?


Modern dünyada savaşlar bir düğmeye basılarak yapılıyor, evet. İnsanların yanması da bir düğmeye basılarak engellenebilseydi, hukuk işletilseydi, kurumlar işletilse, devlet işletilseydi bile, o düğmeye basacak bir kahraman gerekiyordu. Sadece işini yapan bir insan. Sıradan bir insanlık vazifesini.


Aç sırtlanların elinden çocuğu kurtaran kendi halindeki insanlar. Cüzzamlılarla aynı sofraya oturabilen bir hekim. Sözünü tutmayı, başkalarının söz hakkına sahip çıkmayı bilen aydın.


Çocuklarına ekmek götürebilmek için çırpınırken üzerlerine kusulan, kaçırılan, gaspedilen taksi şöförleri. İşkencehanede geceleri parmaklarının ucunda dolaşarak arkadaşlarımın ağızlarına yiyecek tıkıştıran, su damlatan ürkek gölge. Kimdi? Kim olduğundan size ne?Affedilmek için değil, başka bir şey yapamayacağı için.. Nasıl anlatabilirim ki insanın isyan hallerini, isyanı savunurken dahi isyan etmemişlere?


İnsan, son kertede hep insandır. Hatta daha fazla insandır.


Gemisi batmayacak olan, evi yıkılmayacak olan, oteli yakılmayacak olan, okyanusta salınan kibrit çöpünden ne anlar? Şiirini bulmuş bir kibrit çöpünden.


19 Ekim 2009

MGK'ya Muhalefetin de Girmesi Önerisi Üzerine

Cumhurbaşkanının önerisini muhalefet nasıl karşılayacaktır, hükümet buna öncelik verecek midir, bilemiyorum. Anamuhalefet ile başlamak ve daha geniş çözümler, çözüm kombinasyonları aramak lazım.

Politikalarda sürekliliğin devlet ve bürokrasiden beklenmeyeceği bir döneme girdik. Eski model ne kadar modernist ve aydınlanmış bir iddia taşısa da konsensus düşüncesini söndüren bir duruşun vücutlanması idi. Konsensusu dışlayan bir modelde bürokrasinin kendisini herşeyin üstünde görmesi doğaldır.

Eğer demokratik bir cumhuriyette karar kıldıysak, siyasi partilerin temel sorun ve konularda uzlaşmaları, anlaşmaları, çerçeveleri belirginleştirebilmelerini de beklemek durumundayız.

Bürokratların ayak sürümeleri, başka gerekçe ve perpektiflerden bakmaları her daim sorunlu değildr, "rasyonalize edilip" kurtulunacak, "hızlandırılacak" bir kesim olarak görülmeleri yerine demokratik işleyişe intibak ettirilmeleri hedeflenmelidir.

Siyasi Partiler (muhalafet, iktidar partileri) MGK'da sözcü aramak yerine kendilerini ifade edebilecek, stratejik bakabilecek, toplumun ve zamanın ihtiyaçlarını okuyabilecek bir özgüvenle buluşmalıdır.

Ben MGK'yı partilerin buluşma, tartışma yeri olarak görmüyorum. Muhalefete bir biçimde katılım imkânı sağlanarak, fikir, zaman içinde geliştirilmelidir.

Konsensusun evi MGK değildir. MGK sadece sınırlı stratejik tartışma, tartışma, paylaşma imkânları sunacaktır.

Her alanda kaygıların, dispozisyonların buluşabilmesi partilerin de gerçek anlamıyla siyasi parti olması ve halkı temsil yeteneğine kavuşabilmeleri, tecrübe kaybetmeden, iç boşaltmadan demokratikleşebilmeleri ile mümkündür.

Konsensus hiçbir kurumla başlamaz ve bitmez. Halk oluşun kendisini ifade edişinde, başka bir deyişle halk olarak buluşmamızın kendisini ifadesinde çiçeklenir, serpilir.

Katılımın, uzun vadeli siyasetlerin önünü açacaksak; bu topluma çok zaman kaybettirmiş oldubitticilikleri bir ölçüde sınırlayabileceksek, yani "bir ölçüde bağımsız" davranabilecek kadar makus talihimizin efendisi isek, öneri üzerinde kafa yormamız gerekir diye düşünüyorum.

Tek Kişilik Cemaata İki Saat Konuşan Papaza İtiraz Eden Seyise Hikmete Açıklıktan İtiraz Beyanındadır


"Ben de basit bir taksi şöförüyüm ama", ben olsam, bir kereliğine de olsa, o güne ayrılmış bütün yemi tek atın önüne koyardım. Yem bolluğu arkadaşların yokluğuna evlâ mı gelecek diye, belki. Belki de bir at, bir kedi, bir karınca ezberi helâk ediverir bazan, ondan, sanırım. Çatlayacağını bilsem bunu yapmazdım. Zulüm olur. Ama çatlama sınırını da yaşamasını isterdim, eğer bir hafızası varsa, olduğuna inanıyorsam. İnanmıyorsam, yine zulümdeyim.

Diğer atlar yok diye acelesiz kaşağılamamı, tüm zamanı ona vermemi çifteyle, huysuzlukla, dile gelebilen, gelemeyen bir alayla karşılayacaksa, canıma minnet "kalan zamanı kendime ayırırım" demem gerekirdi. Ama zaman, atların zamanı. Ve hiçbririsinin, hiçbirzaman yeterince kaşağılanmamış olduğunu bilmek durumunda bir seyis.



Bir keresinde konuşacak insan yoktu, derdimi bir kediye, Matildaya anlattım, uzun uzun. Heyecanla ve hevesle dinledi. Ciddiye alınmak, üstelik kendisine dert anlatılması tüylerini ürpertti. Lâf bitince kucağıma atladı, bir şeyler anlattı, yüzümü uzanıp şefkatle yaladı, yaladı, yapış yapış oldum, ama ses çıkaramadım. "Ne anladığını anlayamadım, ama hayatımda hiç bu kadar iyi anlaşılmadım Matilda Kardeş!" dedim.

Söyleyeceği bir şeyi olan insanı uyuklayarak dahi olsa dinlememek, söylediklerini en azından kendisinin dinlemesine de engel oluş. Karşımda konuşan, yeter ki hikmeti olan bir şeyler söylesin, bir yükünü hafifletsin, bir acısını, neşesini paylaşsın da bana fazla ya da az gelsin.

Alabileceğimi kadarını alıp alamamak, çatlamak, patlamak ya da entellektüel yavrusuna "seni anlıyorum" diyen bir annenin şefkatiyle bakmak insanın kendi bileceği iş.

İncir çekirdeğini doldurmayacak neleri dinliyoruz, nelerle ilgileniyoruz. Biz hep boş salonlara, boş yüzlere, dibi delik kalplere konuşuyoruz. Eğer boş sıralar dile gelir de, havaya konuşulan, rüzgara bırakılan hikmetten şikayetçi olurlarsa, karşılarında kafa patlatan insana ders vermeye kalkışırlarsa, onlardan bu dünyada da şikayetçiyim öteki dünyada da.

Tafrasızca, tevazusundan konuşursa bir insan, uyuklama, dışarı çıkma, kibarca tüyme hakkına sahibiz. Söylenecek sözü olduğu için pişman etme hakkına değil.

Her şeyin bir hikmeti var. Yeraltındaki meyvenin, dalda aranması gibi bir şey, seyisin sözü çatlattığını görmemek. Aradığını yerin dibinde bulunca da, nebatatı kökünden etmemeli. Dalında görülecek dalında.

Papaz doğru yapmş, yanlış yapmış ayrı bir mevzu. Ariflere göre, konuşa konuşa insan olunuyor, koklaşa koklaşa. Bazan, kapışa kapışa. Söz seyiste bitince, hikmet de kapı dışarı edilmiş oluyor.

Her dediğinde bir hikmet olanların susmaları, herşeye cevapları olduğundan. Ve herşeye cevabın eğretiliğini bilmelerinden. Eleştirilemeyecekse dediğin, susarsın, konuşman şart değilse. Ezber bozulana kadar felakete yol açacaksa.

Papaz, şimdi seyise ister itiraz eder, isterse gülümser, söz onun. Ama tevazu da onun.

Hikmet, meseleyi, mevzuyu kapatan söz değil. Sözün, diskurun, akışın, alışverişin devamında olan, sohbette ve insanlararasılıkda yatan bir şey.

Yine "insan" dedik durduk, Matilda. Yaşasaydın, mırmır ederdin, sinirle kuyruk çırpar, haksızlık ettiğimizi hissettirirdin, muteriz ama munis, etraftaki canlıların annesi, yoldaşı, kardeşi.

Sözü kendisinde başlamayan. Manâsı kendisinde bitmeyen.

6 Ekim 2009

Medeniyetin Dili


Akıştaki anda yaşayan anındalık. Evveli ve ahîri zaman olmayan, zamanda olmayan bir zamansallık ve zamandalık. Zaman diye ete kemiğe bürünme, mekânda görünme.

Anındasın, ama anın esiri , misafiri değilsin. Anda'lığın bir oluş(um) biçimi. Zamanda anlamakta hissetmektesin.

Ne bu ikincil, ne öteki.

Söz hakkını kullanıp gidiş. Konuşamayan, susmayı seçen, dili olmayan da söyleyip geçer. Anlayan oldukça.

Şimdi değil, hep yarın, yarın, yarın. Yapılabilmiş herşey geçmiş. Gören, işiten geçmişte kalmakta olana yüzünü çevirir. Geçmişte kalış dilin, hayatın, insanlığın, eyleyişin tomurcuklanışı.

Geçmiş, geçmişte kaldığından değil, bugüne kaldığından anın bilgisinin anahtarı.

Sabır, teslimiyetçilik değil, hakikate ve hakikatli insiyatife teslim oluş.

Sükûnetle niyaz ediş. Kendisinden bile feragat ediş, bir göstereceği varken. Mayalanma, kendisi oluş, kendisinden vazgeçmesi beklenirken.
"Hemen şimdi!": Zaman yok, sorumluluk yok demek olur, geçmişi geleceğe bağlama anından koparırsak.

İnsanî Varoluşun iddialarına katkımız ne kadar büyük diyebilmek için, sabrın, tevekkülün, geçmişi olan yarının ülkesine ve diline de dönüp bakabilmemiz lâzım.

Kaybetmek üzere olduğumuz memleket orada. İnsanlığın dili korkarım uzun bir süre daha anlamsız, geri ve kısıtlı gelecek ezberimize.

27 Eylül 2009

Eylül 2009'da Durum: Dengeler Değişiyor!


BASIN. Yeni bir muhalefet şekilleniyor. Muhalefetsiz olmayacağını düşünmüş birileri olmalı dersem naif kaçacaktır. Varolan eğilimler bir yerlere çekiliyor, sekillendiriliyor. İnsiyatif çok taraflı ve ağır. Birbirisini hesaba katarak yer seçen pozisyon belirleyenler var.


İNDİKATÖRLER. İdeolojik indikatörler, propagandanın kapalı argümentasyonundaki değişiklikler, bürokratik söylem, muhalefetin açılma stratejileri "iktidar"da bir sonbahar düzenlemesi olduğuna işaret ediyor. Muhalefete itici gelen, kamplaştırıcı ve militan "liberalite" , merkezden uzaklaştırılıyor gibi görünüyor. Muhalefetteki şekillenme ise basının şekillendirilmesi biçiminde. İktidar merkezindeki en itici ve sığ militan tavır geriletildikten sonra toplumda belli bir depolitizasyonun yolu aranacak. Varolan gündem tansiyonu düşürücü olmasa da, politika aktörleri şekillendirilerek erime noktasından uzak tutulacağız.


İKTİDAR. İktidarın "hiç beklenmedik" bir biçimde kendisine bağlı tansiyonu yüksek tutan duruş ve çevreleri düzenleme işaretini vermesi neyin nesidir zamanla tartışılır. Yeni muhalif çevrelerdeki düzenlemenin buna ne kadar bağlı olduğunu da bilenler tartışır, anlamaya çalışırız. Şimdilik dikkat edilmesi gereken argümentasyonda değişiklikler olacağı. Başka bir deyişle siyasi "paradigma" değişiyor, gazatelerdeki anlamıyla.


MUHALEFET. Bir başka ses, ton yakalayacak. Ancak basındaki şekillenmeye, majestelerinin muhalefetine de izin vermeyecekler. İtiraz ve uyum paralel gidecek. Aktörlerde değişiklik beklemeyin.


LEX AVŞAR. Yargının Avşar Davasındaki tavrı, "yargının bağımsızlığı"na hassasiyeti de belirleyecek. Yargı ya daha fazla tartışılacak, ya da basın, eleştiri ve muhalefetin rolünü üstlenmesi gerketiğine dair anlayışı devre dışına bırakacak. Bu hem uygulama/yorum/ aplikasyon işi hem de yasama sorunu.


ÖZEL MAHKEMELER ve özel yetkili yargı görevlileri de normalizasyon sürecine çekiliyor gibi görünüyor. Bundan önce klasik devletçi söyleme muhalif değişiklikler ve zorlamalar gündemdeydi. Bugün devletçi ve milli söyleme karşı ölçüyü kaçırmama, hukukî meşruiyetin sınırlayıcı felsefesine geri dönüş sözkonusu gibi görünüyor.


POLİSteki politizasyon frenlenecek gibi görünüyor. Bunun bir gereklilik olduğunu söyleyecekler çoktur. Gereken ne yapılıyor ki dünyada? Polisin devre dışı kalması muhtemel bir kutuplaşmada taraf olmaktan çıkarılması, hukuk devletinin ve demokrasinin gereği. Bu kadar çok alandaki değişiklikler, skandallar ve şekillenme belirtileri tesadüf olarak görülmemelidir.


SOL. Bir Mayıs'a dikkat edilmelidir. Hükümet ve polis aynı tavrı izlerse, halâ olağanüstü bir haldeyiz demektir. Bir Mayıs üzerinden bir sivil sıkıyönetim gösterisi yapıldığını yazmıştım bir kaç sene önce. Gerekçeleri ve ne ölçüde geçerli olduğu zamanla ortaya çıktı. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta burada aslında solun hedeflenmemesidir. Ancak, evet, ancak, solun şamar oğlanı olarak görülmesi 12 eylülün "sözde weberian" dinci ya da laik popüler kültürünün ve yeniliberal tavrının emeğe, işe, alınterine, çalışmaya, bağımsızlığa, eleştiriye bakışı ile de alâkalıdır.


GERİLİM. İtirazı olan herkesi düşman ilan etmeye kalkışabilecek bir karagözlülük, (itirazı olanlardan gelen) aklı başında duruşla dengelendi. Bu nereye kadar sıcak kapışmayı tehir edebilirdi bilemiyorum. Toplum ısınmıyor, ısıtılıyordu. Yumuşama ezber dayatamayacağımız birlerinin olduğunu görmekle başlar. Ezberin farkına dahi o noktada varırsınız, bazan.


DEMOKRATİK SOĞUK SAVAŞ. Hangi soğuk savaş demokrasi için pazarlanmadı? Kimse ilan ettiği gizli açık savaşın galibi olarak görmesin kendisini. Hukuku işleterek, kurumlaştırarak atılmayan hiç bir adım kazanım değildir, toplumsal dayanışmaya yansımayacaktır.


TASFİYE EDİLENLER "kimi temsil ediyorlardı?" diye sormamız gerekecek, yeni şekillenmeleri anlama kılavuzunun bir parçası olarak. Özellikle de "resmi muhalefetimiz"in simasını okuyabilmek için.


İZLEMEK. Seyirci bile olsak, dostluk düşmanlıktan değil, hakkaniyetten, ölçüden, haktan hukuktan konuşmamız lazım. Meşruiyeti şart koşmamız gerek. Dostumun dostu, düşmanımın düşmanı gibi lafza başvurmamız insanlığı terk'e koşuttur. Sabırsızlık, hezeyan ezilenlerin dahi hakkı değildir!


(Çok şey oluyor, şekilleniyor, sessiz ve derinden akıyor dünya yine. Anlamak için siyaset bilimci olmamak, dersini alaturka üniversitlerde inkilisce almış olmamak, kuramla praksis arasındaki eytişimi hiç olmazsa gündelik akılda germemek yeterli. Online yazıldı düzeltilmedi. Yanlışları kendiniz düzelterek okuyunuz Efendim. Biz de yazdıklarımızı gözden geçireceğiz, elbette. Zamanımız bu kadarına yetti, bağışlayınız.)

20 Eylül 2009

Gayret İçinde, Ter İçinde

Hastalara acil şifalar diliyorum. Dostsuzlara dost. Bayramsızlara bayram. Aşksızlara aşk. Keyfi yerinde olanlara daha fazlasını. Sıpalara bol saman. Vatansızlara vatan. Yoldakalmışlara açık kapılar ve yol açıklığı. Denizlerde olanlara iyi rüzgarlar. Yolda olanlara kazasız belasız gidip gelmeler.

"Ne olacak memleketin hali, insanlığın hali, dünyanın hali?" demeden de çekip gidemiyorum. İş var, yol var, zaman azalıyor. Geride bırakacağımız ne? Gerçekten ilerledik mi? İnsanlarını ve kültürünü hibe etmeye yetiştirilmiş nesillerle kaç bayramımız daha kaldı? Elde kalanlarla, geride kalanlarla, insanlığı bırakmamaya kararlı üç beş kişiyle bu kültürü yeşertebilecek miyiz bilemiyorum.

Ayakta durdukça emek vereceğiz. Çırpınacağız. Bayramlı bir nesildik. Çok acılar çektik ve ne dolu yaşadık. Yine aynı hayatı isterim. Hiç bir şeyin bedavaya kapılmadığı bir hayatı.

Bu dünya bir cennet olamaz, olan da hep elde kalamaz. Daha adil, daha dayanışmacı hakkani ve hakikatli olunmasının önündeyse hangi engeller var? Olmamız gereken bu iken halâ neyi bekliyoruz Ey İnsanlık?

Gayret içinde, ter içinde, emek içinde, aşk içinde insan hayatları diliyoruz, bu bayramda da.

Bir halk olmayı, bir insanlık olmayı diliyoruz ve emeğini veriyoruz.

6 Eylül 2009

Geç Gelen Sorulara Cevap Beyanındadır



N'oluyoz, nasıl tavır al'caz?

Ya verilmiş bir karara güvenecek ve peşinden gideceksiniz ya da temkinli davranacaksınız.


Hangisi daha demokratik bir tavır?

Açılımcı acelecilik bile demokratik. Yani temkinlilik de. İster delege edin insiyatifi, ister insiyatifliliği hedefleyin, düğüm kendisini ele vermiş değil.


İskender gerekmiyor yani?

Hayır. Kaç porsiyon iskenderiniz olursa olsun, kılıç atılacak yada dişlenecek bir düğüm orataya çıkmış değil. Söz konusu olan düğümün şekillendirilmesi. Bunun da "doğal bir süreç" olmadığını düşünebilmemiz lazım. Varolan sorunların hangi eksende bir araya getirileceği, sorun soyutlama, paketleme ve harmonzisasyonu varolan ufuklardan olacaktır.


Hazır mı bu ufuklar, el altında mı, yani karşısında konuşup tartışabildiğimiz bir bakış ile alâkalandırılabilir mi?

Bu bütünlüklü haliyle, hayır. Bir dönem kendisini ele verecek. Kendisi de bir pragmatikte, uygulama paraksisinde şekilleniyor, "son" verili halini alıyor. Bu denenebilir, sınanabilir hali, açıkta tutuş rakipsizlikle alakalı. Hem rakipsiz hem de aynı bütünlüklü bakışa cesaret edebilecek bir etkin duruş yok. Bu avantaj mı dezavantaj mı kendileri açısından bilemem. Basit diyebileceğim entellektüel kökler üzerinde yükselen bir neobarok inşaat mıdır nedir, kararı siz verin.


Temkinlileri "beklemede" tutan, yani "temkinli" tutan ne?

Erozyona rağmen beklemede tutan. Sebeplerinden birisi İran'a/İran'da ne olacağını görmeden pozisyonlarını kilitlememek istemeleri. Yeni gelişmelerin, yani düğümün ortaya çıkmasında başrolde kayma olacak mı, hikâye anlam değiştirecek mi görmeleri lazım. İkincisi, dibe vuruş anını görmeleri, ne gibi güç guruplaşmaları olacak okumaları lâzım. Türkiyede (ve çevremizde) aktörler ve oyun tarzları değişiyor. Hamasiyat değil yani, sessizliğin ve serin duruşun nedeni. Faylar yerine otururken çürük zemin ve çürük çatı altında zincire vurmak istememekteler kendilerini. Bu özgüvensizlikten değildir. İyi okunmalıdır. Toplumun olgunluğuna güvenleri artmış siyasetlerin duruşlarıdır. Paniksiz davranabildikleri sürece toplumsal dayanışmanın yeniden şekillenmesinin gerekebirliğini göze alabileceklerdir.


Nedeni?

Basit. Toplumsal Dayanışma biraradalığımızın içinde şekillendiği, meşruiyet ve tanımını bulduğu "yer"dir. Havuç bol olsa bile yetmeyecek, ulufeyle, ideoloji ya da tepkiyle varılacak yerler sınırlı. İnsanlık kendiliğindenimsi gibi görünen süreçlerde kendisini yeniden üretip yenileyemez halde.


Neler olabilir?

Korkulacak bir şey yok. Bir kendimiz üzerinde çalışma dönemi yaşayabiliriz. Daha bağımsız, daha sakin, daha dayanışmacı bir insan modeli öne çıkacak "weberian" dindarlık modeli ile öngörülenin karşısına. Ancak bunun eğitim sistemine vb yansıyacağını düşünürseniz resmi insan tipinin üzerinde yokselen bir iç boşaltıcılığa alternatif getirmesi gerektiğinden bir insani devrim olarak da görülebilir. Dünyanın ve bizim insani geleneğimizin verileri sosyalpsikolojisine, toplum kuramına da kavuşacaktır.


Bunlar olacak?

Hayır. Bu içboşaltıcı inat ve açgözlü tavır devam ederse evet.


Açılımlar olumsuzluk taşıyorlar mı?

Hayır, kesinlikle, kendi başlarına ezbere bir tepkiyi haketmiyorlar. Ama bir paket olarak bakıldığında, bunları sevk ve idare edecek insiyatifler üzerine düşünüldüğünde, karşı ve özellikle de paralel insiyatiflerle birlikte düşünüldüklerinde "temkin"liliğin frenlemesi söz konusu oluyor.


Açılımlar medeni cesaret işi değil mi?

O kadar ezbere cesur ve yiğit var ki ortalıkta. Bir zamanlar işkenceleri desteklemiş, çetelerden yana yeralmış, şimdiki açmazları tahkim edenlerin yanında yer almış sözcüler var ortada. Eğer hükümet dünkü tavrını takınsa idi baştan ve muhalefeti angaje edici, eleştiriyi özelndirici bir tavrı takınsa bu sözcülere bağımlı imiş gibi görünmezdi. Cesaret bir yerden cesaret alıp başka bir yeri zorlamak değil. Cesaret dayanaksız kalmayı göze alabilmekte. Bu hükümetlerin işi değil, görevi de değil. Ama hükümet yandaş denilen aydın kesimlerine ve platformlara karşıtlarıyla "eşit" şartlar altında diskur yürütme şansı vermeye çalışabilirdi. Yapamadılar. Konuşanların çoğu güzel şeyler söylüyor ama tereddüt duvarına çarpıyorlar.


Hükümetlerin de "cesur" olabilmesi de söz konusu değil mi?

Kurtuluş Savaşında "Ankara Hükümeti" pekalâ cesurdu ve öyle olmaları gerekiyordu. O döneme bir (yeniden)kuruluş dönemi olarak bakılabilir. Kaybedecekleri ne vardı? İmkanlar daha fazla olsa daha az temkinli davranamazlardı ayrıca. Ancak bir düzeyin üzerinde risk aldılar. En kötü ihtimalleri eleyerek karar geliştirdiler. Cesaretleri, cesaretle uygulamaya geçmelerinde. Şimdi kuruluş değil yeniden şekillenme söz konusu. Cesareti olumlu vurgusundan alıp gözükaralıktan geçirip olumsuz yanlarına doğru götürdüğümüzde ortaya çıkan ölçüt meşruiyettir. Kaybetseydik bile Büyük Taarruz meşru idi, bu direnç ve cesareti alkışlayacaktık.

Bu Hükümetin ise tek tek konulardaki çözüm istenci meşrudur diyebilirim. Ancak tekil konular paket7kompleks haline geldiğinde, uluslararası hamlelerle birleştiğinde ve peşinden gelecek olası dış politik belirleyici ve ağır müdahalelerle bir arada düşünüldüğünde meşruiyet mevzuu açıkta kalıyor. Bence bu sorun insiyatif sorunu ile alakalıdır. "Kimin insiyatifi? sorusu bu yüzden sıradan bir soru değildir. Cevaplandırılıp cevaplandırılmaması veriilecek sıfatların anlamlarını da belirler. Katılımcılıkta, demokrasiyi dolaşıma sokmada gönülsüz davrandılar.


"Yandaş Aydın" olumsuz bir deyim sizce de?

Retorikte demokrasi "yandaş" aydına yetebilir, onlar susurluk demokrasisiyle de yetinebilirler, ama, ilk tereddüte sokulanlar nedense demokratlar oldu. "Coplar öldürmüyor ki!" diyor bir liberal aydın açık oturumda taraf tutmaya zorlarken karşısındakini. O coplar12 eylülde insanların rahimlerine sokuldu, sayın yandaş liberal! Tecavüzcüler yükseltildiler, konuşturuldular. Halâ da konuşuyorlar. Nasıl bir sembolikle oynuyor liberal aydınlar farketmeden, akıllara ziyan. Cesaret güzel de kör ve cahil olmamalı! Saygılı ve saygın olmalı! Taraf olmak ayrı, karşı tarafı tavra zorlamak ve tarışmayı sadece buna araç görmek ayrı. Taraf ol ama tavrını tartışmaya aç. Karşı tarafın acılarını paylaş. Veba mı, kolera mı gibi ikilemleri insanlar ellerinin tersiyle iter. İki vicdan karşı karşıya gelmeli. İnsanlık köprüsünde, diskurunda. Kardeşçe kapışma diyelim buna.


Umut yok yani "konuşturulan" aydında?

Bunu susturulana karşıt olarak kullanıyorsunuz ama, asıl susturulanlar şimdilerde susturulan aydınlar değil. Yeni yeni susturulanlar da, konuşturulanlar da gerçekten susturulanları çiğneyerek konuşanlar. Susturan ve konuşturulan demek için birisine söz hakkını savunmamış, başkalarının söz hakkı için risk almamış olması lazım. Bu kriterlere uyanlar zaten aydın maydın da değillerdir, aydın kavramına bir hakikatlilik yüklediğimizde.


Yeni Aydın için ne söyleyeceksiniz?

Sözünün arkasında duran insan çok az. Ulufeye, rüzgara ve icazete göre yön alıyorlar çoğu. Hangi taraftan olursalar olsunlar sosyalizasyonları yarım, tartışmaya kapalı ve sansürcüler ağırlıkta. Şu ana kadar bir söz verip de tutan bir aydın, bir sözünün ardında duran bir aydın ile ben tanışmadım, maalesef. Çok büyük konuşuyorlar, temsili seviyorlar. Cemaat ruhunun dışında yaşayamayacak kadar bağdaşıklıkları zayıf. Bağımsız ruh sahibi insanlar? Önder karakterli olanları Çorum ve Maraş katliamlarının önünü açabilmek için ortadan kaldırıldılar, sürüldüler, işsiz aşsız bırakıldılar. Yeni aydın, yeni akademisyen hiç bir klasik kritere uymuyor gözümde, yurtdışında bulunmuş olmak kriterini gitgide şeddelendirerek nereye varabilirsiniz. 20 dil kriteri koysanız ne olacak? Sosyal bilimler memleketi araştırmakla derinleşir. Arşivlere hakim olmakla. Gittiğiniz yabancı ülkelerde de oradaki hayatı kurcalayabildiğinde. Gittiğim her seminer ezber deklarasyonundan ibaret ve bunun en iyisini bizimkiler yapıyor. Batıda ezber bile zayıfladı. Doğu kendini lağvetmek ve ihraç etmekle, oyundışı bırakmakla meşgul. Batı üniversitelerinin belkemiğini tartışan marksistler oluşturdular ve onlara itirazı , diyaloğu olanlar. Bu manevibilimlerde böyle. Doğa bilimlerinde de temller çok zayıf. Ama yine de bilim yapılabiliyor, bunda sorun çözüm mekanizmaları ve bazı gelenekler önemli, ama bilimlerde de bir daralma var.

Yeni aydın? Öyle bir şey yok. Varsa da ben görmedim. Yeni cehaletler geliyor ve eskiyorlar sürekli. Klasik olamayacak olan sadece parantezdir, kabaca özetlersek. Yandaşlık ya da karşıtlık değil bağımsız duruş ahlak ve vicdan sahibi hakikatin peşinde koşan çocuklardan adınlar büyür. Cemaatler gerekiyorsa tartışma ve tartışmayı müdafaa için gerekiyordur. Gerisi hakikati karartır. Kapalı toplumculuğun cemaatinin ruhu mezarlık kadar canlıdır. Mezarlık kadar bile değildir hattâ. Üzerinde koşuşturan tavşanı, karıncası, ağlamaklı insanı yoktur.


Cemaate dinsel bir vurgunuz yok.

Yok. Topluluk. Bazan mikrocemiyet/mikrotoplum. Sağ, sol, marksist, muhafazakar, dindar, liberal vb cemaatler var. Sol "eleştirilemez aydın tipi" ortak havuzdan çıkıyor. İnsanlar savunma korunma için bir araya gelip dışarıya kapanabilirler. İçinde yaşadıkları toplumda hakim siyasetlerin kurbanı olabilirler. Kurbanken, toplum oluşu kurban edebilirler de. Çıkar topluluklarına dönüştüklerinde; haketmeyenle dayanışmayı öncelediklerinde; yol kesmeye, önkesmeciliğe soyunduklarında. Açık bir cemaati kapatmaya kalkarsak, gelene kapalı olursak, yeni geleni az, eskiden geleni çok kardeş bilirsek, dışarı çıktığımızda insanlarla dayanışmayı yani insanlığı ikincil plana alırsak özgürlük için bir araya gelmiş, eleştiriye açıklıkta bir araya gelmiş olma vasıflarını yitiririz. Kapalı topluluklar varolma yokolma ikilemi ile karşılaştıklarında, yani zulümle karşı karşıya olduklarında veya açık bir ortamda özgürce tartışmayı garanti altına alamadıklarında meşruiyet kazanırlar. Kapalılık denetime; iç ve dış eleştiriye kapalılık anlamındadır. Zaruriyet iddialarındaki hakikat, dikatatörlüklerle, baskı ve takip ile karşı karşıya oluşla, sansüre karşı duruşla alâkalanabilir. Hem toplumların hem de toplulukların açıklığı ve saydamlığı hedeflemeleri esastır.


Gündeme dönersek?

İranın başına ne gelip gelmeyeceği netleşmeden bölgedeki siyasetler kesinleştirilmezler. Bu öncelikli çünkü en dehşetli sonuçlar buradaki gelişmelerden çıkar. Irakta ve Afganistanda durum. latin Amerikadadarbeler olacak mı olmayacak mı? Demokrasimizin geleceği: Projelerimizi takip edip etme hukukumuzun olmayışı; kültürümüzün ve milli eğitimimizin "sosyal patolojilere" açık tutuluşu, üniversitelerin ve bilim anlayışının tıkanmışlığı gündeme getirilemeyen, bu yüzden daha radikal sonuçlara yol açabilecek kaygı kaynaklarıdır.

Kesinleştirilmiş siyasetler de pragmatiğinden koparılıp dondurulacak ve yeniden şekillendirilemeyecekse, bu hürriyet söz konusu olana kadar statükoculuk olmayan ama ona benzeyen, süreçleri uzatan "sonucu açık tutuş"lara neden olacaktır.

"Bekle gör" dönemi bitti. "Bekle, gör ve nelerin yapılabileceğini çıkarmaya çalış!" evresindeyiz yeni dönem siyasetin. Hakikatle koklaşıyoruz.

Bir dayanışma/halk olabildik mi sorusuna da cevabım: Kısmen hayır. Ama bu kaygı var ve hayıra alâmet.


(online yazıldı, düzeltilmedi, yanlışlar ve kopukluklar var düzeltilecek)

5 Eylül 2009

Çay ve İhtiyaç Molası

Yorgun argın, tekrar okuyamadan, eleştirip düzeltemeden yazıp duruyoruz.
Düzey tutturamıyoruz:)
Çalışmamız öncelikli. Borç harç var ödenecek.
Gündem karmakarışıktı, nihayet toparlanıyor.
Düğümlerin açılım sahnesindeyiz.
Biraz ağırdan alacağız.
Sonra fotoromanların hepsi bir kareye sığar.
Tabii ki perspektif sorunu.
Yazarsak, ağırlığı yorumbilgisine vereceğiz.
Ve yazdıklarımızı düzeltmeye, tasnif etmeye, eleştiriden geçirmeye, tamamlamaya çalışacağız.
Gücümüz yettiğince.
Şimdilik hoşçakalın.
Son yazdıklarımı pek tutmadığımı, ama serilip uyumadan önce yazmayı uzun bir süredir (sınadığımı) denediğimi br kere daha itiraf ederek.
Hayırlı Ramazanlar ve hayırlı bayramlar herkese.

3 Eylül 2009

Konuştuklarınızda İnsan Yok


Kimi vatanperver yazarlarımız diyorlar ki dünyada bizden başka herkes ya insiyatif sahibi ya da piyon. Makûs taliimiz hep seyir, hep seyir.


Vatan kavramı kendine dar gelen aydınların bazıları da diyor ki evet, bize ne gelirlse iyi veya kötü getirilmiştir: Ya efendilerimizin dedikleri ya da barbarlık!


Kimi diyor ki "gençleştirelim". Savaş görmemişleri general, tecavüzcü (mütecaviz) kovalamamışı emniyet müdürü, topa yeni başlamış yetenekli gençleri milli takım antrenörü yapakla başlarsak herşey hallolacak hani. Dışardan bakan değil, partibaşkanı tayin edilen bir ülkede parlak gençlere siyaseti bırakıp daha kolay yönetileceğiz. Görmüş geçirmişliğin bir önemi yok, hayaı tanımanın bir önemi yok, toplum mühendislik meselesi.


Kimi diyor ki tecrübe gerekli, bırakın acelmileri. Yani başkalarının tecrübe edinmelerine kapatmak gerekli hayatı. Bunayana kadar otursunlar yerlerinde.


Yedi dil bilmek gerekli. Tarihçi olmak, felsefeci olmak için. İnsan olmak, düşünmek dilini bulmaz yani?


Kaç diplomalı kızımız bakana danışman oldu, aferin. Ne büyük katkıları olmuştur. Na kadar beğeniyordur bizi dünya. Milyonlarca gencin önünde yürüyenlerse halâ mahkemelerde sürünmeli.


Kimi diyor ki gencin işi hayatın tadını çıkarmak. Pısırık pısırık oturup arada bir seviyeli beraberliklerin arasına dalıyorlar terminatör gibi. Sonra sıkılıp aralarına birilerinin girmesini bekliyorlar sanki. Ne zevksiz bir zevkçilik bu, gumpir yiye yiye patatesleşiyor insaniyet.


Kurtulmuşlar diyor ki bir fikrim var sabitleyip kurtuldum, arındım ve harikayım. Mutsuz, bahtsız ve kanıtlanmamış da. Biteviye emek çırpınma, didinme köylülük olmalı. Onca ezber, okuma, yazma, dile gelemeyen dilleri bilme yani dilsizce dillenme icazete kadar. Bilmez yatıp bilir kalkıyorsun. Ama uzun ve uykusuz bir gece, çilesiz değil tamamen, ama çilesizlik için.


Kimi sufiler diyor ki onaysız olmaz, kendimle olmaz, garantili olsun, formülü bulunsun, olalım ve kurtulalım.


Düşünür kılıklılarımız diyor ki, ben diyorsam doğrudur. Doğru tartışma, tartma, konuşma, yorumşlama, eleştirsine açık olma işi değil yani.


Fitbolunu oynuyosun, mankenini alıyosun, ya da defilene çıkıyosun fitbolcunu alıyosun bitiyo yani.


Devrim yapıyosun, işi tamam. Sorunları bitiriyorsun.


Bir kitap yazıyosrun her şeyi aydınlatıyorsun. Artık yazılmasına gerek yok. Sen tüm zamanlar için yapılacağı yaptın, anlaşılacağı anlattın, senden sonra düşünenler abesle iştigal ediyorlar.


Değişmeyen şeyler zenginlikle evlenmek, yalakalık, hayal için hakikati ezme hakikatsizliği, aşksızlık, şevksizlik zevksizlik.


Zevk bir toplumsal incelik, öznelerarasılık değil de köfteleri çuvala doldurmak, gurmelik, estetlik. Tıkınmak, tıkıştırmak, gevezelik etmek, susturmak, ahkâm kesmek, geviş getirmek. Tadında bırakmak, ölçü ve had bilmek, tevazu, denge, incelik, düşüncelilik, ihtimam, alınteri sanki zevksizliğin aygıtları.


Söz hakkı tanımayan, kendi yolunu bilen, ama yolunu başkalarının nefesborularından geçiren, asosyal bir parlaklıkla karşı karşıyayız. Diplerini bile aydınlatamamaktalar. Ne halkın nabzı. Ne hakikati aramanın çilesi.


Zebanilerin sözcülüğünü yaparak cennete davet edemezsiniz, etmemelisiniz insanları. İnsanı dinlemelisiniz, anlamalısınız.


Hayat kin, intikam, revanş işi değil. Öğrenenleri, öğretebilecekleri konuşturmadığınızdan öğreneceksiniz. Öğrenmeden bu dünyadan gidemeyeceksiniz.


Söke söke öğretir hayat. Kulak tıkasanız da. Zevksizliği zevk edinseniz de.


Hayat arıtır insanı, iyi hayattan da kötü hayattan da, hayatsızlıktan da düzgün şeyler çıkar. Mesele sırt dönüp dönmemenizde avcunuza doğan, her daim yenilenen ve şekillenen hayatınıza.


Mutluluğu da felaketleri de kendisine armağan olan tek yaratık insan. Ufku açılarak, aklı başına gelerek, koruktan şarap çıkararak gelip gidebilen insanlık.


Başkalarının dertleri, rüyaları, tasaları, nabızları yoksa bizim için, dünya da yok. Dünyadan alabileceğimiz de yok. Kapış, mücadele et, itiraz et, diren, haksızlığa karşı çık, ama, kendine itirazı da hasıraltı etmeden.


İnsanlık nasıl bakabilir kendisine insan gibi, insan nasıl insanlığını çiçeklendirebilir ve adam gibi yaşayabilir? Derdimiz bu olmalı, az biraz.


(bitmedi, düzeltilmedi, gözden geçirilecek)



2 Eylül 2009

Yolda Bıraktıklarınla Yolda Kalan Sensin!













Yolda bıraktıklarınla yolda kalan sensin.


Bir bekleyeni olmayansın sen.


Bir bekleyeceği, bekleyebileceği olmayan.


Ağlamayı, inlemeyi, sızlamayı, affedilmeyi, kendini affedebilmeyi beklemeyi bırak artık.


Yaşın kemâle erdi. Söyleyebileceğin az çok bir şeyler var. Başucunda bekleyebileceğin kimsesizlerin.


Kül tenekelerinin yanına kıvrılan kedileri selamla.


Mahallenin delisini örten sokak köpeklerinin önünde eğil.


Yollar, iskeleler, erkenci kahveleri, çardaklar yolda kalanlarla dolu.


Sen ne bekleyensin, ne de beklenilen.


Sen yenilmiş bir kişisin, yenmiş bir kişisin.


Harabenden yükseliyor fidanın, dinle çıtırtılarını.


Her şeyin bir zamanı var.


Zamanın geliyor, zamanın geliyor.


Çiçek açacaksın, meyveye duracaksın.


Kuşlar didikleyecek, taşıyacak çekirdeklerini ıssız adalara.


Zamanını bil, zamanını bil, zamanını bil.


Meyveler ayaklarının dibine dökülür, çürür, ekşir de sana döner.


Ziyan yok, ziyan yok ortada.


Çıplak güneşte kavrulacak fidanlar yetişecek gölgende.


Gölgen onları zayıf bırakana kadar.


Kökleri sana su bırakmayıncaya kadar, üzerlerine yıkılıncaya kadar bekleme, sal onları yollarına, bırak dört bir yana taşısınlar bahçıvanlar, meclisin her daim dizinin dibinde olamaz ya?


Yolda kalanlara gölge ol.


Yola çıkacaklara gölge ol.


Kendi eteklerine, gövdene, toprağına gölge ol.


Kendi sularını yapraklarında havalandır.


Kuşları barındır, doyur, misafir et cıvıltılarını.


Uzak ülkelere yolcu et, selam gönder dört bir yana.


Ve selamını al, başka bahçelerde kök salanlardan, kuşlar, kuşların döndüğünde.


Kendine düşmanlığı bırak, kendine acımayı bırak, kendine kızmaya ara ver.


Beklememe beklenmemenin zamanından, yolculara durak olmaya yeşermektesin.


Toprağını sıkı tut, yemişini esirgeme rüzgardan çamurdan.


Bahçeni bir arada tut, sele verme, seli ağırla, yele verme, yeli ağırla.


Sende duraklamak yolda kalmak değil, senden yola çıkmak yola çıkmak değil.


Bazan bir kavağı, kirazı, çınarı, tekerceni, devetabanını bekler tüm yeşeriş.


Yeşeren birbirine tutunur, birbirinden yol alır.


Göçler sana gelir, senden gider.


Sel eteğinde göle döner, yel serinletir.


Gelen cıvıltıyı dinle, vefasızlıklarından bu doğarsa, ey dost, vefandan neler doğmaz?


Acını terket, acını terket, acını terket.


Kendine dön, kendine dön, haydi kendin ol.


Kederden bayram çıkar, meyvelerini sun, cıvıltıları sun, sun çiçeklerinin kokusunu.


Günahsız kimse yok, birisini yolundan etmemiş kimse yok, gelenine kapısını açmayı unutamış kimse yok, kırgın olmayan kimse yok, kadri bilinmiş kimse yok, kadirbilir kimse yok hayatta.


Haydi, meyveye durma zamanın yaklaşıyor, fazla zamanın yok, yasla geçirecek zamanın yok.


Rüzgarla raks et, rüzgarda raks et.


Aşka ev ol. Yeşerene gölge ol. Duraklayanı doyur. Yorulanı dinlendir. Haberciler bırak konuşsunlar sabahlara kadar. Sabahlara kadar susmasın bülbül. Yar bahçedeymiş, değilmiş ne gam. Onlar senin uğultunu taşıyan misafirler. Onlar yayılan söz. Yayılan aşk. Uzak kalmayacak hakikatine.

Ve ulakların nerelere varabildiğine ulaşamadan bitecek zamanın. Zamanımız bitecek. Zaman bitecek.


Serinliğin düşen meyvelerinle kanat gerecek toprağına. Kuru gövdeni marangozlar işleyecek. Kabukların üşüyenleri ısıtacak. Yare sen de kavuşacaksın, sen de yarine kavuşacaksın, sen de kavuşacaksın.



(Online yazıldı, yeniden okunup düzeltilmedi)

1 Eylül 2009

Kızlara "Bacım" Diyen Arkadaşlarımın Anısına!


Yoktuk.

Sivasta otel yanarken, insanlar yakılırken.
O kadar aşağıladığınız neslimizden kimse yoktu da, kalabalığın önüne geçebilen olmadı. Linçe karşı duran, durmayı bilen, bu halkı bilen, zulmü, talanı, neyin nereye kadar gidebileceğini bilen bir yiğitlik yoktu ki ortaya çıkmadı. Evet, gebeş köşe yazarlarının çattığı kavram yiğit, yiğitlik, şeref, haysiyet, duruş, fedakarlık, halk, köylü, taşra.

Bizleri sürmekle, susturmakla, yayınlamamakla, dağıtmamakla, bizlere iftira ve hakikate zulümle gelebildiğiniz yer bu ve bu kadar!

Bu Ülkeye gerektiğimizi o gün, o yangında gördüm. Bizsiz insanlığınızın hep yarım kalacağını.

Örtbas etmekle birşeyler kazanamayacağımız sorunlar halının altına süpürüldü. Yüzleşmediniz.

Sokaklarda vurulduk. Hapislerden çıktık, ortaya çıktık, yurtdışından döndük, ne bilgimize, ne tecrübemize ihtiyaç duyuldu. Bize en fazla sırt dönenler, varlığımızdan en fazla rahatsız olanlar, yokluğumuzda yerimize geçmiş olanlar oldu. Akademilere sıfırdan başlamak istediğimizde dahi alınmadık.
Hayatlarını kurtarmak için hayatımızı tehlikeye attığımız insanların gazetelerinde, dergilerinde engellendik.

Kendi kurduğumuz dağıtım şirketlerince dağıtılmadık. "Arkadaşlarımız"ın kitapevlerinde bile kitaplarımız satılmadı.

Omuzumuzda bir geleneğin, mücadelenin mirasının yükü, itildik, kakıldık, hiç bir yere sığdırılmadık, konuşulmadık, konuşturulmadık.

Hamdık, piştik, Elhamdülillah.

Ne mağdurluk hakikaten mağdurluk, ne de mağrurlukla değiş tokuş edilecek bir yük. Tecrübesiz, tecrübeye açık duruşsuz insan olunmuyor, aydın olunmuyor, açık ufuk sahibi olunmuyor.

Ağlamak, sızlamak, şikayet insani olmasına insanî de, bir bizlere insanlık, yakınma, ağıt yakma, acı çekme hoş görülmedi.

Bir bizim dinleyenimiz olmadı. Çöllere, dağa taşa, sakan geceye, yakan güneşe yakındık. Çölleri, dağı, taşı, nehiri, geceyi, gündüzü zulümden sakındık.

Ne üniversiteleriniz üniversite, ne akademileriniz akademi. Ne bilim yapıyorsunuz. Ne de felsefe. Bunlar adına kırmadık kafa, talan edilmedik huzur bırakmıyorsunuz, ama ortada bir kaçı biraz ciddi, gerisi kıytırık çalışmala. Esersiz, mimarisiz, estetiksiz, ahlaksız bir münevver sınıfı.

Açgözlü, ukala, çok bilmiş yazarlarınız, pazarlamacı yayın yönetmenleriniz, eleştirilemeyen eleştirmenleriniz, üzerine çıktığında yani konuştuğunda dünyayı susturan kürsüleriniz ve yayın programlarınız var. Bizler, kendimizi susar, insanlığı, hakikati konuşmayı, konuşmayı düşlerdik. Hiç bir zaman bizim gibi olamadınız. Demokrat olamadınız. Toplumda insan olamadınız.

Siyasi parti geleneği kalmadı. hukuksuzluğun siyaset düzenlemeleri ile siyaset yapmaktasınız.

Sendikalara modası geçmiş kuruluşlar diyen "ilerici"liği seksapele yüklemiş kalemleriniz var.

Evet, biz başkalarının eşlerine, sokaktaki tanımadığımız kızlara, mücadele arkadaşlarımıza "bacı" falan derdik. Peki siz neden dana gibi bakmaktasınız? Sevdiklerimize "bacı" demedik, şıpsevdi olamazdık. Sevdik ve terkettik, uzak durduk çoğumuz. Etrafımızdakilere neler yapılırdı? Evet, bilemezsiniz. Düşünmediniz.

Utangaçtık, mahçuptuk. Evet. Güzel bir kızı başkaları için de beğenebilirdik. Kendimizi unutabilirdik. Diğerkâmdık. Olmayanlarımız da vardı. Doğrumuz doğru, yanlışımız yanlış, eksiğimiz eksik, ama burada sizleri ilgilendiren yanlış ne? Yapmayın. Siz doğru bildiğinizde karar kılın.

Teyzelerin pazar çantalarını taşır, yaşlıları karşıdan karşıya geçirir, hamilelere, hanımlara, kız arkadaşlarımıza, çocuklara otobüste yerimizi verirdik. Bunlardan kime ne?

Ama bir otel yakılacağı zaman, o otelin önüne dikilir engellerdik.
Aşkı da merak etmeyin sizlerden fazla dert edindik.

Hayat kadınları, konsomatrisler, evden kaçan kızlar sevmişti kendilerine "bacım" diyenleri. Arananları en yakınları ele verirken, onların sakladığı olmuştur, mahşeri günlerde. Kömürünü taşıdığımız kimsesiz teyze kapısını açmıştır. Elektiriğini çektiğimiz çay ocakçısı. Direnenleri seven bir işkenceci.

Biz hayatımızı yaşama, fetih ile kendimizi gerçekleştirme rüyasıyla yola çıkmadık. Kefenimiz cebimizde yola çıktık her sabah.

Kızlı, erkekli, okuyan, aşk dolu insanlardık. İçimizde ezbere kölelik edenler de vardı. Ama hayatsız dayanılmıyor.
İnsan dayandı.

Kazandığımıza tutunmuyorduk. Kariyere tutunmuyorduk.
Her ne pahasına olursa olsun kazanalım demiyorduk.
İş başa düşünce, çekilir böyle.

Yaşadık. Öğrendik.

Yiğit evlâtları oldu her daim, memleketimizin.

Çarmıha gereceğiniz çok insanımız oldu, sözünün arkasında duran. Başkaları için hayal etmediğini kendisi için düşünemeyen.

Gün doğdu, evlatlarını satan, kurban eden bir hayata uyandık. Siperlerden çıktık.

Dolaşıyoruz. İnsan arıyoruz. Kardeşler, bacılar arıyoruz. Halkımızı arıyoruz.

Omuz omuza bir arkadaşlığı hasretle, rahmetle anıyoruz.

Onlar eşitlik, adalet, dayanışma ve bağımsızlık için, sizler sokaklarda rahat dolaşabilesiniz diye öldüler. Uçkur elde dolaşasınız, patlayıncaya kadar tıkınasınız, talan edesiniz, atasınız, satasınız, kullanasınız diye değil.


31 Ağustos 2009

Yıkılmadık Ayaktayız İcabında


YORGUN DEĞİLMİŞİM öncelikle, hastaymışım. Farkedemedim, abiler, ablalar. Gerçi sesimi duyan geçmiş olsun diyordu ama, yok olur bazan, sesim biraz kısık diyordum. Maço bir herifmişiz de farkında değilmişiz.


İKİ AYRI tatil biletini yaktım temmuz ve ağustosta, önceden daha ucuzken almıştım. Artık borç harçları ödemeden tatil yok. Kitap yazılacak. Dalga yok. Günde 12 saat eskisi gibi çalışacağız, hayatın o kısmı bana ait değil, ama sorumlusu benim icabında. Kısa yolculuklar falan? Belki. Araba bozulursa, hasta olursam falan ancak.


GÜNDEM. CHP ve MHP sıkıştırılıyor. Hatta ÖDP. Boş çeke imza atmadıkları için. Çeki uzatan babası/sahibisi olduğunu sanıyorsa çeki uzattığının, işi var "ben boş çeke imza atamam!" diyenin. Ortada ciddi bir patronaj var ve Köle Sahibinin Kızı'ndaki "hain baba" rolünü oynayan adama "siz bunadınınız mı?" demek kolay iş değil. Bir birimize kızıyor, boya döküyor, bağırıyor, çağırıyor ama adresler de gösteriyoruz ara sıra. Bu partilerin tek ortak noktası, paketi açık paket değil kapalı paket görmeleri olsa gerek. Sıkıştırılanlar stres belirtisi gösteriyorlar, gerisi şimdilik yeşil boya. Hesabı mahşere kalmış insanlar gibi konuşulmasında sakınca yok, adalet duygusuna hitaptır bu, hafife alanlar beklemedikleri anda gol görürler kalelerinde. Ancak, tekrarlarsam, gündemde önü açılanlar ve köşeye kıstırılanlar var. Bu köşeye kıstırma bilinçli bir hareket ise, ki olmaması için bir neden yok, itidal ve demokrasiyi hakkıyla çalıştırma çabasından "başka yol yok".


BAŞKA YOL YOK: Siyasi planlama projeleme ve dayatmalardan toplumsal dayanışmanın kanallarını tamir etmek ve açık tutmak daha önemli. Bu ülkede demokrasi herkese lazım değil, ama bize lazım. Siyasetlerde gerilemeyi sorun etmemek, demokrasiyi ve "hakikaten açık toplum"u yerleştirmeyi hedeflememiz lazım. Meclisleri basarak (Kafkasya), ölüleri taciz ederek (El Gurayb) demokrasi getirenlerle işimiz olmamalı. Yaptığımız ettiğimiz kolay elimizden kayar, ama dayanışma, insanlık, akıl fikir, kardeşlik elde kalır. Komşuluk edeceğiz, koklaşacağız, meleşeceğiz, tartışacağız, konuşana kızmayacağız, tersine binlerce kez düşüneceğiz ve boşa giden ne emekler vereceğiz, aralıksız, ara vermeksizin. Yanlışlarımızdan, boşa çıkan insani eylemden ders alarak, anlayışımızı derinleştirerek, ufkumuzu genişleterek öğreneceğiz. Hep dalga geçtik okul zamanı "yenilgiye doymamasıyla" ama, Büyük Pedro gibi, yenilmekten korkmayacağız. Yenile yenile yenmeyi öğrenmek değil aslında bu. Çaresizlik makamına tapınmamak. İnsanın elinden her zaman her şey gelmez. Umudu olmayanın, didinmeyenin, çırpınmayanın elinden gelen hiç bir şey yoktur.


YANDAŞ AYDIN. Çok sert, sansürcü ve tek seslilik yanlısı. İntikamcı. Çoğu gerçek anlamıyla entellektüel değil. Anladık, anladık da, karşılarında şekillendikleri zihniyet entelelektüel, insancıl, dayanışmacı, insaflı, kültürlü mü idi? Evet konuşan susturuluyor. Bir şekilde. Konuşturan, söz hakkı veren duman ediliyor. Ancak, yandaş dediklerimizin arasından eleştirel sesler, adalet, hak hukuk talebi yükseliyor. Hakkaniyet yükseliyor. Mağdurluk edebiyatını yani kendi yaralarıyla meşgul oluşu bırakıp, mağdur olan kim varsa, hakkı çiğnenen kim varsa ona sahip çıkmaya çalışan insanlar da ortaya çıkıyor, makamlarını, kolay hayatlarını ellerinin tersiyle itebiliyorlar. İnsandan umut kesilmiyor.


KÜRT AÇILIMI. Eksik olan şey katılım. Katılımdan da önce, genel bir mutabakatın sağlanmaması. Hükümet sözcülerinden önce "platform sözcülerinden" duyduk, kararlar alındığını. İşte o noktada, "yetki" ve meşruiyet sorunu gün ışığına çıktı. "Kararları" kimler alıyor? Bu yetkilendirme tarzı demokratik mi? Onlar alınmış bir kararı mı tartıştı? O zaman "temsil" sorunu çıkar. Entellektüel tavır aracı tavır olamaz. Meşrutiyetin ilanı döneminin siyasi duruşlarını hatırlatıyorsunuz. Temellendirilecek olan şey demokrasi, katılım. İçinde sorunlarımızı çözebileceğimiz; aç, açıkta, itilip kakılan kimse bırakmayan bir toplumsal dayanışma. Eşitlik ve adaleti hayata geçirmemiz. Her bağımsız ülke gibi komşularımızla sorunlarımızı çözmemiz. Dayatmacılık yerine demokratik insiyatifi seçmemiz.


ŞİMDİLİK BU KADAR. Sabah oldu. Yorgunuz. Yazdık ve düzeltmedik. İtidal diliyoruz. Sorun çözmek kötü bir şey değildir, söz hakkını savumayan bir demokrasi iddasından, sömürgeci patronajdan bahsediliyor, faturanın tümünü görmek istiyoruz: Ne olup bitiyor? Bunun ne kadarı demokrasi ve açılm? Buyrun, "gündem sadece demokrasi" deyin. "Sizler için, yoksul halklar için!" deyin. "Mamak, Metris, Diyarbakır Cezaevleri komşu ülkerin de kaderi değil!" deyin.
"Yarın yüzümüze nasıl bakacaksınız? El Guraybda taciz edilen ölülerin yüzüne?" demek durumunda bırakmayın bizi, Ey Hep Mağdurlar! Tevazu makamından konuşun, dinleyelim.

27 Ağustos 2009

Neşet Ertaş: Olduğu Gibi Olan Bir Aşık


"Olmadan olduğunu sanan" diyebilmek için kaç kitap yetebilir?

Okunan kitap sayısıyla ne ifade edilebilir?

Yazımızı yazabilmek için mi onca okuyayazdığımız?

Okumak: Görmek, tanık olmak, dinlemek, kalbini açık tutmaktı bir zamanlar

Kendisini bilişiyle kendimizi bildiğimiz insanlardan çok mu okuyoruz gerçekten zamanı, insanı, aşkı ve ölümü.

Karacaoğlanları, Emrahları kendisinden derlediğimiz abdalların evlatları cahil de biz onlardan öğrendiklerimizle allâmeyiz, öyle mi?

Hangi apartma "look", "sound", "lick", "scala" Muharrem Ertaş'ın sesi kadar okşayabilir aşkı, haysiyeti, geçmişle geleceğin bağını?

Dört gün dinledim Neşet Ertaşı, bitmedi söyleyecekleri.

Sözünde konuşmayan kimseyi bırakmayarak.

Dedim: Aşk nedir ey Aşık, aşık nedir?

Dedi: "Aşk"la "aşık" aynı şeydir.

Sözü orada uyuttuk. O tamburayı eline aldı, içinden adamlık çıkartmaya çalışılan hayatlar ayağa kalktı.

Topuk vurarak, yan giderek, omuz düşerek, dik durarak, kenardan geçerek.

13 Ağustos 2009

Çok Yorgunum


Çalışmaya devam etmem gerekiyor, ama yoruldum.


Aklıma hep Kuttül Ammare, Çanakkale geliyor. Ne kadar bitap düşmüşlerdir, kimbilir?


Ali Fuat Paşanın mektuplarında okuyoruz, yorgun askerlere sert davranılmamasını istiyor.


Yeni yetmelerin tarihlerinde ne firariler var, birliğine dönen, kaldığı yerden devam eden, ne on yıllarca cephelerde kalmış insanlar.


İnsan yok, insan yok, insaf yok.


Peki ben neden tatil yapmıyorum? Borçlar bitmeli. Sözler tutulmalı. Batmamalı.


Ama karanlık dönem yaklaşıyor, gün ışığı görmeden çalışacaksın bir dahaki yaza kadar.


Düzeltilmesi yapılacak kitaplar. Bitmek üzere olan makaleler.


Biz, kendi üzerimizdeki rötuşlara devam edelim.


Her gün yataktan kalkmak daha da zorlaşıyor. Altmış gün çalıştım bir gün dinlendim.


Denizlerde olanlar, çöl aşanlar, taarruz bekleyenler nasıl dayanırdı diyorum kendime ve içimdeki ses, yataktan zor kalkarlardı muhakkak yorgunluktan diyor. Yatakları varsa tabii ki. Şilteleri varsa.


Islak şiltede nasıl uyunabilir, aylarca? Ne becerikli insanlar varmıştır, ne çözümler bulunuyormuştur. Hangi birisini biliyoruz?


İnsanın ne kadar dayanıklı olabildiğini, ama bazan ayakta zor durabildiğini.


O kadar yorgunum ki, gözlerim pek bozuk olmadığı halde, küçük harflerle yazılanları, dipnotları seçemiyorum artık.


Kahveyi azalttım. Zencefilli, kekikli, arnavut biberli şeyler yiyorum.


Az sinirleniyorum. Ama sabrım bana sadık değil. Dinlemiyorum onu. Otomat gibi yaşıyorum.


Ama okuyamıyorum da. Bazan yazıyorum.


Dün ilk defa yüzdüm iki aydır. Biraz kendime geldim. Ama sadece o gün için. Tuhaf, kurbağalama yüzebildim, kaslarımı fazla germemişim.


Yarın da havuza gideceğim, erken uyanabilirsem, çamaşır yıkayabilirsem.


Bir hafta sonra Türkiyeye beş günlüğüne biletim var. Bu kez de bileti kullanmayacağım belki. Kalıp çalışacağım. Beşinci keredir. Ama bu son bilet. Geçen sene her ay için almıştım. Arabam bir kaç kere bozuldu. Hesapları tutturamadık. Geçen sene için. Ama bu sene işleri yüzde kırk artırdım. İş yokken, ortalık sakinken. Yeni açık yok. Ama tatili hakettiğime dair bir düşüncem de yok. Tatil? Yani dinlenmeyi haketmek. Eş dostu haketmek.


Türkiyeye gelirsem, ne düşündüğümü soracaklar. Yorgunum diyeceğim.


Gerisini ne sen sor ne de ben söyleyim.

7 Ağustos 2009

Bu Merhametli Gecede


Gece huzurlu. Acılarımızı, ayrılıklarımızı depreştirir de, uyutur da.


Gece örtücü. Ayıplarımızı, kusurlarımızı, kabahatlerimizi.


Gece saklayıcı, sakınıcı. Kovalayandan, peşimizdeki zulümden.


Gecede hesaplaşıyoruz. Gecede olgunluk şarabı dönüyor, dönüşüyor Kardeşler!


Ölüm de ayrılık da, gelen de, giden de bizim.


Gelenlerin var yolda, torunların, tosunların. Henüz tanışmadığın dostların var, henüz doğmamış dostların. En beğendiğin yazar, henüz ortada yok. Dinlerken kendini bulduğun şarkı daha henüz kimsenin aklına gelmedi. Diktiğin fidanlar daha meyveye dönmedi, bir de o zaman şenliğe bak!


Ne üzüntü ayıp, ne hüzün kötü. Her şeyin bir zamanı var. Senin bile: Sen de zamanın çocuğusun. Olgunlaşmak neler istiyor, neler. Ayaklar altında kalıyoruz, harap oluyoruz. Oluktan küpe akıyoruz. Tozlu raflarda, mahzenlerde dinleniyor, kabarıyor, uyuyor, tortulanıyor, dönüşüyor, kendimize gidiyoruz. Zından hamlığımızda sığınağımız.


Yasını çekinmeden tut! Düğün derneklerde de eşle dostla bir ol. Hayat bu. İnsan bu. Çile bu. Sevinç bu.


Şimdi yas zamanı! Kimseyi eğlendirmek senin vazifen değil. Yasın dibine inmekten korkma, o da sensin, bu da sensin.

30 Temmuz 2009

Aşık Veysel Fötrşapkalı mıydı, Takkeli mi?


O bir aşıktı. İnsandı. Köylüydü. Bilgeydi. Halktan birisi idi. Bir istisna idi.


Hakikatliydi. Gözü hakikatine açıktı.


Söyleyeceği bir şeyler olan bir insandı. Bir itirazı, bir katıldığı olan bir insan.


Geleneği aktarırken gelenekle aktarılan bir insan.


Sınırlarını tevazuyla, aşkla, sabırla, tokgözlülükle aşan bir insan.


Dinleyen bir insan. Duyan bir insan. Cevaplayan, paylaşan, soruyu öksüz bırakmayan bir insan.


Bir halkı, derdi, aşkı, dünyası, hayatı, ölümü olan bir insanı; çayır çimen kokusunu, çıngırak seslerini, yıldızların gözler kapalı nasıl seyredilebileceğini, yolda kalanları kamçılayan karı, boranı, yağmuru; köprü yıkan seli, balıkların zıpladığı şelaleleri; lalaeyi, sümbülü, menevşeyi kalbine nakşetmişliği; bir hikmetin kapısını açmış olmanın huzurunu, çoluk çocuğun kokusunu, ocağın cızırtısını ; eski şiirin ve insan olma isyanının sokakları okşayan rüzgarını nasıl nakşedebilirsiniz?


Veysel olmanın köylülük; boğaza kusmanın, borsada oynamanın, öğretim üyelerine hakikat yasağı ama yabancı ülke mecburiyetinin ilerlemecilik olduğu; Refik Fersanı, Refik Başaranı, Gastambolulu Sarı Recep Ustayı, Muharrem Ertaşı tanımamanın sıradanlaştığı bir ülkede kim neyi nasıl ifade edebilir?


Bir dilin gücünü bilmeyen, dilinin taşıdığı fırtınaları duymayan, başka insanları, dilleri, renkleri, acıları, sevinçleri, bilgelikleri de duymaz.


Aşık Veysel, çocukluğumuzda er ve köylülerin lokantalara ayakları kokacağı için alınmadığı, elinde tamburayla geçenlere alaycı gözlerle bakıldığı bir dönemin yiğit sesiydi. İsyan etmediğine isyan edildi. O bir kasırganın, fırtınanın şefkatiydi, okşayan eliydi. Ülkesini savunan, ayakta tutan, besleyen, yar ile meleşen, kuzularıyla koklaşan, aşkın dilini közde tutan bir bal arısıydı.


Aşık Veyselin Heykelini dökebilir miydi rahmetli Kuzgun Acar? Kuzusunu koklayan bir koyunu, kelebekle danseden bir danayı, aşık kahvelerini büyüdüğünde bulamayacağını hiiseden, ama içeriye girmeyi sınamayan vakur çocukluğumuzu, kamyonun üzerinde oynayan bir Neşet Ertaşı, sohbetteki bir Ali İzzeti, asker yavrısına kavuşmuş bir anayı nakşetmeden ama?


14 Temmuz 2009

2009'un İlk Yarısında Türkiyede Hâl ve Gidiş 1: Avrasyacılık ve Çin


Çinde olan bitenleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye açısından okumaya çalışır mısınız?


Avrasyacılığın sonu gibi görünüyor. Olan bitenlerin komplo olduğunu, bozguncuların işi olduğunu düşünmüyorum. Bunun böyle olmasında Çin'in sorumluluğu var. Öncelikleri bizdeki Çin dostlarının öncelikleri değil, kendi homojenite, iç genişleme, devamlılık sorunları önde geliyor olmalı. Tabii bunun bir de ideolojisi var. İdelolojilerin içekapalılık getirdiğini, içekapalılıkların da ideolojik setler/duvarlar gerektirebildiğini söyleyebiliriz, Marx'ın "yanlış bilinç" vurgusu ile kullanırsak kavramı. İdeolojide her daim ezber, bazan alışılagelmişin aklıselime iktidarı var. Çin, ufuk genişlemesine hazır değil. Sorun çözerek değil, ezerek, kapışarak, planlayarak, düzenleyerek "meselelerini" hallediyor gibi görünüyor. Uluslararası dayanışmaya katılma ve onun sorumluluğu ile davranma durumunda değil gibi görünüyor Çin.


Kapalı bir toplum mu Çin?


Bunu söyleyemeyiz. Kapanmak durumunda mı, kapalı mı, bazı açılardan kapalı mı Çin uzmanları değerlendirsin. Burada dikkat edilmesi gereken Çin'in ekonomisi, finansal durumu, dünyanın yeni şekillenmesinde Çin'in karşı karşıya kalacakları. Reel politik ufuk, çaresizlik, dünyaya kapalılık pekâla paralel gidebilir.


Çin'in Doğu Türkistandaki tavrı kendi çıkarına mı?


Sanmıyorum. Gorbaçovun hatasına düşmedikleri, yeni ekonomik açılımlarında izledikleri siyasetin dengelerini koruduğu gibi şeyler söylendi durdu. Tibet ve Türkistanda zorlayıcı bir tavırları var. "Kışkırtma", "üç kuvvetler" gibi kavramlara başvurmaları, ama bölgeleri kaynatabilecek politikalar izleyebilmeleri asyalı merkezi devletlerin yapıları yakkındaki önyargıları güçlendirici.


Tibet ve Uygur bölgeleri Çinden kopabilir mi?


Bir kaynayış var. Komünist dönemde fazla zorlanmayan demografik dengeler radikal bir biçimde değiştirilmeye başlandı son yıllarda. Bunda bir ölçüde boş alanları kullanma, altına hücum gibi demografik akışlar olduğu da söylenebilse de sosyolojik anlamda, etnik politikalarda radikalleşme, homojenleştirici planlamacılığın öne çıkışı ağır basmakta. Dış dünyanın Çini zorlama politikaları var. Ama bu tek yanlı bir politika da değil. Karmaşık bir alışveriş, entegratif bir kapışma ve gerilim. Türklerin ve tibetlilerin kopma ihtimallerine gelince, rahatsızlar, ayrımcılığa tabi oldukları kanısındalar, ortak bir ülkede yaşadıklarını değil işgal altında olduklarını düşünüyorlar. Ne düşündüklerine aldıran, cevap veren bir tavır ile karşı karşıya değiller. Güçler dengesiz. Sorunlar dış müdahaleden değil iç dinamiklerden kaynaklanıyor. Kopuş olursa, dünyada beklenmedik gelişmelerin olmasıyla olur. Ne Çinin politikaları ne de dış dünyanın müdahaleleri böyle bir "entropi"ye yol açmaz.


İnsan Hakları?


Bizde "kahrolsun insan hakları!" diye bağırarak yürüyenler olmuştu. Bugün demokrasiyi savunuyorlar diyenler olacaktır, bir ölçüde haklılık payları da olabilir. Dünden bugüne böylesi geçişler o kadar kolay olmuyor. Ne gelişmemiz, ne de ceberrut söylemlerimiz alelacele değerlendirmelerle ele alınabilir. Çinde de dengeler kurulmuş değil. Sosyalist hak kavramından, genel bir hak kavramının sistematiğine doğru bir hak pragmatiği ve praksisi kurmak zaman alır. Yüzeyde savunulan, cepheden karşı çıkılan kavramsallıklar olsa da, hak ve hukukun temellendirilişi her daim farklı biçimlerde de olsa söz konusudur. Ortak hayat bir hukuk ifadesidir de. Bunun sarsılması hukuksal bir sarsıntıdır da. "Kahrolsun haklar" diye bağırıldığında haksız hukuksuz değildik. Şimdi bağırılmıyor ama, sorunlarımızı çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Çinde de hukuk yeniden keşfedilecek değil. Ama geçiş döneminde özellikle, hangi kanallar, saikler, politikalar ağır basacak düşünmek biraz ürkütücü. İnsanlığa zarar vermeme kaygısı risk almayı da getirir. Sadece kazanma ve kâr üzerine toplum inşa edilemez. Ama bunların öne çıktığı ve bunları öne çıkaran devletler, dönemler olabiliyor, oluşabiliyor. Çinin kısa orta ve uzun vadedeki açılımı bugünün şartlarından yola çıkarak yapılabilir, gerisi kehanet olur. Kehanet olmayansa projedir, büyük devletlerin gelecek okumalarını programatik anlamıyla, proje olarak okumak lazım. Ben sadece tahlil yapabilirim, tahminde bulunabilirim, yeni verilerle düzeltilmesi gereken.


Tahmininiz nedir?


Çinin sorun çözümünü sadece "büyük politika" olarak görebildiğini düşünüyorum, gündelik demokratik pragmatiği işletemediğini görüyorum. Tıkanmalar insanlığa büyük acılar yaşatabilir. Ancak ne Çin tek başına, ne de dünyanın sistematik imperatifleri, iktisadi eklemlenişin yeniden şekillenişlerine çeşitli müdahaleler büyük tıkanışları tetikleyebilecek tek yanlılıkta. Riskler büyüyor. Riskle kasdettiğim uygur ve tibetlilerin taleplerinin zamanda uzanımında değil. Haklarını talep etmede haklılar. Riski büyüten onlar değil. Sorun çözümünde soruna baskı ve ertelemecilik, kendiliğindenci görünen bir dünya sistematiğinin dinamiklerini daha da karmaşıklaştırabilir. Çinin iç diyaloğunu kuramaması, buna önem dahi vermemesi herhangi bir depremden daha ciddi sarsacaktır dünyayı. Tahminim, belli bir döneme kadar dünyayı gerseler, ya da reel politik gerilimle yaşamaya çalışsalar da bir süre daha, Çinliler, daha saydam, daha diyalogcu bir iç ve dış politika değişikliğine gitmeyi düşüneceklerdir. Başarabilirler mi bunu? Risk alarak riski küçültmek kolay kabul edilebilir bir şey değil.


Avrasyacılığa dönersek?


Bu işte Çin'in olmadığını gördük. Büyük politika olarak düşündüklerini düşünelim: Gündelik pragmatiği olan bir projeleri yok. Sorun çözümünde planlamacı bir paradigmadalar. Planlamacılık yanlış değil ama yeterli de değil.


Aydınlarımızın içinde Çin olmayan bir Avrasya düşündüklerini düşünebiliriz. Hindistan da Çin'e benzeyen sorunlarla karşı karşıya. İran aktör olmaktan tepkisel bir alana çekilme arası bir pozisyondayken seçim sonrası sorunlara gömüldü. Rusyanın kendisi de avrasya(da) ittifakı olan de bir avrasya olarak düşünülebilir belki.


Rusya da sorunlarını çözmekle megul. Ancak dışpolitikada bir aktör. Türkiyeyi hesaba katmak durumnda olan bir ülke. Bunu Türkiyeyi zorlamadan da yapabiliyor, yani hafif ve radikal avrasyacılık arasında çeşitlemelerde bulunabiliyor.


Periferisinin dinamiğinde daha esnek ve pragmatik. Büyük politikayı, gündelik pragmatikle birleştirebiliyor. Ancak kurabildiği dengeler, rakip dengelerin üzerinde.


Avrasyacılık olsa da olmasa da, Rusya hem Türkiyeye kendi dengelerini kurma fırsatı verecek, hem de bir ölçüde rakip olacak. Rekabette ölçü kaçırmak oldukça zor olacak. Yani bir ekseni olacak ilişkilerin. Ticaret ortağı, sistemik rakip, verkaçlarda takım arkadaşı oluş, aynı periferide rekabet, aynı periferide değişik müttefik kombinasyonlarıyla gelen dayanışma ve çatışma, esnek ve dayanıklı ilişkiler şekilleneceğine delalet ediyor.


Aydın'ın avrasya diye bir alternatif olarak Rusyayı işaret etmesinin de içini boşaltıyor, olan bitenin, bir pragmatiği olanın ideolojiye dönüştürülmesini anlamsız kılıyor.


Avrasyacılık?


İdeolojik ifadesiyle sona erebilir, şimdilik. Ancak rakip duruşa entegre olabilen (ortaklık, rekabet, alışveriş dinamiklerinin iç içe geçişiyle) bir avrasyacı ilişki da söz konusu olacak gibi görünüyor. Bizdeki ideolojik temsilcisinin yerini, diplomatik, iktisadi pragmatiğimiz alacak gibi. Fikirleri bir başka boyutta, başka bir sistemik aidiyet içinde nispi bağımsızlıkta hayat bulur gibi olacak.


Kehanette bulundunuz ama?


Hayır. Görülen köy kılavuz istemez. Ancak gördüğüm köy, buradan ne görülebiliyorsa o. Ve gelişme zincirlerini dondurarak, konuştum. Dünya kadar perspektifi ihmal ederek. Bazı şeylere dikkat çekebildiğimizde onların hakikatini gösterebilmiş oluyoruz. Ancak kehanetle varılabilecek bir yer yok. Tarihi inkar ederek, tarihi oyuncağımız gibi görerek sadece ve sadece kendimizi aldatabiliriz, o kadar.

31 Mayıs 2009

"Ceberrut Devlet" Kavramı ve Sivil Toplumculuğumuzun İçedönük Oryantalizmi İçin Not


"Doğu despotizmi", kültürel genetik, dini genetik, medeniyet yıkıcı kültürlerin varlığı, doğunun batının açılımlarını yapamayacağı, demokratik gelişmenin batı tipi gelişim şeması izleyeceği, geriden gelenlerin söyleyecekleri birşeyin olamayacağı, Asya Tipi Üretim Tarzı, kapitalizmin insanlığın gelişiminde zorunlu bir aşama olması, kapitalizme geçişi engelleyen (ve dümdüz edilmesi gereken?) kodeksimiz gibi listesini çıkarmada zorlanacağımız bir yığın tez "Ceberrut Devlet" kavramıyla birlikte kullanıldı.

İdris Küçükömer üzerinde zamanla yeniden düşüneceğiz. Tezleri üzerine düşünerek, onu açarak, önyargılarımızı (sorgusuz katıldığımız ve tereddüte karşıladığımız iddiaları)açarak daha derinden anlamaya ve ufkumuzu eleştirmeye çalışacağız. Daha sonraki dönem için Asaf Savaş Akat, Murat Belge ve Mete Tunçay gözden geçirlebilir.

Ceberrut devletin algılanmasında çeşitli planlarda orientalist yaklaşım söz konusu.

1) "Ceberrut Devlet" evrenselleştirilemezlerden görünüyor ve batılı toplumlar için düşünülmüyor (gibi). Mümkündür belki, ancak, "böyle mi ve doğru mu?" kurcalayacağız (zamanla).

1a) Kavram, doğulu merkezî devletlerin üzerinde kalıyor. İsveç modernleşmesi, Alman Merkezciliği ve devlet anlayışları karşılaştırmalara, devlet kavramının tarihi ve sosyolojisi içerisinde yeterince ele alınmamış.

1aa) Soğuk Savaşın ve Oryantal Despotizmin uygulamaları birbirine karıştırılıyor. Soğuk savaşın bir çok kurumu askeri ittifaklar üzerinden Almanyadan nakil gibi görünse de bu işlerin daha karışık olduğunu sanıyorum. Analojilerden kaçılmıyor, edebi deyip geçsek bile çoğu kez, analojilerde tarihsel ve kültürlerarası (iddia edilen) geçişsizlikler geçişliliğe dönüştürülüyor, arguman olarak kullanılıyor.

1ab) Kurum transplantasyonları çarpık batılılaşmaya da gösterge olarak alınıyor. Ama ihraç edildikleri toplumlardaki "işlevleri" karşılaştırma dışı kalıyor.

1ac) Karşılaştırmalar bir yöntem olarak reddedildiğinde de, kavramın genel tarihi gözardı edilebiliyor, tarihsel ve tarihdışı argüman aynı düzlemde bazan tamamen edebi bir söylemde bir araya (ve karşı karşıya?) getiriliyorlar.

1ad) Toplumlar, kapitalizmler, sosyalizmler, sistemler olgunluklarıyla ele alınabilecek forma sahip değiller. Anlama her zaman için sonradan anlama, dönemin bir biçimde kapanması, "kapanır görünmesi" gerekiyor. Kesinlik iddiaları da relativist olmayan bir anlamda yanlış. İdeal tipik olanla, en olgun, kendini ele vermiş, açıklığına kavuşmuş ve hakikatiyle kendisini ispatlatır kavram (olsaydı bile, olduğunda bile) birbirisi ile örtüştürülmemeli. Bu çok sık yapılıyor!

1b) Habermas'ın batı toplumları için geçerli toplum kuramını az eleştirmiyoruz. Hiç de "anlaşılamadığı gibi" Gadamer ile "universalia" üzerinden bir "karşı karşıya" gelişe tanık oluyoruz burada. (İlerde açılacak: Habermas - Gadamer: Universalia, Praksis, Fronesis.)

1ba) Bizde de tersten bir doğu için geçerli toplum kuramı var. Toplum kuramı haline getirimemiş, ama öncülleri ve ardılları, argumanları ve varsayımları bu forma dönüştürülebilir, ve Gadamerden ağır bir itirazla karşılaşır. (Popüler versiyonlarda, Kant eleştirisinin Kant estetiğinin gölgesinde kalması, dahi estetiği sorununun aşılamamış olması, estetliğin implicit savunusu (gurmelik, mutfağımızı per se ilkel ya da gereksiz görme (kültürel hakimiyet iddiası), halının üzerinde bizde resim yok ya da ilkel tartışmaları gibi mevzular, ), Gadamerdeki sosyalize ve primordial "önemi" olan (intersubjektif temellenen) zevk, ölçü, had hudut bilme, geçicilik içinde, tarihin sonundan bakmadan anlama ve anlaşma düşüncesi ile de cepheden çatışıyor (hani nerede?).

1bb) İsveç ve Türk Merkezileşmeleri Rusya, Çin ve Belki de İranla birlikte değerlendirilmeli. Evrensel kanunlar çıkarmak için değil. "Lokal" olanın, daha evrensel anlamları farkedilebilir. ya da tersi.

1bc) Çeşitli ülkelerdeki "din birliğinin sağlanması" süreçleri, Din - Merkezi devlet ilişkileri siyaset ve düşünce tarihi açısından da daha geniş eleştiriye (anlayıcı çabaya!) tabi kılınmalı.

...

2) Ceberrut devletin "içeriği"nin modern devletlerin süperdevlet örgütlenmelerinde, aydınlanmalarında, kriz çözümlerinde devreye girebildiğini görebiliyoruz. Ademi merkezi yapıya paralel olmasında ne sakınca olabilir? Toplumlar şizofren mi olur? Bireysel plan için yazılan patolojileri toplumlara yazamayacağımıza göre, "sağlıklı" gördüğümüz ya da sandığımız toplumlardaki çelişen gelenekleri, farklı düzeylerde farklı işleyişleri, modernitenin arkaik bagajını daha derinden anlamaya çalışmamız lazım.

2a) Oksidentalizm, ters çevrilmiş bir klasik oryantalizm olarak. İdeal tipik değil, idealize edilmiş uzak ve dış. Sömürge etmemiş (henüz) edebilir, edilebilir. Burada alt üst, as üst ilişkisi aranmamalı.

2ab) Batı toplumları ya oksidentalist bir ideal, ya da daha edebi siyasi tartışmalarda reel ve olgunlaşmış model. Eleştirel boşluk zamanda, hakikette, iddia alanlarında kendini gösteriyor. Örtüşmeme olarak. Önerilen ahlakî değilse, bilimsel mi? (Ahlak üzerine şekillenen toplumculuk ve karşısında insanlığın aşikar evrimsel gelişim aşamaları vb. Burada ahlakçılık adıyla ahlak üzerinden temellendirme, pozitivizm adına tarihin şaşmaz akışının yadsındığı oluyor. Eleştirel alaka da tarihsel ve evrensel "gap" yüzünden kurulamadığından ne öneriliyor, nasıl öneriliyor, "proje" kendi projeleri olabiliyor mu, olabiliyorsa nasıl?)

2ac) "Ya Avrupa ya da Barbarlık!" tezi, kendi dinamiklerimizi, ve eleştirel ufkumuzu sınırlayan bir slogandı. Burada avrupada dinamiğe oturanın, bizde ise kendi dinamiğimizin kırılıp daha mantıki, insani ve verimli bir teleolojiye sahip kültüre endekslenmemize de vurgu yapıyor. Burada Oksidentalizmden oriyentalizme geçiş yapıyoruz, batı orientalizmin batısına dönüşüyor tekrar. Batıyla simetri burada da devam ediyorsa, birbirimize "ayna" olamayacağımız iddiası da ileri sürülüyor. (Yansıma kurallarını kasdetmiyorum, bir "modelsel?" örtüşememezlik)... Sorun şu: Ya tabula rasayız, ya da aynı toplumuz, aynı dinamiklere sahip'iz, anlaşılmaz bir biçimde????

(devam edecek çok yorucu... yarın 12 saat taksi süreceğiz. Mağdur mağrurlara uzak durarak ve bizi üniversiteden uzak tutan cahillere hayıflanmadan. Yüzeysel olma, hızlı yazma, düzeltememe hakkını elimizde tutarak. Kalenderane. Aşk ile.)

28 Mayıs 2009

Vatan Dedikleri Bir Mayınlı Tarla

VATAN dedikleri bir mayınlı tarla. (Ay karanlık, gece vurdular beni.)

İRADE. Mayınları döşeten, döşeyen iradenin mayın sökme yükümlülüğünün de olduğunu, gerekirse mahkeme iradesiyle hatırlatmak gerekiyor. Beyler! Dişinizle, tırnağınızla çıkaracaksınız! Ne komşularımızla savaş halinde olanlara, ne de süper bir güce orada üs olarak armağan edebileceksiniz adına "vatan" denilen o mayınlı arazimizi! "Bu kırmızı çizgimizdir!" dedik, binlerce aklı başında kişi. Ciddiyiz! Kaçakçılar nasıl öğreniyorsa, uluslararası göreve gittiğiniz o ülke halkları kol bacak koparak nasıl öğreniyorsa, siz de onca imkanlarınızla incinmeden ve incitmeden öğreneceksiniz! Unuttuğunuz krokilerden, mühendislerden, oraya gömenlerden, diğer ülkelerde mayın temizleyen gönüllü kuruluşlardan.

Daha dün limanlarımızı, üs olarak istenen alanlarımızı peşkeş çekmekten kurtulduk ve bin bir tehdit ve aşağılama ile karşılaştık. Bugün bahane üreterek davet ediyoruz aynı aşağılanmanın bin beterini!

"GÖREVLİLER". Devletin bazı kurumları aydınlarını, bağımsız duruşu olan insanları sokakta vuranlar için "görevlimizdir" demedi mi mahkemelere? "Devletlilerimiz" yok etmek, asmak kesmek, tehdit etmek, her bağımsız harekete müdahale etmek, düşünceye limon ve tutuklululara soğuk su sıkmak, cop sokmak, husye sıkmak, elektirik vermek, balta ve gazyağı tenekeleri dağıtmak, gençlerini asarak büyümek dışında bir vazife edinerek aklamalılar kendilerini. Görevleri otellerde insanlar yakılırken kaybolmak olan görevliler, görevleri hırsızları değil şairleri takip olan görevliler, görevleri tacizcileri, tecavüzcüleri değil erdemli insanları taciz ve takip olan görevliler. Ve bu insanlardan kendilerini farklı gören, ama aynı gemide farklı kamaralarda birbirine bulaşmadan, dokunmadan yolalabilmiş görevliler!

KIRK DÖRT günlüğüne bile kiraya veremezsiniz, böyle bir görev yok, bu yetkiniz yok! Böyle bir mülkünüz yok! Torunlarınızın torunları bile sizi yargılar! Daha önce de kiraya verilen topraklar oldu. Aslında bizimdi veya değildi, tartışmaya kalkmayın. Verdiklerinizin miydi? Geri alabildiniz mi? Geri almamak için vermediniz mi? Halka, o topraklarda yaşayanlara mayınlı tarla ettiğinizi neden sömürgecilere gümüş tepside sunarsınız ikide bir? Sizde hafıza yok mu? Bizi hafızasız mı sanıyorsunuz?

GİZLİ ANLAŞMALAR'dan bize ne? Toplumsal Mutabakatımız diye bir şey kaldı mı? Delik deşik ettiniz, her ortak değer kataloğunu. Bize işkenceye uğramak, sokaklarda vurulmak, otellerde yakılmak, asılmak, askeri cezaevlerinde tazyikli su ile yıkanmak düştü. Size de topraklarımızı hediye etmek! İnsanlarımızı mayınlanmasına karar verdiğiniz tarlalarda paramparça ettirmek.

TOPRAK REFORMU yapılmışmışmışmış da tutmamış da? Ne diyorsunuz siz? Orada topraksızlık reformu yapıldı, yıllardır. Halktan ikinci kere gaspedilecek olan peşkeş çekilecektir!

MEŞRU YOL DEĞİL BU. Halka yaslanmadıkça, eleştiriye açık olmadıkça, nesillere dönük hesap vermedikçe ve herşeyden önce yeni bir toplumsal mutabakat ya da uzlaşma sağlanmadıkça sınırlarımız, topraklarımız, dayanışmamız, kültürümüz üzerinde geriye dönüşsüz adımlar atamazsınız.

RED CEPHESİ yaratmak üzeresiniz (yoksa "söz verdikleriniz"in hedeflediği bu mu?). Saf, naif, tarihsizsiniz.

PROVAKATİF adımlar atmaktasınız. Toplumsal anlaşma, mütabakat ya da uzlaşma delik deşik edileli çok oldu. Ortak zemin ne kurucu meclisle sağlanabilir (kurucu meclis kavramı darbe kokuyor, en azından varolan ortamda), ne de gücü olanın, arkasında bir güç bulanın dayatmalarıyla dikte edilebilir. Birlikte yaşadığımızı (mağdurluk edebiyatını, rövanşçılığı bir kenara atıp) hesaba katarak eylemekten geçiyor bu.

AÇIKLIK, yanlıştan dönebilirlik, dayatmalardan vazgeçme, kendi halkına ve insanlığa sırt dayamak o kadar zor birşey değil. Kurucu adımlar çok basittir, her daim işler ve ayakta tutar.

TERÖR DENGESİNİN gölgesinde barış yapılmaz. Barış için risk almayan, direnmeyen, fedakarlıkta bulunamayandan, mağrurdan, profesyonel mağdurdan, mağdurluğun rantcılığından ne umulabilir ki?

KONUŞARAK, koklaşarak halk oluyoruz. İzah ederek. Gürültüye getirmeyerek. Uyanıklığa tenezzül etmeyerek. Ya halk olmaya devam edeceğiz. Ya da kapışacağız demokrasi, adalet, hak, hukuk, ölçü, insanî gelenek için. Sınırdayız. Sıfır noktasındayız?

Komşu yoluna mayın döşememekle başlamak durumundaydı "başka bir" globalite. Ahlakla, bilimle, hukukla, dayanışmayla, dik duruşla.

Komşusu olan nasıl "faşist" olabilirdi ki?

19 Mayıs 2009

İnsansızlık ve İnsafsızlık Kültürü Olarak Dinlemecilik, İzlemecilik


Herşeyi bilen, herşeyi gören, akıldan geçene/geçeceğe/geçmişe sahip olmaya çalışan bir duruşla karşı karşıyayız.
Bize şah damarımızdan da yakın olacak. Ama ne merhameti, ne bağışlayıcılığı, ne sunduğu bir edep ne de rahiplerine, sürdürücülerine şart koştuğu bir deontoloji olacak.
Söylenip rahatlatan, daha düzgün karar almayı sağlayan söz’e, söz alışverişine; mahrem’e; terapeftik olana; yenilmeye, aşılmaya çalışılana; özel olana, geçmişte bırakılana karşı hiç bir hassasiyet olmayacak.
İnsanı, toplumu, hukuku, demokrasiyi savunma adına yapılanlar, tersini savunma için yapılanı aratabilecek. Bütün toplumlar belli yollardan kimin hangi saatte geçtiğini, geçenin gen kodeksini, mektubatını, banka hesabındaki hareketleri, düzelttiği yazılarından çıkarılmış kısımları, aldığı ilaçları bilecek. Bunu kaza anında kullanmayacak. Güvenlik için depolayacak.
“Güvenlik Dini” çarkı güvenlikle uğraşanları da fişleyecek izleyecek. İzleyenleri izleyenler de izlenecek fişlenecek. İnsan sonunda aradan çıkacak, çıkar sanılacak. İnsana, kurumlara gereken kuralları bu otomasyondan bekleme hakkımız olmadığı düşünülecek.
Herşeyi bilmek, herşeyi kaydetmek, herşeye sahip olmak, sözde düşünce okuyan ilkel aletleri havaalanlarına, marketlere, sorgu odalarının dışına yerleştirmek artan güvenlik ihtiyacımızın değil, kök salan bir güvenlik dininin sorgulanamazlarından.
İşkence, ispiyonculuk, hafiyelik kültürlerce dışlanabilir; hukuk anlayışlarınca yaptırımda bulunulabilirdi. Şimdi ne bir hak, ne bir meslekî ahlak öngörülüyor. İlkelleşiyoruz.
İnsanların mahrem konuşmaları hukuki düzlemde teşhir edilmeye başlandı, özel hayatlar gazetelerde asılıyor, sidikli bir çarşaf gibi teşhir ediliyor. Dedikodulardan, özel konuşmalardan tepkiler derlenmeye çalışılıyor. “Sizin için şu söylenmiş!” denildiğinde, “kaynak meşru değil!” diyenler ne kadar az.
Propaganda, toplum mühendisliği şirk sibernetiği lehine emekliye ayrılma durumunda.
“Güvenlik Tanrısı” kendisinden başka kimseye güvenlik, hak, hukuk, özel hayat tanımadan hükümranlığını yayıyor.
Bu “Olmayan”ın ruhban sınıfının hiç bir yükümlülüğü yok.
Kayıtlar nasıl temizlenecek. İnsan’ın aklından geçen fikri midir, zikri midir, eylemi midir hiç bir önemi olmayacak. Pırasa gibi aklı saf tutmayan yanacak. Hayali geniş olan iyi insanlar yanacaklar. İyi kalpli haydutlar durumdan pek yararlanamayacaklar.
Teşhir eden de teşhir edileceği, kimin mazlum, kimin mağdur ya da mağrur olduğu bilinmeyen bir dünyaya doğru gideceğiz.
“Suç önleme” gibi gerekçelerle meşrulaştırılamayacak bir mekanizma kuruldu, geçmiş olsun.
Bu mekanizmaları “milli güvenlik” gibi gerekçelerle sömürgeleştirenler de yakında şikayetçi olacaklar. Bilerek, bilmeyerek karar verenler.
Vatan, millet, sakarya aydınları; soğuk savaş teologları da işe gelmeyeni yaptıklarında söylediklerinde düşündüklerinde terleyecekler. Bu sistemin kalbi, insafı, dur durağı yok.
Tereddüt edemeyecekler, başlarında sallanan bir kılıç olacak.
Sistem sorgulandığında, sistemin ruhban sınıfı da kana aç topluluğun önünde aslanlarla boğuşturulacak. İlkelleşiyoruz. Bir kişi bile araçsa, herkes araçtır, yeniden.
İnsanı eyledikleriyle, eylediklerinin toplamıyla yargılayan, kusurlarımıza saplanmadıkça gece gibi örtücü, sakınıcı olan bir ilahi yargı, arenalarda yargıyla değişecek. Bazan devleti koruma, bazan demokrasiyi savunma, bazan tepedeninmeciliği ortadan kaldırma, bazan demokrat başıbozukluğa otoriteden müdahale adına. Bazan dinden kurtulmuşluk, bazan dini galebe getirme adına.
“Niyet önemlidir” dediğimizdeki niyeti aşmış durumdayız. Bazan öncesinden, bazan sonrasından konuşuyoruz. Akıl fikirsizlikten. Çok bilmişlikten. Gözü karalıktan ve kararmışlıktan.
İnsan bir kere düşünceyi, düşünceliliği, aklı başındalığı bıraksın, rekabetin imperatifleriyle, kölelik hukukuyla eylesin gerisi gelir.
İnsanlık bir ödevdir. İnsanlık şartımızdır. İnsan emek, emekleme işidir. İnsan toplumludur. İnsan oluş ahlaklı oluş, hakkani oluş, farkında oluştur. Konuşmanın, koklaşmanın, anlaşmanın, dayanışmanın dilinde çiçek açıştır.
Yepyeni bir din, ruhban sınıfına hiç bir yükümlülük vermeyen yepyeni bir hukuksuzluk, ilkellik, vahşet dini yerleşmektedir, Ey İnsan! İnsanlık terkedilerek vatan, hukuk, demokrasi, devlet, din, aydınlanmışlık, insani yükümlülükleri olan hiç bir duruş ve tavır ayakta tutulamaz!
Kendini sonsuzlaştıran bu anlayış yenilmedikçe; insan eti çiğnemeyen bir duruşla gözden geçirilip eleştirilmedikçe medeniyet kuyruğunu yutan bir sisteme dönüştürülmektedir. İnsansız ve insafsız kalarak ortadan kalkacak olan.
İnsanı, insaf’ı, hukukun üstünlüğünü, dayanışmanın ahlakını bir kenara atarak, reel politika yapılabileceğini düşünerek, kurnazlıkla zalimi ya da haklıyı alaşağı edebileceğimizi düşünerek gidebileceğimiz bir yer kalmadı.
Vahşi, ilkel, insansız ve insafsız bir din yaratıyoruz. Herşeyi bilme, herşeye hakim olma, herşeyi kontrol etmenin dini. Kontrol dini.
“Determinizm ile Özgürlük bağdaşır mı? İndeterminizm ile Özgürlük uyuşabilir mi?” tartışmalarını çok arayacağız. İnsanlık, genetiğinden, zihin akışından itibaren zincire vurulmak üzere. Bu “hiç de ırkçı olmayan, pek çok aydınlanmış, kurtulmuş, hidayete ermişlikten dem vuran, milli, muhafazakar ve bilimselleşmiş” dünyada.