20 Şubat 2007

Gül Yaprağına Konmaya Çalışan Bülbül


Ben tarihin sonundan konuşmuyorum, Ey Yolcu! Dünyada konuşuyorum. Yolda konuşuyorum.


"Orijinal hal"imden bitmiş halimi bilen dem vurur. Bense oluş halindeyim, olmaktayım, yürümekteyim, gezinmekteyim, çölümdeyim.


Oluşun aslına dönüşü başka, dünyada bitmiş, tamamlanmış addedilenler üzerine konuşma başka.


Ne başı ne sonu olan alem mi, zamanı olmayan bir hepsi mi karşılaştırması da yapmıyorum. Diyorum ki, söz'e orijinal anlamıyla hakim olunmaz. Yorum gerekir. Yorumsa sadece çeviridir, bir çeviri önerisidir. Bu rastgele, keyfi de olmamalıdır. İnsanın biteviye anlama çabası boş değildir, sadece hoşdur.


İtiraz, bir saldırı değildir, bir ufuk buluşturmasıdır. Anlama anlaşmadır.


Açıklayıp kurtulacağımız bir şey yok dünyada, anlamaya çalışacağımız bir hakikat ve hakikat kelamı var.


Anlasak da, anlamasak da, insanlığımızın da, heybemizdekilerin de bir güvencesi yok. İmtihana, itiraza, soruya kapanırsak, yeniden çiçek açmamız da yok.


Okuyan insan, konuşan insan, kendi bildiğini dayattığından değil, soruyu bulduğundan itiraz eder.


Yoksa ne itiraz bir ihtiras, ne de her susan, gülümseyerek dinleyen bir alâkasız eşya.


Oluşun, yolda oluşun türlü türlü halleri var, biz "korku mudur, sevgi midir?"i konuşanları dinliyorduk. Dünyada, dilde ve dille ifadenin diskurunda, bir demde bir cemde.


Evet, zaman ve mekân olmadan düşünebilseydik, oluş hakkında, orijinal hakkında konuşabilirdik. Buradaki orijinal, sadece yorumlanmakta olan, kendisinden yola çıkılarak konuşulan.


Orijinali canlandırma, yeniden kurma, orjinal an'ı, bakışı durumu yeniden oluşturma iddiası yerine, bakışımızdaki tozu pası, oluşan mesafeyi, dilin yolculuğunu farkederek kendimizi yetiştirerek, dinleyerek, tartarak, tartışarak kubbemizi genişletmeden bahsetmedeydik.


Bir gün aslına dönmek fikri de bu yolcu ne dedi acaba sorusunu sormamıza engel değil.


Bazan soruyoruz, bazan sormuyoruz, bazan farketmiyoruz bile.


Hakikate yöneliş, sadece bir tartışma çabası değil. Ama hakikati paylaşma, itiraza açık olabilmekten de geçiyor. İtiraz, ilk elde başkalarına itiraz değil, gördüğünü, duyduğunu, aklına geleni, gönlüne düşeni sınamaya, sınanmaya açık olmanın çağırdığı ufuk.


Karşılaşmadan korkan, itirazdan korksun. Beklenen muteriz çokbilmişliğiyle değil, ezber bozabildiği kadarıyla anlama kardeşliğinin vatandaşı değil mi?


Anlama üzerine, kavramları o kadar radikalleştirmeden düşünmek gerekirdi diyorum. Eninde sonunda sınırlı sonlu insanın sınırsız sonsuz olan üzerine konuşma çabası.


İddialı olabilecek tek şey, iddiasız insanın durmak bilmeyen gayreti, çabası, didinmesi, tevazusuyla dünyasını açması, dünyamıza açılması.


Hülâsa edersek, korku, gül yaprağına konmaya çalışan bülbülün ihtimamında okunmalı demiştim.


Ne gül, ne de bülbül sorgulanmaktaydı.


Ne de bir gün dünyanın soğuyacağı.


Evet bir gün kâinat soğuyacak, ya da ısınacak. Bunu bile bile bir kenara bırakıp, bir saç telinin yere düşüşünün mekaniğini de merak edeniyle konuşacağız.


Konuşmak anlaşmak, hatta bazan herşeyin toplamını ihmal ediyormuşcasına dar bir alanda fikir sınamakta bir mahzur, bir mahsur aranmamalı.


Yaprağın kızarıp, ötelenerek düşmesi de cama vuran taş kadar ağır, perdenin inmesi kadar hakikatle buluşturucu, taze hava kadar ciğerlere işleyici.


Hoş hatta boş dediğimiz şeylerdahi para saymaktan da mı oyalayıcı?


Parayı saymadan vermeyenle de hoşum, kelebeğin yolaçtığı kasırgayı hesaplayanla da.


Konuşmak, anlaşıp, bir anlaşmazlık konusuna daha çizik atmak için değil, tek bir insanın, tek bir zamanın, tek bir ufkun yetersizliğine sığınmamak için gerek.


Sessizliğin gerektiği kadar bile gerekmiyor ki konuşma, konuşma üzerine "nedir bu kadar konuşma?" diye konuşanlar da haklı.