2006 başlıklı bir yazımda herkes gibi ben de bir takım müdahaleler beklemiştim ve temkinli olmanın, ılımlılığın, sakin durmanın ve demokrasimizi tahkim etmenin en radikal duruş olduğunu vurgulamıştım.
Henüz olup biteceklerin çerçevesi netleşmiş değil. Şiddet ille de dozunu artırmak zorunda değil. Ancak bu biraz da bizlere bağlı.
Tercihler yapıldı. Kimilerimiz ülkenin bağımsızlığının demokrasi açısından gerekliliğini vurguladık, kimimiz global bir oyuncu olmadan, bize dağıtılmış rolü kabullenmeden bu ülkede yaşanamayacağını düşünüyor. Kimimiz de demokrasinin öncelikli olmadığını.
Kadınlarımız kaygılı. Taşra Kaygılı. Aydın Kaygılı. Yabancı basın kadın hareketinin, solcuların, sağ muhafazakarların ülkeye dayatılan projelerden rahatsızlığından rahatsızlık ifadeleri içinde. İnsanları aynı alanlara toplayan ne anlaşılamayacağından değil, toplumun en batılılaşmış kesimlerinin batının ipliğiyle dikilmiş bir gömleği reddetmesini reddettiklerinden.
Batı bize bir ortaklık mı sunuyor, paryalık mı? Bunu en önce ülkemizin iyiliği adına konuşan yabancı aydınlar sormalı kendilerine. Vicdanları rahatsa, benzeri projeleri kendi ülkelerine de dikte edebiliyorlarsa da dememeli. Ediyorlar. En kapalı, en dayanışmaya kapalı aydın tipi global söylemin eşik bekçisi olmuş durumda.
Savaş, yıkıntı, eşitsizlik karşısında yetmişli yılların aydınlarını feryadını, kardeşçe bakışını bulamıyoruz. Ya yer alırsın, ya gününü görürsün söylemi içerisinde bir ortaklık vurgusu. Dikkat çekme, açıklama üslubu sıkıntısızca araçcı, etnikmerkezci, yeniorientalist.
Dostlarımız dost değil. Düşmanlarımız düşman değil. Öyle de, böyle de, şöyle de.
Globalizmin pragmatiği ve ahlâksal temelleri ekonomici. Ahlâksız olmadığında da ahlâka nötral. Ahlakdışılığın gerekçelendirme dünyasındayız.
Değişimin rantından pay alamayan aydın da, almayan, reddeden aydınla aynı safta görünüyor.
Prensip icabı demokrasiyi her ne pahasına olursa olsun savunmak isteyen insanlar da, şımarık, tasasız bir global şarkı okuyanlarla aynı safta görünüyor. Nereye kadar? Ne zamana kadar doğru?
Biz "yaşasın insanların kardeşliği!" derken bir gönüllülüğü, dayanışmayı özlüyorduk. İşgallerle açılmış ya da dağıtılmış ama aslında hep masabaşında çizilmiş sınır yanardönerini değil!
Ne kadar "bilimseldi hevesimiz!" dersek diyelim yoksulluğa, açlığa, adaletsizliklere karşı başkaldırışımız ahlaklı oluşumuzdandı, şimdilerde beğenilmeyen toplumsal ahlâktan dolayıydı.
Komşumuz açken tok uyuyamıyorduk. Ayrıcalıklarımızdan utanıyorduk. Paltolarımızı, paltosu olmayan arkadaşların yanında kolumuza takıp yürüyorduk, yolda birisinin üzerine örtmüyorsak.
Kimilerimiz ahlâkın gerekmediğini sanıyor, kimileri ahlâk en sonra gelir sanıyor. Ekonomici bir ruhta bütünleşen bir sağ ve sol ortaklık, ahlak son üründür baştan gerekmez, temel değildir diye düşünen bir tuhaf dindarlıkla kolkola.
Mitingleri düzenleyenlerin tartışmalı kişiliklerini, emeğe saygılarını, işlerinin erbabı olup olmamalarının tartışılmasında sakınca görmüyorum. Eleştirilmelerinde bir sorun yok. Ancak, ben kolkola yürüyen insanları bir araya getirenin tesadüfler ya da herhangi bir manipülasyon olduğunu düşünmüyorum.
Kaygıları var. Kaygılar var. Bu toplum tüm rakamlara, imaj mühendisliklerine şuna buna rağmen artık işlemiyor. Ahlâkımız tıkandı. Açlıklar, Kanalizasyon çukurlarında çocuklar, çöp toplarken ezilenler ve kaçak villalarını kurtarma peşindeki siyasi elit. Su havzalarımız kurutuluyor. Şehirlerimiz yıkılmak için depremlerini bekliyor. Adeta makus taliine terkedilmişbir ülke?
Gücünü aşmış, iş ahlâkının sınırlarını çiğnemiş bir basın. Fahişeliği, çiğliği sanat adına pazarlama. Aydını ziyeretçi olarak dahi kabul edemeyen üniversiteler. Zenginlik gösterisiyle yanıp tutuşan dindarlar. Ülkesine karşı provakasyon yapabilen vatanseverlik lafazanları. Halkın hayatına aldırmayan radikaller. İnsanların üzerine yangın bombası atabilen "gerekçelendirmeler" bulabilen birileri.
Ülkemize provakasyonun, iftiranın, entrikanın sistematik bir biçimde girmesi, varolan entrikacılıkla kaynaşması soğuk savaşla başlar. Soğuk savaşın yetiştirdiği "kurum"lar, "dinci"ler, soğuk savaşa hayran "sağ" "sol" ya da "etnik radikallikler" şu ya da bu tekil eylemi ya da eylemler zincirini eleştirseler de siyasetin bu bazda yürütülmesine itiraz etmediler.
Şimdi bir gerekçemiz daha var itiraz etmek için.
Toplumu, devleti soğuk savaş silahşörlüğü yüklerinden arındırmadan, provakasyonu iyi amaçlar adına da, yani asla kullanmamayı öğrenmeden, yeni bir siyaset tarzını, yani çok eski bir siyaset tarzını ahlâkla temellenen, adaletle meşruiyetini kuran bir siyaset tarzını hakim kılmadan katliamları, provakasyonları, gaddarlıkları durduramayız.
İnsanlık ihraç etmek zorundayız. İnsanlığı öğrenmek zorundayız. İnsanca karşı çıkmak zorundayız. Direnmek, bize dikte edilen siyasi kültürü red etmekle başlar!
Bu olayın arkası gelecektir. Burada orada, bu zamanda şu zamanda. Ama sadece şimdilik. İnsanların hak, hukuk, adalet kaygılarının da ağır bastığı çok olmuştur. Öyle bir dönemin eşiğindeyiz. Çünkü bu tarzla tuttuğumuz elimizde kalıyor.
Truva atlarının dünyası değil oysa dünyamız: Olduğu gibi görünmenin, göründüğü gibi olmanın dünyası! Bu toz dumandan kendimizi bularak çıkmalıyız. Temellerimizi reddederek ancak bu kadar oynayabiliyoruz. Tümünü okumayadığımız bir oyunda.
Kapalılık, yabancı düşmanlığı, intikamcılık, daha fazla entrikacıkla çıkmamayı öğrendiğimizde her saldırıdan, kışkırtmadan ve kışkırtanların kardeşlerini, çocuklarını kazandığımızda, onlarla aynı insanlık ideallerini paylaştığımızda biz kazanmış olacağız.
Öfke tepkiselliğe dönüştüğünde bu tüp eylemler başarıya ulaşır. Şimdi yaralarımızı sarmanın, yaralılarla dayanışmanın, çoluk çocuklarına sahip çıkmanın zamanıdır. Dayanışma zamanıdır!
Tartışacağız, konuşacağız. Dinleyeceğiz. Ve daha iyi bir gerekçeden ya da haklı bir eleştiriden başka müdahalelere izin vermemeye karar vereceğiz. Dayatmaları red edeceğiz!
Örgütlü halk kazanır! Elbette yalanla yaşamayan halk örgütlendiğinde!