2 Haziran 2007
Tilki ile Pervane
Orman tutuşmuş da tilkinin birisi yolundan, ininden, memleketinden uzak düşmüş.
Şehre inmiş. Çöplüklerden nasiplenmiş, kümeslere dadanmış, harabelerde barınmış, sur diplerinde saklanmış.
Bir akşamüstü, karanlığını beklerken gelmiş burnuna şaşkın bir pervane konmuş.
“Ey Pervane!” demiş. Biz ateşten harabız. Ormanın hasretiyle yanarız. Sense soğukkanlılıkla ateşi ararsın. Ateşte seni çeken nedir? Ormanları yakan, yuvalarımızı yutan, taşı çatlatan ateşe can atarsın.
Pervane, “yanan benim, ışık benim ışığım!” demiş.
Daha yanmadın ki demiş tilki, o sen olasın?
“İyi ya işte!” diye cevap vermiş pervane, “ben o ateşin devamıyım!” ve hamamın külhanından sızan ışığa doğru yönelmiş. Tilki de peşinden koşturmuş.
Pervane ateşe karışmış. Ateş olmuş. Kavrulup sırtaşağı düşmemiş, sokak lambalarının camına çarpıp düşenler gibi.
Ateşi söndürmeyen külhancı değil sanki, bu minnacık yaratık, ama ateşi aykta tutan, yanan, yanacak olan da bir zamanın ormanı. Ciğeri yanmayan ateşe koşar, karanlıkta göremeyen ışıkla sarhoş olur derken tilki kardeş kendi kendine, külhancı yanan bir odun fırlatmış üzerine.
Kuyruğu ütülenen tilki can havliyle bir kuytuya kaçmş.
Kuyruktaki yangım, içindeki yangından ağır gelse de, gelmese de, postu kaptırmadan korksa da korkmasa da işine bakmış, kümeslere dadanmış, hatta biraz nam bile salmış.
Ormanından uzak düşmüş, yapayanız bir tilki.
Şehri kendi ormanı yapan tilki.
Şehri beraberinde götürmeyen tilki.