10 Temmuz 2011

"Dinle, Sana Bir Nasihat Edeyim!"

Çocukluğumuzda sofralar, "meclis"ler bazan "arif meclisleri"ne dönüşürdü.

Ortak kodlarımız, kültürümüze işlenmiş anayasamız dile gelir yiğidin, adamın, kadunun, delikanlının, çocuğun, gelinin, damadın, askerin, mapusun bazan neyi yapacağı ama daha çok neyi yapmayacağı, ağırbaşlı bir neşede karşılıklı onaylamalarla dile getirilirdi.

Genellikle sofra başında, ziyafetlerde muhabbet, karşılıklı onaylaşma, halleşme içinde varolan nesillere ve misafirlere bir kardeşliğin, ortaklığın, verilmiş sözün aktarımı yapılırdı.

Mecliste alevîlik sünnîlik ayrımı yoktu. Böyle ayrımları "eşraf" ve "ihvan" reddederdi. Sofradakiler birbirlerine "kardaşlık" diye hitap ederlerdi. Adet eski bir türkmen adetiydi ama, "dost meclisi, dünya ahret arkadaşlığı" kimin kim olduğuna da bakmazdı. "Adamlık" tek kriterdi.

Bu vatandaşlık, adamlık kodeksini yürürlükte tutan ladinî ritüelde uzun savaşlarda, uzun esaretlerde, uzun yollarda bir arada bulunmuş insanların dostlukları, ortak değerleri, tecrübeyle güçlendirdikleri çoluk çocuğa, çocuklardan da özellikle "aktarıcı" olması gerekenlerin hafızalarına nükteli bir teatralite ve tekrarlarla yerleştirirlerdi.

Adamlık, kadunluk istidat, emek, yiğitlik, yani yolunda dururluk isterdi. Aktarım bir beyin yıkama değildi! Aktarımlar bazan kopuşlar, terkler, yoldan çıkışlar olduğunu bilenlerin geleceğe gönderdikleri mektuplardı. "Sen belle bunları sahibi gelir alır!" gibisinden bir nükteyle dile getirilmeden dile yerleştirilenlerdi.

Pir Sultan Osmancıkta Koyun Baba'nın yanında da eğitim almıştı, bu deyiş çocukluk yıllarımda Fütüvvetin de özeti gibi algılanırdı. Yaşlılar boyların, aşiretlerin ve tüm insanlık için verilmiş sözü olan insanların bunları tartışamayacağı kanaatinde olduklarını hissetmemizi isterlerdi. Herkesi bağlayan sözler olarak düşünüldüğünü algılamamız beklenirdi!

Tartışılmamazlık, herkesi bağlarlık bir yasak değildi. Adam olan tartışmazdı, onların adam diyebilecekleri tartışmazlardı, o kadar. Sürekli ilerlemeyi, sürekli düzelmeyi, eldekini elde tutabililiği düşünmeyen bir ilerleme kanaatleri, yorumları, anlayışları vardı. İklimlerin, yolların, selin, çığın, tabiatın bin bir halinin, işgalin, kıtlığın, barışın, sabrın, nasibin, rıza'nın tecrübesinde pişirilmiş, dayatıcılığı olmayan, her şeyin hikmetinin bilinemezliğinden yola çıkan bir hikmetin ikramıydı.

"Adamlıkta gözü olmayanı" pek yormazlardı. Her şeyde bir hayır görmelerinden kaynaklanan hoşgörüleri, her şeyin zamanı gelince olacağını düşünüşleri ile yüklenirlerdi, yanlış gördüklerine. Değiştirmekten çok kulağa küpe bırakmak isterlerdi. Aceleyle değişen, korkuyla değişene biraz muzipliği de olan direnişi, karşı koymaları tercih ederlerdi. Karşı koyanın şakaya, nükteye, mizaha açıklığında düşündüklerini şekillendiren muhabbeti de sunarlardı! O muhabbet, tek yanlı ve deklaratif değildi, bir alışverişte arayış, buluş, yerleştiriş, yeni bir şey söyleyiş idi.

İzahatlar yanlış yaptı sanılan bir "adam"ın aslında doğruyu yaptığını vurgulamalarında, birbirlerini onaylayarak, beraber sözü yoğurarak, hikmetine kavuşturmaya çalışarak dile getirişlerinde sunulurdu. Hayranlık ve şaşkınlık içinde anlama yolunda oluş: Yolum buydu. Mantık yürütülmez, bir hakikat geleneğinde, tecrübe muhabbet ve sohbetin doğurganlığında, geçmiş ile geleceğin buluşturulabilirliğinde yoğrulup ikram edilirdi söz. Mantık yürütmeme bir mantık aşağılaması değildi, düşüncenin hakikatle alakasının kavranmışlığındaydı.

"Doğru tavır" ezbere bir tavır değildi. Adamlık bir praksis idi.

Son tartışılan doğruyu yapıp da rezil olan ise henüz "çocuk" idi. "Büyür öğrenir", düşe kalka yürür idi. Adamlık yolunda kepaze oluş, karizma çizdiriş sevecenlikle karşılanırdı. Melâmet, gündelik hayatta yaşardı.

Hem alevîleri hem sünnîleri besleyen, kardeşliği tartışmasız kılan bir temellerin temeli, kuralların kuralı vardı. Ezberi olmayan. Adalet ve hikmet isteyen bir ahlak tasavvuru söz konusuydu. Bu ortamda yetişen bizler, doğruyu asılsak da söylemek; dünyalar ikram edilse, eziyetlere uğrasak da susmak için yetiştirildik. Korkunun tebaası olarak değil, herkese açık bir sofranın, birbirinin evlatlarına yetişen, onlara emek ve öncelik veren insanların arasında büyüdük.

Gündelik hır gür, kavga dövüş, çekiş, rekabet böylesi ortamlarda buharlaşır, herkez metamorfoza uğrardı. Arifan gündelik hırgürü de hayatın parçası bilirler onları nükteyle ele alır, onlardan hikmet, zevkli sohbetler ve ağız tadı çıkarırlardı.

Kalbur, Küçükten Görmedim Ana Kucağı, Kırat Bozlağı, Erzurum Yareni gibi uzunhavalar ve benzerleri; "dibi delik kaba aşkın suyunu/ boşuna uğraşma dolduramazsın" gibi deyişler, Harputtan "Nolaydı Yar Nolaydı"lar, Tosyadan Topal Koşma, Kastamanonudan Sepetçioğlu çalınır söylenir ve devam edip etmemesi duruma bağlı olan meclis genellikle "Dinle Sana Bir Nasihat Edeyim!" le taçlandırılarak sonlanırdı.

Bazan (eski) melami-kalenderi ilahileri ile bazan oyun havaları ile duruma ve hale göre devam edilebilirdi.

Eski Melamet şimdilerde "bir lokma bir hırka" diye küçümsenen, bizi biz yapan önemli bir duruşun sözcülüğü idi. Melametsiz ne Ahilik, ne Yiğitlik ne de Şeyh Galibin Zevrak-ı Derûn'nu alaşılır kılınabilir.

Fütüvveti anlamadan Deniz Gezmiş'i bile anlamak zor.

Yakılan, yıkılan, biçilen, öğütülen, yok edilmeye çalışılan, aşağılanan kültürümüzün dik duruşu idi. Ezbersiz, sürekli praksiste, yorumda, hikmet peşinde bir hayat tarzı; eyleme, görme, söyleme hatta ölme tarzı.

Denizler fütüvvetin kodeksini içselleştirmiş olmasalardı bugün adlarını bile andırmazdı propaganda. İşkenceye karşı duruş, adam gibi içerde yatış, ölürken espiri yapış sıradan şeylerdi şimdilere göre. Böylesi duruşlar evet, başka kültürlerde de var! Biz insanlık bütündür diyenlerden değil miydik? Bunda şaşırtıcı ne var?

Şimdilerde yeni yetmeler internette başkalarının eşleri, sevgilileri, "ciğerlerinin köşeleri" için: "Şu şu kadınlarla, şu erkeklerle yatmak isterdim" türü listeler yapıyorlar. Bu bizim için akla hayale gelmez bir iş idi. Biz herkeze "bacım" dediğimiz için hayatsızlıkla, robotlukla, duygusuzlukla suçlanırdık!

Yine "bacım" diyeceğiz biz, aşkla! Bir dönem nasıl da bizleri utandırdılar, varlığımızdan mahcup kıldılar! Sivastaki ateş benim için bir dönüm noktası oldu:

Bizlerden birisi olsaydı Türkiyede, Madımağın önüne geçerdi! Bu utançtan hepinizi kurtarırdı! Avukatlık ya da gözyaşı kurtarmıyor! Gözyaşı sadece insanlıktan yana oluşu ifade ediyor! Adam da, Hatun da olacaksınız! Ateşin önüne geçeceksiniz! Yoksa bir halk olamazsınız. Komşularınızın eşi dansöz bile olsa göz koymayacaksınız! Kardeş olacaksınız! Bir de aşık olacaksınız.

Sadece aşıkların selâmsız sabahsızlılklarına, dalgınlıklarına, adamlık kodeksine dikkat edip etmediklerine bakılmazdı. Aşık, adamlık üstü idi. Aşık, masum idi. Aşık mecnûn idi, ama, sapıtık değildi.

Aşık şereflilerin şereflisiydi. Ulu Gazilerden daha büyük yeri vardı bir Aşık'ın. Aşık, Hak Aşığı idi her hangi bir anlamıyla: Hatasız değildi, ama, bir buyruğun takipçisi, bayraktarıydı. Aşık, toplumun ince lehimcisi, tutturucusu idi.

Delilere falan da girip uzatmayalım.

Aşağıdaki deyişte "tuzak"la ilgili kısmın harikulâde bir tefsir anlayışına tekâbül ettiğini da belirtmeden geçmeyelim, Efendim.

"Gündüz hayalimizde, gece düşümüzde, tutkun arkadaşlar yanıbaşımızda".

Memleketleriniz olarak bizler kaldık artık. Bizler de gidersek, kendisine dönebileceğiniz memleketiniz de kalmayacak.



DİNLE SANA BİR NASİHAT EDEYİM

Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir hal gelirse
Onu yad ellere açıcı olma

Mecliste arif ol kelamı dinle
El iki söylerse sen bir söyle
Elinden geldikçe sen iy'lik eyle
Katı yükseklerde uçucu olma

El ariftir yoklar senin fendini
Dağıtırlar tuzağını bendini
Alçaklarda otur gözet kendini
Katı yükseklerde uçucu olma

Pir Sultan Abdal'ım sözüm başarır
Aşkın deryasını boydan aşırır
Seni bir mecliste hacil düşürür
Kötülerle konup göçücü olma