7 Eylül 2007

Sınırlı Sorumlu Bir Özgürlük Denemesi


-Hans Georg Gadamer’e-

Her anlama bir ge(n)ç anlama ki
Gidenler biraz da kalanların çocukları:

Gelecekler de kaçınılmaz.

I.

Diyelim ki hastayız, hem de ağır, ateşli. Yatağımızdan kalkıp gidilecek yere gidemiyoruz. Gidebiliriz belki, ama gitmemiz yanlış olacak, gücümüz yetmeyecek, kullandığımız insiyatif insiyatifin gerisini getirmemize engel olacak.

Diyelim ki konuşmak istediğimiz, hattâ belki de bizi dinlemeye gönülden hevesli birisi var. Ama birbirimizin dilini bilmiyoruz. İyi ki dil var. Ne kötü ki dil var.Yardım edecek kimse de yok, her zamanki gibi, ve gerektiği zamanda.

Yola çıkmak istiyoruz, hattâ yola çıkıyoruz, yollar kapanıyor, çığ, yerkayması, sel, buz, kar... Her yerde kar var.

Anlamak istiyoruz, anlamanın donanımına sahip değiliz. Sahibiz, ama o insan, o metin, o buluşma çok uzaklarda. Hayır, belki de yanı başımızda, ama nerede olduğunu bilemiyoruz. Onu aramayı bile bilemiyoruz.

Diyelim ki hekimiz, hastamız için çırpınıyoruz, ama hastalığının ne olduğunu bile bilemiyoruz. Ya da, ne yapacağımızı biliyoruz bilmesine ama, ‘ben onsuz yasayamam’ dediğimiz insan da aynı acil servise getiriliyor ve ikisine birden yetemiyoruz. Seçim, birinden birini seçme hali oluveriyor: Öncekini, daha çok ihtiyacı olanı. Elbette ‘en çok sevdiğimize’ değil öncelik, belki de onun yardıma daha çok ihtiyacı olsa da. İkisini de kurtaramıyoruz. İkisini de kurtarıyoruz. Onu kurtarıyoruz, olası iltimasımız yüzünden bizi terkediyor. İltimasımız yüzünden bize bağlanıyor, artık sevemiyoruz, ne kadar ağlasak boş, bütün kabahat bizim. Başkasına öncelik verdiğimiz için bizimle gurur duyuyor, buruk bir gurur duyuyoruz. Gurur duyamıyor, duyamıyoruz, duyamıyorlar, çünkü o artık yok.

Sorumluluk kurulları, meslekî disiplin veya etik komiteleri değil çocuklarınız en zayıf anınızda size onu niçin ölüme terkettiğinizi soruyorlar[1]. Cevap bulamıyorsunuz. Suçlular gibi susuyorsunuz. Ya da herhangi bir rasyonel aktör gibi cevap yetiştiriyor, ‘başka sorunuz yoksa, odama çekiliyorum!’ falan diyebiliyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, ne kadar kendinize saygı duyarsanız duyun, onun eksikliği bir çığ gibi, bir kara delik gibi büyüyor içinizde ve tırmalanmamış hiç bir anlam alanı kalmıyor hayatınızda.

Diyelim ki ‘evren büyük, biz minnacığız’. Veyahut da emeklerimiz, çabalarımız yeni baştan başlamalarla bitiyor. Yuvarladığımız taş nesillerden nesillere emanet ediliyor.

Diyelim ki hayatınızla ilgili en önemli, en özgürleştirici adımı attınız, karşınızdaki sizi işitmedi, işitir gibi yaptı, ya da yanlış anladı. Belki söylediğinizi unutturacak bir şeyler yaşadı. Siz bir adım attınız, ama atılan adım, anlamını bulamadı. Ya da az daha buluyordu, ama haşmetmaaplarının ulakları da insiyatif kullandı, yolları kesen bir haramî gibi, kar gibi, çığ gibi insafsız, amansız ve masum davrandı.

Çok oyunculu bir oyunda, elinizden geleni yaptınız, ama yanlış yaptınız. Belki de doğru yaptınız ama ‘doğru’ hamleyi bilen yoktu. Diyelim ki her denemeniz, sizin değil de başkalarının sosyal yetersizliğinden muallâkta kaldı.

Zamanlamanız yanlıştı, ya da doğruydu da küçük tesadüfler her şeyi birbirine karıştırdı. Küçük aksilikler, hayatı, hayatları, gemileri, trenleri, dostlukları, eylemleri, sözleri, siyasetleri, savaşları, barışları rayından çıkardı.

Bunlar mümkün. İnsiyatif kullanmamız, kullanmamamız, kullanamamamız mümkün. İnsiyatif kullanıp kullanmamanın herhangi bir gerçekleşme için bir öneminin olmaması da (irrelevans).

Diyelim ki hakikaten özgür birer aktörüz, eylemciyiz, oyuncuyuz. Ama dünyada yalnız da değiliz. Başkaları da var. Başkalarının da adımları, insiyatifleri, planları, hedefleri, istençleri, ayakbağları, ufukları, hesapları var. Dünyada ayrıca dünyanın kendisi var, doğa var, hayat dünyaları var; açık, ölçülüp biçilemeyecek, hiç bir zaman bir kesinlikle kestirilemeyecek, yakalanamayacak bir akış var. Hep geç kalıyoruz, istediğimiz kararkuramsal modelleri uygulasak da, onları reddetsek de, en güvenilir pragmatik davranış kalıplarına, ‘kılavuz’lara başvursak da, vurmasak da.

II.

Özgür olmamamızın kanıtları (ne mutlu ki, genellikle) dünyada yalnız olmayışımızın, tek belirleyici olmayışımızın, dünyanın bizim irademize tabî olmayışının, (aslında) dünyanın bizden ibaret olmayışının da kanıtları. Bazan da işaret edilen, zamandaki asimetri, gelecek, geçmiş, bugün, gelenek, tarihsellik, tarihte yerleşiklik gibi sorunlar... Hiç bir taş(ıman)ın nihaî bir taş(ıma) olmaması: En son, sonlandırıcı, boşaltıcı, iş bitirici bir anlama, çözüm, eylem, açıklama, nokta koymaların olmaması.

Özgür olmama bildirgeleri (sanki, genellikle), tek başına olmamaya; tek karar veren, tek eyleyen, tek bilen, gören, duyan, anlayan, seyreden olamamaya; yitik bir solus ipse’ye ağıt çeşitlemeleri... Solo, özel bir varoluş değil ki özgürlüğün dünyası, sosyalize, kamusal bir oluşum, kamusallıkta bir oluşum. Bu dünya denilen karmaşada, kargaşada, çok yönlü eylemelerin arasında eylemeler bizlerin özgür eylemeleri, eğer özgürlük varsa. Yoksa da, bu yokluğun kanıtlanması ‘yalnız olmayış’a sığınmakla sağlanamaz. Oluş, bir birlikte oluş, başkalarıyla birlikte oluş ve oluşum. Her anlama bir anlaşma. Her eyleme bir birlikte eyleme. Her özgür addedilen (hattâ addedilmeyen) aktör, sosyalize olmuş, öylesine bir terbiyeyi almış aktör.

Özgür olmayabiliriz, bu bir yanılsama olabilir, ancak özgür olmayışa addedilenlerden ne daha geniş ve büyük, ne de daha küçük veya dar özgürlüğün alanı. Bir sürü iradenin kesiştiği, çakıştığı, örtüştüğü ve yalnız iradeden ibaret olmayan, dünyayı dünya yapan her şeyin etkisine açık, ve belki bu yüzden bizim için geçmişi de olan, geçmişini arayan bir alan, bir dünya.

Dünyalılığı sorun etmedikten sonra, daha doğrusu dünyasız bir özgürlük aramadıktan sonra, iş daha kolay olmasa da, daha anlaşılır: Yapabileceğimizi yaptığımız, yaptıklarımızı takip edebildiğimiz, serbest olabildiğimiz ölçüde sorumluluğunu taşıyabileceğimiz bir dünyadayız.

Sorumluluk hem ahlâkî bir duruş, hem de bir deneyim olarak ‘elimden gelen buydu’ deme hakkımızdan vazgeçme(lerin) yaşantısı. ‘Daha iyi’sinin her zaman için mümkün olduğu ve tek seçenekli olarak düşünülemeyen bir çoğul eylemeler/imkânlar dünyasında, tecrübeyle, öğrenmeyle, yani bir geçmiş sahibi oluşla gelişen ve yeni tecrübelere, geleceğe açıklığı içeren bir tutum[2].

Başkalarının eylemlerinden biz kendimizi ne kadar sorumlu tutarsak tutalım, ahlâkî deneyimde bulunan bireyin kendini algıladığı kadar özgür değiliz: Bu algılama sömürgeci bir tavır değil, bir özgürlük olarak bireyin ötekine karşı sorumluluk duygusu[3]. Yani karşı tarafın da bir özgürlük oluşunu ihmal değil, kendi özgür oluşunu bir sorumluluk olarak yaşama hali. Karşı taraftan çok kendi davranışımız üzerine eğiliyor ve ‘daha iyisini yapabilirdim’ diyoruz. ‘Doğru ya da eğri, bu benim eylemim, eylemem!’ diyoruz. Vicdanımızdan, yargı gücümüzden daha büyük bir yargıç yok bize hitap eden. Yargıda bulunurken, başkalarıyla ortaklığımızın ifadesi kişisellikle, ona karşı duruşun, itirazın, ayrışmanın ifadesi bireysellik karşılaşıyor, buluşuyor, birbiri içinde eriyor ve bütünlüğümüz, entegre olmamız süregetiriliyor, yeniden üretiliyor.[4]

Elbette başkaları için de ‘öyle değil böyle yapabilirdi/yapmalıydı’ diyebiliyoruz. Burada konu edilen, başkalarının sorumluluğunu doğrudan sorgulamadan çok, genel anlamda (dışarıdan?) konu ediniş, akıl yürütme, anlama, öğrenme, davranışı inceltme çabası.

Adaletin alanında, yani hukukî deneyim alanında, başkalarının sorumluluğundan daha rahat bahsedebiliyoruz. Bu bir anlamda kanun önünde, hukukun önünde bir sorumluluk. ‘Aklı başında’ hiç bir kimse, kimseden daha az ya da çok sorumlu değil. Eşitiz. Sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz eşit. Biz taşıyamasak bile sorumluluklar ve sorumluluğa tekâbül eden özgürlük bize yazılıyor/yükleniyor. Bir vicdan sorunu yapsak da yapmasak da, karşılıklılık düşüncesi bizi arayıp buluyor: İyiliğimize, hattâ aşkımıza bile ‘karşılık verilmemesi’ halinde, ‘adil değil bu!’ diyebiliyoruz, deme hakkını kendimizde görebiliyoruz[5]. Adalet deneyimi, herkes için geçerliliğin ve keyfîlikten uzaklığın, üzerinde bir kurumsallaşmanın yükseldiği alanda yaşanıyor. Karşılıklılık bir herkes için geçerlilik, yükümlülük ilişkisi, (olumsuz anlamda) karşılık vermelerin değil![6]

Ahlâkî deneyim alanı (da) keyfî değil. Ama bu benim kararını verdiğim, elbette başkalarına danışabildiğim, tartışabildiğim, gerekçelendirebildiğim, açıklayabildiğim, üzerine düşünebildiğim, eleştirebildiğim, eleştiri alabildiğim bir alan[7]. Hukukta kararı veren (son yargılayan) ben değilim. Ben eylemimin anlaşılmasına yardımcı olabiliyor, itirazda bulunup, aydınlatabiliyorum. Beni bağlayan (katılmasam da) karar, doğrudan/tamamen benden yola çıkmıyor. Adil olup olmama, bir şeyin adil olup olmaması, hattâ hukukî anlamda meşru olup olmaması son tahlilde karşılıklılık yani simetri ya da karşılıklı geçerlilik ilkesine bağlı.

Ahlâkî deneyim alanında son sözü söyleyen (isterse bu bir yanılsama olsun!), (zorunlu olarak?) benim. Adaletin alanında, kendi dışımdaki otoriteye tabiyim. Bu tabî oluş, sorunsuz olmasa da, bir kapitülasyon değil. Özgür insanların, yani yaptıklarının sorumluluğunu taşıyanların, kendi yargı güçlerinin üzerinde bir otoriteye tabî oluşları söz konusu. Özgür insanlar, eleştirebilecekleri, karşı çıkabilecekleri, muhalefet edebilecekleri bir yargıya tabîler. Başkalarıyla birlikte yaşamanın gerektirdiği bu kurumlaşma, kölece bir tabîyeti değil, rasyonel bir aidiyeti, eski tabirle sosyal kontratı gerekli kılıyor.

Adaletin alanı gibi ahlâkî deneyimin alanı da öznel değil. Kendi eylemlerimin öznesi olarak hem hukukî hem de ahlâkî düzeyde sorumluluklar üstleniyorum. Burada sorumluluk, nihaî bir eylemenin sorumluluğu değil. Daha yolun başındayız, yapılabilenler yapılabileceklerin nihaî hali değiller. Her eylem hem bir eylem denemesi ve tecrübe, hem de bitmiş, geriye dönüşsüz eylemler. Geriye dönüşsüzlük, eylemlerin geçmişte kalmışlığının, tekrarlanamazlığının sonucu[8]. Her zaman için geçerli bir davranışı bulma, en iyisini, doğrusunu, anlamlısını yapma anlamında da nihaî eylem değiller. Geçmişte kalmışlığına rağmen hiç bir eylem de tam anlamıyla bitmiş değil. Gelecek varyasyonları, gelecek şekillenmeleri, geçmişi anlamlandırıyor da.

Bir eylemde bulunuyorum. Aynı anda eylem ahlâken doğru, ama adil olmayabiliyor. Kimseye yardım etmeyen birine yardım edişim, adalet duygusunu incitse de, pek sorunlu değil. Kimseye yardım etmemeyi seçerken, yardım beklememin adil olmayışı daha sorunlu. Neden? Birincisinde ahlâkın alanında tek yanlı olarak davranmayı seçiyorum. Bana karşı adil olup olunmaması sorun değil, ama üçüncü şahıslardan bunu beklemek (yardım etmeyene yardım etmeleri) hem adil değil, hem de ahlâkî değil! İkinci durum da hem ahlâk hem de adalet açısından sorunlu[9].

!?Hangi adil olmama halleri hukukî yargılamanın alanına girer[10]? Ayırdetmesi gerçekten çok güç. Modern uygulamalı hukukta, adil olmayan dünyanın adil hale getirilmesi sosyal eylemin ve siyasetin alanına, gündelik ilişkilerdeki adaletsizlikler de haklı olabilecek nedenlerle ahrete, ya da (örneğin, ihtilâlci) bir (son) hesap gününe bırakılmış gibi görünüyor[11]. (Gündelik hayata müdahale etmekten kaçınır ‘hukuk’, bu yalnız ihtilâl hukuklarında böyle değildir: Teorik olarak her müdahale biraz aşırıdır, konjunktureldir; her müdahale bir alan dışına çıkıştır, potansiyel bir yetki, meşruiyet, ölçü, alan ve sınır aşımıdır.)

Distrubutif/pratik/uygulamalı hukuk, kurumlarıyla bir adalet dağıtımı yapıyor, belirli bir hayat dünyasında. Bu, adalet istencinin de önünü/ufkunu daraltabiliyor bazı durumlarda: Adalet sanatı, uygulamalı hukuk dünyasının imperatiflerinin dışında, paradigma dışında bir adalet arayışını, gündelik ‘adalet duygusunu’, değişim arayışını kabullenemiyor. Hattâ engelleyebiliyor. Bu, özgür addedilen bireyin, yani hukukî anlamda eyleyen aktörün de özgürlüğünün kapitülasyonu olabiliyor. Yargılanabilecek kadar özgür, ama yargı gücüne sahip olabilecek kadar değil. O halde, uygulamalı/pratik hukukun suç-ceza bağlamında içerik kazandırdığı özgürlük, her zaman bir yetkin özgürlük de değil.

Ahlâkî deneyimin gerektirdiği, varsaydığı özgürlük de (burada olumsuz anlamıyla da) tek yanlı, ‘dengesiz’ bir özgürlük haline gelebilir. Ancak ahlâkî deneyimdeki özgürlük, özgür bireyin çaresizlik ifadesi olarak algılanmamalı, bu tek yanlılığın bir zorunluluk değil tercih olduğu unutularak[12]. Adalet düşüncesiyle birleştiğinde, başkaları devreye girdiğinde, bu tek yanlılık aşılabilir hale geliyor. Oysa hukukun temel tavrının ya da felsefesinin gerektirdiği bir karşılıklı özgürlük, uygulamalı hukukî sistemlerde gereksiz görülebiliyor. Hukuk, elbette hukuk düşüncesinden kopmayarak anlam hayatını yitirmeyebilir!



Cezaî yetkinlik, bir özgürlük önkabulünden yola çıksa da, özgür oluş, ceza görmek için oluş (postulatı?iddiası?savı?)değil. Özgür oluş, mutlak bir özgür oluş da değil, çünkü o zaman, başkalarının özgürlüğü kayboluyor, fizikî dünya kayboluyor (kaybolmasa da,’eşyalar dünyası’ bile olamıyor).

Adalet ve ahlâkın varsaydığı rasyonel ve özgür birey (zaten) hem başkalarıyla bir arada bir tarihselliği, bir hayat dünyasını paylaşan bir birey, hem de fizikî dünyada ‘konuşlanmış’ bir varlık. Sorumluluk, özgür oluşun bir açılımı. Sorumluluk, mutlak olmayan, ama ahlâkî anlamda kaçınılamaz, (uygulamalı?) hukuktaki anlamıyla da başkalarıyla biraradalığı tescil eden/ettiren bir kabulleniş. Sorumluluk, örneğin psikososyal ‘hastalıklılık’ benzeştirmeleriyle veya başka anlamlarda mutlaklaştırılabilir görünse de, hiç bir anlamıyla mutlak değil. Üstelik dünya olup bitmiş değil. Yapılabilecekler bitmiş değil. Öğrenebildiğimiz, bilebildiğimiz, becerebildiğimiz kadarını yapıyoruz ve bunu yine de keyfîliğe bırakmak istemiyoruz. ‘Yapabileceğimi yaptım’ demiyoruz, diyemiyoruz. ‘Başka ne yapılabilirdi?’ diyoruz, ve yapılabilecek en iyi şeyi yakalayabilecek bir gelecek perspektiften asla konuşamıyoruz. Bu bizi hem hoşgörülü (kendimize de karşı!), hem de alçakgönüllü yapıyor. Kesinlikten uzak bir anlamlandırma eyleminde, tecrübeye açıklık tecrübesiyle konuşuyoruz sorumluluklarımızı.

Vicdan azabı, özgür bireyin, özgürleşen bireyin, ‘geçmiş, bitmiş, geriye gelemez’le, geleceğin tükenmezliği, boşaltılamazlığı arasında yerleşme çabası içerisinde yer alıyor. Ahlâkî eylemde bulunan insan, ne ‘kendisiyle barışık’ olabilir, ne de kendisine, geleneğine ve geleceğine düşman.

Ahlâkî eylem(e) ne kadar tekyanlıysa, ahlâkın üzerine düşünme o kadar çok yanlı. Eğer analitik bir ayrıştırmadan öte bir ayrıştırma mümkün olsaydı, güzelim ahlâk düşüncesi, dünyanın olduğu gibi kabulüne kadar gidebilirdi, ahlâkî eylemin (tek yanlı, talepsiz, şartsız) karakterinden ve bu karakteri meşrulaştırma operasyonlarından dolayı.
Statükocu sanılan adalet düşüncesi sanıldığının tersine, değişimin, yeniden şekillenmelerin cesaretle formule edilebildiği ilk alan: Yaptıklarımın bana da yapılmasını istediğim tek alan. Üstelik yalnız yaptığım kötülüklerin bana yansımasını kabul edişim değil, zaten bu o kadar ilginç de değil, yaptığım iyiliği birilerinin de bana yapabilmesini ümit edebilme hakkımın olduğu tek alan. Aşkı, sevgiyi, anlaşılmayı, hüsnükabulü ümit edebildiğim alan. Ötekine seslenebileceğim, egoist olmadığım için egoistliği kabullenmem gibi bir komplikasyonu engelleyen alan.

Ahlâkî deneyimde beni serbest kılan, olduğumdan daha da serbest kılan, hayat dünyaları ve insanlararası ilişkiler üzerindeki sınırlı da olsa bilgim ve tecrübem. Beni özgür kılan hem tecrübeye açılan bir tecrübeden yola çıkabilişim; hem de eski tecrübeye, eskiyen tecrübeye rağmen yola çıkabilişim. Burada bir dünyanın varlığı, bir dünya içinde oluşum, serbestliğimin prangası değil güvencesi: Çok yönlü etkenlerin, eylemlerin, kuvvetlerin içinde kestirilemez, kesinlenemez, belirlenemez ve etkileri hemen okunamaz bir eylemde bulunuyorum. ‘Yapılacak tek şey var’ diyemeyişim, bunu yalıtamayışım, yaptıklarımın etkilerini anında okuyamayışım, beni özgür kılıyor, bana bir ‘manevra alanı’ bırakıyor. Çoğul imkânların dünyasında düşünüyor ve eyliyorum!

III.

Kâinatın büyüklüğü, bizim küçüklüğümüz, kırılganlığımız, evrenin olanca kalabalığında çabalarımızın ol hengâmeye karışması, sonluluğumuz, tecrübenin dibinin olmaması, yalnız olmamamız, dünyanın kontrol edilebilir olmaması, dünyanın şu ya da bu anlamlarda determin(iz)e ya da indetermin(iz)e (edilmiş?) bir dünya olması aslında (her zaman için) insanın özgür olmayışıyla doğrudan alâkalı değil. İnsanın özgürlüğü, insanın yaşadığı dünya reddedilmeden tartışılabilmeli. Bir yanımız kaos, mikro düzeyde indetermine?, bir yanımız neredeyse geçmişte belirlenmişe benzeyen bir biçimde ve bir başka anlamda determine? olabilir. Olmayabilir de[13].

Kimbilir, belki de yalnız bir kaderi, hikâyesi, misyonu, hapishanesi olan insan özgür: Öhem özgürlük (artık) onun can alıcı sorunu, onun gerçek sorunu[14]. Özgürlüğü sorun edinen insan, özgür olmayabilir de, bu aşıklardan aşkın kaçması gibi bir şey ama: Aşkın terbiyesi olduktan sonra gerisi laf ü güzaf.


İnsan oluş, sosyalize bir oluşum. Özgür oluşun bir terbiyeden kaçınabilmesi mümkün değil. Sorumlu insanın önünde, kendisini inceltmesinden, ‘başkalarıyla birarada varoluş’u kavramasından, sorumlu eyleyebilmesinden/eylemde bulunabilmesinden (sorumsuzlar dünyayı değiştirirken özgürce mü değiştiriyorlar?); tecrübeyi bir tecrübeye açıklık olarak bilmesinden; söylenebilecek son sözü söyleyenin asla kendisi olmayacağından (bu son dediğim tipte bir cümleyse son söz, son söz söylenebilir!); eleştiriye açıklıktan; katkısının önemi veya önemsizliğini alçakgönüllüce bilişten, tesadüflere zorunluluk yüklemeden; her şeyin başka türlü de olabildiğini, oluşabildiğini inkâr etmeden; yalansız, dolansız, ancak o anlamda hesapsız kitapsız yaşamaktan başka ne yol var ki? İnsanın özgürlüğü, ancak insanî bir özgürlük olur, tanrısal değil. İlâhlarına bile sorumluluk yükleyen dünyalılar, sorumluluğu aşan bir insanî özgürlük istiyor gibi görünüyorlar, bazan.

Kimine göre, sorumluluk (mutlak bir) kontrolün ifadesiyken, kimine göre de sorumluluk bir tutsaklık. Bana kalırsa, sorumluluk iddiası bir özgürlük ilânı. Sanki özgür oluşumuz bizi sorumlu kılmıyor da, sorumluluk duygumuzla özgürlüklerimizi buluyoruz, özgürlükle buluşuyoruz; bulurken kaybeder gibi oluyoruz, kaybeder gibi olurken, bir başka tecrübeden, olgunluktan konuşmaya başlıyoruz. Hiç bir zaman olacağımız son şey olamıyoruz. Ama oluş da bu, oluşum da.

‘Sorumluluk duygusu olmasaydı özgürlük arayışı olur muydu?’ demek isterdim ama, bazıları da söz gelimi,‘egoizm olmasaydı özgürlük arayışı olur muydu?’ diye karşı çıkabilir. Kendini başkalarının yerine koyabilen, anlayabilen bir egoizm mümkün olsaydı haklı olurlardı belki[15]. Konunun sınırlarında gezinmek yerine: Sorumluluk bir anlama/anlaşma kapasitesiyle (de) alâkalı. Teorik bir egoizm zorunlu olarak insanın toplumsallığına, toplumsal interaksiyona karşı çıkmıyor, sonraki bir yerde araya giriyor: ‘Bizi ilerleten ne?’ gibi sorularda. Oysa, ‘bizi biz yapan ne?’ gibisinden sorular benim sorularım, ama, felsefede ‘özgürlük’ tartışması ne ontogenetik ne de filogenetik bilincini gerektiriyor, ilk elde.

‘Bir özgürlük olarak insan ne kadar özgür?’ sorusuyla karşılaşsaydım bir gün, ‘bir insan kadar özgür, bir insan kadar, bu kadar insanın ve eşyanın içinde, dünyanın içinde(ki) bir insan kadar özgür ya da değil!’ diyebilirdim, sanıyorum, felsefî terbiyem elverseydi. Maalesef semantik-sokratik bir soruyla cevaba başlamayı seçmem gerekecek hep: ‘‘Özgürlük’ ve ‘özgür’ kavramlarıyla neyi kastediyoruz ya da ettik bu zamana kadar, isterseniz önce onları incelemekle, tasnif etmekle, eleştirmekle başlayalım işe!’

(6-7 Ocak, 2003)

Yazının biraz düzeltilmiş hali vardı sanırım. Bulursam değiştiririm. Felsefe Dergisi için yazıldı. Okuttuğum arkadaşlar beğenmedikleri, "arabesk", "şizofrenik" vb. buldukları için tamamlanıp gönderilmedi. Bir tartışmada bu yazıdan ve bazı gerekçelerimden bahsedildiği için, soranlar oluyor, ilerde düzeltmek kaydıyla, (şimdilik) okunmaya açıyorum.

SINIR NOTLARI/ZORAKÎ NOTLAR

[1] Etikle felsefenin kesiştiği kuşakta ’operatif’ olan meslekî ahlak/disiplin komiteleri v.b. bir çeşit ’ilkel’ mahkeme, ön mahkeme, mahkeme kapısı, eşik bekçiliği özelliği gösterebiliyorlar. Yargılamadan çok, ’temize çıkarma’, ’konuyu kapatma’, ya da ’ileri gönderme’, ’havale etme’ işlevlerini üstlenmeleri, yargıya sunma ya da sunmamanın merciiymiş gibi davranmaları ya da gerçekten öyle olmaları sözkonusu. Temize çıkarmakla konu ’kamu vicdanında’ kalıyor, ileri gönderildiğinde ahlakî sınır hukukun alanına doğru kayıyor.
Bu yazıda kaçınmak istediğim, ’etik’le ’hukuk’ arasındaki ’ara bölge denilen’i tanımlamak durumunda kalmak. ’Adalet’ ile ’hukuk’ arasında stipulatif bir ayrım yapmayı, en azından şimdilik gerekli görmüyorum. Kavramları mümkün olduğunca gündelik çağrışımlarıyla kullanmaya, anlam kaymalarını mümkün olduğunca bağlam değişikliklerine bağlamaya çalıştım. Bu deneme etik-hukuk ayrı(şı)mını açımlayan ’müdahil’ bir makale değil, ’özgürlüğün’ kimi sınırlarında mütevazı ve kısa bir gezinti. (Dipnotlar yazıya sonradan eklendi).
[2] ’Deneyim’ ve ’tecrübe’ kavramlarını genellikle farklı nüanslarla kullansam da, örtüşmeleri durumunda bir gelişigüzellik duygusu uyanabilir. Şimdilik burada net bir ayrım peşinde olmadığımı, içerikleri doldurularak eş anlamlı ya da ’değişimli’ olarak kullanılabileceklerini vurgulamakla yetineceğim, geçici olarak. ’Deneyim’/’tecrübe kavramlarına ilişkin toparlayıcı bir kaç sayfa Georgia Warnke’nin …’da bulunabilir.
[3] Başkalarının yaptıklarından da, meselâ, vicdan azabı çekilmez mi? Elbette çekilebilir, ama bu her zaman başkalarının eylemelerindeki sorumluluk payımızla ilintili değil, başkalarının deneyimlerinden de öğrenme, deneyimlerini anlama çabası daha çok. Maalesef, başkalarının sorumluluğunu hissetmek, bizi/başkalarını onların yerine sorumlu kılmıyor. Ahlâkî anlamda sorumluluk (dış bir zorlama değil) bir terbiyeden, sosyalizasyondan geçmiş bireyin ahlâkî hissiyatı, deneyimi, özgürlük yaşantısı.
[4] Narrativite, hayat hikâyesini bütünleme gibi konuları denemeyi aşmamak için geçici olarak unutursak! Bireysellik-kişisellik ayrıştırmasının da ancak kağıt üzerinde mümkün olacağını, gerçeklikte onlara denk düşen şematik yapılar aramamak gerektiğini de vurgulamak zorundayım. Bireysellik ve kişisellik kavramlarıyla ilgili kapsamlı çalışmalardan birisi de Jürgen Habermas’ın Theorie des Kommunikativen Handelns’inde toparlanıyor. İkinci Ciltin başında yer alan 118 sayfalık V. Bölüm, gözden geçirmeye değer. Türkçe kaynak sıkıntısının giderilmesine katkıda bulunabillmek için Habermas’ın İntersubjektivite Kuramını eleştirdiğim bir eski metni yakın bir gelecekte yayınlamayı umuyorum.
[5] Beni çok seven birisini sev(e)memem gerçekten adil değil belki de. Bu bir yargılamayı, adalet sanatını, uygulamalı hukuğu gerektirmeyen (aktive etmeyen), ya alan dışı bir özgürlük kullanımı (ya da kullanılmaması) ya da ‘adil olup olmama’ hali bile gerekçelere, duygulara, nedenlere, durumlara vs. bağlı: konuşuyoruz, soruyoruz....??
[6] Bir şeyin hakka, hukuka sığıp sığmadığını tartabiliyorum: Kendimi savunmam, savunmamı gerektirecek bir eylemle orantılı; karşıtepkim tepkiye orantısız; hareketim tek başına meşru değil ama, bir hukuku var! (Orantı, ölçü vesaire dediğim anda bunların içeriğini dolduran değil, yorumlayanım.)
[7] “Tek yanlılık’, yardım talebi veya eleştiri gelmeyecek anlamında değil. Karşı taraf bana yardım etmeyecek olsa da benim ona yardım edişimden, karşılık beklemememden, kendi eylemlerimden sorumlu olmamdan.
[8] Yoksa atılan bir taş halâ hedefini arıyor, anlamaya yöneltilmiş bir hareket halâ yorumcusunu bekliyor, bir mektubun okuyucusu henüz doğmamış olabiliyor. Taş vurduğu yerden sıçrıyor, sıçrattıkları da, sıçrayan taş da yollarına devam edebiliyor. ‘Okuyucu’, doğsa da, ne anlaşılacağı, ne anlaşıldığı hep açık kalıyor. O hareketin, yazının, sözün bütün zamanlar için yorumunu yapacak tarihin sonunu yaşamış, tarih dışı bir yorumcu yok, öylesi bir yorum zaten hiç yok, tarihin sonundaki yorumcunun ufku, bütün ufukların ufku değil! Bir insanı, nihaî olarak yargılamak, yaptıklarının/yapılanın anlamını tüm zamanlar için ortaya koymak imkânsız. Savaş başladığında ‘Cihan Harbi/Dünya Savaşı’ denilemiyor. İkincisi olmadan I. Dünya Savaşı demek mümkün değil. Tarih bitmeden, bazı şeyler hakkında son söylenebilecekleri ortaya koymak da. Tarihselliğimiz, tarihte yerleşikliğimiz anlama çerçevemizi oluşturuyor... Krş. Gadamer, Dilthey, Schleıermacher...
[9] Krş. Levinas, ‘Yüzün Ahlâkı’ ...
[10] ‘Öbür Dünya’, ‘Ahret’ kavramları, (pratik hukukun konu edinmediği) gündelik adaletsizliklerin yargılanacağına işaret ederken, bunlar pratik hukukun nesnesini oluşturmuyorlar. Bu hukukun laikleşmesi olgusuna bağlanabilse de, zaman zaman ortaya çıkan adalet boşlukları yüzünden, açıklayıcılığı yetersiz kalabilecektir. Bu duruş, hem haklı bir alan, yetki, meşruiyet, sınır kaygısıyla hem de ‘differensiasyon’ sorunuyla, sosyal kontratla, oturmuş hayat tarzlarının ‘davranış’larıyla, farklılığa toplumsal tavırla ilişkili, ilintili. Ayrıca, tüm hukuk sistemlerini gözönünde tutarak vurgulamak gerekir ki, etik ile hukuk arasındaki analitik örtüşmedeki ‘gri bölge’nin varlığı, hukukun etiği yutmasını da engellemektedir (tersi de geçerli).
[11] İstisnasız tüm ülkelerde kadın; çocuk; (etnik, siyasi, sosyal) azınlık hakları vb. bazı dönemlerde selektif olarak pratik hukukun gündemine selektif olarak alınırlar. İster kısıtlayıcı, ister genişletici, ister defensif, ister pragmatik bir gündemle ele alınsınlar, uygulamalı hukukun pragmatiği bir kaçınma, uzak durmayı, muhafazakar bir dispozisyonu tercih eder gibidir...

[12] ‘Tercih özgürlüğü’nden de önce, özgürlük, zaten ahlâkî davranışca öngörülüyor/varsayılıyor . Tercihi var eden, bir dayatmanın olmaması.

Karşılıklılık da ne dayatılabilir, ne de ahlâkî eylemin ayırdedici bir özelliği olarak beklenilebilir. (Levinas gibi düşünürler sanırım bunu işaret ediyorlar, ama burada ele alamayacağım!)
[13] Hans Mathlein
[14] ‘Kaderimiz özgürlük, özgür olmak’ derse birileri (ki diyenler var!), bu her zaman için olumsuz anlamda bir ‘kadercilik’ ifadesi değil. Bir masalı olan (Tanpınar), bir hikâyesi olan, hayatı olan, kaderini arayan insan, bir özgürlükten kaçışın ya da kaçınışın öznesi? değil, dünyadaki ‘yer’leşiminin farkında olan, farkındalığa açık (duran) insan.

[15] Empati, ‘kendini başkalarının yerine koyma’, intersubjektivite kuramlarında her kapıyı açan bir sihirli kavram değil. ( İngiliz ....... .... ... ) Sosyal İnteraksiyon tartışmalarına başvurmadan ben-öteki ilişkilerinde bir ilerleme kaydetmek pek mümkün değil. Bkz. Habermas, Mead, Joas, Theunissen... (Empati<-> Gadamer?)