7 Eylül 2007

Bir Olunca İki Gönlün Arası


İki kültür(ün) arasında kalmışlık, ilk elde, bir dünyevî ‘in-between’, araf. Bir asılı kalış, bir seçim, bir itiliş, düşüş değil ama yine de bir açıklık, bir imkan, bir yaşantı, bir ufukla karşı karşıya kalış.

‘İki kültür arasında kalmışlık’, ne şu meşhur ‘ne bu ne de öteki olamama’, ne de henüz temsil edilemeyen (ve mümkün olan en ilginç ya da farklı bakış olamayacak) ‘hem bu hem de öteki olma’ hali.

Arada kalmışlık, kendisi olmaya çıkışın dar kapısı, rahmi. Bir sezişin, anlama yaşantısının bir dünyayı (hatta dünyayı) öznesinin ayaklarının altına serdiği yer.

Oluş, hem bir ‘ne o ne de bu’ oluş, hem de ‘hem o hem bu’ oluş. İkisinden birisi de, hepsi de, hiç birisi de. Oluş, yani kendisi oluş, mezara dek sürecek bir toplumsallaşma. Hatta, mezardan sonra da devam eden bir şey ‘başkalarındaki’ biz (ben). Eylemlerimiz, metinlerimiz, hayatlarımız, bazan, geleceğe gönderilen mektuplardan ibaret...

Bir ok atıyorsun, o hedefini arıyor sen kaybolduğunda bile. Söylediğin söz sahibini arıyor, söylenmemiş bir söz söylenirliğini. Mektup okuyucusunu, bir anlama anlaşılanını, bir anlam bulamamışlık anlamını. Bir sevgi, belki hiç doğmayacak Sevgiliyi.

‘Olduğumuz’ değiliz, evet, ama bu ölürken bile geçerli, belki biraz başka bir bağlamda, ya da yine de benzer bir bağlamda: Anlamımız, anlaşılmamız, en özel halimiz bile açık kalmış bir anlaşma hali. En anlaşılmaz halimiz bile.

Ve hep arada kalıyoruz, açıkta, ortada kalıyoruz. Kader burada işte, eğer bir kader peşindeyseniz, Sevgili Okuyucularım...


15 Ocak 2002