Softalarımızın, samansesli modernlerimizin, berduş yazarlarımızın, aşksız değiştokuş yorgunlarının ne alıp veremediği var Mecnunlarımızla Mecnuneleremizle anlaması hiç de kolay değil.
Onların cennetleri de cehennemleri de azap. Azapları dikenden kayıp gülyaprağına düşme, gülyaprağından dikene yolalma.
Seven insan, bir an kendini unutan insan. Uzun bir an. Bazan ömür boyu. Kendini unutuşun derinleşmesine delilik de addediyoruz, dervişlik de. İşte burada karışıyor kavramların anlamlanma alanları. Kavram ve eğretileme.
Kendini biranlığına bile olsa başkasının, başka bir hayatın önüne koyamayan, bir başkasını farkedebilen, sezebilen, bir öncelik olarak düşünebilen bir hale takılıp kalarak, ona saplanarak da insanlaşılabiliyor.
Başkasının önceliğini hiç hissetmemiş insan da insan, aşka, aşkın hukukuna, aşıka saygılı bir insan olamaz mı? Olabiliyor. Onun aşkı da aşk. Aşka aşk. Bir çeşit metaaşk.
Mecnun aşkın kuramcısı değil, aşkın aşık’ı mı çogu kez farkında bile değil. Sadece aşkın işçisi, hamalı, yolcusu, terleyeni, taşıyanı, giyineni.
Aşkla giyinen insan kan ter de kokar, toz toprak da. Topraktaki tezek kokusunu dahi sever, toprağı seven, hayatı kısırlaştırıp dondurmayan insan. Mecnun gül fidanının çıtırtısını işitendir. Toztopraktan çıkanı hissedendir. Dünyayı görmez, ama yarin gül kokusunu, su kokusunu alır. Gerisi çöl. Gerisi dost. Gerisi yol.
Azapta gülümseyene deli denmez de ne denir?
Delilerle ne alıp veremediğin var ey insan?
Bırak seven delice sevsin. Unufak olursa olsun. Gözkulak ol. İhtiyacı olduğunda karşısına çık, seni göremediğinde karşısında işin ne?
Aşka homurdanacağına, aşığı çilesinde bırak, azabında bırak, deliliğinde bırak, yanında olanın elini tut. Çocuklarını kucağına al. Kedinin gönlünü al.
İnsan olmak, insan olmanın bir yanına saplanıp kalmak sana neden bu kadar yabancı?
Bak, güller geliyor, gül zamanı yakın...
Onların cennetleri de cehennemleri de azap. Azapları dikenden kayıp gülyaprağına düşme, gülyaprağından dikene yolalma.
Seven insan, bir an kendini unutan insan. Uzun bir an. Bazan ömür boyu. Kendini unutuşun derinleşmesine delilik de addediyoruz, dervişlik de. İşte burada karışıyor kavramların anlamlanma alanları. Kavram ve eğretileme.
Kendini biranlığına bile olsa başkasının, başka bir hayatın önüne koyamayan, bir başkasını farkedebilen, sezebilen, bir öncelik olarak düşünebilen bir hale takılıp kalarak, ona saplanarak da insanlaşılabiliyor.
Başkasının önceliğini hiç hissetmemiş insan da insan, aşka, aşkın hukukuna, aşıka saygılı bir insan olamaz mı? Olabiliyor. Onun aşkı da aşk. Aşka aşk. Bir çeşit metaaşk.
Mecnun aşkın kuramcısı değil, aşkın aşık’ı mı çogu kez farkında bile değil. Sadece aşkın işçisi, hamalı, yolcusu, terleyeni, taşıyanı, giyineni.
Aşkla giyinen insan kan ter de kokar, toz toprak da. Topraktaki tezek kokusunu dahi sever, toprağı seven, hayatı kısırlaştırıp dondurmayan insan. Mecnun gül fidanının çıtırtısını işitendir. Toztopraktan çıkanı hissedendir. Dünyayı görmez, ama yarin gül kokusunu, su kokusunu alır. Gerisi çöl. Gerisi dost. Gerisi yol.
Azapta gülümseyene deli denmez de ne denir?
Delilerle ne alıp veremediğin var ey insan?
Bırak seven delice sevsin. Unufak olursa olsun. Gözkulak ol. İhtiyacı olduğunda karşısına çık, seni göremediğinde karşısında işin ne?
Aşka homurdanacağına, aşığı çilesinde bırak, azabında bırak, deliliğinde bırak, yanında olanın elini tut. Çocuklarını kucağına al. Kedinin gönlünü al.
İnsan olmak, insan olmanın bir yanına saplanıp kalmak sana neden bu kadar yabancı?
Bak, güller geliyor, gül zamanı yakın...