4 Ağustos 2011

İnsan Ecinnilerini de Sevdiklerine Benzetir


İnsan sevdiklerini, en yakınındakileri, pisipisine kaybettiklerini şeytanlaştırır.

Kaybetme korkusu korkuların en büyüğüdür. Kaybetme korkusunu yenmek için ya korkusuz olmaya kalkışacaksın, ki onun da hala can çekişse de devam eden bir geleneği var, ya da ufkunu, duruşunu değiştireceksin.

Eskilerde bir çocuğun terbiyesine sıradan bir şey imiş gibi yerleştirilen fanilik, geçmiş, gelecek, rıza, karşıkoyma ve insanlık anlayışını bugün edinebilmek, erişimi bir ömür gerektiren uzaklıklarda.

Hazcı kurtulmuşluk steril, zamansız, geleceksiz ve geçmişsiz bir an’a esir bir bilmişlikten buyurup duruyor.

Mesafelilik, ölçülülük ve rıza kaçış değildi. Nietzsche’nin hayattan kaçış olarak eleştirisi aynı zamanda "emansipe"msi söylemin cıkış noktalarına karşı idi.

Kurtulmuşluk, kurtulmuşluktan konuşmama inceliğinde olmalıydı.

İnsan bazan hayat acısıyla, kendisine hayat gücü vereni besleyen damarları söküp atmaya kalkar. Bu anlaşılır işi aydın yaptığında ne diyeceğimizi bilemez oluyoruz bazan.

Kendine zor zamanda kucak açan, kaderini daha kötü bir kadere benzeyen bir kadere açan dayanışma; yalnız bırakmamanın, sadakatin, kendini vermişliğin ya da adamışlığın bazan yapışıp kalacakmış, tutsak alacakmış gibi gelebilen sarıp sarmalayıcılığı ne kadar boğucu gelebilir, açıkta kalmışlığı, itilip kakılmışlığı artık unutmaya başlamış birilerine.

Yeni Hayat sığınma kapıları açıyor güne, an’a. Gününde olmayana ah ne yazık!

Ne yazık tedevülden kalkana, hastaya, yolda düşene, artık beğenilecek bir şey sunamayana!

Çocuğumuz okulun en güzeli, en akıllısı, sağlıklısı olmasa da evin sultanı. Daha akıllısını, güzelini, kibarını, sakinini, üstününü aramıyoruz bağrımıza basmak için. Huysuz kedimiz bile evin kedisi, daha iyi kediye başkaları için bakıyoruz. Sıradanlaşmış, rutinleşerek gündelikte kaybolmuş veya çözünmüş, üzerine tartışılması akla gelmeyen bir vefa, gündelik bir arada olabilişin olmazsa olmazlarından idi.

Daha işimize geleni söyleyenle, daha kolayıyla, daha güzeli, rahatı veya akıllısıyla değiştirmiyoruz elimizde olanı, en azındından hepimiz, her daim.

Rahat kendisinden kötü değil. Bunayan eşimiz, dengesini yitiren çocuğumuzun verdiği rahatsızlık ise hayat tercihi mevzusu değil çoğu kez. Her yoklukta, hastalıkta, kafa karışıklığında, yoksunlukta, zorda, darda evden kaçmıyoruz.

Kolayı varken zorunu yapmak, rahat edebilecekken rahatsızlığı aramak başka bir şey, her şeyi inceliğinde yapmanın toplumunda oluşta ve insanı ayakta tutmanın çırpınışları içinde kan ter içinde kalmamız başka.

Çocuklarımızın, geleceğimizin temellerini zamansız, mirassız, tecrübe aktarımsız bir insanlık anlayışına zorlamanın bir göstergesi de insanlararası ilişkinin haz sömürgelerine dönüştürülmesine izin vermemizde. Haz kötü bir şey değildir. Hazzı derinliğinden koparmak ise zulümdür.

Hakikatlilik acıtır, ama geleceğe miras bırakır. Günü atlatan ise çocuklarını bile sokakta bırakır: Yine bizim sevmedikleri beğenmedikleri hayat anlayışımızın, niyazlarımızın, derimizle giyindirip koruyuşlarımızın, ama azarlayabilişlerimizin, karşı çıkabilişlerimizin, isyan edebilişlerimizin zevrak-ı derûnunda hayat bulup, serpilip, neonlara ve itibara koşarak…

Bizim gibi olmayı istemeyiş, insanî bir korku. Çileden kaçış, hayata sarılma da. Bizi bilenlerin, evimizdeki insanlara "tatlı hayat"ı göstermesi ise anlaşılır değil: Sokaklar acılı, yolunu kaybetmiş insan kaynarken, yolunu kaybettirecek başka insan mı yok?

Sezarın sırtındaki hançer öncelikle kendi mutfağından çıkar.

Acı çeken kaçacak, içine kapanmayacaksa, işine bakmayacaksa. Bundan doğal ne var?

Eger gelecek nesiller olmasaydı, kaynaklar sonsuz olsaydı, hayat boyu güzel, yakışıklı, zengin ve insan olabilseydik dayanışmaya ihtiyaç kalmazdı belki.

Yarım çocukluklar yaşayacak artık insanlar, kendilerinden vazgeçilemezlikten vazgeçemezken, onun kültürüne, terbiyesine meydan okuyarak.

Meydan okumalar, daha iyi bir argümana, temele, söze de kapı açsa insanlığın sözcüleri kendi yollarını bulmada aciz kalıyor, çıkış yapamıyorlar. Mezar talanı gibi geliyor, bu yüzden, insanların acıdan, yalnızlıktan çıkış için, yollarını ararken, yüklerinden kurtulmak için yaptıkları.

Meydan okumalar değil mesele. Şeytanlaştırılışlarımız, aradan çıkarılıverişlerimiz, emeklerimizin süpürülmesi, ihtimamın zulüm diline çevrilmesi olağan işler. Asıl söylenecek şeyleri olanların ayağa kalkamaması, yalnız kalmalardan konuşmanın zehirinin bize de bulaşmış olması fena.

Yanlışımız, iyi olanın bekçiliğini de yapmaya kalkışımız. Sonuç almaya çalışmamız. Yenilmeyi, dikiş tutturamamayı kabullenip, uzaklaşmayı beceremememiz.

Dayatılan güzel, şeklen güzeldir. O anlayışı bir ihtiyaçtan, arayıştan savunamadıka insanlar, bir elbiseyi çıkarır öbürünü giyerler.

Elbiselerden birisi Hallacın derisi, diğeri ipek. Elbette ipek evladır, giyinmek için.

Çıplaklık, moderenlik, doğallık karşıtı gibi mi görünüyorum/görülüyorum bazan bilemiyorum, ifade edeyim kendimi yeniden: Benim gözümde çıplak Hallaçtır!

”Derin yüzülmesin ey insan!” diyorum; rüzgardan, şakiden, tecessüsden sakın, perdelerini çekmesini bil. Sözünü tüm çıplaklığıyla/çıplaklığında söyleyeceksen kendi idam sehpana tekme atabileceksen, "derimi halâ yüzmediniz!" diye zulmü kışkırtabileceksen yap!

Kültürü eleştireceksen, ”Deccal”ı yazacak kadar ileri git, kendini sars! Sarsıl!

Mıymıylığın modernizminden, populer kultüründen, aşksız aşk lafzından bıktık, usandık, yorulduk!

Vazgeçemeyen, eleştiremez!