24 Kasım 2006

Devraldığımız Enkaz

AİLE. Bitti? Meşgul ve geceleri birlikte uyuyan insanlar, gerekliliği bin bir kere tartılmış çocuk. Doğumların yüzde doksanı sezaryen. Acısız, ağrısız, korkusuz, zahmetsiz. İlerde laboratuarlara devredilecek bu iş. Zoraki çocuk yarış atı hayatına da mahkum. Neden? Bir bilen açıklasın. Onca istenmeyen masraf, ama yapılıyor. Kimin için? Çocukla konuşmak, gerektiğinde kapışmaksa sanki bir gevezelik.


Sanıldığı gibi sanayileşme bireyselliğin fabrikası değil. Ailede yeşerecek olan, gereksiz sezeryanlarla sökülen bebeğin kendini algılayışı. Dünyaya açılışı, terbiyesi. Aile varken, yıkılmış ailelerin çocukları bile o dünyada yaşamaktaydı. O rollerden geçmekteydi. Aynı dünyada sosyalize olmaktaydı.

ACI. Acıdan kaçınma, korkma doğal olabilir. Bir ilkel toplumsal "bilinçaltı" palazlanıyor. Altına kaçırmaktan korkan yaşlılar: Bez bağlanır olur biter. Ömür uzadıkça, bunaklıklar da, inkontinens de artacak. Bunda ne var? Yalnızlıktan korkan solo ruhlar: Hayata açılırsın olur biter. Eski çözüm? "Hadi yavrum, sıkıldın, git arkadaş edin!", "gel yardım et!", oku, çalış, düşün, ilgilen!Çocuğu emzirmenin göğüsleri deforme edeceği inancından, kariyeri deforme edeceğine kayan okumuş ilkeller. Doğallığında anlaşılmıyor, bir veba salgınında sanki, ölümlü, ağrılı, sancılı, alta kaçırmalı dünyamız.

UMUTLAR SANKİ. Çaresizliğin, kaçışın, pısırıklığın, teslimiyetin halet-i ruhiyesine sarılıyoruz. İşte, okulda, fabrikada, mal mülk edinmede, malk mülkü idare etmedeyken dünyayı unutuyoruz, birbirimizi çiğniyoruz, acı ötekinin acısına çevriliyor, saldırganca bir ezip geçme turnesindeyiz. Mevkiler kapanın elinde. Soruları önceden verilmiş sınavlar. Değer vermediği değerlerin kurumuna oturtulmuş insanlar. Ebu Cehile kitap, Damat Feride işbirliği ve kardeşlik anlaşmaları, sübyancıya çocuk yuvası, züppeye kültür, hırsıza kasa, tavuğa arpa, yılana yumurta, Mari Antuanete ekmek emanet ediyoruz. "Hakeden" karşısında utanmıyoruz. Ezilmiyoruz. Emek, alınteri, eşitlik, adalet, hak, hukuk düsturlarımız değil! Kapılar insana kapalı! Umutsuz, çaresiz bir sokak. Değeri kavratılmayan bir vatandaşlık .

EĞLENCE. Turistlerin eğlence olmadığı için gelmediğine inandırılırdı okumuşlar. Hayat sahilimiz disko dunkadunkasıyla kirletildi. Maçlarda, güneş tutulmalarında, yılbaşlarında yalnız silah sıkan vahşilerce değil, fişek atan, havai rüyalarla kendinden geçmişlerce de balkonlar zıpkınlanıyor. Sessizlik, uyku, dinlenme çevresi kirletilmiş bir doğal dünya. Dinlenmeyen, uyumayan, sabrı bilmeyen nevrotikler trafikte, sokakta, masanın arkasında. Akşamdan kalmalığın romantize edilişi. Sarhoş tır şöförleri. Dansözlü kayıklar.

İÇKİ. Bir bira firması birahanelere kreş sponsorluğu yapacakmış. Genç anneler daha kolay birahanelerde buluşabilecekmiş! Boyalı basın göklere çıkarıyordu. Oysa o biracının ülkesi Danimarkada bunu hayal bile edemezler! Parklarda içki yasağı batı toplumlarında da konulabiliyor. Bizde laiklik meselesi halinde. Yasağı koyanın da, karşı çıkanın da kafası karışık. Bakkallar yaş sormadan içki sigara veriyor. Batıda bu mümkün değil. Ruhsat işleri çok sıkı denetime tabi. Sigara yasağı sokaklara kadar genişletiliyor. İçkili şöför hangi uygarlıkta "sen benim kim olduğumu biliyo musun, lan?" diyebiliyor ki! Biz nerelere geldik? İçkiyi isteyen içer, istemeyen içmez. Ancak, imalatının da, şişelemesinin de, içilmesinin de kuralları, sınırları olacaktır. Bunu da bir toplumsal olgunlukta belirleyeceğiz. Çocuklara içki sattırmayacağız. Odundan alkol yaptırmayacağız. Her parkta, sokakta da içilmesi gerekmeyecek. İçildiğinde de kimse kimseye saldırmayacak. Saldırganlık her alanda dışlanacak! İçmeyen içene bulaşmayacak! İçenler de ortalığa kusmayacak. Direksiyonunun başına geçip, teybi açmayacak!

MEYHANE. Babam Osmancık Kitabını yazarken, "içki içmenin her yerde hem genel hem de kendine özgü bir adabı vardı, kendi sofralarınızı da anlatır mısın? O farkındalık, o farklılık bir gün kaybolacak" demiştim, kaygıyla. Meyhane üzerine yazılan çok. Ama meyhane kültürü, adabını anlatan bilen az. Meyhaneden içkili lokantaya dönüşümünün nedenlerini anlatmak başka, insanların meyhane dünyasını anlatmak başka. İçki içiliyor ve içilecek. Nasıl sohbetin adabını bilmeyen sohbeti unufak ederse bir kurum olarak, içki adabını, meyhane geleneğini bilmeyenler de, meyhanenin rind havasını yele vermekte. Anlatmak yeter mi? Bir hayat dünyası manipüle ediliyor, global iddialarla, modern iddialarla. Yerine otomatik olarak medeniyet mi geçer? Ne konuşulurdu. Hava neydi. İçerisi neydi. Dışarısı neydi. Nasıl girilirdi. Nasıl oturulurdu. Nasıl bırakılırdı. Ne hoşgörülürdü. Nerde durdurulurdu insan?

SOHBET. Bileni yok olmakta. Ustalarını teker teker yitiriyoruz. İster dergâhta, ister meyhanede, ister sıragecesinde, ister kadın günlerinde, hamamda, handa, kıraathanede ruhların saati ayarlanırdı. Şimdi geyik yapıyoruz. Muhabbet dendi mi, "geyik muhabbeti"ndeki muhabbeti anlayan bir okumuş nesil var ortada. Çok yazık! Paylaşan, sırtı sıvazlayan, sinirleri yatıştıran, soruları, kuşkuları, sorunları rayına oturtan, tecrübeyi ortak tecrübe haline getiren bir kurumu düm düz ettik. Her başı sıkışan psikanalize, terapiye gitse ne yazar? Konuşmayı uzmanların okulda öğrenebildiği ne malum? Konuşma ki, artık bir gevezelik olarak görülüyor toplumda. Konuşma ki, anlaşmanın, koklaşmanın, sorunları belirlemenin, sorunları çözümlemenin, anlaşmanın, kapışmanın, sorumluluk almanın, sorumluluk deklerasyonlarının, uzlaşmanın, anlaşmazlık noktalarını bulabilmelerin dünyasını açar. Bilebilmenin, sorabilmenin, öğrenmenin, öğretmenin, itirazın, onayın ve paylaşmanın dünyasını.

CİNSELLİK. Cinsellikle ilgili, "düzeyli birliktelik" avukatları saldırgan bir propagandadalar. Televizyonlar, birine elektiriklenmiş ama başkasını seçmenin mantığını bulmuş elektirik dedektörü delikanlıları canlı yayınlıyor. Kaynanalar seçiyor. Kıvırtan köşeyi dönüyor. Jüriler hayat fukaralığını yayma cemiyetlerine dönüştürülüyor. Saldırgan cinsellik manifestoları. Cahillerin yazdığı cinsel bilgilendirme metinleri. İstatistikler maşabaşı uzmanlarına ya da kelebeklere ait. Aşk fizik, kimya, biyoloji sanılıyor. Cinsellik teknik bir bakışla kapitüle ediliyor. İnsanî olan, insanlararası olan unutuluyor. İhtimamın dünyası reddediliyor. İnsan elbette ki beden sahibidir, ama güdüleri, ihtiyaçları, ihtiyaçların giderilme tarzları ve bunlar üzerine olan bilinç sosyalizedir. Her aç insan yamyamlık yapmaz. Cinsellikte her akla gelen gerçekleşmez. Mutluluk cinsel tekniğin işi değildir! Birbirini tanımak, saygı, ilgi, şefkat, sorumluluk? Aşk aşksa üç dört yılda sönmez. Koku alışverişi olmadan da sever insanlar, bağlanır. Kokular, hormonlar müsaitken de ayrılırlar. Fikirler, düşünceler, hayat tarzları, maddi şartlar vardır! Hormonluluklar kadar! Genç çiftlere biteviye "fantezileriniz?" diyenler var. Nasıl? "Dasein"i kaydırmakla mı? Değilse, birbirine ulaşamayanların, başkalarının yerine geçmeleriyle mi? O halde bir rol oynama döneminin gelişmişliğinde/gelişmemişliğinde insanlar? Birbirlerine değil, başkalarında başkalarına ulaşacaklar? Karışmıyorum, ama, birbirlerine ulaşmaları bu kadar mı sakıncalı ve zor? İnsan sevdiğinden bıkar mı? Bıkarsa da hayat bıktırır, başka olaylar bıktırır olamaz mı? Bir sıkılma kültürünü hangi sıkılan fantezi kurtarabilir ki? Evet, bir başka sorun daha var. Aşk evlilikleri, aşka dayalı "seviyeli birliktelik"ler yok. Evet sorun burada. Eski görücü işinin sevgisizliğini, hoyratlıklarını özgür irademizle kat kat aratacak durumlardayız! Toplumsal dayanışma ilkellikmiş gibi rafa kaldırıldığından, en insani yanlarımızı köylülük, taşralılık, "kıroluk" gibi gördüğümüzden. Herkes herkesin "kıro"su, "köylü"sü. Herkes zanlı. Kurumlar yok. Kalıplar yok. Güldüğümüz kurum ve kalıplar. İnsaniyetin ömrü kadar katkı isteyen kurumlar, her aklı evvelin icadı olarak bireysellik olarak hayat şekillendirecek. Ama önce partnerler arası pazarlık ve dayatmalar, sonra gerçekçi ve pragmatik düzeltmelerle oradan buraya uçuşacağız. Özgünlük ve özel olmak mümkün. Ama kültür reddedildiğinde, eleştirmemek bile bir reddir, özgün olabilme imkanını da reddir, sırtdönüştür, beğenmediğimiz kültür değil, ilkellik bizi teslim alır.

BUGÜN. Hemen şimdi diyor şimdiki kuşak. Biz "yarınlar" bizim diyorduk. Hemen şimdilere geldik. Şimdiki kuşak da, "yarınlar" diyebilmeli. Biz başkaları için yaşıyorluktan kendimize yöneldik. Şimdikiler kendi dışlarında birşeylerin olduğunu kavramalı. Belki bana katılmayacaksınız, ama, bence, başkalarının yerine kendisini koyamayanlardan, kendini başkalarının yerine koymaya çalışırken kendi önceliklerini unutan insanlar daha medeni! Empati hem hipotetik hem de yeterli bir kavram değil. Kuramsal olarak eksikliği ise bir felaket belirtisi.

İNTİHARLAR. Yüksek okullar rezil bir durumda. Kaymak tabakamızda sözde "nihilist" ama özde zırcahil bir krizin içindeyiz. Bulaş bulaş. Sözde nihilist, çünkü bir eleştiri değil. Bir başkaldırı değil. Hayatı ve hayatının uzanımlarını ve sorumluluğunu sadece kendi vücudunda gören bir bakışla karşı karşıyayız. Siyah beyaz filmlerde onurunu koruma, çocuklarına iyi ad bırakma, ihanetini reddetme gibi diğerkâmlıklar, altruizmler vardı. Sembolik, değişememe ve değişememeyi reddin semboliğiydi. Çocuk intiharlarındaysa bir ilgi çekme, başkalarını suçlama, dayanamama belki daha hakimdi. Şimdi yetişkin intiharları çocuk intiharı karakteri gösteriyor! daha da korkunç bir şey bu! Birincisi, kişisel özdeşlik, kişisellik ve bireysellik süreçleri, sosyalizasyon süreçleri ile ilgili bir alarm bu, daha sonra ele almaya çalışırım, ikincisi, çocuk bencilliğinden patolojik bir egoistliğe kayış. Başka hayatları karatma isteği. Sorumsuzluğun en az sosyalize olmuş hali! Evet, bizler Camus'u sevdik. Bıçak sırtında bir hayat yaşadık. Hep karar verdik. Hayat bir seçimdi. Postmodern bir seçime de çevrilmiş olmalı bir yerlerde, bunu sorgulamadan aldık diyenler boşa konuşmazlar. Ama, evrenselliği bilen, evrenselleştiren, genel kavramları kullanan bir kuşaktık. Buradaki postmodern tavır, eğer gerçekten öyleyse, bir ayrıntıydı. Bir itirazdı, varolan, hakim olan/olduğumuz hayat tarzına. Onun içindeydi. Bir parçasıydı... İntihar her daim bir sorumsuzluktur! Kaçıştır! Sorumlu insanların intiharıysa bir toplumsal linçe karşı duruştur bazan. Sokrates? Diğerleri? Sabahattin Ali'nin "Öyle günler gördüm ki"sini bestelemişti devlet konservatuarında gitar öğrencisi Eren. Şakağımızda ısınan bir şiirdi, bir yiğitlik gibi gelirdi, öyle intiharlar, belki hâlâ öyledir, ama istisnalar asla kaideyi bozmaz! Biz işkencede, kazada, belada, başarısızlıkta, sürgünde, reddedilmelerde de inatla yaşadık. O kadar hayata bağlıydık. Hayat tarafından o kadar itilsek de... İmkansızlıklar bile bir imkandı.

YALNIZLIK. Benim için yalnızlık farklı bir kavram. Bir kişisel yalnız bırakılmalar, satılmalar, kopuşlar, itirazlar, yolundan dönmemeler tarihi. Şimdiki kuşak ilgisiz anababaların, kariyere belki de haklı olarak öncelik vermelerin, ihmallerin kuşağı. İlgi için zaman geçmiş değil. Yeni insanlar ithal edecek halimiz de yok! Yalnızlığın görüngübilgisini yapmaya çalışsam belki ilginç ya da şık olabilir. Ama bu yalnızlık, ihmallerin, kendi kendine büyümelerin, okullu, ilimli, bilimli büyümelerin, kariyere ve kariyerde büyümelerin yalnızlığı. Taşraya da yansıyan bir boşluk duygusu, popüler kültürel simgeler kasırgası söz konusu olsa da, taşra insana hâlâ daha çok zaman ayırıyor. Bireysellik gelişimi daha kapsamlı. Ama taşra da bu "lüks" sorunsaldan muaf değil. Töresel baskılardan kaçış, çaresizlik olarak intiharlarsa, cinayet kategorisinde de ele alınabilirlerse de bazan, intihar kapsamında tartışılmaları daha aydınlatıcı olabilir, ilerde üzerine düşünmeye çalışacağım.

YEME BOZUKLUKLARI. yiyeceğin silah olarak kullanıldığı yoksulluk yıllarından, yeme bozukluklarına. Vücut ideallerinin, popüler beklentilerin, yanılsamaların yönlendirdiği hayat tavırlarına. Yiyeceğe bakışın değişmesi. Diyet hokuspokusları. Modern hurafeler. Beslenmeyi bilmeyen insanlar. Hazır yemek kültürü. Gazlı içecekler. Bu konu daha fazla uzamasın.

ÇOCUKLAR İNTİHAR ETMESİN. Meyve de yiyebilsinler, su da içebilsinler. Diyerek susalım bari...