22 Nisan 2012

"Cuma" Sorunumuz

İlk ve ikinci kuşak cumhuriyetçilerdi bana Ahmet Haşim'in düz yazılarını okumamı öneren. Gurabaayı Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi ve Özellikle Müslüman Saatlerini okumam salık verilirdi. Müslüman Saatleri takvim, zaman, gün kavramlarımızı değiştirmenin yarattığı boşluğa geleneğin şiiriyle dokunuşudur Haşim'in.

Müslüman Saatlerinin içeriği 12 saatlik gün üzerine teknik, heyecanlı ayrıntı konuşmalarıyla geçiştirilirdi. "Güzel bir deneme değil mi Evlâdım", "Haşim Nesri dilimizin, ruhumuzun doruk noktasıdır, evet Evlâdım!"larla içeriğine de katıldıklarını anlardık.

Cumhuriyetin tartışılması, sarsılması kâbusları idi. Bazı düzeltmelerin yapılmasının sorumluluğunu ise geleceğin aydınları olarak bizlere devretmek isterlerdi.

Tek Parti İdeolojisi olarak bilinen çoğu şeyin tartışılır mevzular olduğunu anlamamızı, Cumhuriyetin stabilize oduğu, bağımsızlığımızı pekiştirdiğimiz günlerde ele alıp düzeltmemizi beklediklerini hissettirmek isterlerdi. Bunun için de geleneği aktarmaya, insanlık yolculuğumuzun ruhunu kavratmaya diplomatik bir dil ile dikkat ederlerdi.

Eski saatlere geri dönmemizi beklemezlerdi aslında. Bir başka zamanın bir başka gündelik hayatı şekillendirdiğini anlamamızı, terk edilenin yenisinden kötü olmayabileceğini bilmemizi isterlerdi. Onlar için öncelikli olan, zamanı gelince, bir takım iade-yi itibar meselesini ele almamızı beklerlerdi. Zamanının gelmesi aktüel kapışma, çatışma alanlarını kapatmış yeni bir ufuktan geçmiş ile olan alâkanın normalize edilmesi idi. Bu yanlış bir düşünce değildi ancak bir beklenti olarak doğru da çıkmadı. Türkiye büyük çatışma ve kapışmalardan, yeniden şekillendirmelerden geçti. Üzerimize düşeni yapamadık.

Tarihte boşluk kalmaz.  Bizlerin devrede olmayışıyla "iyi ki olmadı!" diyenleri daha da rahatsız edecek hesaplar başkalarınca görülür. Toplum mühendislerinin zamanla irkilmemeleri istisnadır.

Tarihin farklı yazdığı çoğu olay, gelişme, tavır, kurumlaşma onlar oluşurken tanık olmuş ağızlardan gerekçeleri, dengeleri, yanlışları ve doğruları ile ele alınır konuşulurdu. Sorduğum hiç bir sorunun cevapsız kaldığına şahit olmadım. Bazı mevzuları sessiz kalarak, bazı şahısları övmeyerek, sadece başka bir alandaki iyi yanlarını öne çıkararak, iç çekerek, o konunun etrafındaki ayrıntıları hikaye ederek anlatırlardı.

Hazırlık sınıfını ve üniversiteyi Ankarada okumam, Anadolu Eşrafının halet-i ruhiyesini öncesinden iyi kötü tanımam benim için büyük bir şans idi.

El kitabı olmayan çoğu konuyu, ayrıntıyı sorgulama fırsatım oldu.

Çürüdüğünü düşündükleri her hangi bir kurumumuzun çürümemiş halini de onlardan, gözleri pırıl pırıl olurken öğrenebiliyorduk. Geçmiş ile bir sorunumuz olmamasını istiyorlardı. Gelecekten vazgeçmememizi, batı ülkelerini mühendislikte, düşüncede geçmemizi.

Savaş görmüş kuşaklar savaş romantizmi yapmazlar. Eldekini tahkim etmemizi, ülkeyi yaşanılır hale getirmemizi istiyorlardı. Bin bir bahaneyle onca emeği boşa çıkarabilecek kapışmalara sebebiyet ve izin vermeme derdinde idiler.

Sokaklarında korkusuzca yürünebilir bir ülke, işgal altında olmayış, çocukların okuması, hekim ve mühendis sayısının artması onlar için sevinç kaynağı idi. Salgın hastalıklar halâ devam ediyordu. Sıtma, verem gibi.

Batı edebiyatı ve düşüncesine hakim olmamızı isterken doğu klasiklerine sürekli bağlayarak konuyu Hafızsız, Fuzulisiz, Mesnevîsiz de bırakmamaya çalışırlardı. Doğu klasiklerini okumaya asla zorlanmadım. En güzel sohbet anları onların üzerine büyüklerin konuştuğu günlerden kalma. Yemeli içmeli, ikrâmlı, şakalı, hatır gönüllü sohbet akşamları. Fırınlı sobada cızırdayan bir çaydanlık, külde cezveler, soba tahtasında haklarını iyi bilen aksi bir kedi. Altmışlı yıllar umudun, gelişmeye güvenin yılları idi. Onca hesaplaşmaya kapışmaya rağmen bir halk idik.

"Cuma" sorununu açanlar bugünün tavizsiz aydınları, yani cumhuriyetin ikinci kuşağı idi. O yıllarda kafalarının karışık olduğunu hatırlarım. Şimdikinden karışık olduğunu. O yılların Cumhuriyet Gazetesinde ramazan sayfaları vardı. Ramazanlarda, bayramlarda meselâ, Abdülbaki Hocayı dinlememek ayıptı. İlk kuşak, yani Çanakkale, Kuttülammare, Kurtuluş Savaşı Kuşağı bağımsızlığı kurtarabildiğimize şükrederler, bu sorunlar üzerinden gündem yürütülmesini istemezler, konunun hakikatini de kapatmazlardı. Taşralı bir toplumduk. Cuma sorun olmuyordu. Taşrada bir biçimde pratik çözümler bulunuyordu. O yıllarda cumartesi günleri okullar yarım gündü. Memurlar da yanlış hatırlamıyorsam, yarım mesai yaparlardı.

Cumartesinin tatil olması ile neden Cuma'nın tatil olmadığı tartışması gündem oluşturdu. Biz çocuklar halimizden memnunduk. Okullar ağırdı. sabah gidip akşam dönülürdü. Köy Enstitülü öğretmenler işlerini ciddiye alırlar, ülkeyi abad edecek kuşağı yetiştirdiklerini düşünürlerdi. Sanıldığından daha muhafazakâr olduklarını, geleneği ve eski kültürümüzü iyi bildiklerini, onlardan iyi bir temel aldığımızı düşünüyorum. Öncelikleri farklıydı, ülke ayağa kaldırılacaktı, mühendislere, hekimlere ihtiyaç vardı.

Yaz tatillerinde eski yazı okur, hatim indirirdik. Helvalı hatim duaları, mevlit, mukabeleler.

Sibopsuz, dikişleri ve içlastikleri iki de bir patlayan futbol topları. Ayakkabılarımızdaki çiviler. Alışverişlere, davet çağrılarına koşturuluşlarımız. Biraz bir buz için sıcak günlerde taşrada hastanelere, büyük şehirlerde buzculara koşturuluşlarımız. Buz(lar) biz getirene kadar nerede ise erirdi. Bisiklet lüks olmasa da büyüklerimizin almaya kıyamadıkları, bir havuçtu. Büyüklere hayal kırıklıkları ve güven kaybı söz verilip de alınmamış bisiklet hikayeleri idi bizim nesil için.

Cumaları esnaf bir sandalyenin sırt kısmını kapıya yönelterek bırakır, kepenkleri yarım kapatarak namaza giderlerdi. Bir acil ihtiyacı olan içeri girebilsin diye açık tutulurdu kapılar. Kapatmak saygısızlıktı işine, müşterisine. Kapatılan dükkanın bereketi de kapanırdı sanırım, o yıllarda.

Lokantalar, eczaneler açık kalırdı. Şimdiki gibi görünme kaygısıyla değildi, Cuma bir araya gelme günüydü büyüklerimiz için. Daha şık giyinirler, namazdan sonra çırağı, yardımcısı olmayanlar bekleyenlerine koşturarak dönerler, diğerleri bir birlerine uğrayarak, görüşerek, birlikte yürüyerek dönerlerdi işlerine.

Cumaları okulu tatil olan bir torun, oğul ya da kız çocuğu dükkanı bekler, istemese de mükafaatını alır yoluna giderdi.

Şehir hayatı taşradan zordu hayat tarzımızı devam ettirebilmek için. Esnaf telaşlı, stresli de olsa geleneğini sürdürebildi. Memurlar ve işçiler için emekliliği beklemekten başka bir yol yoktu.

Batıda kırk saatlik iş günü bazan yaşla orantılı olarak daha da düşse de altı saatlik iş günü söz konusu olamadı. Yarım mesai, üç çeyrek mesai olsa da tam ücret sağlayacak verimlilikte görülmedi sanırım.

Muhafazakâr taşranın çalışma saatlerinin daha esnek olması Cuma konusundaki tartışmaları bir ölçüde frenledi sanırım. Şahir hengamesi, ulaşım, işsizlik de şehirlerde Cumayı gündeme getirmedi gibi görünüyor. Ancak cumartesilerin tatil olmasıyla oluşan kırgın tartışmayı, kendi ülkesinde ayrıma uğramışlık olarak görenlerin acısını da unutamıyorum.

Bugün belli bir refah seviyesine ulaşıldığında (Fakirlik, açlık var ama eskisiyle kıyaslanamaz, zengin çocuklarına babalarının tersyüz edilmiş pantolonlarından pantolon dikilirdi. Fakirlerin bin bir yamalıklı pantolonları ters yüz dahi edilemezdi. Gömleklerin yakası sökülür, tersten dikilirdi.) bu konular yeniden tartışılmaya başlayacak. Gelenek kaybına uğrasak, çoğu meselenin nasılını nedenini unutsak, en güzelini yaşayanları aramızda bulamasak da, insanlar deneye sınaya Türkiyenin Ruhunu yakalamaya çalışacaklar.

Türkiye tek bir mezhep, din, dilden oluşmuyor. Herkese saygı, demokratik bir gelenek çoğunluğun değerlerin sonralanması, ötelenmesiyle sağlanmıyor, hiç bir zaman için sağlanamayacak.

Sorunlar yaratılıp erteleniyor. Ertelemelerin kabul görmesi, toplumda infial uyanmaması toplumun olgunluğunun sonucudur. Mühendislik sevdasının başarı öyküsü değil. İnsanlar, vatandaşlarımızın çoğunluğu hayatlarına anlam veren hayat tarzını da arayacaklar, sorgulayacaklar. hem kendilerine buyurulanı yerine getirme, hem kendine gelme, hem de köksüz kalmama, şehirsiz kalmama için.

Onca mimari, külliye sanki terk-i dünya eylemiş bir kuşak için yapılmış ve metruk, ısssız kalmış gibi. Hayatla bağı kopmuş mekânların şehirlerinde, insanların ruh incelikleri binalara, binalardaki estetik incelik insanların hayatına nasıl yansıyabilir?

Enderûn teravihini, hat sanatını eleştiren ilahiyat profesörünün asketik tarzında da bir hakikat var, var ama, Hafız Kemal, Hafız Osman, Hafız Burhan, Hafız Saadettinli enderûn teravihleriyle kültürümüz bütünleşiyordu. Güvercin evleri köşkleri hiç olmazsa bayram sabahlarında paylaştığımız mekanların zevkiyle yapılmıştı, sahiplenilebiliyordu.

Oratoryoları iyi bilmek hayat tarzlarına bağlamadıkça vücut bulabilmiş olmuyor. Batı müziği de güzel, orkestrasyon, ses dağıtım teknikleri bizden şimdilik  ileri. Ama bizde de bir zamanlar ayin denilen senfonik kompozit/bileşik formlar, saz eserleri, ruhumuzu ifade eden şiir seslendirmeleri vardı. Evrenseldir müzik evet, ama lokaldir de, somuttur da en soyut halinde dahi bir ufkun terlemesi, ritmi, (kendini, geleceğini, damarlarını) aramasıdır da. Enderûn musikisine çok geniş bir anlamda lokal diyebiliriz. Bir dünyada kültürde lokalize olmuşluğun ifadeliliğinde, ifadesinde.

Cuma belki bugün mahalle baskısıyla ayakta duruyor görünebilir. Bence bu doğru değil. Mahalle baskısı iç boşaltır, zahiri kurtarırken ruhunu soldurur. Mahalle baskısına rağmen ruhunu koruyabilen, ayakta durabilen, derinliğini sürekli hayata yeni bir şeyler söyleyerek hitap eden bir kültür hayatlıdır, dinamiktir, ayaktadır, ayakta tutmaktadır.

Hayatımızın anlamı sorun olmaya başladıkça, yani karnımız doyup, boşluktan, kültürsüzlükten, her bıcağını alanın hekim kovalamasından, kaynana dizilerinden, yemekteyizlerden usandıkça mekanımızı, bahçemizi, dayanışmamızı, cumamızı arayacağız.

Cumanın sahiplenilişi kültürün de canlanışıdır. Enderûn musikîsinin mevlevihanelerden, teravihlerden nükseden tesellisi idi Münir Nureddinler, Şerif Muhiddin Targanlar, Safiye Aylalar.

Sanat ille de tekkeden gelmez. Ama geldiğinde de inkar edilmez. Ait olmadığı yerde bir musiki, şiir, düşünce, zikir, fikir kısaltılır, dinamiğinden koparılır. Komprime hale getirilir. Birilerinin bu kadarını alabilmesi için bile hayat tarzlarına ihtiyacımız var. Teavihsiz, Cumasız, Bayramsız, Ayinsiz kültürümüz dilini, biçimlerini yeniden üretemiyor.  Yeni kanalların gelişmesi eskilerin varlığından bağımsız değil. Popüler kültür bile klasik kalıpları kullanıyor. Rock mozart-armonisiz düşünülebilir mi? Uzun havasız, taksimsiz, nefessiz, deyişsiz, bozlaksız, makamsız ve ayaksız bir Cem Karaca?

Cuma sorunu nasıl çözülür bilmem. Finansmanı, planlaması, sevk ve idaresi karmaşık olabilir. Hele hele turizmden gelen yeni iş saatleri anlayışı işi daha da kolaylaştırmayabilir. Üzerinde düşünmekle başlayalım. Bu konuda diğer ülkelerde ne yapılıyor, eski çözümler nelerdi düşünmemiz, tartışmamız, iktisaden göze alabilecek kadar sorun çözümüne odaklı olabilmemiz lazım.

Kimsenin yeni bir sorun çıkarttığımızı düşünmeye hakkı yoktur. Cumaların tatil olmaması için güçlü gerekçeler (uluslararası takvim birliği gibi), iktisadi gerıekçeler vb. sıralanır, üzerine düşünürüz. Cuma'lı yaşayanların görüşleri alınır ve bir yol bulunur. Gizli yasaklar varsa ya da yoksa, sahipleri kimlerse öğreniriz.

Laiklikle alâka? Dünyanın tek laik ülkesi isek, standartları belirliyorsak var. Diğer laik ülkelerin normlarını düşündüğümüzde tavrımız tutarsız. Yine de tartışmaya devam etmemiz gerekir.


.....

"Solcu Abiler" neden konuşuyor mu demelerini tercih ediyorum? Tabii ki:)
Zamanım bu kadarına yetti. Düzeltilmedi, online yazıldı.