6 Ekim 2007

Eğer Tanrı Müdahil Olsaydı Dünyaya, Her Başımız Belâya Girdiğinde


Eğer Tanrı müdahil olsa dünyaya her başımız derde girdiğinde, ya da her mazlumun başı derde girdiğinde, özgür irade yok derdik. Elbette diyenlerimiz var, tartışıp duruyoruz.

(Tarihin başını ve sonunu bilen, kaderimizi bilir. Burada bizi yanıltan, anlaşılmaz kılan nokta, bizim dışımızdaki varoluşa, yani insan dünyasının dışına, insanın anlama tarzını yazmamız ve zaman ve mekanla karakterize etmemiz, insanlaştırmamız. Tanrının bilmesinin bir başı bir sonu yoktur. Bilmesi için bir mutlak başlangıç ve bir mutlak son bilgisi aransa insanda aranır. İnsan kaderini bilebilseydi bitmiş de olurdu.)

Bence önemli olan eziyete, zulme uğramaz, incinmez yaralanmaz, dokunulmaz olmamız değil, incindiğimizde haksızlığa uğradığımızda, iftiraya uğradığımızda, bizi görmemezlikten gelip kapılarda beklettiklerinde, insanlığa katkımızın ayrımcılıklarla engellenmesinde, ne yapmaya ya da yapmamaya çalıştığımızı izah edemediğimizde vb. bir tanığımızın olmasıdır.

Öyle zor zamanlar yaşıyoruz ki, en yakınlarımız bile ortada bırakıyor. Hayat hikayemizle öylesine oynandığı oluyor ki, hakkımız hukukumuz kalmıyor. Öyle hakaretlere iftiralara uğruyoruz ki, şahidimiz çok olsa da kimse sesini çıkarmıyor.

Theunissenin Der Andere'si üzerine çalışıyordum. Sosyal ontolojinin temelleri, öznelerarasılığın sorunları, hristiyan ve yahudi diyalog felsefelerinin (dinlerarası diyalogla alakası yok, ben ve öteki, ben ve sen, ben, sen ve diğerleri arasındaki "kuruluşsal ilişkiler vb.) varlık anlayışları üzerine çalışıyor, tasavvuf felsefesinin (tasavvufa felsefe demiyorum, alel acele müdahil olabilecek arkadaşlar, tasavvuf felsefesi de var) diyalog felsefesi üzerine etkilerini kurcalıyordum. Metine paralel olarak tuttuğum eleştirel notların çoğunun şahitlik, şahadet kavramı üzerine yoğunlaştığını gördüm. Şahitlik kavramını insan açısından zorladım, uzanımlarını görmeye çalıştım, öyle bir yer varki herkes, dünya susuyor. Siz yalnız olmadığınızın farkındasınız, başkalarını kaale alıyorsunuz. Dünyayı, sorumluluklarınızı. İnsanları ciddiye aldıkça ortada bırakılabiliyorsunuz. Öyle bir yer var ki tamamen kapitule edilebiliyorsunuz. Başkalarını önemsememeniz lazım diyenler de var, ama bu çok ciddi sorunlara yol açıyor, ahlaki, sosyolojik, psikolojik, sosyal psikolojik temelsiz iddialara.

O gün bugün, tanrının insana şahit olmasının varoluşsal (varoluş felsefesi açısından değil! varlıksal/ontik alana yakın bir anlamda) önemi olduğunu hatta merkezi bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Ancak üzerinde çalışma, geliştirme şansım olmadı.

Geri çekilmeyen, bir başkasınca yanıltılmayan, yanılmaya, görmemeye, unutmaya, küçük oyunlara ihtiyacı olmayan olarak Tanrı. Tereddütü olan bu ihtiyacla yanıyor, tereddütü olmayan bu imkâna sığınıyor.

Tanrı dedim, çünkü çoğu dini, felsefi, kültürel gelenekte gören, izleyen, bilen bir tanrı kavramı var. Ancak bazıları daha çok ilk hareket ettirici sorunuyla (başlangıcı kanıt sorunsalı) da ilgili.

Oysa Tanrının şahidimiz olması, şahit gösterilmesi insanlararasılık, öznelerarasılık sorunsalında merkezi.

Gelelim çektiklerimize, çekmesek de olurdu belki, acıyı bal eylemek insan hayatına yüklenmiş bir imkan. Şer istemiyoruz, eziyeti sevmiyoruz, ama şerrin sonuçlarını hayra, anlamaya, farketmeye, sorumluluğa çeviriyoruz. Çilelerden geçerek olgunlaşıyor, hanyayı konyayı anlıyoruz. insanı, hayatı, insanlığın hallerini anlıyoruz. Her musibet, bir başka musibetin önünü kesebilecek bir tecrübenin, tecrübeler tecrübesinin, esas tecrübenin asla kazanılamayacağını öğretiyor. Bilenin, cehaleti kabullenmesi bu yüzden daha kolay, cahilin cehaletini teslim etmemesi daha anlaşılır.

hayatın dibine iniş bitmiyor. yeter artık, öğrendim yeterince diyemiyorsunuz. hep şaşkın kalabilir, hep çaresiz kalabilirsiniz. acım başkalarına acı yaşatmamak isteğini yükledi. aşırı koruyucu, kollayıcı oldum. tecrübesizliğe, hayatı göğüslememişlerin tahakkümüne ben de neden oldum. çırpınma, isteme, çabalama, gayret, diş sıkma, sabır nerede? bırakın biraz da çırpınsın insanlar sularda. her su yutanı kurtarmak işi değil cankurtaranın. insanlar düşe kalka büyüyor. insanlar hayatta eğitiliyor.

gelelim tecavüzlere, işkencelere, eziyetlere. her çileden geçmiş insan, insanın hallerini bilen insandır, az ya da çok. hayatı anlamak, insanları insanlığı anlamak çilelerden, zulümlerden, vahşetlerden geçmese ne güzel olurdu. hiç bir mazlumun acısı, acıdan öğrenebiliyor olmamızı romantize etmemize gerekçe olamaz. ortada eziyet, zulüm adaletsizlik var, ve bunlara başkaldırması gereken insan var.

Çilede öğrenmekten bahsetmemiz, insanlığın kıvranmasına olumlu bakmak anlamını taşımıyor. Sadece insanıın başına gelenler, daha iyi, daha uyanık, daha farkında bir insan olmasına yol açabiliyor. Ancak bu bir zorunluluk değil. Acılar, eziyete uğramışlık insanı insanlıktan da çıkarabilir, toplu eziyetlere uğramışlık kavmiyetçi yapabilir, kapalı yapabilir, başkalarına anlayışsız yapabilir, başkalarına soğuk yapabilir. Başkalarının önünü kapatıcı, imkanları tekelleştirici, fırsat eşitliğini kapatmaya meyilli yapabilir. Adil olmamaya gerekçe buldurabilir.

Yaşamışlık, yaşamamışlıktan (ezbercilikten) evladır. Yaşamışlık acıyı da yaşamışlıktır, dostluğu ve kardeşliği de. Satılmışlığı bilen, buna rağmen insan kalanı hangi satılma sarsabilir? Yoksayılmışlığı yaşamış birisi, insanların kendisine ihtiyaçları olduğunu bile bile sessizlikte yaşamaya mahkumsa, birşeyler olamamadan dolayı neden şaşırsın, yeni gayretlerinde?

Çileli insanlar, yorgun bıkkın olabilirler. Ama daha az şaşırırlar. Daha az düşman olurlar sağa sola. Daha ölçülü, daha kendini bilenlerden olurlar. Tecrübesiz ama iyi niyetli, naif bir insanın kırıldığını, şaşırtıldığını, altüst edildiğini düşünün bilge de olabilir, yıkılmışlardan da, nefret ehlinden de.

Kısacası, hayat bu, insanları, hayatımızı bir yerlerden bir yere götüreceğiz. ya medenileşeceğiz, ya da vahşi hayvanlar gibi birbirimizi parçalarken, gemiyle beraber tutuşacağız.

Medeniyet bize verilmedi. Bize medeniyet kurma imkanı, yeteneği verildi. Memnun değiliz olan bitenden? Medeniyet kuracağız! Bu, direnmekten, itirazdan, zulme başkaldırıdan da zordur! Kinsiz olmayı, affedebilirliği, sorumluluğu, kurucu olabilmeyi, uzak görüşlülüğü de kapsar. Geleneğin farkında olmayan, ne elde olanı eleştirebilir, ne de hali geliştirebilir.

Kurmak, yıkılmayacak inşaat yapılamayacağını bilen bir tevazuyla olur. Kurmayı bilen, doğaya, fiziğe, zamana hakim olmadığını bilmenin temkiniyle kurar. temkin, tecrübe işidir. Tecrübeyle ve terbiyeyle gelen kurucu bir had biliştir.

Bayazıt başkalarının çilesini acısını isterken belki de "yaşadığı çile ona adil değil, ama bana adil,
o da (başkası) öğreniyor ama, aklında bile bu yoktu belki, benim aklımda olansa dersimi almak" demek istemiş olabilir mi?

Tecavüzü, işkenceyi ortadan kaldırmak, en aza indirmek boynumuzun borcudur. Ancak çilesiz, kayıpsız, acısız yaşama şansımız yok, hayat bu, her şey geliyor insanın başına. Koruyuculuk, kollayıcılıkta abartıya kaçmak, hayatı inkârla beslenmiş şaşkınlar yetiştirmemize de yol açabilir. Ne zulme, belaya insanları alıştıracağız, ne de hayatın dikensiz gül bahçesinde geçeceğini hayat ettireceğiz. Uygarlık, bir kereliğine kurulmuyor, uyanıklık, omuz veren insanlar istiyor. Uygarlığımızdan umut kesmiş insanlarımız, zulmün kaynaklarından daha ağır bir prangayı kalplerinde taşıyor.

Uzatmamak için kesiyorum. Ama not etmek istiyorum ki: Gelenek ve bugün anlamsız bulup saldırdığımız bir çok kurum, insanların gündelik hayatlarına sorun çözen, sürtüşme ve çatışmaları azaltan davranış, yaşama kalıp ve kurumları sunuyor. Her anlamadığımızı akıl dışı ve saçma bulursak, daha iyi bir ahlakın toplumu kuracağımıza, anlaşılmayanı dümdüz edersek, kendi hayat dünyamızda parya oluruz. Hukukla, zor kurumlarıyla, tek insanın aklıyla (yani kurumlaşmış ve zamanlarda tecrübe edilmiş hayat tarzlarını, eleştiriye tutmadan ezbere reddedersek) yolumuzu çizebileceğimizi düşünmemiz pek akıllıca değil.

Çokbilmişlik, köylümüzü denize sırtını dönmekle eleştirirdi, güzel sahiller varken. Çünamilerin, feleketlerin jeoarkeolojisi köylülerin inatçı bilinen, kapalı bilinen, alışkanlık bilinen tercihlerinin, "populer aydınlanmışlardan" daha sağduyulu, insanlığın birikmiş tecrübesine açık olduklarını gösterdi.

Halklar, hatta bazı hayvan toplulukları bazı kurallarla işliyorlar. Bu kuralcılık, kural fetişizmi değil, muhakeme edenin de edemeyenin de davranışlarını düzenleyebilecek imkanları sunuş. Ancak kültür nereye kadar gelişirse gelişsin, itiler, güdüler, sosyalizasyon bozuklukları, savaşlar, farklı olanın şeytanlaştırılması, ve bir kültürle yaşamamayı seçmişler her zaman olacaktır.

Zulme itiraz da!

(timeout olduğumdan yazı karışık oldu:) bir tartışmaya katkı için kaleme alındı, düzeltilmedi)

07 Eylül 2007 saat 08.39