Ne bir öğrencim var, ne de ders verebileceğim bir kürsüm.
Ne yazılarımı yayınlamak isteyen bir dergi, ne de kitaplarımı satmaya kalkışmış bir kitabevi gördüm.
Ne bir yayıncım oldu, lekesiz bir hayata aldıran, ne de bir dağıtanım.
Okunmayan yazılar, bitmeyen kitaplar, anlayanlarınca görmemezlikten gelinen, yok saydırılan bir fikir dünyası, çalışmakla geçirilmiş bir ömür, benden arta kalacak olan.
Evimden kovuldum, sokağımda kurşunlandım, kaçırıldım, defalarca havaya uçuruldum, koruduklarımca aşağılandım, haklarını savuduklarımca hukuksuz bırakıldım. En iyilerimizi ne kadar erken kaybettik, çocuklar gibi şenken, insaniyete ne kadar inanırken. İnsaniyet kendisini gösterdiğinde inanılmayacak bir şey değil zaten, şimdilerde bu nasıl anlatılabilir? O kadar gönüllülük, o kadar başkalarına aşk! O kadar büyük bir dayanışma!
Bir doktora tezi bile sunabilecek bir üniversite bulamadım, sonunda, sıradan bir okumuşluğun temsilcisi olmadığım halde.
Bilgeliği hayatta bulurken, aklım akademide kaldı. Bilgeliği bırakıp bilgiye koşturmaya çalıştım hep, hayatım izin vermedi.
Her akademiye dönüşümde ya arabam yolda bozuldu, ya başıma bir iş geldi, ya da önümün açılmasından korkan bir sevdiğim, beni elinden kaçıracağını sanan bir sevenim önüme çıktı.
Bir kaderim var "işte!" diyebileceklerden oldum hep. Kadercileri yerdiğim halde, kaderliliği, bir kaderinin olmasını anlamaktan başka çarem kalmadıktan sonradır ki, hayata teslim de oldum.
Teslimiyetin nerede teslimiyetçilik olmadığını sınamadan da olmuyor. Sınıyor, düşüyorsun. Yorulmamak lazım.
Zamanım kalmadığı düşüncesiyle, bilgeliğin ahlâkını , irfanını aramayanlara aktarma aceleciliğinde bulunduğum ve çarçur ettirdiğim birikim, binlerce yılın vebal ve sorumluluk dağarcığıydı.
Hep yarına ertelemelere "peki ya şimdi olmazsa ne zaman?" dedik. Bu bizim sorumuz olamadı. Ödünç aldık, onun da adabını anlamayarak, bugüne takıldık. Ertelemişlik, bir yarın talanıyla yer değiştirdi. Sonrasına karşı sorumsuzluk.
Evet, gelecek için, yarını düşünerek yaşamakta bir mahzur yok. Ortada bir mahsur da yok.
Aydın olmak, terbiye, işçilik, emek, alınteri, sadakat işi. Düşmanının bile insan yanına sadakat!
Dostunu eleştirmemişlik sorumsuzluğuyla yaşamamak, aydın olmak.
Bir satırım bile yayınlanmadan, bir kere bile layıkıyla okunmadan gidebilirim. Bu artık beni ürkütmüyor. Ne öğrencilerimin şan şöhret, haz, gezme tozma, sefa saplantılarını anlamamazlıktan geldim, ne de emeğime yandım. Acı çektiğim oldu ama, "ya yeni birisini yetiştiremezsem?" diye.
Asıl olan, ders vermek değilmiş. Dersini almadan gitmemekmiş. Kendini yetiştirmekmiş. Kendine ara vermemekmiş.
Eserlerim biter ya da bitmez. Türklerin son filozofu, doğunun son mütevazı aşığı olamadan, yayınlayamadan, konuşamadan boğulmak, susturulmak, ortadan kaldırılmak, diri diri gömülmek beni korkutmuyor.
Bir arif, iyi bir aile babası, iyi bir dost, iyi bir insan olduğumu bir gün hissedebildiğimde bütün acılara değer.
Diri diri gömülmek? Sizi en iyi anlayanların suskunluğuna gömülmek ilk başlarda büyük bir felâket. Ne büyük acı. Başkalarına söyleyecek sözünüzün olmasına gösterilen düşmanlık. Arka bahçeye kapatımış bir çınar olarak bırakılmak, gölgeye ihtiyacı olmayan bir arka bahçede, tavukların, rutubetin ve duvarların serinliğinde mahsur kalmak.
Kurutmayan, çürütmeyen ayakta tutar. Arka bahçede sessiz izlemeyi öğrendik. Tavuklara yuva olduk, yumurtalarını, kavga kıyametlerini izledik. Çocuklarımızdan oldular, evin halkından. Gölgeyi gölgeleyen gölgemizde çalımlandı horozlar.
Ufka bakıyorum ve şunu düşünüyorum: Ne kadar az kaldık. Aydın yok. Rüya bitti. Kaçan kuruluyor. Üniversiteler talanda. Basın mütarekeyi aratıyor. Halka dost olan halkın olan her şeye düşman. Halkını ihaleye çıkarmış olansa halkın sözcüsü bazan.
Ramazanda sarhoşları korurdum, çay veren kahvelerin bahçesine otururdum, isteyen istediği gibi yaşasın diye. Ramazan gecelerinde ayaklarıma kusan çocuklarımıza baktığımda canım yanıyor. Sitelerinde inceliklerimize küfredenlere. Davulcuları kurşunlayanlara.
Dergilerimiz bir kendimiz olmayışın, tartışmayışın ukalalığında. Özel sayı dergileri. "Tartışmaya, aydına kapalıyız!". Doğumuz esir, doğunun avukatlığını eski bir sömürge mümessiline vermişiz.
Bayram sabahlarımız yok, taşra dışında, ki o da bitirilecek bir rüya. Şehirlere kovalanacak.
Marksistlerimiz evrenselliği herkes içinlikle yuğururdu, dar ve sığ bir projenin bekçiliğine soyundular artık, o coşkulu dayanışmayı kuma gömüp.
Ülke sevgisiyle de bu ülkenin temelleri baltalandı. Farklılığın harcı kazındı. Birliğimizin varlıksal temeli, kavranmışlığı, temellenmişliği soğuk savaşa kurban edildi. Başkalarının sanal savaşlarına. Bir proje olarak ülkemiz, soğuk savaş kıtasına yerleştirildi.
Din nakle, dayatmaya, huzursuzluğa dönüştü.
İnsanlığın ya da kendimizin güvenliğini sağlayamaz olduk. Başkalarının bekçisiyiz. Sıçrama tahtasızyız. Kemik bekleyeniyiz. Kuyruk sallayanıyız. Azar işiteniyiz. Mazlum halkların yanında olamayacak, onları savunamayacak kadar sevimsiz, bencil ve içe kapalıyız. Korkağız! İpe çekilirken taburelerini tekmeleyen, celladı katil edemeyen arkadaşlarımıza layık olamadık.
Öylesine aşağılık bir durumdayız ki, bağımsız aydnımız, şu ya da bu ülkenin itip kakmalarına teslim ediliyor. Yabancı üniversiteye kapılanamayana bizde de yer yok. Zorla gönderiyoruz gençlerimizi, iteleyerek. Kuşa benzetilmeyeni, biz de benzetemezsek, dokuz köyden kovuyoruz. Aydınımıza sahip çıkamıyoruz! Varlığına tanık olamıyoruz!
Komşularımıza düşmanlık, insanlığa kin beslemek değil, bütün ufuklara açılan bir ufku sunabilmek olmalıydı işimiz.
"Kaç kurtul"cularımız başkalarına benzeme derdinde. Oysa, bütün ufuklara açılan ufuk bu ülkenin bin yıllık gündemiydi. Ne korkunç bir aşağılık duygusu, ne korkunç bir kendini anlayamazlık, ne zalim bir kendini redcilik! Müstemleke aydını budur! Gungadinlik budur! Yalaklık, salaklık budur!
Başkalarının lokalliğini, dar ufkunu, sınırlı bakışlarını medeniyet sanıyoruz, kendi geniş hülyamızı onlar için bir kenara atıveriyoruz, evrensel dayanışma, kardeşlik ezberi adına.
Bıraktığımız kardeşliğin, açıklığın, hakikatliliğin kültürü. Yamandığımızsa bize atfedilen bir iftiranın, fetih ve talancılığın, acımasızlığın, kendini başkasını yerine koyamayışlığın, sığlığın, ihtimamsızlığın, açlığın, bugüncülüğün, yarınsızlığın kültürü.
Ganj kıyılarında dolaşsak ne yazar, Mesneviyi kapatarak, düzelteni, itirazı, eleştirel duruşumuzu çiğneyerek. Sömürgeciliğin, önyargısız öğrencileri olarak?
"Güzel bir şeyin bize uğrayacağından nasıl emin olabiliriz? O bize de uğrar mı nasıl bileceğiz?Neden bekleyelim?" yazmış bana on yıl önce soru soran bir genç insan. "Beklememek daha mı acısızdı?" diye sormak isterdim. Ona "yarın varmış gibi yaşayın" demiştim, şakayla.
Ben yarın yokmuş gibi yaşadım belki de hep. Ordan oraya savrularak. Benim sarıldığım, ya da bana sarılıp da gelen "dün" idi. Dünün sorumluluğu. Dünün taşyıcılığı. Dünün eleştirisi. Yarınım elimden alınmıştı.
Bugün, "dün"ümün olmasıyla "gün"e, olana, statükoya esir olmadığımı görüyorum.
Bir "yarın" var. Dünya da soğuyabilir. Olacak olmayabilir. Olacağı zaten kim bilebilir?
Bir bakışı, hayatı, tavrı ayakta tutuşumuz eserimiz olacakmış, bilmiyordum, dünyayı aydınlatacak, insanlığı uyandıracak fikirler peşindeyken.
Belki bir eserimiz bile olmayacak. Ama bizim bakışlarımızla bakanlar da olacak yarın.
Talanın, yalanın, dolanın değil, aşkın, saygının, alınterinin, kardeşliğin dünyası serpilecek dünya değiştirmelere, kendinden kaçmalara, kendini terketmelere, mutluluğu sorumsuzlaştırmalara, tad ve zevki cinselleştirmelere, estetiği dahiliğin alanına çekmelere karşı koymamızla.
Artık Kunta Kintenin ya da Kazaz Hanımefendinin aşkına gözyaşı dökmüyorum. Zincirinlerde gözüm. Ve kendi zincirlerimde.
Gizli gündemi olanları, kültürümüze savaş açanları, kibar, gülümseyen ve yanımıza büyüklerimizin sözlerini esir alarak sokulan, dinlemeyen, anlamayan kapkaççıları soframa oturtmuyorum. Ama onlara günlük hayatın El Guraybını da layık görmüyorum. Onlarla kaynaştırabileceğimiz bir ufuk, paylaşacağımız bir eleştirel diskur yok. Kapacaklarını kaparlar ve dostluk kapısını yakarak cehennemlerini yakıcı tutarlar.
Dostluğun kendimi terketmemle mümkün kılınacağını düşünmüyorum. Ben zaten bütün geleneklere açığım. Ona diyorum ki, değişecek olan sensin, dünyanın bir bahçe olması, benim kendimden vazgeçmemle olmayacak. Kendi adımlarınızı atın! Değişin! Buyrun, bize masal anlatmayın! Sunduğunuz doğu, sunduğunuz batı ilkel, sürüngen, temelsiz.
Bütün memleketi yurdışına göndersek, alemi bize davet etsek, başka geleneklerin terbiyesiyle yetişsek, yetiştirsek de, kendimiz olmaktan kaçış kurtuluş yok.
Biz biz olmak, sorunluluğumuzu üstlenmek, kardeşliği bir manken hanımefendinin kurduğu köprü olarak düşünmemek, haklılık ve haksızlıklarımızı görerek, kendimizi de bir hukukla sınayarak, başkalarına haksızlık yapmamanın hukukunu farkederek, ama başkalarına tabi olarak kurtulmayacağımızı da bilerek yaşamak durumundayız.
Gündelik hayat birey ömründe bir kaç talan kaldırır. İnsanlığa miras bir kültürü, bir açıklığın kardeşliğin kültürünü ayaklar altına atmak, talan etmekse bizi geleneksiz bırakır. Gelenek, binlerce yılın bize önerileridir de. Geleneği taşımak, aktarmak, gelenekçilik, kültürel muhafazakarlık, gericilik vesaire işi değildir, hayat tazlarının mühendislik işi olmadığını bilmek görmektir. Özel hayatın bir kültür olduğunu bilmektir!
Bir eser bırakmayacağım belki. Ama bu kültüre ait olarak, bu insanların arasında, bu kültürden başkalarına bir kötülük gelmesine mani olarak, onu sahiplenerek, onu kucaklayarak, onu eleştirerek yaşayacağım.
Medeniyetimiz, özendiğimiz medeniyetlerden çok daha köklü, çok daha geçişli. Bize sömürge valisi gibi bakan, bizi kendisine uydurmaya çalışan, insanlığı bir yalana davet ediyordur.
Bize gereken eleştiridir. Bize gereken özentisizliktir. Günü kurtarmaktan yorulup, başkalarını, devamımızı, sorumluluklarımızı, yarına yüklediklerimizi de görebilmektir.
Can evimizi talana açtığımızda, insanlığımızı talan ettirelim. İnsanlığa gücümüz kalmadığında, varlığımızı talan ettiririz.
Evet, ağır bir biçimde karşı çıkmıştım, bir tartışmada, ama biraz hataliyim da belki, öyleyse, kendimi düzeltiyorum: Dostun kimse, sen de o'sun! Onlardansın!
Mesafe, bir kurtuluştur bazan! Kardeşliği de kurtaran!
Kardeşlik kurulmadan, ufuklar kaynaşmadan ne dosluk olur, ne de insaniyete bir bırakılan!
Şimdi direnme vaktidir. Kendimiz olma vaktidir. Kendimizi hatırlamak, eleştirmek, ufka açılmak vaktidir.
Şimdi teslimiyetçiliği, bireyciliği, kaç kurtulculuğu bırakma zamanıdır! Geleceğe bir hayat tarzı, bir kültür, düşünce, gelenek, incelik bırakmak zorundayız.
Kaç kişi kaldık ey insan! Kaç kişi kaldık!
Öğrencimiz, takipçimiz, devamımız, öncemiz, sonramız varsın olmasın:
Direnen halk, direnen insan, hakikatli insan yenilmez!
Şimdi direnme, teslim olmama, yağmacılara ve yalaklara karşı bir hayat tarzı sunma zamanıdır!