22 Mart 2012

Benim Delilerim


Bir zamanlar Osmancığın en iyi lokantası bzizim evdi. Ağırlanması zor misafir, önemli misafir, yani memleketten iyi ağırlanmadan gönderilemeyecek misafir bazan lokantalardan bile bizim eve gönderilirdi. Sofralar kururlur, kazanlar kaynar, tavuklar ütülenir, komşular bahçelerine koşuşturur yeşillik, sebze taşır, bir şeyler unuttuklarını hatırlayıp yeniden koşuşturur, en aklı başında çocuklarını ayak işleri için bırakıp evlerine çekilirlerdi. Ayak işlerinin ilk sırasında ben olurdum. Komşu çocukları kayrılır, gönülleri alınır, sohbete benden yakın olurlardı.

Benim işim uzun mesafe koşuşturmaktı. Bir şeyi eksik iletsem, eksik getirsem yeniden koşturulurdum. Yeniden, yeniden. Cep telefonu, süpermarket servisi gerekmezdi o yıllarda. Biz çocuklar vardık.

Akşam karanlığında sokaklar ıssısz olurdu. Baltacı Mehmet Paşa çeşmesiydi yanlış hatırlamıyorsam, muhakkak sökülüp bir müzeye götürülmüştür, şimdi yok, ona çapraz sokakta, bayram yerini gören bir yıkıntı vardı. Orada bazan bir deli kız kalırdı, gizli gizli girip çıkarken yıkıntıya görürdüm. Ne güzel gülümserdi. Uzun boyluydu, ya da öyle gelirdi. Bir de kısa boylu, entarili , ön düşleri dökük, her daim gülümseyen bir deli çocuk mu desem, delikanlı mı desem, yaşını gözstermeyen bir başkası daha vardı. Gülümsediğini bir başka gören oldu mu, hatta onu görenler, hatırlayabilecek kadar görenler oldu mu bilemem. Osmancığın bereketi olarak görülen Deli Şakire benzerdi kıyafeti, hatta yüzü, ama daha gençti, daha minyondu, daha ürkek veya sessizdi. Ortalıkta görünmezdi. Kimseden bir şey istemezdi. Akşam ezanından sonra döner, döner, dönerdi. Yaptığına hayranlıkla ve imrenerek baktığımı mı okudu bilemem, bana görünmekten hiç kaçınmadı.Hatta geleceğimi geçeceğimi gördüğünde bilhassa yol üzerimde gözlerden ırak kalabildiği yıkıntının oluştrduğu cepte döner, döner, dönerdi. 

Hiç sema görmüş müydü bir filmde meselâ. Televizyon yoktu. Gösteri semazenleri yoktu. Sinemaya deliler de alınır uslu uslu kendilerine ayrılan yere oturur film seyrederlerdi. Bu çocuğu ya da delikanlıyı hiç görmezdim diğer delilerin arasında. Sinemayı en çok seven deli Ahmetti. Yere çizgiler çizer, düşünürdü. Geometri bilgisinin olduğu , çok çok zeki olduğu, ziyan edildiği söylenirdi. Babamla sinemaya gittiğimizde anlamadığım bir dilde, anlamadığım bir boyun lehçesinde konuşurmuşca cümleler kurar, babamın verdiği cevapları sevinçle onaylarken, bana söylese anlamsız şeyler söylediğini düşüneceğime hayıflanırdım. Herkesin dilinden bir anlayan vardı. Ben de dilsiz delilerin dilinden anlardım. Gözümden okurlardı. Gözlerinden okurdum.

Deli Şakir kulağına iki taraflı soktuğu daha çok mor, yeşil cırlak mavi boyalı siyah kurşun kalemlerle geçerdi, fırtına gibi. Aynı renkte kalemlere bayılırdım. Okula daha çok vardı.  Onun kalemli olmasına müthiş bir saygı duyardım, önünde adeta eğilirdim. Annem ya da anneannem çarşıdan beni sürükleyerek geçirirken. Bazan bir hanımla, bir akrabayla iki laf etmeleri gerekirken Şakir Abi fırtına gibi yaklaşır ve kalemleri kulağından ya da burnundan çıkarır, saygıyla sahibine verir gibi bana uzaırdı. Kalemleri almamı engelleyemeyen anneannem, ya da annem müthiş üzülürlerdi ve ve gittiğimizde mavi ispirtoyla kalemleri dezenfekte ederlerken dehşetli üzülürdüm. Şakiri sevmediklerini düşünürdüm. Kalemlerin boyaları çatlar, uçları kolay kırılırdı, mavi ispirtoyla silindikten sonra. 

Kamış düdükler, kavalları da üfleyerek, ya da dişleyerek getirirdi. Onlar dezenfekte olunca hiç ses çıkarmazlardı. Üflemeli müzik aletlerinden umudumu kesmem dünyanın en çok ses vermeyen kavallari veya nısıfiye benzeri düdük kolleksiyonunun olduğu anneannemlerin evindeki sonuçsuz çırpınmalardan geliyordu. Dayılarımdan, şakirin bana verdiklerinden kalma yığınlarca dilli, dilsiz kaval...

Şakir entariliydi. En sevilen delimizdi. Kışın sokak köpekleri onu yorgan gibi sarar sarmalar, dev bir kürk top olurlar, mışıl mışıl uyurlardı. Dörtyol kahvesine bakan, kayadibinden gelip pazaryerine giden, haydar dayının evinden önceki boş arsada.

Şakir kaybolduğunda annemlerin, anneannemlern üzüntülerini, gelen giden her haberi dikkatle dinlemelerinden anladım. Kulaklarından çıkarttığı kalemden korkuyorlardı, Şakirden değil. Mikroplardan, bulaşıcı hastalıklardan. Bazan doktorsuz Hastahanemizden. Ecza dolaplarımız vardı, ama eczahane yoktu henüz. Daha toparlanamamıştı memleket, biz çocukken. Savaşlardan, depremlerden. 

Umutluyduk. İstiklal madalyalı Kuttül Ammare Gazileri, Çanakkale Gazileri, İstiklal Harbi Gazileri harp anlatmaz gülümserlerdi. Arararında konuştuklarını işitemezdik. Kurdelalı torunlarını bayram günlerinde okula götürülerdi, kalpaklarını madalyalarını takıp. En çok çile çekmişleri, harp görmüşleri madalyasız olurlardı ve en fiyakalı üniformayı giymişlere takılırlardı "sen harp mi gördün?" diye. Beterin beterini görmüşler vardı ancak bunu şakalaşırlarken anlardık. Oğulları, kızları çocukların yanında şakalaştıkları için çıkışırlardı bazan, o zamanın yegane meşru çıkışma fırsatını bulduklarında yani.

En zor savaşlara " o da ne ki" diyen bir ihtiyar çıkardı, bir kızacak gazi gördüğünde.

Sokak köpekleri, şehir dışında daireler çizerek uçuşan akbabalar ve kartallar.... sazlık ve bataklıklar, sanki sonsuz çayırlar...

Bana semayı öğreten deli Şakirin reinkarnasyonu gibiydi. Kalemi kavalı yoktu. Kendisine kalem kaval yetiştiren, giyindiren, bakan esnaf yoktu. Ama taşlayan çocuklar, zalim çocuklar vardı. Delileri kızdırmaları çocukların bir eğlenceydi. Zalim bir eğlence. Birden fazla çocuk gördüklerinde huzursuzlanırdı deliler. Büyüklerin, esnafın göremeyeceği, yaşlı semercilerin gözünden kolay kaçabilecek zalimlikler işlenirdi kaya dibinin dar kıvrımlarında, arsalarında, yarım inşaatlerinde.. Görmeden, işitmeden gözle zor izlenebilen bir maharet ve zenaatt ile ibirbirine ekledikleri, yükledikleri kamışlarla oluşturdukları semerlerin, kamışların, arasından sağa sola göz atarlardı yaşlı semerciler gördüklerini sanalım, rahat duralım diye.

Arkadaşlarımı zaptedemezdim. Tekerlemelerle kızdırır, taşla üzerlerine çeker, sevinçle kaçışırlardı. Kızıgın bir delinin taşı ayrıcalık yapmazdı. Kafam çeşitli nedenlerle yarıklarla doluydu. Evde söyleyemez, dikiş attıramaz, pansuman yaptıramazdık. Bazan başka mahallelerin çocuklarının attığı taşlarla. Bazan kazayla. 

Sema yapan öndişleri dökük, sakin ve hep gülümseyen, gözlerden ırak yaşayan deli yanına yaklaşmamı ve yaptığının aynısını yapmamı beklerdi benden. o koşuştıurma içinde, artık ilkokulluydum, uzun mesafelere habere, alışverişe gönderiliyordum, telaşlıydım ve zamanım yoktu, üç beş dakika dönerdim yanında: Ay gördüm Allah, Amentü Billah der ve kaybolurdu binaların yıkıntıların gölgelerin arasında. Ay soluk bir ay çöreği gibi yeni kendisini göstermiş olurdu. Alacakaranlıkta göökyüzüne şükran ve sevgiyle, hayat sevinciyle bakardı.

Annem evde çalışıp dururken halının üzerinde döner, döner, dönerdim. Herkesin başı dönünceye kadar... Herkes isyan edinceye kadar.

Eski Mevlevihane o sokaklardan birisinde miydi, o mevlevihaneden kalan son iz o yıkıntılarda dönen entarili, dişleri dökük, masum ve mazlum delinin akşam ezanından sonra dönüşleri mi idi bilemiyorum. Hayat sevincini, yaşadığı için sevincini ve şükranını semayla dışa vuruşu dışında bir izi yok zihnimde.

Kalemden çıkan çizgilere, renklere, yapay doğaya, anlamadığım harflere hayranlığımı bir delilerle paylaşabildim. Sanırım, delilikti paylaştığım, deliliğin güzelliği.

Sema nerede öğrenilir diye birbirlerine soranları işitirken: Yıkıntılarda gülümseyerek dönen, bir kelebek gibi kaybolan, insanlığa ve dünyaya zararsız yaşamış o çocuktan, peterpandan, açlıktan büyüyememiş gövdeden, kainatla bir dönüşten öğrenmeli. Hiç akıldan gitmiyor. Hiç akıldan çıkmıyor.

Bir gelenek elden ele böyle dolaşıyor, geçiyor işte. Ben de sokaklarda birlerine öğretirim belki, kim bilir belki bir gün...