24 Ocak 2007

İşgal Değil Teslimiyet


EMPERYALZİM & SÖMÜRGECİLİK. "Yerli" sermaye emperyal hayaller kurarken, ki mantıklıdır, mantıklarıdır, sömürgeciliğe de taşaronluğa soyunmuştur. Taşımaktadır. Nakliyecidir. En ucuz komisyoncudur. Emperyalizmin yeni yüzüyse saldırgan bir sömürgeciliktir. Devletli, ordulu saldırmaktadır. Tekeller "network"u değildir.

BİREYSİZLİK ÖZLEMİ. Yeniden sömürgeleştik, adete sömürgeleştik diyebiliyoruz. Hatta basbayağı bir sömürgeleşme sürecindeyiz. Aydının, okumuşun, kazananın, kazanma beklentisi içinde olanın ruh boşaltmışlığından muzdaribiz. Yarına yönelişimiz bir hayatın yönelişi değil, hesabın, hesapsızlığın hesaplılığının yönelişi. İçinde olduğumuz ve oluştuğumuz kabuğu estetiğine homurdandığımız müteahhide vererek, zemini, derimizi pul ederek yaşıyoruz. Estetiğimiz, yani sosyalliğinin farkında bir bireyselleğimiz, yani bireysellik özlemimiz yok, iyi hayat beklentimiz de. Ahlakımız yok. Sorumluluğumuz da. Globalleşme kaçınılmazdır, bir anlamıyla. Rekabet de, öyleydi, öyle olduğu iddia edilirdi, ortaya yeni bir paylaşım haritası konup da kağıttaki dünya, kağıttaki hülya hafife alınana değin.

UMUTSUZ AYDIN, SIĞINAK ARAYAN MUHALİF, SOĞUK(SAVAŞCI) GUNGA DİN. Bir koyup beş almaya, yorulmadan kurtulmaya yönelen yepyeni ve bambaşka bir hayatın tad tüketimini, zevk ü safasını, haz mantığını, hız mantığını keşfetmiş, kendini daha farklı gören, kendini eşitlerinden her daim daha iyisine ve zevklisine layık gören insanlar var. Çileli bir hayatta şarapdan çok harap olunabileceğiyle denenmiş, ürettiklerinin getirilerini tercih etmeye (mantıklı olarak) razı, ama ülkesinden ve insaniyetten de umudunu kesmiş, yukardan aşağı, pazarlıklı bir projeyi bir kenarından tutmuş insanlarla karşı karşıyayız, çoğu kez. Bu umutsuzlarla, hep ortada bırakılmış müttefik, korunma, şemsiye arayan muhalifi de birbirine karıştırmamalı. Onlar alında apayrı dünyaların insanları. Bir de statükoyu, özdeğerleri koruma şampiyonları var, değerleri dolaştıkları dünyalarından uzak tutan, kültürün bütünlüğünü, geleceğinin kanallarını tıkayan. Konuşturmayan. Nefes aldırmayan. Eleştirel bir alışverişi imkansız hale getiren. Onlar aydını bıktırmış, umutlarını başkalarına bağlamalarına yol açmış, muhalifin de kelle koltukta yaşayacağına bir yerlere sığınmasına yol açmış, toplumsal biraradalığı felaket ve cinnetin kavramlarıyla tanımlatmış bir kesimdir. Sömürgeleşmemizin en bilinçli, acımasız, gözü kara, korunmuş hep su üstüne çıkarılmış kesimidir. Ya alenen teslimiyeti savunur, ya da teslimiyeti savundurur. İtekler. "Demokrasi mümkün değildir"e inandırır. Nefes aldırmaz. İletişim tarlalarını mayınlar. Kışkırtır. Yönlendirir. Kendi halkını ülkesinde sığıntı eder. Sığındırır. İç boşaltır, alt oyar.

YENİ DEĞERLER. Adorno ve Horkheimer'in önceleri abartılı gelen kâbusundan da beteri başımıza bela. Ahlakından koparılmış hazcılığın kitle kültürü. Kabalaşma. Tüketme. Barbarlaşma. Sohbetin, iletişimin, insanların bir birlerine ayırabileceği zamanın en naif anlamıyla hedonize edilmesi fedakârlığın gungadinleştirilmiş halinden de fena. Cinselliğin, libidonun yeni rolü. Tüketen estetiğin hakimiyeti. Globalleşme bir iletişimsel bütünlük oluşturabileceği kadar fiziki ve sanal kontrolü de büyütüyor. Ortak rüya, bir teslimiyetin, hayatını kurtarma hayatsızlığının rüyası haline gelmekte, anlamanın, anlaşmanın, karşılıklı saygının ve karşılıklı eleştirinin değil!

TESLİM OLDUK. Bu teslim oluş süreci Avrupa Topluluğuna girme eğilimiyle başlamadı. AB'ye girmek ya da girmemek de aklı başında bir biçimde savunulabilir. Girmek isteyen de istemeyen de teslimiyetin değişik hallerinden konuşabildikçe, oluşumuzun yöneldiği en iyi kapı kokladığı gülü, tuttuğu eli altın edecek, hayatı külçeleştirecek olan bir zavallılığın kapısıdır. Bunda Avrupa da suçlanamaz. Teslim olan, teslim eden, hatta henüz teslim olduklarınca tanınmayan duruşlar varolan bin bir projede gömülü. Sadece, herkes işine geleni yaptığından dayanışma kombinasyonları, ittifaklar çok oynak, kıvrak, yanar döner. Taşlaşan sadece aydınların, muhaliflerin verimli, ya da bazan rantlı görülebilecek eğilimleri. Tüketen, gurmeleşen, safayı cefaya seçmiş hazcı aydının tercihi, tercih pragmatiğinin kendi ülkesinde bölüşebileceği, paylaşabileceği, hedefleyebileceği bir nema yok. Muhalifin haklı sorusu: Topluma nasıl güvenebileceği. Toplum kendine sadık olmayanın her düğmeye basmasında kendi yanında olana sırt dönmüş. Onca eziyete, kana, talana, yalana aldırmamış. Ancak başka ülkelere baktığımızda da bu hep böyle. Hatta bizdeki dayanışmayı da bulamamış nice ızdıraplı ruhlar var. Bir de bunların ötesinde, itilmiş, kakılmış, eserleri yok edilmiş, kendi mesleğiyle geçinme şansı elinden alınmış insanlar var. Az değiller. Uz değiller. Ama kendi yağlarıyla kavrulmalarından ses çıkaramaz haldeler. Üniversite, basın, devlet sanki aslında bağımsız aydının önünü tıkamaya seferber olmuş.

MUHALİFİN HALLERİ. Muhalif insan, iki arada bir derede. Ya güvenlik, destek arayacak bu tüketen saldırı karşısında, ya da halkıyla bir arada olabilmek için bir yönlendirilmeye, belirlenmeye güdümlenmeye de onay verecek. Muhaliflerin, muhalif aydınların şimdilerde kırmakta zorlandığı pranga. Muhalif olmaya, baskı grubu olmayı, proje grubu olmayı seçiş. Hakikatin , halkın dostluğundan konjunkturel imkanlarını keşfetmeye doğru bir sendeleme.

SEVRES KOROSU. Ne hazcı pragmatizm ne de güvenlik arayan muhaliflik Sevres Korosu kadar sevresci oldu. Kanlı Pazarlar unutulmamalı. 12 Eylüle getiren olaylar. Kaç darbe ve hepsinde kimlerin nelerin önü açılmıştır, unutulmamalı.

SADAKAT. İnsan önce kendi adına sadık olmalı. Kendi sorumluluklarına. Dostlarına. Çevresine. Ailesine. Ülkesine. Tüm ülkelere. Tüm insanlığa. Sadık olmayanın sadakat krizleri, sadakat çatışmaları olabilir, çıkar çatışmaları gibi. İnsan olan insan, gerilmiş çıkar ve ilgilerden bile açılımlar, çözümler çıkarır. Sadık insan, ahlâkına sadık insan kendisini de eleştirir dostlarını da. İtilip kakılmayı göze alır. Aç kalmayı. Öne çıkamamayı, çıkmamayı. Yok sayılmayı.

YURTSEVERLİK. Şimdi, insan insanlarından nefret edecek, ülkesine sömürgeci gözüyle bakacak, bu mümkün mü? Ülkesi eleştirilecek bir durumdaysa eleştirir, yanlış iş yapılıyorsa karşı durur, birilerine ya da insaniyete zarar veriliyorsa, karşı koyar. Atalarımızın dağa çıkma hakkı vardı, biz direniş yapıyoruz. Bir ülkeyi güzel ülke yapan direnebilen, karşı çıkabilen, akıntıya kapılmayan insanlarıdır. Ve onlara kapıyı açık, yarı açık tutanlardır. Türklerin edebiyatı yoktur diyen edebiyatçılar, Türklerin hikayesi yoktur diyen hikayeciler gördüm. Her naiflik, dayanışma bilmezlik, çileyi ve imajı paylaşmama, satılmışlık da değil. Adam "ben sizden değilim!" der ama katkısı tersini söyler. Söylemenin de zamanları, çeşit çeşit halleri vardır. Zamansızı, had hudut bilmeyeni, iç dökeni, sorumluluk kılıfını yılan derisi gibi değiştireni. Ama üzülerek de kabul edelim ki, tanzimat sonrası aydının "medeniyete açılma"ları, "ben öbürleri gibi değilim!" retoriğiyle oluyor. (Bu retorik toplumuna siyaset projesiyle dönünce de felaket bir sömürgecilik rüzgarı esiyor). Bu "öbürleri gibi olmama, yani olamadığı ve ve olamayacağı olma"ların önünü açan da biraz medeniyetin medeni olmaması. Yalaklığa verilen ödül. Konuşma ortağı değil, maraba, ortakçı araması. Ben "Türklerin edebiyatı yok!" deseydim (bir zamanların "ünlü" yazarları gibi), bu bir özeleştiri, kendimden talep, kendi emeğimi eleştirme olurdu, kıvranma olurdu. "Yazamadık, bir gün yazılacak!". Oysa türk edebiyatı söyleneni kadar henüz söylenmeyeniyle de dev gibi bir edebiyat. Şiirle kaç ülkede atışır ki köylüler? Evet, kimi dilimizi ilkel buluyor, ki dili ilkel, dilimizin imkanlarına sahip değil. Kmi çevirilerimizi beğenmiyor, bir çeviri denemesi bile gerçekleştirecek kapasitede değil. Düşüncemizi beğenmiyor, düşünce okumuşluğu, düşünceyle kapışmışlığı yok. Oysa gören, dili gören, verilmiş verilecek eserleri görmeden de paylaştığı hayat dünyasını konuşabilir. Konuşabilir. Dilimiz ilkel olsaydı. Romanımız olmasaydı, aşağılık bir kültür mü olurduk? Romanlı kültürlerin aşağılıklara bayağılıklara karşı aşıları mı var? Tüm zamanlar için ggeçerli bir bağdaşıklık mı oluşturmuşlar barbarlığa karşı?

İKİ DURUŞ. Evet gönüllü sömürge tebaası her yerde var. Bizde de var. Bu varlık, bu hayat özentisi, bu uçuculuk kapılarımıza savaş dayandığında panikler yarattı. Paniklemenin haklı yanları olsa sadece burada olur. Ama bunun dışında herşey aptalca bir körleşme! Aydınımızın eseri dışa açılmadan nemalanmadı. Neden kültür politikalarımız olmadı? Zengin edemezdik ama insanlar ders de mi veremezlerdi? Telif hakkıyla geçinemezler miydi? Bestecilerini sadakayla geçindiren bir toplumuz. Muhaliflere, muterizlere, tartışanlara balta satır, gazyağı tenekeleriyle saldırıldı. Öğrencilerin yollarına, üzerlerine tahrip kalıpları yerleştirildi, atıldı. Kime sırtlarını vereceklerdi? Kime güveneceklerdi? Kime hallerinden şikayet edeceklerdi? Atan hem altımızı oyan, hem de vatan adına konuşansa? Kendileri için konuşanlara, kendileri için risk alanlara saldırtılmaya çalışılan bir halk (ki halk hep sağduyuluydu, teslim olmadı), savunduklarına sırt döndürülmüş, ama bir diyeceği itirazı olan insanlar yarattık. Diyeceklerini ellerinden aldık. Eleştirilerinin önünü açmadık.

BAŞKASININ UFKU. Başkasının ufkuyla karşılaşmayan ufkum karanlık, naif, sığ. Başkasıyla karşı karşıya kaldığımda, gerekçe sunduğumda, açıldığında, açıldığımda kendi ufkum bana da açılıyor. Okumuşların dar anlamıyla tutucu, ufuksuz olmamalarının nedeni (buna eskiden sağ denirdi, yanlış) buradadır. Biz büyük bir kültürü imkânlarının bir kısmını dahi kullanmamaya şartlandırıyoruz.

SOKAK siyaseti yönlendiriyorsa, sokak yönlendirilmiş, siyasetin içi boşaltılmış demektir. Bu bir barbarlıktır. Medeniyet hayatta kurulur. Sokakta ışıldar. Tepki yönetmek karanlık iştir. Halka derdini anlat. Dert dinle. İtirazı olana saygı göster. Kendini düzeltmeyi göze al, dinlediğinde. Aydınlarının ekmeğiyle oynamayı devlet politikası olmaktan çıkar. Soğuk Savaş Ruhunu ve onun aslında bize, varlığımıza savaş ilan etmiş kuruluşlarını artık bünyenden at! Ona katılmış olanlar bile bunu talep ederken, hangi ihtiyaçla kendi hukuğunu, kurumlarını, koridorlarını yağma ettiriyorsun? İnsanlar tek tük kendilerini reddederlerdi, şimdi toplumlar kendilerinden kaçar oldu, bu ne demek? Bu bir rüyasızlık. Bu umutsuzluk (eskiden umut lafını sevmezdim, hâlâ sevmem Lukacks'ın Kafka eleştirilerinde kullandığı anlamda), yönsüzlük, kişiliksizlik. "Ben onlardan değilim!" demek, sorumluluktan kaçış, kendisinden kaçış, topyekün değişmek isterken değişme imkanından kaçış.

MÜTTEFİKLERİMİZ. Ey Sevgili Müttefikler, yağcılarınız sizden de ileri gidiyor, ama bizleri kullanmaya, topraklarımızda geçmeye ihtiyacınız var, biliyoruz. Yolgeçen hanına çevirdiniz bu ülkeyi. Başbakanlar, bakanlar tayin edebilmekte olduğunuz şaibesi ağır basıyor. Partiler kurdurduğunuz, hatta kurmakta olduğunuz tartışılıyor. Üst düzey bürokratlarımız tayinden önce size ifade veriyor diye düşünüyoruz. Darbecilerimiz sizden izin alıyor. Hatta sevgili muhaliflerimiz siz izin vermeyeceğinden darbe olmayacağını düşünüyor. Buna sevinelim mi? Yoksa, darbeler sizden sorulur diye mi düşünelim? Yani siz bizim senatomuz, sahibimiz, efendimiz misiniz? Neyimizsiniz? 70'li yıllarda izninizle oratadan kaldırılmış o güzelim aydınlardan dolayı özür dilemeyi düşünmüyor musunuz? Bunu bilerek size yalaklık yapanlara güvenemeyeceğinizi de? Çıkarda güven,etik, hukuk yoktur, dostça ilişkilerden, alışverişler daha iyidir mi diyorsunuz? Siz de Prens'inizi yazsanız da okusak! Aydınlanırız. Şahinlerimizle uçuk muhaliflerimizin çocukları evlenirken kafamız karışıyor. Gelecek bu kadar mı önemsiz? Bizler bu kadar mı gelip geçiciyiz gözünüzde, neden insan hayatının bir sinek kadar değeri yok?

UNUTMA EY HALKIM. Derimiz yüzüldü ey halkım unutma bizi. Diri diri gömüldük ey halkım unutma bizi. Sokak çocuklarımıza hançerletildik ey halkım unutma bizi. Demokrasiyi geliştirmek, açıklık istemek, tatışmanın, iyi bir gerekçenin, yerinde bir cevabın yerine kini gerenlere serin durmak sana yakışır. Çok çektin ey halkım, unutma acılarını, niçin onca acıya katlandığını. Unutma ey halkım. Unutma bizi!

EY AYDINLAR! Bu halk masum bir halktır. Hiç bir mahkeme onlar kadar aklayamaz, paklayamaz. Bağrında saklayamaz. Halka da saygı. Daha çok derdinizi izah. Daha çok muterizinize tahammül. Daha çok tartışmak. Ve insanlara sahip çıkmak. Sokakta bırakmamak. Sert söylem insanları, kültürü ayakta tutamuyor. Beraber çıkalım sokağa diyebilmek, ensesinden vurulacak bir gazeteciye göz kulak olmak, katilin önüne gerilmek hep sakin, insanî, özverili, fedakâr özellikler istiyor. Bir zamanlar bunları yapabiliyorduk. Şimdi uzaklardayız, gönül hicranla dolu, siz emanetimizi bir kenara mı attınız, bu kadar kötüyse delikanlılık, yiğitlik, kahramanlık, neden yerine pısmış ama ağız tadı avındaki çokbilmişler olacağız? Bu terk-i estetik mi bireyin estetiği? Dünya ayağımızın altından kayarken zevkli olmaktan çıkmış zevki, sömürgeci zevki bir kaç zevk sahibi savunsa, insanlık için bu büyük imkânları dünyayı bir rezervat'a çevirmeden yaşatsalar yetmez mi? İnsanları sokaklarda linç ettiriyorsunuz. Göğüs germiyorsunuz. Belayı paylaşmıyorsunuz. Ve yakınıyorsunuz. Her incelme o kadar da uygar değil gibime geliyor! Cami avlularına bırakılmış, polisamcalarının adını koyduğu, sokak kedileriyle kılçık kavgasındaki kardeşlerinizin estetiği de sizden şikayetçi mi sanıyorsunuz?

Ne yazık ki.