İnsan kendi eylediklerinin öznesi. Yapıyorsan kendi yapacağını, yapabileceğini yapıyorsun. Yapabileceklerinden konuşuyorsun.
İnsanın eylemi kendi yapması gerekeni aşıp misillemeye döndüğünde "adaletin tecellisi" mi söz konusu ediliyor? Bunu düşünebilmek çok zor. Adaletin deneyim alanında da ahlâkta olduğu gibi düşünme, seçme, bir duruştan eyleme var.
Bir duruştan dedim. Çoğu kez bir hayat tarzından, eyleme geleneğinden, elimizde olan kalıptan hareket ediyoruz. Tecihlerimiz her daim tek tek olası tüm seçeneklerin, imkânların üzerine eğilme biçiminde olmuyor. İtici gelen, hoş gelenlerin bize bıraktığı üzerine düşünüyoruz bazan. Hatta geride kalanlardan bizi en çok ne rahat ettiriyorsa ona yönelerek.
Hoş geleni seçiyorsak, buna seçim adı vermek uygun mu? Evet, başka türlü yapılabilineceğini düşündükçe, bir sorumluluğumuzu oldukça. Hoş gelenin hoş gelmesinin boş bir iş olmaması söz konusu ise.
Hızlı karar almalarda belli bir tecrübeyle, duruşla, eyleme tarzı ile hareket edebiliyoruz eylememiz gerekebiliyor. Kazadan, beladan, emri vakiden, hayatın dayatmalarından uzak kalamıyoruz. Oturup düşünecek zamanımız olmuyor çoğu kez. Bir kazada anaya mı yavruya mı, çocuğumuza mı, başkalarının çocuğuna mı, sevgiliye mi, insanlığa mı, tanımadığımız bir insana mı öncelik vereceğimiz bir karakter, hayat tarzı, eyleme geleneği içinde ve bir takım duruşlardan belirlenebiliyor. İmkânlarımızın kısıtlılığı, gücümüzün neye yettiği, karar verecek durumda olamayışlarımız, karşımıza ilk çıkanı çözümlememiz gereken durumlar, her daim çözüm hiyerarşileri kurmak zorunda olmayışımız da göz önünde tutulmalı, elbette.
İnsanın eylemesi bir başkasının eylediğine ya da eyleyeceğini sandığımıza misillemeye dönüştüğünde ne bir engelleyici eylem ne de bir gerekirliğin ifadesi söz konusu. Bir hak yerini buldu ifadesi bile değil. Gündeminizde olmayanı, ya da aslında hep gündeminizde gizlenmiş olanı yapıyorsunuz.
Karşı tarafa bir eleştiri içermiyor. Acıtan bir sorumsuzluk, bir olası acıtan sorumsuzlukla karşılanıyor. Belki acıtma başarılıyor. Ama eylemin kendisi ne oluyor? Eyleyen, bazan bir başkasını, yani üçüncü bir şahsı eylediğinin mesajına alet ediyor, araçlaştırıyor. Araç, kendince kârlı çıksa, o da kendinçe araççı davransa bile yine araç, yine araç: "Sen aldatırsan ben de aldatırım!"da mesela. "Sen çaldın ben de çalarım", "sen sınırı aştın ben de sınırı aşarım" biçiminde olduğunda ise başkası hiç yok, ya da yok sayılmakta.
"Aynısını yaparım"larda çoğu kez kendi şahsiyetini, karakterini koymama, insanlığından, "kendini biliş" halinden, kazandıklarındaninsan olarak kazandıklarından, temellendirdiklerinden vazgeçme söz konusu. Kuyruğumuza basılıyor, ısırıyoruz, basit, ama burada bile ısırıldığımız için ısırmıyoruz, bir meşru savunma halindeyiz. Şüphede, kuşkuda, olmamışı olmuş yapışlarımızda, endişede misillemeci oluşumuz, doğrudan saldırıya uğramamız halinden daha sorunlu. Saldırıya uğradığımızda tepkimizde bir ölçü tutturmak, saldırıyı aşan bir tepkide bulnmamak durumunda oluyoruz. Kuyruğuna basılabileceğini bilen, kalabalıkta yaşayan hayvan dostlarımız daha az şaşırabiliyor, daha az saldırgan davranıyor. Onların dahi refleksin ötesine geçmelerini hoş görmüyoruz. Belli bir terbiyede kalmalarını bekliyoruz. Ama belli hukuklar da yazıyoruz, nüanse ediyoruz, farklılıklar yakalıyoruz. Evde kedimizin şımarıp tırmıklaması ile sokakta bir kedinin üzerimize atlaması gözümüzde farklı, ikincisini daha zor hoş görüyoruz. Ama, kedimizin önündekini temizlerken saldırmasına kızabilirken, sokaktaki bir kedinin, ya da komşunun kedisinin ciğerine dokunursak öfkeleneceğini de biliyoruz, öfkeyi kabulleniyoruz. Bir kediden dahi farklı şartlarda farklı beklentilerimiz, terbiye ve davranış ifadeleri beklediğimiz oluyor. Farklı kedilerden farklı davranış, eyleyiş biçimleri beklediğimiz gibi.
Misillemenin, karşılık vermenin gerektiği anlar olabilir mi? Bir terbiye edici, kişilik kurucu yanı olabilir mi? Bazan, belki. Bir insana "yaptığın şunu hissettiriyor" diyebilmek için, bir hareketin başkaları için ne demek olduğunu düşüncesizce yapıp durana öğretebilmek için, belki. Yani, karşı tarafa acı çektirmeden çok bir şey öğretme yükümlülüğünün ağır bastığında. "Vurma acıyor", "sen batırırsan iğneyi bak ben de batırırım, canın yanar" gibi. Belki azcık dokundurmak gerekebilir de bazan, bir şeyin acıttığı gösterilebilir. Ancak, geriye dönüşsüzlüklere, zulme, eziyetle, kendini ya da başkasını aç köpeklerin önüne atmakla, başkalarını kullanmakla, kendini kullandırmakla olacak iş değil bu öğretme, gösterme, işaret etme.
Yanlış yapan düzeltebilir. Yanlış anlaşılmış da olabilir. Zanna karşılık veren, ne yaptığını bilerek, seçerek eylese de, kendince ölçülü, rasyonel bir tepki koysa da bir insanın yapmaması, insanlarca yapılmaması gerekenin alanına girmiş oluyor, kendisini kendisi yapan alanı, kendiliğin alanını zorluyor, kendi sınırlarını da olumsuz anlamda tanımlıyor, belirliyor, kendini oluşunu, oluşum hukukunu da farkına varmadan tartışmaya açıyor.
Öfkeyle kalkmak sanırım, etraftan çok, insanın kendisi için, kendi kişiliği için tehlikeli. Kişilik ve bireysellik insanî eylemenin çıkış evi. Evi yıkıyorsun, evini yağmalıyorsun. Kazandığını kaybediyorsun, kendi özgürlüğük alanını genişletiyormuş edasıyla fakirleştiriyorsun.
Karşı tarafı üzmek, ya da intikamın tatlı gelişi bir denge sağlayabilir mi? Bazan, mümkün. Kısa vadede. Kısa vadeli olan, ayakta tutan olduğunda. Geriyedönüşsüzlük, "pişmanlık imkânı"ndan yoksun oluş'un acısı, tırmalayıcılığı da unutulmamalı. Kendini ve başkalarını araç eden, vicdanını da boğmak zorunda kalıyor zamanla, istisnayı kurala doğru çevirdiğinde, yani, yanlışlığı kavrayıp bir anlamaya, kişilik tahkimine çevirmedikçe. Tepkicilik kurallaştırıldığında, rahatlatlama sibobuna dönüştüğünde.
"Sen yaparsan ben de yaparım" diyene şunu diyeceğiz: Bu senin tercihinse, beklediğinse, istediğinse, yapamadan edemediğinse, yap, ama yapmadan önce, ve yaptıktan sonra bir düşün. Bir hareketimi hatalı görüyorsan, eleştirmelisin, karşı çıkmalısın. Karşı koymalısın. Olmuyorsa defterden silmelisin beni, def etmelisin, bizi, bunu yapanı, yapanları. En karşı çıktığın şeye sorunsuzca dalabiliyorsan, bazan bir yakıştırmayla, bazan da diyelim ki bilerek, görerek. Bu nasıl bir karşı çıkış, karşı koyuş? Bir de yanıldıysan, bu hukukla nasıl başkalarıyla hayat sürdürebilirsin? Bu güvensizliğin üzerine git, bunu yaşadığını hissettir, karşı tarafın hayatını esir alacağına kendi sorununu çözmeyi, birlikte aşmayı hedefle. Yok, öyle değil de karşı taraf seni sürekli geriyor, bildiğini okuyor, rencide ediyorsa, bir anlamı varsa karşı çık. İşlemiyorsa, işlemesi gerekiyorsa, bir yolu da bulunamıyorsa, ipleri kopar. Koparmak istemiyorsan, hayatını bir intikam projesine çevirme. "Sen gidersen ben de giderim. Sen alırsan ben de alırım. Sen söylersen ben de söylerim. Sen yaparsan ben de yaparım"ların yerine, kendin gibi yaşa. Hayatını zehir etme, kendine, kedine, insanlara, insanlığa.
Dik dur. Başkalarına misillemelerde bulunmanın alanı değil eylemenin alanı, kişiliğin, kültürün, geleneğin; bundan önce yapılmışların alanına yani geleneğe, göreneğe eleştirinin; insanla, insnlıkla buluşmanın, kavuşmanın çıkış noktasında bir yerlerde.
Kaba, çirkin, uyuşmuş, uyuşturulmuş, kindar, yırtıcı, kendisi için başkası ve başkasının dünyası olmayan çıkış noktalarının etiği, estetiği, hukuku yok. İnsan olmayı reddetmek ve insanın kültürünü savunmak diye birşey yok.
İntikam, misilleme isteği insani duyguların, itkilerin, dürtülerin, hattâ güdülerin eseri. Kırılmışlık, kırılganlık, kırılabilirlik halinden kim imtina edebilir ki? Çıkış, karşı tarafa takılıp kalmayı bir an bırakıp, ne yaptığımıza, yapabileceğimize, yapacağımıza bakabilmekte.
Hissetmek ayıp değil kini, öfkeyi, intikam duygusunu. Tepkiselliği yenebilmek, düşünebilmek, kendi ufkunu ve insanlığını genişletebilmek önemli olan. İnsan herşeyi kolay yenemiyor, kolay aşamıyor. Ama insanlık bu ve buralarda başlıyor.
Öğrenmeye, kavramaya, anlamaya açıklığımız bir öğrenilmeye açıklık alanı da oluşturuyor, bir kapı aralıyor. Başkalarına ders verici halimiz değil.
Sözü esirgememek, hakikatten kaçmamak gerek. Bu yanıbaşımızdakinin yeryüzündeki cehennemini kurmakla olacak iş değil, değil, değil.
("Sen yaparsan bende yaparım"da bir karşılıklılık vurgusu varken, "sen ne yaparsan ben de yaparım"da fazladan bir de gönüllülük vurgusu var, bu ayrımlarına girmek istemedim, şimdilik, Efendim.)